dedekorkut1
Doçent
BALANS AYARI
ALPEREN GÜRBÜZER
2002 öncesi dış politika anlayışımız tıpkı Osmanlı’nın son dönemlerinde izlenilen dış politikanın devamı bir anlayıştır. Bilhassa Osmanlı hasta yatağına düştüğünde güç dengeleri arasında nasıl ayakta kalırım ya da kaygan zeminde nasıl düze çıkarım hesabıyla durum vaziyete göre konum alma bir siyaset izliyordu. Keza Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları da İstiklal ve kurtuluş savaşının ortaya koyduğu o ağır ekonomik darboğaz cenderede nasıl yaralar sarılır, nasıl toparlanılır, nasıl ayağa kalkılır mücadelesi içerisinde Rusya’ya yakın bir duruş dış politika sergilerken kurtuluş savaşı sonrasında ise yönünü tamamen batıya çevirecek politikalar devreye girecektir. İşte Osmanlının çöküş ve milli mücadele süreci içerisinde durum vaziyete göre konum alma siyasetinin günümüz içinde tercih edilen politikalar olduğu bir vaka. Öyle ki bunu dış güçlerin Türkiye’ye karşı izlediği politik yaklaşımlarında anlamak mümkün. Öyle ya bir bakıyorsun kimi zaman onların gözünde jeopolitik konum gereği imrenilip paylaşılamayan bir ülke, bir bakıyorsun stratejik konumu gereği kıskanılan ülkeyiz, kimi zaman da dış politikada inisiyatif rol aldığımızda mercek altına alınması gereken bir ülke konumdayız. Tabi hal vaziyet böyle olunca bize karşı sıkça yürüttükleri değişken politikalar karşısında politik manevralar yapmamız kaçınılmaz hal almıştır. Sonuçta kim bize hangi gözle bakarsa baksın ve hangi yaklaşım tarzı yürütürse yürütsün şu bir gerçek ülkemiz üzerimizde sürekli balans ayarı yapmaktan geri durmadıkları gerçeğini değiştiremeyecektir.
Bilindiği üzere 'balans ayarı' lafı ilk kez 28 Şubatın simge isimlerinden Çevik Bir’in ‘28 Şubatta balans ayarı yaptık’ ifadesiyle Türkiye gündemine damgasını vurmuştur. Peki, gündemimize iç balans ayarı damga vururda dış balans ayarı damga vurmaz mı? Hem de alasını vurur, öyle ki iç balans ayar mekanizmaları bile dış balans ayar merkezlerinin kontrolünde gerçekleşmekte. Sürüsüne bereket içimizde ki maşalar oldukça dış balans ayarlara maruz kalacağımız muhakkak. Düşünebiliyor musunuz gelinen noktada hala süper güçler Haçlı ordularını aratmayacak derecede içerde kullandıkları maşalar vasıtasıyla balans ayarı çekmeye devam etmekteler. Her ne kadar genel itibariyle cephede göğüs göğüse çarpışmak tedavülden kalkmış gözükse de bunun yerine ülkeleri terörle hizaya sokup balans ayarı yapmak pekâlâ mümkün. Ne de olsa soğuk savaş dönemi sonlanmış durumda, adamlar tabiî ki boş durmayacaklar ve terör balansıyla hizaya getirme peşinde koşacaklardır. Dolayısıyla tüm olup bitenlere şaşmamak gerekir. İşte Türkiye bu gerçekler ışığında bilhassa soğuksavaşı sonrası dönemi uluslararası arenada Sovyet yayılmacılığına karşı güven içerisinde tutunabilmek için hem Balkan ve Bağdat ittifaklarının işbirliğinde aktif görev almış, hem de NATO’ya dâhil olmuştur. Tabi bu durumda Türkiye’nin batı hattına dâhil oluş politikalarından içten içe rahatsızlık duyan Rusya kendince bir balans yöntemi uygulayıp Ermeni örgütü Hınçaklar’a destek çıkmaktan geri durmayacaktır. Bu demektir ki ileri ki yıllarda ASALA başımıza musallat edilecek. Gerçekten de bir baktık ki önce Kıbrıs Barış Harekâtı, sonrasında Türkiye’ye yönelik uygulanan Amerikan ambargosu ve en nihayetinde ASALA’nın konsoloslarımıza yönelik tertiplediği bir dizi suikast ve cinayetler vuku bulur. Ne ilginçtir ki ASALA dünya çapında kanlı eylem yapmadığı konsolos bırakmazken Rusyayı bundan istisna tutmuştur. Çünkü Rusya tâ baştan Ermeni örgütü üzerinde kışkırtıcılığa soyunmuş bir ülke, tabii ki istisna tutulur.
Peki, Rus cenahında hal vaziyet böyleyken ABD cenahında durum vaziyet nasıldı? Malum, 1979 İran devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali gibi hadiseler ABD’yi yeşil kuşak projesi kapsamında Ortadoğu’ya yönelik balans ayarı yapmaya sevketmiştir. Hatta sözkonusu balans ayarlarından ülkemiz de kendi payına düşeni alır. Nasıl mı? İşte 12 Eylül 1980 darbesi bunun tipik örneğini teşkil eder. Bakın, 12 Eylül 80 darbesiyle bir yandan Sovyetlerin beşinci kol görevi üstlenen sol örgütler ağır yara alırken diğer yandan ASALA önemli ölçüde işlevini yitirir hale gelir. Tabi görünürde Sovyet yayılmacılığı tehdidi ve ASALA’nın kanlı eylemlerinden kurtulduk bir durum ortaya çıksa da, kazın ayağı hiçte öyle olmayacaktır. Bikere herşeyden önce 12 Eylül sürecinde Ermeni terör örgütü bir 10 yıl daha varlığını devam ettirecektir, sonrasında ise malum misyonunu Marksist-Leninist Kürtçü karakterde PKK örgütü devr alacaktır. Hiç kuşkusuz bu kez balans ayarı maşası olacak yeni binek taşı PKK (Kürdistan İşçi Partisi) olacaktır. Kaldı ki, PKK’nın kuruluş temelleri 1973 yılına kadar dayanmakta. Sonuçta adı ister ASALA, ister PKK olsun fark etmez, her iki örgütte ruh ikizi rot balans maşalardır. Hatta PKK’yı eğiten de ASALA'dır. Zaten yeterli eğitimi tamam denecek noktaya geldiğinde bir baktık uluslararası zinde güçlerin koordinatörlüğünde PKK, 12 Eylülle su yüzüne çıkıp Türkiye’nin başına bela olacak yeni balans ayarı maşa işlevi rol üstlenecek bir örgüt olarak karşımıza çıkar. Tabii karşımıza çıkan bu şer örgüt sadece Türkiye ile sınırlı kalmaz, PYD, YPG, YPJ, PJAK gibi diğer silahlı Kürt unsurlarla birlikte etrafımızda konuşlandırıacak alanla geniş tutulur. Etrafımızda ateş çemberi oluşturmaları da gerekir. Çünkü pek çok ülkeyi ancak 'böl parçala yönet ' taktiği ile birbirine düşürülüp balans ayarı çekebiliyorlar. Nitekim 1980-1988 İran-Irak arasında tarafların birbirini alt edemediği sekiz yıllık uzun süren savaş bunun tipik örneğidir. Malum, ABD o yıllarda İran’a karşı Saddam’a destek çıkmıştı. Destek çıktı da ne oldu? Savaşın sekizinci yılında Irak ordusu ile Kürt silahlı gruplar silahlı çatışmaya girip büyük çoğunluğu Kürtlerin katledildiği Halepçe katliamı vuku bulmuştur. Hadi bu elim katliamı görmezden gelip yuttuk diyelim, peki sekiz yıllık uzun süren İran-Irak savaşının ardından dünyada savaşlar bitti diyecek noktada iken bu kez Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan süreçte Körfez savaşının patlak vermesine ne demeli. Önce Saddam'a destek çık, sonrada düşman ilan et. ABD için birzamanlar besleyip büyüttüğü Saddam bu noktadan sonra artık dost değil düşmandır. Belli ki bu yeni rol değişikliğinde ABD bir şeylerin peşinde, dünyada tek süper güç benim demeye getirmekte. Nitekim Körfez savaşı sonrası gelişmelerde Sovyetler darmadağın olup bağrında taşıdığı tüm cumhuriyetler bağımsızlıklarını ilan edecektir. Böylece ABD ‘Dünyanın tek jandarması benim' konuma oturmuş olur. Ve Baba Bush kariyerine kariyer katar da. Ama Oğul Bush babası kadar pek şanslı olmayacaktır. Zira babasının elde ettiği kazanımları Irak’ın hem kuzey hem de güneyinde ayaklanmalar nüksettiğinde tıpkı Vietnam’da olduğu gibi Irak bataklığına saplanacaktır. Böylece bu saplanmayla birlikte ABD’nin dünya genelinde itibar kaybına uğrayıp anti-Amerikan oluşumların yayılması baş gösterecektir.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/balans-ayari-makale,7330.html
ALPEREN GÜRBÜZER
2002 öncesi dış politika anlayışımız tıpkı Osmanlı’nın son dönemlerinde izlenilen dış politikanın devamı bir anlayıştır. Bilhassa Osmanlı hasta yatağına düştüğünde güç dengeleri arasında nasıl ayakta kalırım ya da kaygan zeminde nasıl düze çıkarım hesabıyla durum vaziyete göre konum alma bir siyaset izliyordu. Keza Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları da İstiklal ve kurtuluş savaşının ortaya koyduğu o ağır ekonomik darboğaz cenderede nasıl yaralar sarılır, nasıl toparlanılır, nasıl ayağa kalkılır mücadelesi içerisinde Rusya’ya yakın bir duruş dış politika sergilerken kurtuluş savaşı sonrasında ise yönünü tamamen batıya çevirecek politikalar devreye girecektir. İşte Osmanlının çöküş ve milli mücadele süreci içerisinde durum vaziyete göre konum alma siyasetinin günümüz içinde tercih edilen politikalar olduğu bir vaka. Öyle ki bunu dış güçlerin Türkiye’ye karşı izlediği politik yaklaşımlarında anlamak mümkün. Öyle ya bir bakıyorsun kimi zaman onların gözünde jeopolitik konum gereği imrenilip paylaşılamayan bir ülke, bir bakıyorsun stratejik konumu gereği kıskanılan ülkeyiz, kimi zaman da dış politikada inisiyatif rol aldığımızda mercek altına alınması gereken bir ülke konumdayız. Tabi hal vaziyet böyle olunca bize karşı sıkça yürüttükleri değişken politikalar karşısında politik manevralar yapmamız kaçınılmaz hal almıştır. Sonuçta kim bize hangi gözle bakarsa baksın ve hangi yaklaşım tarzı yürütürse yürütsün şu bir gerçek ülkemiz üzerimizde sürekli balans ayarı yapmaktan geri durmadıkları gerçeğini değiştiremeyecektir.
Bilindiği üzere 'balans ayarı' lafı ilk kez 28 Şubatın simge isimlerinden Çevik Bir’in ‘28 Şubatta balans ayarı yaptık’ ifadesiyle Türkiye gündemine damgasını vurmuştur. Peki, gündemimize iç balans ayarı damga vururda dış balans ayarı damga vurmaz mı? Hem de alasını vurur, öyle ki iç balans ayar mekanizmaları bile dış balans ayar merkezlerinin kontrolünde gerçekleşmekte. Sürüsüne bereket içimizde ki maşalar oldukça dış balans ayarlara maruz kalacağımız muhakkak. Düşünebiliyor musunuz gelinen noktada hala süper güçler Haçlı ordularını aratmayacak derecede içerde kullandıkları maşalar vasıtasıyla balans ayarı çekmeye devam etmekteler. Her ne kadar genel itibariyle cephede göğüs göğüse çarpışmak tedavülden kalkmış gözükse de bunun yerine ülkeleri terörle hizaya sokup balans ayarı yapmak pekâlâ mümkün. Ne de olsa soğuk savaş dönemi sonlanmış durumda, adamlar tabiî ki boş durmayacaklar ve terör balansıyla hizaya getirme peşinde koşacaklardır. Dolayısıyla tüm olup bitenlere şaşmamak gerekir. İşte Türkiye bu gerçekler ışığında bilhassa soğuksavaşı sonrası dönemi uluslararası arenada Sovyet yayılmacılığına karşı güven içerisinde tutunabilmek için hem Balkan ve Bağdat ittifaklarının işbirliğinde aktif görev almış, hem de NATO’ya dâhil olmuştur. Tabi bu durumda Türkiye’nin batı hattına dâhil oluş politikalarından içten içe rahatsızlık duyan Rusya kendince bir balans yöntemi uygulayıp Ermeni örgütü Hınçaklar’a destek çıkmaktan geri durmayacaktır. Bu demektir ki ileri ki yıllarda ASALA başımıza musallat edilecek. Gerçekten de bir baktık ki önce Kıbrıs Barış Harekâtı, sonrasında Türkiye’ye yönelik uygulanan Amerikan ambargosu ve en nihayetinde ASALA’nın konsoloslarımıza yönelik tertiplediği bir dizi suikast ve cinayetler vuku bulur. Ne ilginçtir ki ASALA dünya çapında kanlı eylem yapmadığı konsolos bırakmazken Rusyayı bundan istisna tutmuştur. Çünkü Rusya tâ baştan Ermeni örgütü üzerinde kışkırtıcılığa soyunmuş bir ülke, tabii ki istisna tutulur.
Peki, Rus cenahında hal vaziyet böyleyken ABD cenahında durum vaziyet nasıldı? Malum, 1979 İran devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali gibi hadiseler ABD’yi yeşil kuşak projesi kapsamında Ortadoğu’ya yönelik balans ayarı yapmaya sevketmiştir. Hatta sözkonusu balans ayarlarından ülkemiz de kendi payına düşeni alır. Nasıl mı? İşte 12 Eylül 1980 darbesi bunun tipik örneğini teşkil eder. Bakın, 12 Eylül 80 darbesiyle bir yandan Sovyetlerin beşinci kol görevi üstlenen sol örgütler ağır yara alırken diğer yandan ASALA önemli ölçüde işlevini yitirir hale gelir. Tabi görünürde Sovyet yayılmacılığı tehdidi ve ASALA’nın kanlı eylemlerinden kurtulduk bir durum ortaya çıksa da, kazın ayağı hiçte öyle olmayacaktır. Bikere herşeyden önce 12 Eylül sürecinde Ermeni terör örgütü bir 10 yıl daha varlığını devam ettirecektir, sonrasında ise malum misyonunu Marksist-Leninist Kürtçü karakterde PKK örgütü devr alacaktır. Hiç kuşkusuz bu kez balans ayarı maşası olacak yeni binek taşı PKK (Kürdistan İşçi Partisi) olacaktır. Kaldı ki, PKK’nın kuruluş temelleri 1973 yılına kadar dayanmakta. Sonuçta adı ister ASALA, ister PKK olsun fark etmez, her iki örgütte ruh ikizi rot balans maşalardır. Hatta PKK’yı eğiten de ASALA'dır. Zaten yeterli eğitimi tamam denecek noktaya geldiğinde bir baktık uluslararası zinde güçlerin koordinatörlüğünde PKK, 12 Eylülle su yüzüne çıkıp Türkiye’nin başına bela olacak yeni balans ayarı maşa işlevi rol üstlenecek bir örgüt olarak karşımıza çıkar. Tabii karşımıza çıkan bu şer örgüt sadece Türkiye ile sınırlı kalmaz, PYD, YPG, YPJ, PJAK gibi diğer silahlı Kürt unsurlarla birlikte etrafımızda konuşlandırıacak alanla geniş tutulur. Etrafımızda ateş çemberi oluşturmaları da gerekir. Çünkü pek çok ülkeyi ancak 'böl parçala yönet ' taktiği ile birbirine düşürülüp balans ayarı çekebiliyorlar. Nitekim 1980-1988 İran-Irak arasında tarafların birbirini alt edemediği sekiz yıllık uzun süren savaş bunun tipik örneğidir. Malum, ABD o yıllarda İran’a karşı Saddam’a destek çıkmıştı. Destek çıktı da ne oldu? Savaşın sekizinci yılında Irak ordusu ile Kürt silahlı gruplar silahlı çatışmaya girip büyük çoğunluğu Kürtlerin katledildiği Halepçe katliamı vuku bulmuştur. Hadi bu elim katliamı görmezden gelip yuttuk diyelim, peki sekiz yıllık uzun süren İran-Irak savaşının ardından dünyada savaşlar bitti diyecek noktada iken bu kez Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan süreçte Körfez savaşının patlak vermesine ne demeli. Önce Saddam'a destek çık, sonrada düşman ilan et. ABD için birzamanlar besleyip büyüttüğü Saddam bu noktadan sonra artık dost değil düşmandır. Belli ki bu yeni rol değişikliğinde ABD bir şeylerin peşinde, dünyada tek süper güç benim demeye getirmekte. Nitekim Körfez savaşı sonrası gelişmelerde Sovyetler darmadağın olup bağrında taşıdığı tüm cumhuriyetler bağımsızlıklarını ilan edecektir. Böylece ABD ‘Dünyanın tek jandarması benim' konuma oturmuş olur. Ve Baba Bush kariyerine kariyer katar da. Ama Oğul Bush babası kadar pek şanslı olmayacaktır. Zira babasının elde ettiği kazanımları Irak’ın hem kuzey hem de güneyinde ayaklanmalar nüksettiğinde tıpkı Vietnam’da olduğu gibi Irak bataklığına saplanacaktır. Böylece bu saplanmayla birlikte ABD’nin dünya genelinde itibar kaybına uğrayıp anti-Amerikan oluşumların yayılması baş gösterecektir.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/balans-ayari-makale,7330.html