Arkası Yarın/ALNIMDAKI I$IK

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan
ANLIMDAKI I$IK
DEVAMI



Bütün gücümü toplayarak ayağa kalktım ve güç bela yatağa attım kendimi. "Beyinsiz yaşanır mı?" sorusunu düşünüyordum!.

İnsanları getirdim gözümün önüne!. Beyinsizce yaşa*yan çoktu, çoktu ama yine de hepsinin beyinleri vardı. Hiç kullanılmamış, gıcır gıcır beyinleri!. Saçmalamaya başlamıştım. Uyumalıydım artık!..

(belden gündüz onbir civarlarında ayrıldım. Önce eve gitmeyi, çocukları görmeyi düşündüm. Her nedense içim burkuldu, hüzünlendim. Böyle bir durumla çocukların karşısına çıkmak istemedim. önce doktora gittim.

Düne nazaran daha sakin, daha makul bir durumday*dım. Nitekim doktorun anlattıklarını daha bir ince, daha bir detaylı dinledim. Beynimdeki tümör, alın bölgemdey-miş. Çevreye yayılım yapmış olan tümör konum ve seyir itibariyle malin yani kötü huylu olup, hiçbir operasyona açık değilmiş. Avrupa'ya veya Amerika'ya da gitsem, bu gibi vakalara herhangi bir müdahale yokmuş!.

Avrupa'ya veya Amerika'ya gitmedim.

Önce İstanbul'a ve oradan da Ankara'ya geçtim. Bir hafta içinde konunun uzmanları eşliğinde bir sürü tomog*rafi çektirdim. Bütün otoritelerin ortak görüşü, doktor Ze-kai'nin söylediklerinden farklı değildi.

Bu bir haftalık koşuşturmamın neticesi, altı aylık öm*rümden bir haftanın eksilmiş olmasıydı!.

İzmir'e döndükten sonra traş olup, bir demet gül yap*tırarak eve döndüm. Evdekilere hiçbir şeyi belli etmek istemiyordum. Zaten doktor Zekai'ye de bu hususu tenbih et*miştim. Kapının önüne geldiğimde yine de heyecanlandığımı, telaşlandığımı hissettim. Bir süre bekle*dikten sonra zile bastım. Kapıyı Şirin açtı.

Selamünaleyküm

Aslan oğlum Kutsal'ı ise bilgili, kültürlü tam bir işada*mı olarak yetiştirecektim. Bütün işlerin idaresini ona dev*rettikten sonra büyük bir yat yaptırıp, iki-üç yıllık bir dün*ya turuna çıkacaktım!.

Fakat bitmişti, herşey bitmişti artık!.

Çocuklarıma baktığım zaman altı aydan ilerisini göremiyordum artık!.

Altı ay sonrasındaki görüntü ise beni bir anda allak bullak etmişti!. "Yüreğim parça parça oldu" derken kastettikleri şey bu olsa gerekti. Yüreğim gerçekten parça parça olmuştu. Karşımda yemek yiyen iki çocuğu değil, defneden sekiz ve onbir yaşlarında iki yetimi görüyor*dum! .

Tuhaflaştım!.

Gırtlağımın hemen altından yüzüme doğru sıcak bir ürpertinin yükseldiğini hissettim. Bu ürperti bir anda gözlerime dayanmış, an be an artan bir baskıyla gözlerimi, göz-damarlarımı zorlamaya başlamıştı. Hafif hafif kanncalaşan, hafif hafif titreyen burnuma dokundum.

Ağlayacaktım!.

Ağzımı tutarak hemen sofradan kalktım.

"Galiba kusacağım" diyerek kendimi güç bela banyo*ya attım. Banyonun kapısını sürerken gözlerimden yaşlar boşanıvermişti. Yıllardır ağlamayan ve ağlamasını unutan ben, doiu dolu ağlamaya başlamıştım. yeni fabrikaya gidiyordum. Ne yapacağıma, ne yap*mam gerektiğine hiçbir karar verememiştim. Bu kararı ve*rinceye kadar hiçbir şey olmamış gibi eski yaşantımı, mutad olan işlerimi devam ettirmeliydim. Tabi ki dış görüntümdü bu!.

İç dünyamda ise kıyamet çoktan kopmuş, kıyamet sonrası sessizliği yaşanıyordu!.

İstesem de, istemesem de devamlı ölümü ve öleceğimi düşünüyordum! Her şeye bu ölüm düşüncesiyle bakıyor, her şeyi bu ölüm düşüncesiyle yeniden tanımlıyordum.

Fabrikaya girdiğimde, kendimdeki tuhaflığı kendim de farkettim. Sanki baş*kasının fabrikasına girmiş gibiydim!. Etrafıma bakarken, iş konusunda hiç bu kadar gamsız, hiç bu kadar endişesiz ol*duğumu hatırlamıyorum. Hiçbir şey umurumda değildi. Yedîbinbeşyüz takımlık Belçika siparişi iki gün geçmesine rağmen henüz hazırlanmamış. Nedenini bile sormadan "Olsun" dedim.

Tabi ki şaşırmışlardı!. Çünkü böylesi aksiliklerde, ma*kul nedenleri olsa bile oldukça ağır konuşurdum.

Fabrikayı uzun uzun gezdim.

Daha önceleri işçilerden ziyade yapılan işlere dikkat ederdim. Şimdi ise işlere değil, işçilere dikkat ediyor, işçileri tanımaya çalışıyordum. Hiçbiri diğerine benzemiyordu. Her biri ayrı bir insan, her biri ayn bif1 dünyadı. Son on yıldır, insanlardan ve insan tanımından uzaklaştığımı his*settim.

"Elli işçi, yüz işçi alın" derdim personel müdürüne. Bunu söylerken kafamda tek bir canlı tipi, tek bir canlı tanımı, tek bir canlı kimliği olurdu.

"Benim için çalışacak ve bu sayede kendileri de nzık-lanacak olan insanlar!."

Oysa herbiri farklı insan, herbiri farklı alemdi!.

İşçileri birer kemiyet olarak değil birer keyfiyet olarak gözlemlerken, zihnimin değişik İnsan tipleriyle dolmaya başladığını hissettim. Bir yandan geziyor ve bir yandan da kendi kendime "Amma çok işçi varmış ha!. diyordum.

Çalışmakta olan bir işçiye sordum.,

Kimin için çalışıyorsun?

Şaşırdı, heyecanlandı. Sonra yılışık yılışık gülerek "Si*zin için beyefendi!." dedi.

Namussuz yalancı!. Söylediği söz doğruydu ama ken*disi yalan söylüyordu. Onun cevabını duyan birçok işçi gülümsemişti. Gülmeyen, asık suratla çalışmasına devam eden birisi vardı.


Arkasi yarin
 

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan
ANLIMDAKI I$IK
DEVAMI

Onun yanma giderek "Senin adın ne?"

dedim.

Hiç düşünmeden cevap verdi.,

İşçi

Beni gülümseten bir cevap olmuştu bu. Aynı soruyu ona da sordum.,

Sen kimin için çalışıyorsun?

Ciddi bir ifadeyle yüzüme bakıp, aynı ciddiyetle ko*nuştu.,

Ailem için..

Hoşuma giden bu cevabı kısa bir süre düşündükten sonra başımı sallayarak "Çok güzel" dedim.

İlk kattan dışarıya çıkıyordum ki genel müdür biraz telaşla yanıma geldi.,

Beyefendi. Yıldız grubunun yetkilileri görüşmek isti*yor. Sizinle şartlan konuşmak, yeni sezona ilişkin bağlantı yapmak isterler.

Yeni sezona daha sekiz ay vardı!.

Ben iki aylık mevta iken benimle bağlantı yapacaklarmış!.

Elimi sallayarak "Boşver" dedim.

Şaşırdı.,

Efendim, bildiğiniz gibi potansiyelleri çok yüksek.

Biliyorum. Ama sen yine de boşver.

Kendileriyle görüşmeyecek misiniz?

Nasipse yeni sezonda!.

Gerçi nasip olacağa hiç benzemiyordu ya, hemeyse!. Kapıya yönelirken ilave ettim.,

Bu hafta bütün işçilere birer maaş ikramiye verin.

Şaşkınlıktan aptallaşmışü!. Çünkü her patronun için*den geçirmesi ancak yapmaması gereken bir şeydi bu!. Çünkü işçilere birer maaş ikramiye demek, maliyeti arttır*mak demekti!. Serbest rekabet ortamında maliyeti arttır*mak ise olacak şey değildi!.

Birer maaş mı?

Evet, birer maaş. Dışarıya çıktım.

Araba ve şoför hazır bekliyordu.

Arabaya binmedim. Biraz da bahçeyi dolaşmak isti*yordum. Önce bekçi köpeğinin yanına gittim. Sert ve gü*zel bir köpeğe benziyordu. Üç-dört yıl önceki bir hadiseyi hatırladım. Yazlıktaki evimizin bahçesinde bir dalmaçyah vardı. Yedi-sekiz aylık olan bu köpeğe bahçede güzel bir kulübe yaptırmıştık. Köpeğe birkaç kez yemek verirken, bahçe duvarının arkasından kırk kırkbeş yaşlarındaki bir adamın dikkatlice baktığını gördüm.

Köpeğe mi bakıyordu.

köpeğe verdiğim haşlanmış etlere mi bilmiyorum. Yine birgün köpeğe yemek verirken aynı yerde durmuş, aynı şekilde bakıyordu. Yanına giderek "Hayrola, niye ba*kıyorsun?" dedim. Başını hafifçe yana eğerek "Hiç" dedi. Sonra sıkıla sıkıla şunları söyledi.,

Efendi!. Bu köpeğin yerine beni bağlasanız, bütün gece nöbet bekler, en ufak bir tehlikede size seslenirim.

Şaşkınlıkla kendisine Kaktım. Daha da utanmıştı. Kı*sık bir sesle ilave etti.,

İsterseniz havlarım da!.

Espriyi anlamıştım. Adam şaka yapıyordu. Gülmeye başladım. Espriye espriyle karşılık vermek için "Köpek kulübesinde değil kümeste boş yer var. Yumurtlayabilir mi*sin?" dedim.

Adamın da gülmesini bekliyordum. Fakat bu garip adam hiç gülmemiş, hüzünle karışık bir utangaçlıkla dö*nüp gitmişti!. Evet,

her insan ayrı bir alemdi. Fabrikanın arka kısmına geldiğimde ilk gördüğüm şey mescid oldu. On gün önce iki rekat namaz kıldığım mescid. Yine Allah'ı hatırladım.

Son on gündür Allah'ı her hatırladığımda ilgi ve dik*katimi başka şeylere yöneltiyor, Allah'ı düşünmek istemiyordum.

Allah'a kırgın mıydım?

Ne yalan söyleyeyim, kırgın sayılırdım!. Gerçi "Tav*şan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış" sözünü biliyor*dum, biliyordum ama yine de Allah'a karşı kırgınlığa, küs*künlüğe benzer duygular taşıyordum.

Açıkça söylemek gerekirse başıma gelen bu derdi, hiç kuşku duymadan Allah'tan biliyordum. Allah'ın bir dilemesi, Allah'ın bir takdiriydi bu!. İyi ama neden, neden tümör? Neden bir başka hastalık değil?

Ve neden ben?

İntihar eden ve intihar etmek isteyen bunca insan varken neden ben?

İnançsız, amelsiz bunca insan varken neden ben?

Ramazanlarda oruç tutmuyor muydum!. Teravih namazlarına gitmiyor muydum!. Fakirlere yardım etmiyor muydum!. Kendimi bildim bileli hangi cumayı kaçırmıştım!. Ve işte bu mescid,

bu mescidi de dinimin, imanımın, Örf ve adetlerimi*zin bir gereği olarak yaptırmamış mıydım!.

O haide neden, neden ben?

Bu sorularla hüzünlendim!. Hüzünden başka bir şey taşımayan gözlerle tekrar mescide baktım. Mescidi boşuna yaptırmışım gibi bir düşünce geçti içimden!. İlk anda bu düşünceye ne doğru, ne de yanlış diyebildim.

Ama doğru değildi!.

Hangi sebebten olursa olsun bir gün ölecektik. Bir mescid yaptırmak ve içinde iki rekat namaz kılmak, hiçbir zaman pişmanlık duyulacak bir şey değildi.

Ahiret hayatında, hesap gününde, kendisine tutuna*cağımız amellerdi bunlar.

Abdest almaya ve bu mescidde iki rekat daha namaz kılmaya karar verdim. Abdest için hazırlanırken içimden bir ses "Gurursuzca davranıyorsun. Sıradan insanlar gibi acizliği kabul ediyorsun!." dedi.

Cevap vermedim. Doğru olabilirdi!.

Muhtemelen doğruydu da!.



Arkasi yarin
 

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan
ANLIMDAKI I$IK
DEVAMI


Koskoca Selçuk beyin, sıradan insanlardan ne farkı kalmıştı ki!. Fazlaca düşünmek istemedim. Hem "Her işte bir hayır vardır" derler. Belki bunda da, bu hastalıkta da bir hayır vardır.

Bu sözüme kendim de inanmadım. Ölümün de hayn mı olurdu?

Son günler düşünmüş ve Hülya'dan aynlmam gerek*tiğine karar vermiştim. Ölmeden önce ona bir şeyler ver*mek ve bu defteri kapatmak istiyordum. Beni heyecanlı bir güleryüzle karşıladı. Gerçi her zaman böyle karşılardı ya!. İşim olduğunu fazla kalamayacağımı söyledim. İtiraz eder gözlerle baktı fakat hiçbir şey söylemedi. Söylese de durumun değişme*yeceğini bilirdi. Çünkü nerede, ne kadar kalacağıma ge*nellikle ben karar verirdim. Çay demlemesini istedim.

Çayları içerken onbeş, yirmi dakika havadan sudan konuştuk. Daha sonra yumuşak ve merhametli bir yakla*şımla ayrılmami2 gerektiğini söyledim. Önce şaşkınlık, sonra ağlama.. Gerçekten ağlıyordu, ağlıyordu ama ne için ağladığı*nı bilmiyordum. Hülya'dan çocuğum olmadığı için ilk kez sevindim.

Şirin abla mı? Şirin abla mı ayrılmamızı istiyor?

Yok kızım!. Bunu da nereden çıkardın, Hem o seni bilmiyor bile!.

Gerçekten de bilmiyordu. Ne bileyim, söylememiştim işte!. Zaten iki yıllık bir meseleydi bu. Dini nikahımızı kı*yan imam ve şahitlik yapan birkaç arkadaş biliyordu bu durumu. Başkaca hiç kimseye söylememiş, söylemek iste*memiştim.

Dini nikahı hatırladım. Dinen evlendiğime göre yine dinen boşamam iazımdı. Kendisine bakarak "Benden boş*sun!." dedim. Bu ifade bir kere mi söylenecekti, iki kere mi bilmiyorum!.

Her ihtimale karşı bir kere daha söyledim.,

Benden boşsun.

Gözyaşlanm eliyle silerek şaşkınlıkla sordu.,

Neyim, senden neyim?

Benden boşsun. Hani dini nikah yapmıştık ya!. İşte o nikah bu söz ile bozuluyor. Artık dinen kanm değilsin.

Bu sözümü hiç önemsemedi. Dalgın dalgın pencere*den dışarıya bakmaya başladı. Herhalde beraberliğimizi dü*şünüyordu. İkimiz de bu beraberliğin sevgiye değil, karşılık*lı menfaate dayandığını biliyorduk.

Hüzün çağrışımları yapan bu sessizliğin daha fazla sürmesini istemedim. Cebimden bir satış vekaletnamesi ile onun adına açtırdığım banka hesap defterini çıkararak kendisine uzattım.

Bu ev ile bankadaki bu hesap senin.

Bir an durdu. Üzüntüsü biraz dağılmış gibiydi. Kısık bir sesle "İstemiyorum" dedi. Elimdekileri sehpanın üzerine bırakarak "Ben böyle istiyorum. Birbirimize çok hakkımız geçti" dedim.

Bu bir bedel mi? Yaşadığımız güzel günlerin bir be*deli mi?

Elimin tersiyle suratına vuruverecektim. Bir fahişe gibi konuşmuştu karşımda!. Kendimi tutmaya çalıştım. Kız*dığımı anlamıştı, Kendisini toparlamaya çalışarak "Afeder-sin, ne söylediğimi bilmiyorum!." dedi ve biraz sustuktan sonra ekledi.,

Gerçekten bitti mi?

Evet

Nedenini hala söylemedin!.

Belki siyasete atılacağım!. Üsteleme artık!. Her şeyi anlamışçasına kafasını salladı.

Kalkmak için hazırlandığımda "Bir daha görüşmeye*cek miyiz?" dedi. Başımı iki yana sallayarak "Hayır" de*dim.

Kapıyı açıp, kenara çekildi. Bana yine bir şey sor*mak, istiyor fakat ne soracağını bilemiyor gibiydi.,

Bundan sonraki yaşantım.. Bundan sonraki yaşan*tım için bana bir şey söylemeyecek, bir nasihatte bulun*mayacak mısın? Durdum.

Mutlaka öleceksin. Bunu dikkate alarak yaşa! Bakışları bir anda değişti!. Gözlenme korkuyla baktı.

Kimbilir belki de kendisini benim öldüreceğimi veya benim öldürteceğimi sanmıştı.

Bunu da nereden çıkardın?

"Bunu ben çıkarmadım!." İşaret parmağımla yukansı-nı göstererek "Öldürecek olan, ölüm hükmünü koyan O" dedim.

Alsancak sokaklanndayım.

Artık Hülyayı düşünmek istemiyordum. Arkamdan kapıyı kapattıktan sonra hiç kuşkusuz ki hemen hesap defterindeki meblağa bakmış ve bütün üzüntülerini unut*muş olmalıydı. "Allah hidayet etsin, Allah yardımcısı olsun" dedim kendi kendime.

Peki ben, ben ne yapmıştım ki!.

Bütün erkeklerin sahip olmak isteyecekleri Hülya gibi bir kadından, üç-beş cümle ile ayniıvermiştirn!.


Arkasi yarin
 

uzAyli

İhvan Forum Üye
Katılım
23 Ağu 2006
Mesajlar
7,903
Tepkime puanı
2,001
Puanları
0
Yaş
123
Konum
Uzay
eee devamini istiommmmmmmmmm
 

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan
Anlimdaki I$IK

Herneyse!. Biraz tuhaflaşmışhm ama pek üzülmemiş-tim. Çünkü bu güzel kadına karşı hiçbir heves, hiçbir tutku kalmamıştı içimde. Şimdi daha iyi anlıyorum ki dünyada birçok şey sıhhatle, sıhhatin de Ötesinde Ölümü unutmakla anlam kazanıyor. Ölümle karşılaşmak, öleceğini bilmek ise dev bir silgi gibi siliveriyor bütün bu anlamları!. Öyle ki geride ne silgi kalıyor, ne de silinen!. Kanuni Sultan Süleyman ne kadar da doğru söyle*miş. "Olmaya cihanda devlet gibi... bir nefes sıhhat!." Yok yok, böyle değildi. "Olmaya devlet sıhhat gibi.. Her*neyse, daha sonra bu sözü bulurum. - Dayı, yolver de geçelim!. Arkamı döndüm,

İki kıza iki koluyla sarılmış olan onsekiz yaşlanndaki bir delikanlı benden yol istiyordu. Kızlardan birisini bıraksa, yanımdan rahatlıkla geçebilirdi. Herhalde buna niyeti yoktu. Yanındaki kızları göstererek "Bıraktığın zaman kaçı*yorlar mı?" dedim.

Kızlar gülüştü: Delikanlı ise erkekliğe bok sürdürmek istemiyordu.,

Tatavayı evdeki hanımına yap. Çekilecek misin yoksa trafikten çekici mi getirelim?

Önce kızar gibi oldum sonra gülümsedim. "Bak ben sana daha kolay bir yol göstereyim" dedikten sonra ceketimin Önünü kaldırıp sol kalçamdaki ruhsatlı tabancayı gös*tererek "Bu silahla beni vurup, üstümden atlayıverecek-sin!." dedim.

Kızlar kaçışıvermişti. Delikanlı ise ürkek adımlarla geri geri giderken bir elini kaldırarak "Afedersiniz, afedersiniz.." diyordu.

Üzüldüm,

Böyle yapmamalıydım. Kenara çekilip yol verseydim belki daha iyi olacaktı.

Tekrar yoluma döndüm.

Bir zamanlar ben de bu delikanlı gibiydim. Fakat bi*zim zamanımızdaki gençler, büyüklere karşı biraz daha saygılı, biraz daha edebli idi. Bazı büyükleri tiye alıp, bun*larla dalga geçiyorduk ama bunlar, kendilerini bizlerle ak*ran görmeye çalışan gençlik budalası kimselerdi. Sevinç pastahanesine gelmiştim. Oturayım mı, oturmayayım mı diye düşünürken ak*şam ezanı okunmaya başladı. Ezan sesi yetmiş, seksen metre ilerdeki Alsancak camiinden geliyordu. Biran duraksadım!.

Kendi kendime "Hadi bir akşam namazı kılayım" de*dim. Kendi isteğimi kendim de yadırgadım!. Ne oluyordu bana, ölüm korkusuyla dindarlaşıyor muydum yoksa? Bu duygudan, bu düşünceden hiç hoşlanmadım. En iyisi eve gitmekti.

Hey taksi.. Ben hala ne yapacağıma karar verebilmiş değilim. Aklıma gelen ilk düşünce dünya turuna çıkmak, gidebildi*ğim kadar gitmekti. Nitekim doktor Zekai de dolu dolu ya*şamamı söylemişti.

Hadi canım sende!.

Ne kadar abes, ne kadar saçma bir sözdü bu!. Ölece*ğini bilen bir İnsan, nasıl olur da dolu dolu yaşardı!. Sabah asılacağını bilen idam mahkumunun, geceyi eğlenerek ge*çirebilmesi mümkün müydü? Bazı idam mahkumlarına son istekleri sorulduğunda etli yemek istiyorlarmış!.

Fesuphanallah!.

Bunlar ya delirmiş, ya da olayın şokuyla kendini kay*betmiş, ne yaptığını bilmez kimseler olmalıydı. Birkaç saat sonra öleceğini bilen bir insan o yemeği ağzında nasıl çiğ*neyecek, o lokmayı nasıl yutabilecekti?

Dünya turuna çıkmak düşüncesi kısa bir. sürede cazi*besini yitirdi. Bilmediğim yerlerde, bilmediğim insanlar arasında ölmek istemiyordum.

Ayrıca dünyada en çok görmek istediğim şeyler, Mı*sır piramitleri, Amazon ormanlan ya da Bahama adaları değil, çocuklanmdı.

Benim için dünyadaki en güzel iki şey, Esma ve Kutsal'dı.

Daha küçük olduğu için mi, daha şirin olduğu için mi bilmiyorum, kızımı daha çok seviyordum. "Ah sultanım, ah sultancık" dedim içim*den.

Peki ne olacaktı, ne yapacaktım ben? Hiçbir şey olmamış gibi işe gidiyor, hiçbir şey olmamış gibi eve geliyordum ama hiçbir şey olmamış değildi ki!.

Her şey, ama her şey değişmişti, çok değişmişti!.

Etrafıma baktım!.

Malımı, mülkümü, servetimi gözümün önüne getir*dim. Hepsinin piyasa değeri dün ne ise bugün de aynıydı. Hepsi aynı duruyor gibiydi, aynı duruyor gibiydi ama aynı değildi!. Hepsinde bir mana, hepsinde bir anlam değişikli*ği olmuştu sanki!.

Daha önceleri "Ben, ben" derken, içdünyamda canlı, capcanlı olan bu mallarımı, bu mülklerimi, bu servetimi kastediyor ve tüm benliğim bu mülküm, bu servetim ile itibar ve değer kazanıyordu. Ama artık hepsi ölmüş, oluvermişti!. İç dünyamda malın, mülkün, servetin hiçbir canlılığı kalmamıştı. Artık "Ben, ben" derken kastettiğim şey küçül*müş, küçülmüş.

ölüme mahkum ufacık bir adamcağız haline gelmiş*ti!,

Değişen bendim!.

Ben değişmiş ve benle birlikte herşey değişivermişti!. Daha önceleri üzerine oturduğum, güvenle arkama yaslandığım kıymetli koltuk, yine aynı koltuktu, yine aynı koltuk*tu ama koltuktaki değişmişti.

Koituktakinin gözleri açılmıştı!.

Koltukta oturan Selçuk bey, yıllardır güvenle bağlan*dığı ve müstakim zannettiği bu koltuğun, denizin üzerinde olduğunu ve iki tahta parçası üzerinde yüzdüğünü yeni farketmişti!.

Bir dalga ile devrilecek, küçücük bir dalga ile alabora olabilecek bir koltuktu bul. Nitekim dört çarpı dört ebadın-daki küçücük dalga gözükmüş ve an be an büyüyerek ken*disine yaklaşmaya başlamıştı!.

Yaklaşamaz olasıca!.

Evet, dört çarpı dört ebadındaki bu küçücük tümör, her şeyi değiştirivermiştü.

Ellerime, ayaklanma bakınca, gördüklerim et değil topraktı sanki!. Şu an canlı, capcanlı duran kolum, bir yıl sonra toprak olacaktı!. Yüzümü ve gözlerimi İse düşün*mek, hayal etmek istemiyorum!.

Yeşil gözlerim, yine yeşil olarak kalsın istiyorum zihnimde!.


Arkasi yarin​
 

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan
Gerçi pek başaramıyorum.

Kesin bir bilginin, kesin bir ağırlığı altından kalkamı*yorum. Her şeyimle toprak olacağımı biliyorum. Ve benimle birlikte, benim gibi.dört dörtlük bir adamı yere se*ren, dört dörtlük tümörüm de, tümörüm de toprak olacak!. Tümör!.

İsmi bile çirkin!. Ü ve ö harflerini, ölüm kelimesinden almış olmalı!.

Şu an beynimde değilde elimde, avucumda olsa, kö*pek dişlerimle parçalayıp, azı dişlerimle Öğüttükten sonra yere tükürmek ve saatlerce ayağımın altında ezmek ister*dim. Avucumun içinde tutabileceğim, sıkıp suyunu çıkara*bileceğim küçücük bir şey, her şeyi değiştirmiş, her şeyi değiştirivermişti!.

Acaba, acaba bu tümörden kurtulsam, eski sıhhatime kavuşsam, yine eskisi gibi olabilir miy*dim? Dünyaya yine eskisi gibi bakabilir miydim?

Beni düşündüren bir soru oldu bu!. Gerçekten, ger*çekten eskisi gibi olabilir miydim? Hiç sanmıyorum. Ölümü tanımış, ölümün ne olduğunu anlamıştım bir kere!. Altı aylık ömrüm belki altı yıla, belki onaltı yıla çıkacaktı, çıkacaktı ama sonuç yine aynıydı, aynı olacaktı!.

Peki bu gerçeği daha önceleri neden görememiş, ne*den anlayamamıştım ki!. Daha önceleri öleceğimi bilmiyor

muydum?

Biliyordum, biliyordum ama anlamıyordum!.

Ölümü ve öleceğimi biliyor ancak bu gerçeğin ne an*lama geldiğini bilmiyordum!.

Oysa anamı da, babamı da ben defnetmiştim.!.

Babamı kabre götürürken, kalbimle babam için üzü*lüyor, aklımla fabrikaya gelen son siparişin genel maliyeti*ni hesaplıyordum!. Kabirden dönerken ise genel maliyet hesaplarını bitirmiş, karşı tarafa vereceğimiz îiyatı belirlemiştim bile!.

Ne bileyim!. O zamanlar doğa!, çok doğal karşılıyor*dum bu durumumu!. Herkes "Ölenle Ölünmez" diyordu. Doğru bir sözdü bu!. Ölenle ölünmezdi ki!.

Ulan ne adammışım be!,

Ölenle Ölünmezdi, ölünmezdi ama bu olaydan alına*cak hiçbir ders, hiçbir ibret yok muydu? Babam gibi kendimin de öleceğini bilerek, mutlaka ve mutlaka öleceğimi dikkate alarak birçok konuda kendime "Çüüşş" demem ge*rekmez miydi?

Zavallı anacığım!.

Zavallı babacığım!.

Şimdi düşünüyorum da içerisine bakmadığım, bak*mak istemediğim bir çukura, gözüm kapalı atıvermlş, gö*züm kapalı gömüvermişim onları!.

Ne ölümü düşünmüşüm, ne öleceğimi!.

Mezarları ve mezarlıkları, hep başkalarına ait yerler olarak hayal etmişim. Binlerce kabrin yanına, binlerce çukurun yanma açılacak olan kendi kabrimi, kendi çukurumu hiç dikkate almamışım!.

Aldığım her nefes ile nefes nefese yaklaştığım kendi kabrime, kendi çukuruma bakarak. Ölümün ne anlama geldiğini hiç düşünmemişim!.

Bildiğim fakat anlamadığım,

ne anlama geldiğini hissetmediğim bir gerçekmiş Ölüm!. Ve ben bunu şimdiye kadar hiç ama hiç anlamamı*şım!. Ateşi bilipte sıcaklığını hissetmemek, hatta ve hatta soğuk zannetmek gibi bir akılsızlık, bir duyarsızlık içindeymişim!

Tıpkı şu insanlar gibi!.

"Elbet bir gün öleceğiz" demelerine rağmen ölecekle*ri o güne daha çooook zaman olduğunu, daha pek çoook yaşayacaklarını zanneden,

bu zan ile ölümü ve Öleceklerini hiç akıllarına getir*meyen, biri iki, ikiyi dört, dördü sekiz yapmaya çalışan,

ölümsüzlük ağacının yegane meyvası olarak gördük*leri parayı ele geçirebilmek için paralandıkça(l) paralanan,

Allah'ı müşteri çekleriyle hatırlayıp, samimi bir kalple "İnşaallah karşılığı vardır, İnşaallah karşılığı vardır. zikrini yapan, gerçek bir şaşkınlık içinde oradan oraya koşuşturan şu insanlar, şu insanlar gibiî.

Uyur-gezerden ziyade uyur-yaşar olan bu insanlar, hiç kuşkusuz ki Ölümün ve ölecek olmanın ne anlama geldiğini bilmiyorlardı.

Ve bu uyur-yaşar insanlardan biri olan ben, uyanmıştım, uyanmıştım ama demirin sertliğini, de*miri düşünerek, demire elimle usulca dokunarak değil, demire kafamla toslayarak anlamıştım!. gece biraz televizyon seyrettim.

"2000 yılında Dünya" diye bir program vardı!. Hiç il*gilenmedim, ilgimi çekmedi. 2000 yılından ve 2000 yılındaki dünyadan bana neydi!.

Diğer kanalda Fenerbahçenin şampiyonluğu anlatılıyordu. Bu haftaki maçı alırlarsa şampiyonluğu ilan edeceklermiş!. Yıllardır koyu bir fenerbahçeli olmama rağmen bu*nunla da pek ilgilenmedim. İsterse amatör kümeye düşsün diye bir düşünce geçti içimden!.

Televizyonu kapattım.

Bu arada kızım yanıma geldi. Biraz keyifsiz gibiydi. Ne olduğunu sorduğumda "Baba, iki gündür başım ağrı*yor" dedi.

Durakaldım!.

İki gündür başı ağnyormuş!.

"Nedense evhamlandım!." demiyeceğim. Çünkü ne*den evhamlandığımı biliyorum. Hemen doktor çağırdım. Muayeneden sonra birkaç ilaç vererek önemli bir şey ol*madığını söyledi.

Doktor!. Baş ağrısının sebebi ne?

Beyefendi!. Başağnsının binlerce nedeni olabilir. Kı*zımız biraz üşütmüş. Ondan olmalı.

Başağnsının binlerce nedeni olabilirdi. Ama benim aklıma gelen, beni korkutan bir, sadece bir nedendi.

Doktorun söyledikleriyle kendimi toparlamaya, kendi*mi rahatlatmaya çalışırken "Basımdaki tümörün bende değilde, kızımda olmasını ister miydim!." gibi bir düşünce geçti içimden!. Bu,düşünceyle titreyen yüreğimden aceleci bir çığlık yükseldi.,

"Allah korusun!."

Yüreğimden yükselen bu çığlık daha sonra dilimde yankılanmaya başladı "Allah korusun, Alİah korusun..." Kızıma, sultanıma sarılmak istedim hemen!.

Tümörümü alnıma, kızımı kucağıma alarak Allah'a en kalbi, en içten dua*larda bulundum.



Allak bullak olmuştum!.

İçimi sızlatan, yüreğimi kabartan şey elbetteki merha*metti. Bir babanın, bir annenin evlatlarına karşı hissettikle*ri en kuvvetli iki duygudan birisi olan merhamet!.

Gerçekten evlatlarımızı kendimizden daha fazla sevi*yor, onlara kendimizden daha fazla merhamet ediyorduk. Ve gerçekten güzel, çok güzel duygulardı bunlar. Sevgi ve merhamet!. Peki bizlere bu sevgiyi,

bizlere bu merhameti veren Allah, bizleri bizler kadar sevmiyor, bizlere bizler kadar merhamet etmiyor muydu? Merhamet ediyorsa, gerçekten merhamet ediyorsa, bu almmdaki şey de neyin nesiydi?

Ben daha otuzyedi yaşında değil miyim? Öldüğüm zaman bu çocuklar yetim kalmayacaklar mı? Sevgili karımı dul, çocuklarımı yetim bırakacak olan bu İlahi takdir, ger*çekten merhametli bir takdir midir? Oysa ben olsaydım,

birazcık merhamete sahip olan ben olsaydım!.. Durdum!. Duraksadıml. Düşünmeye başladım!,.

Ee eee!. Ben olsaydım, ben olsaydım ne yapacaktım kü. Burasını ebedi dünya hayatı mı? Yoksa kötülerin ayıklanıp, iyilerin huzura kavuşturulacağı bir cennet mi? Ahi-retteki cenneti dünyaya mı taşıyacak, dünyada mı gerçek*leştirecektim?

Saçmalıktı bunlar!.

Her şeyi bilen, her şeye düzen veren Allah'tı.

Hem Allah'a niye kırılıyor,

Allah'a niye güceniyorum ki!. İnandığım, gerçekten inandığım Allah, bizlere ebedi dünya hayatı vaadetmiş, ebedi dünya hayatı vaadetmiş de, sonra bu vaadinden dönmüş müydü?

Şüphesiz ki hayır!.

Arkasi yarin
 

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan

AnlimdakiI$IK​


Allah zaten bu dünya hayatının ebedi olmadığım, her insanın her an ölebileceğim bildirmemiş miydi? Bildirmişti, bildirmişti ama bilen kim? Bilip de anlayan kim?

Şu insanlara baksana!. Alemlerin Rabbi olan Allah bütün insanlara "Öleceksiniz" diyor tınlayan yok!: Çünkü bu İnsanlar için Allah'ın değil, doktorun sözü daha etkili, daha tesirli oluyor!. Nitekim aynı sözü bir doktordan duy*dukları zaman, şahsımda görüldüğü gibi ne halt yiyecekle*rini şaşıracaklar!. Doktorun ağzından fıçıkan "Öleceksin" ke*limesi ile sanki ölmüş gibi olacaklar!.

Ve anlayacaklar, o zaman anlayacaklar ölümün ne olduğunu, ne anla*ma geldiğini!.

Düşünüyorum, hastaneleri ve hastalan düşünüyorum!.

Hastaneler ve her insanın uzanacağı hasta yatakları geliyor gözümün önüne!. Hasta yatağına uzanmış, acılar içinde kıvranan insanları anlamaya çalışıyorum.

Bu insanlan anladıkça, bu zavallı insanlara daha çok acıyorum!.. Çektikleri ızdıraptan yorulmuş gözlerle doktora ba*kan, doktorundan müsbet bir söz duyabilmek için pür dik-

kat kesilen, kendilerine verilen her ilacı abıhayat umuduyla içmeye çalışan bu zavallılar, ne yaparlarsa yapsınlar,

ne kadar çırpınırlarsa çırpınanlar, İlahi takdiri değişti*remeyecek olan ölüm mahkumlarıydı!. Tabi ki yalnız onlar değil, herkes ama herkes benzer acılarla, benzer ızdıraplar-la aynı akıbete doğru gidiyorlardı!. Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey olmayacakmış gibi yaşamaya devam eden bu insanlar, hastayken çekecekleri ızdıraplan, Ölürken du*yacakları korkulan bilseler, hiç kuşkusuz ki dünyaya gel*mek istemezlerdi!.

Çünkü bu insanların karşılaştıkları, bu insanların karşılaşabilecekleri öyle ızdıraplar vardı ki, kırk yıl sefa İçinde yaşamak bile bu ızdırabı kırk dakika çekmeye değmezdi!. Kaldı ki dünya hayatında kırk dakika sefa sürmeden bu gibi acılarla, bu gibi ızdıraplarla karşıla*şan milyonlarca insan, milyonlarca zavallı vardı!. İyi ama niye. niye geldik ki şu dünyaya!.

Elması müthiş acılarla, derin ızdıraplarla dolu olan bu elma şekerini, neden elimize aldık ki!. Yoksa üzerindeki incecik şekeri yalamak, yalayabilmek için mü. Saçma, Vallahi saçma!.

Üzerindeki incecik şekeri yalamak, incecik şekeri ya*layabilmek için acılarla dolu bu elma hiç yenilir miydi? O halde neden, neden geldik şu dünyaya!.

Müslümanların, bütün müslümanların bu soruya ver*dikleri ortak cevap belliydi!. Dünya hayatını bir imtihan hayatı gören bütün müslümanlar "Biz bu dünya hayatına Cenneti kazanmak için geldik" diyorlardı.

Durdum, duraksadım, şaşırdım!.

İyi ama ben bu sözü, ben bu cevabı niye kendime değilde, kendi dışımda varsaydığım müslümanlara nisbet etmiştim ki!. Oysa ben de müsiümandım, ben de aynı ce*vabı, aynı netlikle vermeliydim!. Yoksa ben, ben bu söze inanmıyor muydum?

Kendimi yokladım.

Allah'ın varlığına nasıl inanıyorsam, hiç kuşkusuz ki Allah'ın vaadi olan bu söze de öylece inanıyordum. Bu söze de inanıyordum ama iç dünyamda fazlaca önemsedi*ğim, ön plana çıkardığım bir söz değildi bu!. Dünyaya ne için geldik sorusuna vereceğim belki beşinci, belki onuncu bir cevaptı bu!.

Peki ama ilk dört, ya da ilk dokuz cevap neydi ki!.

Fazlaca düşünmeden buldum, fazlaca zorlanmadan hatırladım bu cevaplan!. Hepsi paraya, hepsi maddiyata, hepsi nefsi arzulara ait şeylerdi.

Gülümsedim!.

Daha önceleri doğru, mutlak doğru bilerek mermere kazır gibi iç dünyama kazıdığım bu cevaplar, ölüm gerçeğinin hafif bir esintisiyle silinivermişti!.

Ne kadar da boş, ne kadar da saçma cevaplarmış bunlar!.

Ölümün soğuk esintisiyle silinmeyen ve hatta daha da belirginleşen cevap, herhalde "Cenneti kazanmak için!." olmalıydı.

Doğru bir cevap mıydı bu!.

Cenneti kazanmak, cennete girebilmek bunca acıla*ra, bunca sıkıntılara değer miydi!.

Küçük yaştan beri cennetle ilgili duyduklarımı, cen*netle ilgili bildiklerimi düşündüm. Böyle bir hayat var mıydı? Elbetteki vardı.

Dünya hayatını ve böyle bir kainatı yaratmaya kadir olan Allah, hiç kuşkusuz ki cennet hayatını da yaratmaya kadirdi. Allah'ın yarattığı dünya hayatı ne kadar gerçek ise cennet hayatı da o kadar gerçek, olmalıydı. Çünkü her iki hayatı da yaratan Allah, bütün müslümanlara cenneti, cennet hayatını vadetmişti. Cennet hayatı!.

Ebedi bir hayattı bu!. Bu hayatta ne dert vardı, ne de sıkıntı!. Bu hayatta ne tümör vardı, ne de ölüm!. Her güzel şeyin, en güzel şekliyle bulunduğu bu hayat, hiç kuş*kusuz ki gerçek bir mutluluğun, gerçek bir saadetin hayatıydı. Bu düşüncelerle tuhaf lastiğimi, bu düşüncelerle baş-kalaştığımı hissettim. Müslüman olmamı hiç bu kadar mühimsememiş, müslüman olmama hiç bu kadar sevinme-miştim!.

Ben müslümandım!.

Ebedi cennet hayatıyla müjdelenen müslümanlardan birisi de bendim. Sanki cennetle, cennet hayatıyla yeni müjdelenmiş gibiydim. İçimin sevinçle, içimin huzurla titre*diğini hissettim.

Ebedi cennet hayatı!.

Evet, sadece ve sadece bunun için yaşanabilir, sadece ve sadece bunun için ölünebilirdü. on üç gündür geçmiş hayatımın muhasebesini ya*pıyorum. Günahlarımla, sevaplarımla bütün bir hayatımı gözümün önünden geçinneye çalışıyorum. Daha önceleri geçmişime baktığım zaman, en sevindiğim, en onurlandı*ğım şeyler, aldığım ihaleler, yaptığım bağlantılar ve ger*çekleştirdiğim büyük işlerdi. Şimdi ise bu gibi şeylere değil, kıldığım namazlara, fakirlere verdiğim sadakalara seviniyo*rum. Geçmişime baktığım zaman, geçmiş yaşantımda de*ğer kazanan birer İnci, birer yakut tanesi gibi görüyorum bu amellerimi.

Cuma namazlarında hiçbir eksiğim yoktu, ramazan oruçlarını genellikle tutmuş, teravih namaz*larına gitmiştim,

şimdiye kadar çok, pek çok fakire yardım etmiştim, imanlıydım, hiç cünup gezmemiştim, domuz etini ağzıma bile değirmemiştim, bazı gençleri evlendirmiştim, birçok cami inşaatına demir ve çimento almıştım, iki tane mescid yaptırmıştım ve bunlara benzer daha neler neler....

Elhamdülillah!..

Rahmetİi babamı sevgiyle hatırladım. Hep onun nasi*hatleri, hep onun telkinleriyle yapmıştım bunlan. Anacı da kimbilir ne dualar etmişti.

Geçmişime baktığım zaman tabi ki görmek istemedi*ğim, tabi ki pişmanlık duyduğum şeyler de vardı. Geçmiş yaşantımdan bunları silmek, bunları silebilmek için neler vermezdim ki!. Daha önceleri Allah'ın her şeyi affedeceği*ni düşünüyordum. Şimdi ise nedenini bilmediğim bir kuş*ku, bir tereddüt içindeyim!.

Acaba Allah bütün bunları affeder miydi!. Beni rahatsız eden bu kuşkulardan kurtulabilmek için bazı imamlarla, bazı hocaefendilerle görüştüm. Onlara bir arkadaşımın hasta olduğunu, beş-altı ay sonra ölebileceğir ni, imanlı bir insan olan bu arkadaşımın birçok dini veci*beyi yerine getirmesine rağmen bazı günahlara da bulaştı*ğını belirterek, Allah'ın bu günahları affedip-affetmeyeceğini sordum. Ağızlarına sağlık!.


Arkasi yarin
 

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan
Arkasi yarin

Anlimdaki I$IK​

Bana öyle güzel, öyle sevindirici cevaplar verdiler ki, az daha sözünü ettiğim bu arkadaş benim diyecektim. En önemsedikleri şey ise bu arkadaşın yani benim, belirttikleri bazı hayır kurumlarına yardımda bulunmamdı. Tabi ki hiç önemli değildi bu. 0 arkadaşın namına verebileceğimi be*lirterek, beklediklerinin fevkinde yardımlarda bulundum. Rahatlamıştım artık!.

Ölüm ve ahiretle ilgili bazı kitaplar aldım. Bu kitapla*rı birkaç kez merak ve dikkatle okudum. Bu kitapları daha ; önceleri okusaydım, hiç kuşkusuz ki bu kadar anlamaz, bu kadar etkilenmezdim.

Konuyla ilgili ayet-i kerimeler, konuyla ilgili hadis-i şerifler beni gerçekten çok ama çok etkilemişti. Gerçi ölüm düşüncesini yine sevmiyor, bu düşünceden yine hoşlanmıyordum ama artık eski*si gibi de korku vermiyordu bu düşünce bana. Ölümden

kaçış yoktu ve bütün insanlar hiç kuşkusuz ki ölecekti. Be*nim bu insanlardan tek farkım, ölecek olmamı haber al*mam ve yaklaşık olarak ne zaman öleceğimi bilmemdi.

Peki bu fark, nasıl bir farktı?

Bir insanın Ölecek olmasını ya da ne zaman öleceğini bilmesi, bu insan için bir artı değer miydi?

ölümü bilerek, ölümü görerek, ölüme doğru gitmek mi iyiydi, yoksa ölümden bihaber yaşarken bir anda ölüm*le çarpışmak mı?

Bu sorunun tek bir cevabını bulamıyorum!.

Meseleye ahiret açısından yaklaştığım zaman öiümü bilmenin, ölümü dikkate alarak yaşamanın akibet ve ahiret için elbetteki daha iyi olduğu kanaatine sahip oluyorum. Çünkü hoşlanmasak da, hoşumuza gitmese de ölüme ve ölümden sonraki hayata doğru ilerliyorduk. Dolayısıyle gün be gün, an be an yaklaştığımız ölümü bilmek ve ölüme hazırlanmak, ölüme ansızın yakalanmaktan daha iyi olsa gerekti.

Fakat insanlar buna dayanabilir, insanlar bu habere tahammül edebilir miydi? Kalaba*lık caddelerde bilinçsiz bir sel gibi akıp giden şu insanların hepsi, hiç istisnasız hepsi ölecekti. Bu insanlar arasında el*betteki benden önce ölecek olan nice insanlar da vardı.

Peki, ne zaman öleceklerini bilmeyen bu insanlara, ne za*man ölecekleri bildirilseydi ne olurdu? Ya da bütün insan*ların bazı hayvanlar gibi standart bir ömürleri olsaydı, bu insanlar ölümlerine birkaç yıl, birkaç ay, birkaç gün kala ne yaparlardı?

Bu duruma nasıl dayanırlardı demiyeceğim!.

Çünkü dayanamazlardı!.

Ellerinden bazı malları alındığı zaman hırçınlaşan, sağa sola saldıran nice insan, ellerinden ömürleri alındığı zaman hiç kuşkusuz ki zabdedilmez birer deli, birer çılgın olurlardı!.

Dünyaya ve dünya malına büyük bir hırsla bağlanan nice İnsan, ölümüne üç yıl kala değil, ölümüne otuzüç yıl kala değişmeye başlar, ölümüne on yıl kaldığı zaman ise dünyadan elini eteğini çekerdi!. Hayret değil mi!.

Öleceklerini, mutlaka öleceklerini bilen bu insanlara, sadece ve sadece ne zaman ölecekleri bildirildiği zaman dünyadaki her şey ama her şey değişiverecektü. Çünkü ölümü bilerek, ölümü görerek yaşamak, aslanların gezindi*ği bir ormanda piknik yapmak gibi bir şeydi!.

Her an üzerinize atlayabilecek olan aslanları görerek, aslanlar yokmuş gibi mangalda et pişirmeniz, teybi açarak oynayabilmeniz mümkün müydü? Tabi ki değildi!.

Oysa bu insanlar ölümü bilmedikleri, ölümün simgesi olan aslanları görmedikleri zaman, aslanlar yokmuş gibi gayet kaygısız yaşayabiliyor, hatta ve hatta zil takıp oynayabiliyorlardı!.

Sonra, sonra ise bir aslan kükremesi ve birkaç çırpınışla küt kabire!.

Tabi ki bu kadar basit, tabi ki bu kadar kolay değildir ölmek!.

Sözünü ettiğim o birkaç çırpmış, hiç kuşkusuz ki birkaç ömür gibidir!. Bilmem düşünebiliyor musunuz, bilmem anlayabiliyor musunuz ölüm anını?

Benim üç-dört hafta Önce duyduğum ve yavaş yavaş sindirmeye çalıştığım ölüm gerçeğiyle bir anda karşılaşmanız!.

Kendinizi bildiniz bileli içinde olduğunuz, içinde yaşa*dığınız, birlikte yürüyüp, birlikte koştuğunuz canlı, capcanlı vücudunuzun, direği yıkılmış çadır gibi yere yayılması!.

Yıllardır çalışan kalbinizin hiçbir şey söylemeden, hiç*bir çığlık atmadan, derin bir suskunluk içinde- duruverme

O ana kadar demirci körüğü gibi çalışan, nefes ahp nefes veren, nefes alıp-nefes veren ciğerlerinizin, nefes ve*rip de bir daha nefes almaması!.

Şaşırmanız, çığ gibi büyüyen bir paniğe kapılmanız!.

İçinde bulunduğunuz et yığınının Ölmesiyle, kendini*zin de öleceğini bilerek dehşete düşmeniz ve vücudunuza bakarak "Ölme, ölmee, sakın ölmeee!." çığlıklarını atma*nız!.

Çalışması için kalbinizi, nefes alması için ciğerlerinizi zorlamanız!..

Hareketsiz bir vücudun, hareketsiz bir cesedin içinde mahsur kalan canınızın, tonlarca basınç ile git gide ezilen ve ezildikçe ağırlaşan dikenli bir gülle gibi gırtlağınızın al*tında toplandığını hissetmeniz!.

O ana kadar korkuyu ve korkulacak şeyi dışanda ara*yan gözlerinizin, içeride yaşanan dehşetli korku ile dışarıya fırlamak istemesi!,

Şimdiye kadar çok kullandığınız "Ölüm" kelimesini, şimdiye kadar hiç kullanmadığınız bir anlam derinliği ile

kullanarak "Galiba ölüyorum!." demeniz!.

Patlarcasına açılmış gözlerinizle etrafınıza bakmanız ve siz ölüp giderken kılını bile kıpırdatmayan dünyanın ne kadar vefasız olduğunu anlamanız!.


Arkasi Yarin
 

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan
Anlimdaki I$IK
Çok uzun zannettiğiniz bütün bir hayatınızı, bir anda gözünü/ün önünden geçirmeniz!.

Dogmamın, büyümemin, yaşamamın herşeyin ama herşeyin yegane nedeni buymuş, ölecek olmammış düşüncesine kapılmanız ve tsunun için mi doğdum, bunun için mi büyüdüm, bunun için mi çalıştım, bunun için mi yaşa*dım..." sorularını hüzünlü bir suskunluk ile cevapsız bırak*manız! .

Açılmış gözlerinizden perdelerin kalkması ve ölüm meleklerini görmeniz!.

Can ve can çekişmeyi unutup, korkunç bir hayret ve dehşetli bir korkuyla bu meleklere bakmanız!.

Şimdiye kadar milyarlarca insanın ruhunu kabzeden meleklerin, engin bir sakinlik ile kudret ellerini size uzatmaları!.

Kaçmak isteyip de kaçamadığınız, kımıldamak isteyip de kımıldayamadığınız o an, iki parmak arasındaki zavallı bir karınca gibi aciz olduğunuzu anlamanız!. Çırpmamadan, kıpırday amadan,

'Durun yahu, ne oldu, ne oluyor!." diyemeden, kor*kuyla gırtlağınızın altına sinmiş olan canınızın sökülüp çıkanlması!.

Ve ölmeniz ve ölümün ne olduğunu, Ölerek anlamanız!.

Sonra, sonra engin bir sessizlik!.

Yerdeki cesedinize bakıyorsunuz!.

Daha önceleri "Benim elim, benim ayağım, benim başım.." diyerek kendinizle Özdeşleştirdiğiniz bu et yığını*nın sizden ayrı, sizden farklı bir şey olduğunu yeni farkediyorsunuz!.

Atını yitirmiş bir süvari gibisiniz!.

Yıllarca bindiğiniz, oradan oraya koşturduğunuz atı*nız ölmüştür artık!.

"Ben, ben.." derken kastettiğiniz şeyin, asıl itibariyle bu at değil, bu atın sürücüsü, bu atın süvarisi olduğunu anlıyorsunuz! .

Size emanet olarak verilen bu atın, size emanet ola*rak verilen bu cesedin Yaratıcısı geliyor aklınıza!.

"Allaaah" diyorsunuz dehşetle!.

Sizlere bu vücudu veren Allah'ın, bu emanetle ilgili emir ve yasaklarını hatırlıyorsunuz!.

"Dünya hayatında ne yapmam gerekirdi ve ben ne yaptım?" sorusu, ateşten bir göktaşı gibi düşüyor üzerini*ze!.

Eziliveriyorsunuz!.

Kalkamıyorsunuz, çırpınamıyorsunuz, kımıldıyamıyor-sunuz bu sorunun altında!.

Oysa cevabını bildiğiniz, cevabını çok iyi bildiğiniz bir sorudur bu!. Fakat yine de susmayı, yine de bu sorunun altında ezilmeyi tercih edi*yorsunuz!. Çünkü dilinizin ucuna gelen cevap, dilinizi bile utandıran bir cevaptır!.

Yine bir feryat yükseliyor benliğinizden.,

"Allaaah!."

Sorulan ve sorulmayan bütün soruların, bütün cevapları gizlidir bu "Allaah" deyişinizde!.

Benliğinizden yükselen bu feryat, ne yazık ki hoşnut ettiğiniz bir sevgiliye kavuşmanın sevincini değil, Adil ve Kahhar olan bir hesap sorucuyla karşılaşmanın dehşetini yansıtıyor!.

Dünya yaşantısında sadece gölgesini, soyut bir gölge*sini gördüğünüz korkunun, somut olan gerçeğiyle, somut olan dehşetiyle karşılaşıyorsunuz!.

Panik içindesiniz!.

Bütün bunlardan kaçmanız, bütün bunlardan kaçabil*meniz, kendinizden kaçmanıza, kendinizden kaçabilmenize bağlı!.

Fakat ne mümkün!.

Size sizden uzak, size O'ndan yakın hiçbir şey yoktur etrafınızda!.

Çaresizliğin dikenli çukuruna bırakıveriyorsunuz ken*dinizi!. Pişmanlık duygusu, ateşte erimiş bir maden gibi akıyor içinize!. Kendinizi paralamak, kendinizi parçalamak isteğiyle,

paramparça oluyorsunuz!. Ve, ve cesedinizin başına üşüşen insanlara bakıyorsunuz!.

Size bin yıl gibi gelen bu bir dakikalık sürede size ba*kan, sizi seyreden insanların, çenenizi bağlarken "Rahmet*li. Sessiz sedasız, nasıl da rahatça canverdü." demelerini duyuyorsunuz!.

Başkalarının ölümünden ölümü tanıdıklarını zanneden bu insanların, ölüme ne kadar yabancı, ölüme ne ka*dar duyarsız olduklarını ilk kez anlıyorsunuz!.

Evet, ölmek başka, bambaşka bir şeydi!.

Ölmekle her şey değil sadece bir şey bitiyordu!. Ve bu bir şeyin bitmesiyle, her şey yeni başlıyordu!.

on zamanlar fabrikaya pek gitmek istemiyordum. Zorunlu durumlarda gidiyor, gelişmeleri öğrenip, gerekli direktifleri verdikten sonra ayrılıyordum. Bir anlamda işleri röîantiye almış gibiydim. Fabrika yine çalışıyordu, yine ça*lışıyordu ama koşturmayı bırakıp ağır adımlarla yürüyen bir insana benzemişti.

"Yeter" diyordum kendi kendime1.

Bu kadar çalışmasını bile fazla görüyordum!. Ölümlü dünyada daha fazla çalışıp, daha fazla, çok daha fazla kazanıp da ne olacaktı!. Oysa bir ay önce böyle düşünmü*yordum. Hafifçe gülümsedim. Dünyanın ölümlü olduğunu. Ölümlü dünya olduğunu anlamıştım tabi!,

Fabrikadan erken ayrılmış ve garip bir istek ile doğ*ruca kabristana gelmiştim!. Kabristanın girişinde biraz duraksadıktan sonra içeriye girdim. Yakın bir tarihte cenaze arabasıyla geleceğim bu kabristana şimdilik canlı olarak gi*riyordum!.

Burası kabristandı, burası herkesin geleceği son ikametgahtı!.

Kabristanı ağır adımlarla dolaşmaya başladım. Etrafı*ma büyük bir hayretle bakıyor, her şeyi görmeye, her şeyi anlamaya çalışıyordum. Daha önceleri işyeri veya fabrika yapacağımız arsaya gelir, arsanın bulunduğu yeri ve çevre*yi etüd ederdim. Şimdi ise çok farklı düşüncelerle, çok farklı bir etüd içindeydim!.

Mezarlık sakin bir yerdi!.

Mezarlıklar arasında yürürken ve mezardakileri düşü*nürken, canlı olduğumu ilk kez farkediyor gibiydim!. Canlılık hayret verici bir şeydi!. Herhangi bir kayanın canlı gibi yürümesini, koşup zıplamasını görsek, hayretler içinde kalırız. Su, toprak, kaya gibi bir madde olan insanın yürü*mesini, koşmasını veya konuşmasını ise alışkanlıktan olsa gerek gayet doğal karşılıyoruz. Düşünce tembelliği içinde esneyerek "Canlıdır yürür, canlıdır koşar, canlıdır konu*şur..." diyoruz. İyi, iyi de bu can ne?

Bu canlılık neyin nesi!.

Herhangi bir kayaya can vermeye kalkışsak, can ver*mek bir yana, vermek istediğimiz canın ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu biliyor muyuz?

Belki bu sorunun cevabım canlı olan bizler değil, ca*nını yitirmiş olan bu ölüler, bu mevtalar verebilirdi!, Bazı şeylerin ne olduğu, belki varlığında değil yokluğunda anla*şılıyordu!.

Kabristanın içinde ağır ağır dolaşmaya, kabirleri ve kabirdekileri düşünmeye devam ediyorum. Ne ben bunla*ra, ne de bunlar bana uzaktı!. Ölüme yakın bir insan olarak, kabirdeki mevtaları daha iyi anlıyor, onlan daha yakından hissedebiliyordum. Bir süre sonra kabirdekiierin gö*züyle dışarılara, dışarıdakilerin gözüyle kabirlere baktım.

Heyhat!. Hayretten irkilmiştim!.


Arkasi yarin
 

uzAyli

İhvan Forum Üye
Katılım
23 Ağu 2006
Mesajlar
7,903
Tepkime puanı
2,001
Puanları
0
Yaş
123
Konum
Uzay
Ahaha büyümüşüm ben ya, küçümen kız çocuğu yine de kafa tutmayı seviyor :D
korona var evde kal bu kitabı oku ,yine yeniden ...
 
Üst