Ahlâk, Etik ve Toplum

tengiz

İhvan Forum Üye
Katılım
16 Ocak 2019
Mesajlar
214
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Ahlâk, Etik ve Toplum
Kev Words :
Moral, Ethics, Interdiction of self-exemption, Equity,
Politically correctness, Awareness.
Prof. Dr. Nilgün ÇELEBİ

ÖZ
B u makalede ahlâk, etik ve toplum arası ilişki; 1 ahlâk ve etikin zaman içinde değişen anlamları ve günümüzdeki durum konu edilmektedir. Makalenin amacı ahlâk ve etik ile bunların değişen anlamları üzerinde iç tutarlılığı olan bir söz söyleyebilmektir. Makalede önce; ahlâk ve etik konusunda felsefecilerin bakışları üzerinde durulmuştur. İkinci olarak; sosyologların tavrı üzerinde durulmuştur Makalenin ana gövdesi ahlâk ve etikin birer kavram olarak kurulmalarına ayrılmıştır. Bu başlık altında ahlâk ve etikin özbağışıkhğın yadsınması, hakkaniyet ve siyaseten uygunluk ile olan ilişkilerine yer verilmiştir. Makalenin sonunda, ahlâkın yerine geçen etikin, bireyin bireycileşmeksizin bireyselleşebilmesi için nasıl bir yoruma tabi tutulabileceği konusu üzerinde durulmuştur.

GÎRİŞ
Bu makalede ahlâk, etik ve bunlarla bağlantılı sözcüklerin anlamlan ile bunların akıp giden hayatımız içindeki değişen yerleri konu edilmektedir. Amaçlanılan; bu kavramların anlamlan ve hayatla olan bağlantıları üzerinde hem iç hem de dış tutarlılığı olan bir metin oluşturabilmektir. Umut edilen; bu metnin zamana direnebilmesi, ahlâk, etik ve hayata dair bundan sonraki sözlerimizde hafif de olsa bir iz bırakabilmesidir.
Ahlâk ve/veya etik. Hangi sözcük dillendirilse dillendirilsin; bunları duyan herkes insanoğlunun ortaklaşa yaşayışına ilişkin bir dizi kuraldan söz edilmekte olduğunu kavrar. Ahlâk ve/veya etik her zaman bir yapma etmeyle, bir tavır alışla, bir eylemle, bir sözle bağlantılı olarak kullanılır. Bu tavır alış, bu söz, bu eylem gücünü, berkitilmiş bir zeminden, tesis edilmiş bir kuraldan alır. Bu sözcükler insanoğlunun bu dünya üzerindeki doğayla ve birbirleriyle olan maceraları dile dökülürken kullanılır. O zaman da, başta sosyoloji olmak üzere tüm sosyal bilimlerin, giderek tüm bir beşeri incelemeler alanının ilgi- t sini çeker.

FELSEFECİLERİN BAKIŞI
Felsefeciler ahlâk, moral ve etik arasında aynm yapmaktan yana değildirler. Onlara göre ahlâk veya etik sözcüğünün tercihinde, kullanıcının Alman veya Fransız kültürü içinden konuşuyor olmasının ötesinde, bir gerekçe ileri sürmek uygun bir tavır olarak gösterilemez.
Felsefeciler ahlâkı üç düzlemde incelediklerini ifade etmektedirler (Ethics Updates): Normatif ahlâk, meta ahlâk ve uygulamalı ahlâk. Normatif ahlâk içinde sorulan ana soru ‘nasıl yaşamalıyız’ sorusudur. Hayatı ortaklaşa yaşarken karşılaşılan sorunlan çözmek; doğru ve yanlışa ilişkin ölçüüeri iyi öğrenip yerinde kullanma becerisini geliştirmek; benimsenmesi gereken iyi alışkanlıklan, yapılması gereken hareketleri, yerine getirilmesi gereken görevleri bir- biriyle tutarlı bir tarzda davranışa dönüştürmek normatif ahlâk tarafından kurallara bağlanan eylemleri- mizdir.
Meta ahlâk normatif ahlâkın ardındaki itici gücün irdelenmesi olarak gösterilebilir. Ahlâk ilkelerimizin nereden geldiğinin, kaynağının neler olduğunun üzerinde durulur. Bu ahlâk kurallarının kaynağının doğal veya sosyal/tarihsel olup olmadığı sorgulanır. Ahlâki ilkelerde evrensel hakikatlerin, tanrı iradesinin veya insan aklının yansımalarının bulunup bulunmadığı tartışılır.
Ahlâkın felsefedeki üçüncü ele alınış tarzı uygulamalı ahlâk olarak adlandırılır. Uygulamalı ahlâk çevre sorunlarından insan haklarına, çocuk haklarından medya etikine, ölüm cezasından tıp etikine kadar yayılan geniş bir yelpazedeki tartışmalı konuları normatif ve meta ahlâkın kavramlarını kullanarak ele alıp, bu tartışmalara kapsamlı çözümler üretmeye yönelir.
Ahlâkın sosyolojideki ele alınışının uygulamalı ahlâk ile uyuşumlu olacağı düşünülebilir. Uygulamalı ahlâk felsefenin sosyolojiyle kesiştiği bir alan olarak görülebilir. Ancak; felsefe ile sosyoloji arasında ahlâk dolayımıyla bir bağlantı kurma çabasından önce ahlâk ve etikin sosyolojik açıdan ele alınabilir hale getirilmesi, daha açık bir ifadeyle kavramsallaştırılması çabasına yönelmek gerekmektedir. Bu ise, normatif ve meta ahlâkın bir de sosyolojik açıdan okunmasını talep etmektedir.

SOSYOLOJİK BAKIŞ
Ahlâk ve/veya etikin sosyoloji içinde çeşitli açılardan, çeşitli düzlemlerde ele alınması mümkündür. Burada yapılmak istenen de bu farklı ele alımla- rın dayandıkları zeminlere işaret etmektir. Ancak, buna geçmeden önce vurgulanmasında yarar görülen husus, incelememizde ahlâk ve etik kavranılan arasında bir farklılığın gözetildiğidir. Her iki sözcük de, değil mi ki farklı kullanıcılara farklı bağlamlarda daha tatminkâr bir ifade sağladığı izlenimini vermektedir, o halde yapılması gereken, böyle bir farklılığın kaynağını tespit etmektir; onlardan birini en baştan geçersizleştirmek değil. Biraz aşağıda ele alınacağı üzere, bu incelemede ahlâk daha kadim ve kapsamlı bir kavram olarak görülürken etik ahlâkla bağlantılı kavramlar ailesinden olmakla birlikte daha modem çağa ait, modem toplum olgusuyla bağlantılı ve daha dar alanlardaki ilişkilere yönelik bir kavram ola
görülmektedir. Ancak, bu bölümde ahlâk, etiki de içerecek kadar geniş bir kapsamda ele alınmıştır.
Sosyolojide ahlâk iki düzlemde gündeme gelebilmektedir: Metodolojik açıdan, bir tercih olarak; ontolojik açıdan, bir olgu olarak. Metodolojik tercih derken kast edilen, ahlâkîliğin incelenen insan aksiyonlarının vazgeçilmez bir tamamlayıcısı olarak görülüp görülmeyeceğidir. Sosyoloji insan öznesini onun çeşitli özelliklerini öne çıkararak ele alabilir; ahl-âkilik bu özelliklerden biridir. Sosyoloji hayat üzerine söylenen söz olarak^ akıp giden hayattaki ortaklaşa yaşama sırasında deneyimlenen durum ve sorunlar üzerinde yorum getirir. Sosyoloji bu yorumunda deneyime katılanların önceliklerinin, duyarlı- lıklanmn yanı sıra ahlâki tercihlerinin de dikkate alınmasından yana bir tavır sergileyebilir. Böyle bir atıfta bulunmak kuşkusuz zorunlu değildir; bu bir tercihtir. Ancak, böyle bir atıfta bulunmamanın o araştırmadan çok şeyler eksilteceğini de bilmek gerekir. Sözgelimi; modem hayatın insanı ne denli tek- nik-rasyonel ölçütlere kıstırdığım göremeyen incelemelerde gözlemlenen eksiklikler gibi. Bir olay içindeki insanlardan birinde bile bir söz, bir eylem, bir duruş ahlâki bir kaygı ile ifade edilmişse, sosyolog olarak görevimiz ifa edileni o kaygı ışığında da değerlendirmektir. O kaygıyı, bizi aktörlerden en az birinin bakış açısına götürecek bir ipucu olarak görmektir. Ya da bir söz, bir eylem, bir duruş muhatap- lannın ahlâki ölçütleri ve öncelikleri dikkate alınmadan ifa edilmişse, o eylemin, duruşun, sözün bıraktığı etki bu dikkatsizlik gözönünde bulundurularak değerlendirilmelidir.
Bu noktada vurgulanmak istenen hususun Max Weber’in ‘değer-temelli’ (vvertrationale) eylem bağlamında söylediklerinden farkı şudur: Weber değer- temelli eylemi bir ideal tipin izdüşümü olabilen bir olgu olarak ele alır. Bu olgu-eylem, kendine özgü olarak vardır. Bu sebeple de, bu tür eylemleri diğer eylem tipleriyle kanştırmamak gerekir (1995). Burada vurgulanan ise, değer-temelli eylemin olgusal özelliği değildir. Fakat, araştırmacının epistemolo- jik/metodolojik bir tercih olarak, incelemeye yöneldiği her eylemde ahlâki kaygılann mevcudiyetini,
mevcut ise, karakterini sorgulaması gereğidir. Böylelikle ahlâki olanın bilimle bağdaştırılması gerçekleştirilmiş olacaktır. Ahlâki olanın bilimsel olanla bağdaştırılması ifadesi, kuşkusuz ‘ahlâkî’ olmaya özel bir önemin atfedilmesiyle kullanılabilecek olan bir ifadedir. Bu ise bizi ahlâkın metodolojik bir tercihin ötesinde ontolojik bir olgu olarak da sosyolojinin gündemine girmesi durumuyla yüz yüze getirmektedir.
Ahlâkın sosyolojide bir onto olarak incelenmesi için öncelikle şu iki sorunun cevaplanması gerekmektedir. İlki; ahlâk sosyolojinin makro-mikro ekseninde nereye yerleştirilebilir? İkincisi; ben, bir araştırmacı olarak, yapacağım ahlâk incelemesiyle neyi hedeflemekteyim, ahlâkı incelemekteki maksadım nedir? Bu iki soruya verilecek cevapların yayılımı ahlâkın sosyoloji içindeki yerinin belirlenmesini de mümkün kılacaktır.
Ahlâkın ilk soru çerçevesinde oturtulacağı yerin mikro, bir noktaya kadar da mezzo boyut olacağı açıktır.Ahlâk değil mi ki karşılıklı İnsanî ilişkiler bağlamına ait bir kavramdır o halde sosyoloji içindeki yeri de öncelikle insanlar, bireyler, kişiler arası ilişkilerin, ilişki ağlarının, davranış örüntülerinin, etkileşimlerin konu edildiği mikro düzlem olacaktır. İçinde bu aktörlerin yer aldığı ve aralarındaki bağlantıların kurulup yürütüldüğü birincil ve ikincil tüm yapılanmalar mezzo düzlem olarak ahlâk incelemelerine dahil edilebilirler. Burada göz önüne alınması gereken husus bu yapılanmaların kendilerinden dolayı değil fakat içlerindeki insan unsurundan dolayı analize dahil edilmekte olduklarıdır. Hiçbir kurum ya da organizasyon ahlâkîlik açısından sosyolojik incelemeye tabi tutulamaz; ahlâkîlik açısından incelenecek olanlar oradaki insanlar, bireyler, kişilerdir. Onların yapıp etmeleridir. Onların yapıp etmelerinde içkin olan ahlâkî değerlendirmeleri; eylemelerinin ardındaki niyetlerinde ahlâkîliğin yeridir. Bunun yanı sıra, hatta bundan da ötede, yapıp etmelerin yol açtığı sonuçların o sonuçlardan kısa ve uzun erimde etkilenenlerin mevcut durumları, ‘durum tanımları’ ve ileriki eylemeleri üzerindeki yansımalarıdır. Bu çerçevede, bir toplumdaki makro yapılanmaların ve
süreçlerin de ahlâk ile doğrudan bağlantılandırılma- ması gerekir. Sözgelimi hızlı sanayileşmenin, göçlerin, modernleşmenin birer süreç olarak insanların yapıp etmelerinin ahlâkîliği üzerinde doğrudan etkilerinin bulunduğunu ileri sürmek yerinde bir karar olarak gösterilemez. Zira, burada yapılan, birbirine uzak değişkenler arasında neden-sonuç bağı kurmaktır. Bu ise bizi hatalı genellemeler yapmaya iter. Modernleşmenin ahlâkı bozduğu gibi iddiaların makul karşılanmasına yol açar. Makro, mikro veya mezzo düzlemde yer almanın ilk ölçütü gerek eylemde bulunanların gerek eylemden etkileneceklerin sayılarının azlığı veya çokluğudur. İkinci ölçütü ise eylemler ile eylemlerin sonuçlan arası mesafenin kısalığı veya uzunluğudur. Ahlâk bireylerin birbirleriyle gündelik hayatlarındaki ilişkileriyle bağlantılı olduğuna göre ve eylemlerinin sonuçlannın yargılanması sonunda verilen bir kararla bağlantılı olduğuna göre, sosyoloji içinde konumlandınlacağı yer mikro ve mezzo düzlemdir.
Cevaplanması gereken ikinci sorunun araştırmacının amacıyla bağlantılı olduğunu anımsayalım. Bir ahlâk araştırmacısının sorması gereken soru, bu araştırma sonucunda elde edeceği bilgi ile ne yapacağıdır? Araştırmacı bu bilgiyi neden istemektedir? Bu bilgi ile gideceği yer neresidir? Bu sorulara, sosyoloji içinde verilebilecek cevaplar iki kümede toplanır: Kavram-kuram üretimi veya politika üretimi. Eğer araştırmacı ahlâkı, ahlâk kavramına ilişkin bilgisini genişletmek, geliştirmek için incelemişse, bu incelemeyle bir kuram geliştirmeyi istemişse, ahlâkın zaman içinde değişen anlamlarını yakalamayı hedeflemişse o zaman kavram-kuram yönelimli bir faaliyet gerçekleştirmiş demektir. Eğer araştırmacı ahlâkı sosyal hayatta bir sorun olarak görüyorsa, ahlâki değerlerin zayıflamasını bir problem olarak algılıyorsa bu sorun çözümü için bir çare önermek, bir yol bulmak, giderek bir politika üretimine katkıda bulunmak istiyorsa o zaman politika yönelimli bir faaliyet gerçekleştirmeyi diliyor demektir. Bunlardan ilkine temel araştırma, İkincisine uygulamalı araştırma diyoruz. Her iki araştırma tarzı da, eşdeğer ölçüde, hem toplumda hem akademik dünyada meşru ve yararlı birer faaliyet olarak görülür. Birinde ah
süreçlerin de ahlâk ile doğrudan bağlantılandırılma- ması gerekir. Sözgelimi hızlı sanayileşmenin, göçlerin, modernleşmenin birer süreç olarak insanların yapıp etmelerinin ahlâkîliği üzerinde doğrudan etkilerinin bulunduğunu ileri sürmek yerinde bir karar olarak gösterilemez. Zira, burada yapılan, birbirine uzak değişkenler arasında neden-sonuç bağı kurmaktır. Bu ise bizi hatalı genellemeler yapmaya iter. Modernleşmenin ahlâkı bozduğu gibi iddiaların makul karşılanmasına yol açar. Makro, mikro veya mezzo düzlemde yer almanın ilk ölçütü gerek eylemde bulunanların gerek eylemden etkileneceklerin sayılarının azlığı veya çokluğudur. İkinci ölçütü ise eylemler ile eylemlerin sonuçlan arası mesafenin kısalığı veya uzunluğudur. Ahlâk bireylerin birbirleriyle gündelik hayatlarındaki ilişkileriyle bağlantılı olduğuna göre ve eylemlerinin sonuçlannın yargılanması sonunda verilen bir kararla bağlantılı olduğuna göre, sosyoloji içinde konumlandınlacağı yer mikro ve mezzo düzlemdir.
Cevaplanması gereken ikinci sorunun araştırmacının amacıyla bağlantılı olduğunu anımsayalım. Bir ahlâk araştırmacısının sorması gereken soru, bu araştırma sonucunda elde edeceği bilgi ile ne yapacağıdır? Araştırmacı bu bilgiyi neden istemektedir? Bu bilgi ile gideceği yer neresidir? Bu sorulara, sosyoloji içinde verilebilecek cevaplar iki kümede toplanır: Kavram-kuram üretimi veya politika üretimi. Eğer araştırmacı ahlâkı, ahlâk kavramına ilişkin bilgisini genişletmek, geliştirmek için incelemişse, bu incelemeyle bir kuram geliştirmeyi istemişse, ahlâkın zaman içinde değişen anlamlarını yakalamayı hedeflemişse o zaman kavram-kuram yönelimli bir faaliyet gerçekleştirmiş demektir. Eğer araştırmacı ahlâkı sosyal hayatta bir sorun olarak görüyorsa, ahlâki değerlerin zayıflamasını bir problem olarak algılıyorsa bu sorun çözümü için bir çare önermek, bir yol bulmak, giderek bir politika üretimine katkıda bulunmak istiyorsa o zaman politika yönelimli bir faaliyet gerçekleştirmeyi diliyor demektir. Bunlardan ilkine temel araştırma, İkincisine uygulamalı araştırma diyoruz. Her iki araştırma tarzı da, eşdeğer ölçüde, hem toplumda hem akademik dünyada meşru ve yararlı birer faaliyet olarak görülür. Birinde alâka ilişkin bilgimizin derinleşmesine, diğerinde ahlâkla bağlantılı sorunlara çözümlerin önerilmesine katkıda bulunulmaktadır. Her iki araştırma tarzında da hem teorik hem empirik bilgiden yararlanılarak ortaya bilimsel bir bilgi konulmaktadır. Ayrıldıkları nokta, ortaya konan bilginin ilkinde akademinin kendi içinde kalması, İkincisinde toplumun bir sorununun çözümüne uyarlanması, uygulanmasıdır. (Çelebi, 2002)Ahlâkın sosyoloji içindeki ele alınışının genel çizgisini böylece belirledikten sonra bir kavram olarak belirginleştirilmesi çabasına geçebiliriz

AHLÂK VE ETÎKÎN BİRER KAVRAM OLARAK KURULMASI
Sosyolojik açıdan insan, insan aksiyonu ve ahlâk (ve rasyonalite) arası bağlantının ele alınma yollarından biri bu bağlantının şu üç kavramla ilintilen- dirilerek ele alınmasıdır: Özbağışıklığın yadsınması, hakkaniyet ve siyaseten uygunluk. (Siyaseten uygunluk ‘takiye’ olarak da okunabilir). Bu üç kavram da belirli İnsanî tavır alışlara işaret eder ve ahlâkla bağlantılıdır. İnsanî tavır alışlar ile özbağışıklığın yadsınması, hakkaniyet ve siyaseten uygunluk arasında bir bağlantı vardır.
Ahlâk; halk edilmişlerin halk edilmiş olmalarından dolayı birbirleriyle olan ilişkilerinde uymaları gereken kurallar manzumesidir. Ahlâk ve halk edilme arası etimolojik bağı da dikkate alan bu tanımlama ahlâkın insanların birlikte yaşayışlarını inceleyen her disiplin için ne denli önemli olduğuna işaret eder. Bu kuralların iç mantığı; Niklas Luh- mann’ın (1996) geliştirdiği bir kavram olan ‘özbağı- şıklığm yadsınması’ ile ifade edilebilir.
Ahlâki tavır, ‘öteki’nin de dikkate alındığının izini, işaretini taşıyan tavırdır. Bu tavrı bireyin kendisi koyar ya da koymaz. Bireyin ahlâkî tavrı sosyalleşmesi sürecinde içselleştirmiş olması beklenir. Ah- lâkiliğin ötekilerce yargılanması, bizi, ahlâki tarzın zaman içindeki değişen anlamlan konusuna getirecektir.
Sosyolojiyi sosyal olanın, socius’un, üzerine söylenen söz olarak tanımladığımızda sosyolojinin tüm temellendirmelerinin de bu zemine, sosyal olana, dayandırılması bir gereklilik olarak belirir. Sosyoloji adına söz söylemek bunu gerektirir. Sorun; sosyal olanın ne olduğu sorusuna verilen cevabın başlatıldığı düzlemin belirlenmesinde çıkmaktadır. Biz sosyal olma’nın insanın sosyal olabilen (sociab- le) bir canlı oluşuyla başladığını sayıltılamaktayız. Sosyal olma’nın socius’a dahil olmadan önce, sosyal olma yeteneğine sahip bir canlı olmakla kazanıldığını sayıltılamaktayız. Bir başka ifadeyle, insan socius’a dahil olduğu için sosyal olma yeteneğine sahip olmamıştır. Tersine, bu yeteneğe sahip olduğu için socius’u oluşturabilmiştir. Sosyal olma yeteneğine sahip bir canlı oluşa hangi mücadelelerin sonunda ulaşıldığı üzerinde herhangi bir söz söylememiz ise mümkün değildir. Bu yeteneğe sahip olmak belki de canlı türlerinden birini insan kılan bir apriori deneyimin mevcudiyetinden kaynaklanmaktadır. Bu apriori deneyimin, ‘sözleşme’ adıyla da olsa, doğal hukukta da atıfta bulunulan büyük taahhütü içerdiği sayıltıla- nabilir. İnsan ister bu taahhütle, ister doğal hukukun ardından gelen pozitif hukukun sayıltıladığı tarzdaki modem sözleşmeyle hukukî bir kişi konumuna gelmiş olsun aslında aynı bir bütünün iki yüzü olan şu iki yetiyle donatılmış olarak dünyaya dahil olur: ilki; belirli mantık kurallarına göre işleyen aklimizdir. Aklımız mantık kurallarına göre işlerken teklikleri birbirine ve daha kapsamlı bütünlüklere bağlama veya bunlan birbirinden ayırma, sıralama gibi yeteneklerini kullanır. Daha açık bir ifadeyle, akıl ve mantık kurallarına göre işlemekle yanlışa düşmekten kurtulup doğru çalışmış olur. Mantık dilde yansır. Mantıkta ve dilde doğru olan, mantık kurallarına, dilbilgisi kurallarına uygun olandır. Yanlış olan, bu kurallara uymadığı için saçmaya düşmüş olandır. (İngilizcede bunlar true-false sözcükleriyle ifade edilir).
insanın ikinci temel yetisi ise ahlâklı olmasıdır. Ahlâklı olmak; insanın doğanın yaşama düzenine karşıt bir düzen kurabilmesini mümkün kılan yetidir. Ahlâklı olmak özbağışıklığın yadsınmasıyla somut- laşır.Ahlâklı olmamn sonucunda insanoğlu hemcinsini korur, kollar. Doğada güçlü olan zayıfı ezer. Birlikte yaşamanın itici gücü insamn doğa durumunda kalmak istememesidir. Ahlâklı olmanın gereği, hemcinsini korumaya yönelik yapıp etmelerimizi doğru, aksine özellik gösterenleri yanlış olarak adlandırıyoruz. (İngilizcede bunlar right-wrong sözcükleriyle ifade ediliyor). Bu anlamda; doğru olan, sosyal hayatı sürdürmeyi mümkün kılandır. Doğru olan, hemcinsini dikkate alarak yaşamaktır. Doğru olan, güçlü- nün zayıfı ezmediği bir yaşamayı mümkün kılandır. İşte, insan bu iki yeteneği ile, akıl ve eyleme alanındaki bu iki tür doğru ve yanlış yargılarında bulunabilme yeteneğiyle, var olandır. İnsanlarla birlikte yaşamalarına ilişkin kuralların kaynaklandığı sayıltıla- nan alanların neler olduğu sorusuna verilen cevaplar tarih içinde doğa ve insan üstü/dışı olandan insan birliktelikleri içre olanlara doğru bir sıra izlemiştir. Bu çerçevede; karşımıza dört ana kural kaynağı çıkar: Doğa üstü güçlere dayanan kadim gelenek; soyut kutsala dayanan din, bu ikisinin gündelik hayat pratikleriyle birlikte örülmesine dayanan kültür; toplum sözleşmesine dayanan hukuk. Biliyoruz ki, kadim gelenek; hayatın her alanına serpiştirilmiş tanrı- cıkları kızdırmamak, tersine hoşnut etmek maksatlıdır. Kadim gelenek büyülenmişliğin tüm gücüyle dünyada kol gezdiği, kavramın henüz oluşmadığı, Tanrıların, insanların, perilerin, ağaçların kuşların, kuzuların, aslanların, rüzgârların, yağmurların, güneşin, ayın birbirinin dilinden anladığı dönemlerin izlerini taşır. Kadim gelenekte ne siyaseten uygunluk vardır ne de hakkaniyet. ‘Siyaseten uygunluk’ yoktur. Zira, kozmik dönemde yöneten-yönetilen ayrışması olmadığı için, devlet (polity) teşekkül etmemiştir. ‘Hakkaniyet’ yoktur. Zira, hakkaniyet terazisinin dengesini kestirecek bizim dışımızda kalan üçüncü kişiler yoktur. Din; soyut kutsaldan günah işleyerek uzaklaşmamak, tersine soyut kutsalın katına sevaplarımızla çıkmak maksatlıdır. Dinler kadim geleneğin yozlaşıp bozulmaya yüz tutmasıyla ortaya çıkar. Dinler insanların birbirleriyle ve doğayla aralarındaki ilişkileri tutarlı bir zemine oturtmaya çalışır. Bunu, farklı olanları tanımlayarak yapar. Din; doğa ile doğadışını birbirinden ayırır. Daha önemlisi söz ile olayı birbirinden ayırır. Sözün olayı olguya dönüştürme gücüne dikkat çeker. Kutsal kitapların olayları hikâye ediş tarzları, bizatihi olayları hikâye edişleri bu noktada dikkat çekicidir. Din; hakkaniyetin
doğduğu alandır da. Zira, din ben’i sen’den, biz’i o’ndan ayırır. Hakkaniyet, bu ayrım olduktan sonra yapılan bir paylaştırmadır. Din, yüzü mağaraya dönük oturanları ışığa döndürtür. Din insana soyutu, kavramı sunar. Ne var ki, din insan hayatında sadece bir kavram olarak yer almaz. O, bir tür toplum hayatı da sunan, bir siyasî projesi de olan bir ideolojidir. Dinin ideoloji yönünün öne çıkması, onun hakkaniyet yerine siyaseten uygunluk (takiye) temelinde işlemesine yol açar. Seçilen bu yol ise dini din olmaktan çıkartır. Etkisini zayıflatır. Kültür; gündelik hayatın olduğu gibi süregitmesi, bu değişmesiz akışı engelleyen pratiklerin kınanması, süper ego da olan ‘öteki’ler tarafından onaylanmanın sağlanması maksatlıdır. Kültür; ortaklaşa hayatın kurallarını değişmelere karşı korur. Kültür; yinelenmeyle başlar; örüntüleşme, kurumlaşma, yapılaşma bu yinelenmelerin ürünüdür. (Fichter, 2002). Kültür akıp giden zamana dikelmek isterken ortak yaşamanın kurallarını da katılaştırır, berkitir. Bu arada, bu berkitmenin güç ilişkileriyle bağlantısını göz ardı eder. Siyaseten uygunluk, hakkaniyetin bir kez daha önüne geçer. İşte bu gelenek, din ve kültür dolayımlı davranış kodlan, sanayi devriminin şafağında, yerini modem hukuka bırakmıştır. Modemiteyle doğan hukuk, kaynağını toplum sözleşmesine dayandırmaktadır. Modemite- nin ortak yaşama kuralları bütünü olan modem hukukta insan birlikteliklerindeki düzenin sağlanmasının koşulu sözleşmeye uyum olarak belirlenmiştir. Modem hukukta sözleşmenin kaynağı önceleri nesnel aklın tezahür alanlanndan biri olarak görülen insan aklıdır. Aklın, sözleşmeyi kamu yararına doğru mu yoksa özel çıkara doğru mu yönlendireceği ise açık uçlu bir sorudur. Bu sorunun cevabı baştan verilmemiş, zamana bırakılmıştır. Zaman içre olan yaşam pratiklerinin yapılaşma düzeylerinin, bu sorunun cevabını belirlemesine fırsat tanınmıştır. Gözlemlenen, bu sorunun cevabının zaman içinde pür kamu çıkanndan yavaş yavaş özel çıkara doğru kaymakta olduğudur. Bu, aynı zamanda, modern hukukun sözleşmenin kaynağını nesnel aklın değil ama artık öznel aklın (üstelik yegâne) tezahür alanı olan insan aklı olarak görmeye doğru kaymasıyla at başı giden bir süreçtir. Bu süreç doğal hukukun yerini pozitif hukuka toplum sözleşmesinin yerini kişiler ara
sı sözleşmelere bıraktığını gösterir. Bu süreç özbağı- şıklığın yadsınmasından yavaş yavaş uzaklaşıldığı- mn, onun yerine hakkaniyetin ‘siyaseten uygunluk’ çerçevesinde aranmaya başlandığının da işaretini taşıyan bir uzam dilimidir. Bu süreç, son olarak, ahlâkın yerini etike bırakmasının da tarihidir. Bu süreç aynı zamanda, akıl kullanımında, rasyonalitede araca mı (teknik rasyonalite) yoksa amaca mı (tözsel rasyonalite) ağırlık verildiği sorusuyla da bağlantılıdır. Son olarak, bu durum ahlâk ve etik kavramlarının bir diğerinden ayrıldıkları noktaların belirginleş- tirilebilmesi işlemiyle de bağlantılıdır.
Yukarıda ahlâk ve etikin birbirinden ayrı tutulmaları gereği üzerinde durulmuştur. Gelinen bu noktada ahlâk ve etikin gerek birbirlerinden gerek diğer kurallardan gösterdikleri ve göndermeleri itibariyle ayrılabileceklerine işaret edilmiş olunmaktadır. Görüldüğü gibi bunlar, iki ayn sözcük olmakla kalmayıp, iki ayn kavrama ve iki ayrı hayat alanına işaret etmektedir. Ahlâk ve etik arası fark tarihsel bir kınl- manın ürünüdür. Tarihsel kınlmadan sonraki ahlâka yeni bir ad olan etik verilmeyip, modem ahlâk deme yolu da seçilebilirdi. Nitekim, hukukta izlenen yol budur. Etikin, en azından Türkçe’de, yeni bir kavram olarak belirmesi, aradaki kırılmanın fark edilmesini kolaylaştırmıştır. Hukukta ise aynm hukuk ve kanun kavranılan temelinde yapılmaktadır. Etikin ahlâkın türevi olması gibi kanun da hukukun türevi olarak görülmekte, bu bağlamda, söz gelimi bazı uygulama- lann kanuna uygun olmasına rağmen hukuka uygun olmadığı ileri sürülebilmektedir.
Etik ahlâkın modem çağdaki türevi olmakla birlikte, ya da türevi olduğu için, etik de ahlâkın ilgili olduğu üç temel kavramla çerçevelenmiştir. Özba- ğışıklığın yadsınması, hakkaniyet ve siyaseten uygunluk. Modem çağın insanı birey kılması, onu hemcinslerinden sözde özgürleştirmesi bireyi bireyselleştirmek yerine bireycileştirme tehlikesinin de yanında getirmiştir. (Taylor, 1995). Bireyin bireycileş- tirilmesi demek, ahlâkın temel itici gücü olan özba- ğışıklığın, yadsınması bir yana, meşrulaştınlması demektir. İşte etik bu tehlikeyi önleyeceği, bireyin bi- reycileşmeden bireyselleşmesini sağlayacağı umu
duyla geliştirilen bir eczadır. Etikin modem çağdaki insanların birbirlerinin kurdu olmalarına engel olması beklenir. Bu durumda, somlar modem çağda etikin siyaseten uygunluk ve hakkaniyet karşısındaki tavnnın ne olacağı noktasında toplanmaktadır. Bu somların cevaplanması bizi yeniden eylemlerimiz üzerinde düşünmeye yöneltecektir. Eylemelerimiz hakkında doğm veya yanlış yargısını verenler öncelikle ötekilerdir. Hemen arkasından da ‘kendimden mesafelendirdiğim ben’ olan vicdanimdir. Vicdanımız bizimle birlikte bilendir. Bu, özel bir bilme’dir. Vicdanın bilmesi bir ‘farkında olma’dır. Farkında olmak, vicdanen bilmektir. Farkında olmak ne bilimsel bilgiye dayanır ne sezgiye, ne de inanca. Biz, vicdanımızla ‘farkına varınz’ Bu ‘farkındalık’ ‘kendini ötekinin gözüyle gören’ bir bilmedir. Bir ‘ayna benlik’ bilmesidir. Vicdanımızda adeta ötekilerin yargı- lannın bileşkesi tecelli ve tezahür etmektedir. Vicdanımızda tecelli eden doğmya ‘hak’ diyoruz. Hak benim ve ötekinin ortasında tecelli ve tezahür eder. Hak’ta ben ve öteki ‘biz’ olarak yansırız. Vicdanımız hakka aykırı olan, ötekini kaale almayan eylemeler karşısında bu sebeple sızlar. Zira vicdanımız ötekinin de varlığını onaylamaktadır; arzulamakta, talep etmektedir; hatta onu özlemektedir. Vicdan; ben ve ötekinin karşılaştığı, benim sosyal olma yeteneğimi hayata geçirebildiğim yerdir. Bu yer, aynı zamanda, dayanışmanın yeridir. İnsanoğlunun hemcinsiyle birlikte, banş içinde yaşayabilme mekânıdır. Benim ötekiyle birlikte var olduğum yerdir. Vicdan ahlâkîliğin yargı evidir. Ötekiyle birlikte yaşamanın sürmesine destek olandır. Ahlâk dışı olan ise bu desteği zayıflatandır. Bu izni kısıtlayan; bu imkânı daraltandır. Ahlâkî olan; halkın, ben ve ötekilerin oluşturduğu bütünün, socius’un mevcudiyetine ve süre- gitmesine, süredurumuna uygun düşen davranış örüntüleri ve onun kurallandır. Uygun düşenlere doğm, yerinde, ahlâklı; uygun düşmeyenlere yanlış, hatalı, ahlâk dışı diyoruz.
Adalet; hakkın kamu adına dağıtılması mekanizmasıdır. Nüfusun çoğalması, birbirinden çok uzakta ama birbirinden haberdar yaşayanların artması, sosyal olanın karşılıklı ve yüz yüze ilişkilerde bulunan insanlarla sınırlandırılmasını zorlaştırmıştır
Sosyal olan, bunların yanı sıra, hem çok sayıdaki insanı hem de bu çok sayıdaki insanın eylemlerinin sürekliliğinden kaynaklanan yapılan da kapsar hale gelmiştir. Bu ise, sosyal olanın mikro’dan makro’ya, bir çok boyutluluk, bir çok düzlemlilikle uzandığına işaret eder. Adalet; mikro düzlemde ahlâkla dağıtılabilirken makro uça doğru ilerledikçe adalet için kapsamlı mekanizmalar gerekmiştir. Kadim gelenekte, soyut dinde ve kültürde özel örüntüler içinde insanın ahlâkîlik yetisinden alınan güçle ifa edilebilen adalet, hayatın karmaşıklaşması ile hukuk içine alınmış, hukuk yapılanmasının ana unsurlarından biri olmuştur. Modem dönemde bu ana unsur karşımıza kanun olarak çıkmaktadır.
Bu çerçevede ahlâkî davranış ne kadim geleneğe ne soyut kutsala dayanan dine, ne gündelik hayat pratiklerinden kaynaklanan kültüre aykırı olabilir. Tersine, bu sosyal yapılanmalann her birinin içinde onsuz olmaz bir öğe olarak zaten mevcuttur. Ahlâkın kaynağım haktan, hakkın da kaynağını insanın sosyal olabilme yeteneğinden alması, onun, yaratılmışların hakkını düzene koyan kurallar bütünü olarak, sonraki insan birlikteliği tarzlan ve formlannı etkileme gücüne sahip olmasına yol açmaktadır. Ahlâk güçlüdür. Zira o hem geleneğin hem dinin hem kültürün talep ettiği dayanışmanın temin edicilerinden, sağlayıcılanndandır. Ahlâk kurallarına uymak insan- lann birlikte yaşamalarının temel koşullanndandır. Giderek, ahlâk kurallarına uymak, insanoğlunun sosyal olabilme yeteneğine sahip oluşunun gereğini yerine getirmektir. Böyle bakıldığında ahlâk kutsaldır. Nitekim, Durkheim ahlâkı buna benzer bir akıl yürütme ile toplum hayatının temeline koyar (1964).
Bu içeriklendirilmesiyle ahlâk, özbağışıkhğın yadsınmasının en üst noktada gerçeklendiği bir doğrular yanlışlar dizgesidir. Ahlâk; kadim tarih boyunca, semavi dinlerin etkin olduğu çağlarda, mekânın zamana öncelendiği tüm istikrarlı kültürlerde ve doğal hukuk rüzgârının esintisini taşıyan uzamlarda egemen olduğu süre içinde herkesi ortak iyi nosyonu çevresinde toplayabilmiştir. Kutsal ahlâk bir yandan biz kategorisinin sarsılmaya başlamasıyla bir yandan da dünyaya ilişkin bilgimiz arttıkça tartışmaya açılır olmuştur
"Biz" kategorisini ilk sarsanlar toplumlan nispeten kaynaşmış bütünlükler olarak değil, farklı çıkar gruplanna bölünmüş olarak görenlerdir. ‘Biz’in bir masal ya da masalsı olduğu, var olanın sadece çatışan bile değil çelişen çıkarlar olduğu iddiası, vicdanda tecelli eden ben ve ötekilerin kesişme noktası olan hak nosyonunun da sarsılmasına yol açmıştır. "Biz" kategorisinin; güçlünün, güçsüzün rızasını sağlamak için geliştirdiği bir sahte bilinç kategorisi olarak deşifre edilmesi, ‘biz’e duyulan güveni sarsmıştır. Nesnel aklın öznel akla doğru çözüldüğü, parçalara ayrıldığı dönemde biz kategorisi de çürümeye, bozulmaya, ekşimeye bırakılmıştır. Bu, ikinci büyü bozumu sürecidir. Kavramların keşfiyle girilen ilk büyü bozumu döneminden yüzyıllar sonra gelen bu ikinci büyü bozumu döneminde alışılagelen doğrular ve yanlışlar yer değiştirmeye başlamış, rasyo- nalite araç-amaç bağına indirgenir olmuştur. Rasyo- nalite; aracın amacın önüne geçmesiyle özdeşleştirilir olmuştur. Tümellerin yitirilmesi güven kaybına yol açmış sözler ve hesaplar kayıt altına alınır, sözleşme maddeleri halinde ifade edilir olmuştur. Özba- ğışıklık, yadsınması bir yana, bir hak olarak bile talep edilebilir olmuş, özbağışıklık birey kategorisinin ortaya çıkışının ön koşulu olarak sunulabilir olmuştur. Ne var ki, bu durumun yol açabileceği sakınca- lann fark edilmesi çok uzun sürmemiştir. Modem toplum yurttaşlann medeni hukuk nosyonu kapsamında yaptıklan sözleşmelere dayalı olarak biçimlenmiştir. Yurttaş, Neyer’in de belirttiği gibi, özgür bireydir. Özgür olmak bildiklerimizin artışıyla mümkün olmuştur. Bireyin doğayı ve diğer insanları bilim yoluyla denetleyebilir düzeye ulaşması, onun, ahlâkı otoriteye saygı ve ait olunan sosyal gruba kendini adama tarzında değil fakat özgür yurttaşın, bilen yurttaşın, özgür iradesiyle yaptığı sözleşme çerçevesinde yorumlaması sonucunu doğurmuştur (Neyer, 1964). Özgür yurttaşlar birbirleriyle eşit şartlarda yaptıkları sözleşmelerle sözleşmeye konu olan eylemlerinin hesabını vermeyi taahhüt eder olmuşlardır. Bu taahhütün aydınlanmasından etkilenen ama sözleşme ile açıkça kapsanmayan alanlar ise yine bu taahhütlerin uzantısında ‘siyaseten uygun’ olan kav- ramlaştırması içine dahil edilir olmuştur. Modem toplumun aynı zamanda bir sözleşme toplumu olarak
da adlandırılması ile modern toplumun pozitif hukuk anlayışının egemen olduğu toplum olarak adlandırılması arasındaki bağ bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Buradan hareketledir ki, modem toplum pozitif toplum, modem hukuk ise pozitif hukuk olarak tanımlanır olmuştur. Başka bir deyişle, belirli bir zaman ve mekân bileşkesinde yürürlükte olan kurallar bütünü olarak tanımlanan pozitif hukukta adaletin de sözleşmeye uygun olanın ifa edilmesiyle tesis edilmesi beklenmektedir. Modem toplumda artık hak olan, hakkaniyete uygun olan, adil olan sözleşmeye uygun olandır. Vicdana, hakka uygun olan değil. Adalet mekanizması tarafların aralarında yaptıkları sözleşmeye uymaları gereğine dayalı olarak işlemektedir. Adalet mekanizması; sözleşmeye uymanın kamu düzeni açısından zomnlu olduğu noktasından hareketle çalışmaktadır. Sözleşmeye uymayan karşı tarafa hesap vermekle yükümlü kılınmaktadır. Bireyler arası sözleşme ile tesis edilen ahlâk türü ise etik olarak adlandırılmaktadır. Etik; bir ilişki ağındaki tarafların birbirlerine olan eylemlerini düzene koyan kurallara işaret etmek üzere kullanılmaktadır: Görgü kuralları bu tür kuralların ilk örneklerindendir. Tıp etiği, basın etiği, araştırma etiki ise zamanla geliştirilen kurallara işaret eder.
Modem hukuk öncelikle pozitif hukuk bağlamındaki sözleşme hukuku olduğu için onun odaklandığı yer sözleşme metninin ta kendisidir. Sözleşme metni ise yöneten yönetilen ilişkisinin tesis edilmiş olduğu devlet (polity) içre olduğu için, gücün egemen olduğu bir zaman/mekân bileşkesinin de izlerini taşır. Sözleşme ile sağlanan düzen ise her zaman kısmîdir. Zira, tarafların tekil deneyimlerinden hareketle ulaştıkları ilkeler daima tekil seviyede kalmaya mahkûmdur. Hakkaniyet ile tümellik arası bağ modem çağda kopmuştur. Bu sebepledir ki, hukuk ve yasa arasında daima bir açıklık kalır. Modem toplum bu nedenle güvencesi zayıf toplumdur. Modem toplumda güven zayıflamıştır. Zira bir eyleme doğru yanlış yargısını koyacak muhatapların ortak iyi anlamında bir ölçütleri kalmamıştır. Tek ölçüt "siyaseten uygun" olmadır. Uygun (correct) olma ile mantıksal olarak doğru (tme) ve ahlâki olarak doğra (right) olma arasındaki farklar da zaten bu
noktayı işaret etmektedir. Devlet (polity) hayatının esenlikle devam etmesi için onaylanan davranış kodlarına işaret eden ‘siyaseten uygun’ kavramı, sosyal güvenin tesisi ve sürdürülmesinde vazgeçilmez öneme sahip olarak görülmektedir.
Öte yandan modem toplumun parçalılığına ve tek bir ortak iyinin bulunmamasına rağmen insanların kendileri dışındaki bazı konuları sorunsallaştırma ve bu süreçte benimsenecek olan davranış kurallarını, belirlenecek olan tavır alışları, sözleri, eylemleri kararlaştırma girişimleri etikin hem İnsanî boyuta hem de inşaî boyuta sahip olduğunu gösterir. Adeta, sosyal hayat insanoğlunun özündeki İnsanî boyutun kuvveden fiile geçmesinde bir zemin, bir sahne, bir platform rolü üstlenmektedir. Bu sahnede, bu zeminde, bu platformda farklı bakış açılarına, dolayısıyla farklı doğra yanlış tercihlerine sahip olanlar kendi akıl yürütmelerine ve kuşkusuz ait oldukları grubun çıkarlarına dayalı olarak görüşlerini ileri sürmekte, farklılıklarıyla birlikte ve farklılıklarına rağmen birbirleriyle ortak bir zemin arayışına girmekte bir yandan İnsanî boyutlarım bir yandan da sosyal boyutlarını, kamusallıklarını sergilemektedirler.
Bu müzakere sürecinde akıl yürütülürken meta etik sorunsallara göndermede bulunulduğu kadar normatif kurallar da gündeme getirilmekte, tartışılan etik sorunsala normatif bir karakter kazandırılmaya çalışılmaktadır. Ancak, bu müzakere sonunda bir uzlaşmaya ulaşılıp, bir norm konulsa bile bunun geçici olduğu, aynı bir etik sorunsalın ileri müzakerelerde farklı tarzlarda kavramlaştırılmaya açık olduğu taraflarca da iyi bilinmektedir. Bu ise bizi ahlâk ve etikin kavramlaştırılma çabalarının açık uçlu olduğu sonucuna getirmektedir.

SONUÇ
Yineleyelim ki, modem toplum özbağışıklığın yadsındığı değil, tersine özbağışıklığın olumlandığı bir uzamdır. Bireyler kendilerini birbirlerinden özel oldukları, bağışık tutulmayı hak ettikleri gerekçesiyle ayırmaktadırlar. Modem toplum birlik oluşun değil, farklı oluşun yüceltildiği bir toplumdur. Modern toplumda farklılaşma bir gelişme süreci olarak algılanır. Farklılaşmama bir geride olma hali olarak görülür. Modern toplumda birey ortak yaşamın olduğu gibi süredurumuna doğrudan kattığıyla değil ortak yaşamın sürdürebilirliğinin çeşitlenmesine, zenginleşmesine kattığıyla yargılanıp değerlendirilir. Karmaşıklaşan sosyal hayat mevcudun devamını değil dallanıp budaklanmasını, çok boyutlanmasını talep etmektedir. Etik; özbağışık- lığın olumlandığı bir dünyada insanın katıldığı ilişki ağlarında siyaseten uygun olan eylemler, sözler ve tavır alışlar sergilemesini sağlamaya yönelmiştir, insan sosyal olma yeteneğine sahip oluşunun gereklerini, günümüz toplumlarında, ancak ve ancak ‘siyaseten uygun olma’ nosyonu sayesinde yerine getirilebilmekte gibidir. Hakkaniyet ölçütü sanki tamamen unutulmuş gibidir. Bu, acı verici bir gelişmedir. Sanki hayatın akışı insanı ahlâkîlikten uzaklaştırmakta, ahlâkî olmayan bir yola yönlendirmektir. Bu gidişten kurtulmak mümkün müdür? Bu soruyu sosyal hayatın doğal hayata rağmen kurulan bir hayat olduğunu düşündüğümüzde ümit var bir tarzda cevaplamamız imkân dahiline girebilmektedir. Bu noktada, bireyin bireycileşmeden bireyselleşmesinin yolları üzerinde düşünülmesinin bir çıkar yol sunabileceği ileri sürülebilir. Bu yoldaki ilk çaba, özbağışıklığın yadsınmasının, bireyin İnsanî potansiyelini sergilemesini sınırlamasına imkân vermemekle başlatılabilir. Başka bir ifadeyle, İnsanî potansiyelin sergilenmesinin hemcinsin korunmasıyla karşıt hale getirilmemesinin koşullarını genişletme amaçlı politika yönelimli araştırmaların uygulamaya yönelik önerileri bu sorunun çözümlenmesinde atılabilecek önemli bir adım olarak görülebilir.
 
Son düzenleme:

tengiz

İhvan Forum Üye
Katılım
16 Ocak 2019
Mesajlar
214
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Global dünyada yaşıyorsa insanlar(toplumlar), ahlak kavramını da global hale getirmek bir zorunluluk olmuştur. O yüzden yukarıdaki öğretide belirtildiği üzere etik-ahlak kavramını birbirinden ayırmayıp hukukla ayrılamaz direk illisi yerinde ve düzgün bir tanımlama olmuştur.

Şimdi bu bağlamda ne etiktir(ahlaktır), ne değildir, beraber irdelemeye başlayabiliriz sanırım,
1-Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi;
MADDE 1 - İnsan haklarına saygı yükümlülüğü Yüksek Sözleşmeci Taraflar kendi yetki alanları içinde bulunan herkesin, bu Sözleşme’nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlarlar(Demek ki ahlaklı olmanın birincil şartı insan haklarıymış çünkü en üst norm şu an için budur).
2- MADDE 2 Yaşam hakkı
1. Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infaz edilmesi dışında, hiç kimsenin yaşamına kasten son verilemez(Yani tv lerde böğürerek salyaları akarak bağıran-söven, sözde asan-kesen(kolpacı) siyasilerin ahlak anlayışının bir geçerliliği olmadığı gibi bir de üzerine suç fiil konusudur. İzleyip şakşaklayanlar da suçluyu övme fiilindelerdir.)
Hülasa bu davranışı sergileyen topluluğa AİHS imzacısı olunması hasebi ile ahlak yoksunu da diye bilirsiniz. Hatta ''yaşam hakkı ihlali'' AİHM kararları doğrultusunda şeref yoksunu bile diyebilirsiniz. Çünkü bu kararlar mahkemece tescillenmiştir. Ve bu kararları tanıyan, sözleşmelerin, andlaşmaların imzacısı bir Türkiye toplumu vardır. Dolayısı ile toplum kimi desteklediğine dikkat etmezse bu ithamın muhatabıdır.
3-MADDE 3 İşkence yasağı Hiç kimse işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz.(Ahlak terazisinde kefenin öte tarafı..Neresinden tutsak elimizde kalıyor. İşkence ye seyirci bir sözde müslüman toplum?? Olmadığını iddia etmek güneşi balcıkla sıvama kalkışması gibi bir ilerizeka ürünü olur sanırım.)
4-MADDE 6 Adil yargılanma hakkı(Sanırım bu ülkede adil bir yargı ve yargıya eşit erişim olmadığı aleni. ''Kılıçların eşitliği ilkesi'' de bunun bir parçasıdır. Yani mahkemeye erişseniz bile bütün diğer şartlarda eşit olmadan adil bir yargıdan dem vurulamaz. Karşı taraf güçlü ve iyi bir avukata sahipse sizde aynı eşit güce sahip olmadan gene bu adil yargılanma hakkı sağlanamaz.)
5-MADDE 8 Özel ve aile hayatına saygı hakkı 1. Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.(FETÖ den Hanefi Avcı dan öğrendik ne kadar özel hayata saygı gösterildiğini bu Türkiya' da.. Ahlak zabıtcısı bir fetoş, sonuçta insanların özel hayatını gözetleyen mekanizma duruyor mu? Duruyor.)
6- MADDE 9 Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü 1. Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.(Özgürlük ve Türkiya-Gülüp geçiyorum)
7-MADDE 10 İfade özgürlüğü
8-MADDE 12 Evlenme hakkı Evlenme çağına gelen her erkek ve kadın, bu hakkın kullanımını düzenleyen ulusal yasalara uygun olarak evlenme ve aile kurma hakkına sahiptir.
9-MADDE 13 Etkili başvuru hakkı Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.
10-MADDE 14 Ayrımcılık yasağı

Maşalah ihlal edilmeyen ve AİHM kararlarınca tescillenmemiş madde neredeyse yok! Ahlak ve Türkiya toplumu..?

Şimdi bir alt norm(etik) olan TÜRK anayasasına birlikte bakalım,
 
Son düzenleme:

tengiz

İhvan Forum Üye
Katılım
16 Ocak 2019
Mesajlar
214
Tepkime puanı
8
Puanları
0

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
1
- Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.(Cumhuriyet; özgürlük demektir. Yukarıda özgürlüğün sözde kaldığının belgesinin AİHM kararları ile belgelemiştik zaten. Ahlak ahlak ahlak! Özgürlük düşmanı olmakla ahlaklı toplum olunmaz.)
2- Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.(Sanırım bu 2. madde bir üst normla çelişiyor. Bu madde değiştirilemez ibaresi bile özgürlük(cumhuriyet) kavramı ile çelişkili, acaba toplumun ahlakını zedelenmesine sebep baskıcı bu norm dayatması olabilir mi? İlginç)
3- IV. Değiştirilemeyecek hükümler Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez. (Bu madde ile zaten demokrasi(seçimle parlementoya yasama hakkı) ayaklar altına alınmıştır. Çelişki barizdir. Toplum haksızda değil hani böyle bir kafadan sakat dayatmalarla nasıl global reel güncel dünya-modern dünya ahlakına evrimleşilebilir ki? Kanunları batıdan iktibasla kabul edip, yönümüzü batıya çevirdik deyipde hergün gelişen yeni dünyaya ''değiştirilmesi teklif dahi edilemez'' diye bir dayatma norm ancak krallıklar-kabile devletleri ve din devletlerinde olabilir.)
4-Madde 6 – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.(Dedim ya 2. madde zaten bunu sözde milletindir olarak betimlemiştir.)
5- VII. Yasama yetkisi Madde 7 – Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.(2. madde size kısıtlı-tam bağımlı yasama yetkisi tanıyor.)
6- Madde 11 – Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.( Seçilenler sizin adınıza yasa yapamaz. Aslında bir bakıma bu anayasa süper. Bir bakıma da özgürlükler ve insan hakları açısından üst norm AİHS açısından çelişkili ve aykırı)
 
Son düzenleme:
Üst