BİLGİ TOPLUMU

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
BİLGİ TOPLUMU
SELİM GÜRBÜZER
Bilgi toplumu çağın meselelerine vakıf, aynı zamanda olayları yerinde ve zamanında kritik edebilen toplum demektir. Bilmek kıyas etmektir zaten. Madem öyle, önce kendi iç dinamiklerimize vakıf olmalı sonra dış dinamiklerle nasıl baş ederiz bunun derin muhasebesini yapmak gerekir.
Şu bir gerçek bizim çağdaşlıktan dem vuran batıcılarımızın pek çoğu Batının cilalı boyalı uygarlığına göbekten bağlıdırlar, ama bu nasıl bağlılıksa Batı dünyasını da tam kavramış sayılmazlar. Şayet kavramış olsaydılar Batı’nın satıh üstü cilalı boyalı plastik yenilikleri yerine teknolojik donanımını alıp bilgi çağının gereklerini yerine getirmiş olmaları icab ederdi. Bakınız İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin temel nedenlerini sıralarken; bilhassa şuursuz hayranlık, psikolojik tatminsizlik ve galiblerin üstünlüğünü onların görgü kurallarında ve müesseselerinde arama duygusuna bağlar. O halde bu tespitten hareketle bir an evvel bu güzel ülkemizin ufkunu objektif ve sübjektif bilgilerle donatacak ‘Bir elde Kur’an bir elde bilgi teknoloji” donanımlı neslin yetiştirilmesi gerekir. Yetiştirilsin ki, Bilgi toplumu olma yolunda emin adımlarla ilerleyip modern çağ dedikleri çağın en üst seviyelerine sıçrayabilelim. Mutlak Bilgi
Bilindiği üzere objektif ve sübjektif veriler, Yüce Yaratıcı’nın ezeli ilminden kullarına bahş ettiği bilgi yüklü mesajlardır. Hiç kuşkusuz ilk verilen mesajdan şu anlam çıkar: bilginin asıl kaynağının Allah olduğudur. Sonrasında ise bilgimizi içinde bulunduğumuz toplum oluşturur. Madem ilmin kaynağı Yüce Allah, o halde kulları üzerinde tecelli eden isimleri, yani Âdem’e kodladığı isimleri kavramak ve bezm-i eleste verdiğimiz söze sadık kalmamız icap eder. Hem madem Dünya fani ahiret baki, o halde geçici olan bilgilere değil ebediyete mal olacak bilgilere talip olmak gerektir. Ki, maddenin özünde nesnellik vardır, bu yüzden ebediyete mal olacak veri olmaktan acizdir, ölümlü olması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstüne üstük maddeyi ne kadar büyültürsek büyütelim, ya da ne kadar minimize (küçültürsek) edersek edelim eninde sonunda yine sınırlı kalıp her daim yok olmaya mahkûmdur. Şüphesiz Yüce Allah’ın El-Âlim ismi hürmetine eşyanın tabiatına vakıf olabiliyoruz. Hatta El-Âlim isminin tecellisiyle fizik ötesi bilgilere de vakıf olunabiliyor. Kaldı ki bir mümin ilim öğrendikçe kulluğunun bilincine varabiliyor. Derken bu sayede dünyanın geçici olduğunu ahretin ise ebedi olduğunu idrak etmiş oluruz.
Şayet Allah’ın mutlak bilgisinin tecellisinde istifade etmek diye bir derdimiz varsa ilmede yönelmemiz gerekir. Fert fert kendimizi ilme adayalım ki, Erdemli Bilgi toplumu olmak yolunda hedefimiz hayalin ötesinde hakikatin ta kendisi olsun. Ancak bunun için ilk önce azim ve gayret gerekir sonrada itidal üzere yol almak lazım gelir. Nasıl ki bir fikir ortaya koyarken 'övme-yerme-itidal' tarzında üç değişik yöntem izleniyorsa, hakikat yolunda da ‘Objektif -Sübjektif - Mutlak ’ bilgi sacayağı üzerine itidal bir yol izlememizde fayda vardır elbet. Dikkat ettiyseniz fikri tartışmalar için üç değişik yöntem dedik, çünkü ortada itidallik olmayınca dünyevi olan için değişik türden familya demek durumundayız. Hele hele televizyon ekranlarında ve meydanlarda ateşli siyasi kısır çekişmelerin tavan yaptığını gördüğümüzde itidal üzere bir orta yol takip etmenin çok doğru bir yöntem olduğunu daha da fark etmiş oluruz. Siyasi uzlaşmazlıklar malum çoğu kez ya aşırı övme şeklinde ya da tam tersi aşırı yerme şeklinde kendini göstermektedir. Öyle ki, kurtlar sofrasında itidallik devreden çıkınca kimi kahramanlıktan dem vurmakta kimi de hainlikle dem vurabiliyor. İşte koyu cehalet ortamları bu ya, bir bakıyorsun övgü yağdıranlar kahramanının hatalarını görmezlikten gelirken sövgü yağdıranlar da hasmının doğrularını bile görmezlikten gelip hainlikle damgalayabiliyor. Oysa bilgi toplumu olmak veya vakıalara analitik açıdan bakmak diye bir derdimiz varsa bu tür övgü ve eksenli metotlarla bir arpa boyu yol alamayacağımız muhakkak, mutlaka itidalliği elden bırakmayaraktan analitik düşünce biçimi bir yol takip etmek mecburiyetimiz vardır. Zira ‘Bilgi Toplumu’ olmanın yolu ifrat ve tefritten uzak analitik düşünce tarzı bir usul geliştirmekten geçer.
İfrat-Tefrit
Bilgiye ulaşmayı müessese açısından baktığımızda ise bambaşka bir tabloyla karşılaşırız. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun medreseler konusunda fikir beyanında bulunanlar içerisinde ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, az olsun benim olsun düşüncesinden hareketle tefrite (normalden aşağı) sarılanlarda var. Anlaşılan ortada bütün kabahati medreselere yükleme hastalığı veya aksayan yönlerini görememek denen basiretsizlik söz konusudur. Bikere bu mevzuda ön yargılı davrananların çoğu statükocu kesimden oluşmakta. Dolayısıyla ön yargılı kesimi fazla ciddiye almamak gerekir. Aksi halde kıymetli zamanımızı boşu boşuna harcamış oluruz. Diğer bir kesimde okullu olmayı kabul etmezler. Neyse ki günümüzde bu tip düşünceye eskisi kadar pek rağbet eden kalmadı, bu yüzden okul üzerinden tartışma yapılmamakta, daha çok medrese üzerinde tartışma yapılmakta. Ancak bu tartışma medreselerimizin lehine değil, maksadını aşacak aleyhine bir tartışmadır. Belli ki bir takım akademisyenlerimiz medreseleri son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için bu hususta ifratta sınır tanımamaktalar. Elbette ki tenkit ettikleri noktalarda haklı oldukları hususlar vardır. Dahası medreseyi itibarsızlaştırmaya yönelik el insaf dedirttirecek türden bir ifrat yaklaşımdır bu. Oysaki topyekûn reddetme anlayışı objektif bakış anlayışla bağdaşmayacak bir yaklaşımdır. Kaldı ki ortada okullu olmaya karşıt tavır sergileyende yok.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
BİLGİ TOPLUMU-2
SELİM GÜRBÜZER
Hele ki günümüz okul sisteminde fen, matematik derslerinin ağırlıklı olarak verilmesi yerinde bir yaklaşımdır. Okullarımızda eksiklik aranacaksa, o da malum geçmişte matematik, fen, matematik astronomi vs. alanlarında beyin fırtınası yapıp ter dökmüş emek sarf etmiş İslâm bilginlerinin biyografisine ve ortaya koydukları yazılı eserlerine yeterince yer verilmemesidir. Öyle ya, doğrusu bizde merak ediyoruz, acaba bugün kaç eğitimcimiz Türk matematikçimiz Salih Zeki’nin “Asar-ı Bakiye” eserinden haberdardır. Ya da Tıp Tarihin de Müslüman Tıpçılarımızın da olabileceğinin bilincinde olan kaç doktorumuz var acaba. Hiç düşünmeye gerek yoktur, bir zamanlar Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye yaptığı dönemleri hatırladığımızda bu bilinçte okullumuzun çıkmayacağı muhakkak. Peki ya, edebiyat alanında ki kısırlığımıza ne demeli. Geldiğimiz noktada Cevdet Paşa gibi şahsiyetler durum hariç hiçte iç açıcı değil, edebiyatımızın hal ve ahvali kelime hazinemizin yerlerde sürünmesinden belli, maalesef kısırlık doruk noktadadır.
Bu arada tabiat bilimleriyle din bilimi bir arada yürümez iddiasında bulunanlara sormakta fayda var. Acaba nasıl oluyor da Avrupa her ikisini birlikte yürütebiliyor? Bakınız Almanya’da din eğitimi tâ ilkokuldan başlamakta. İngiltere’de eğitim Papazların öncülüğünde ve dini ayin eşliğinde start almakta. İsrail Tevrat’ı baş tacı görür. ABD ise İncil üzerine el basaraktan yemin edip diploma töreni gerçekleştirir. Hadi verdiğimiz bu örnekleri yoksaysak bile, peki ya şu izafiyet teorisiyle adından söz ettiren Albert Einstein’in; “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allah'ın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum” diye sarf ettiği akıl dolu sözlere de mi kulak asmazlar.
Malumunuz medrese bugünkü manada üniversite demektir. Dolayısıyla medrese kavramını ve usullerini topyekûn reddetmek doğru bir tespit değildir. Kaldı ki, en meşhur matematikçi ve doktorlar medreselerden çıkmıştır. İşte Cebir, işte İbn-i Sina gibi bilge şahsiyetlerin varlığı bunu teyit ediyor. Keza Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden âlimlerimiz tarihi belgeleri bin bir emek sarf ederekten gün yüzüne çıkaran tarihçilerimiz, tıpkı Mecellede olduğu gibi kanunları madde madde tasnifleyerekten sistematik hale getiren hukukçularımız da medreselilerdir. Hatta Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dairelerinde muhafaza edip arşivleyenlerde medreselilerdir. Tâ ki Osmanlı’nın yükselişten gerilemeye yüz tutar, işte o gün bugündür Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilge insanları mumla arar olduk. Günümüzde böyle meşhur bilge şahsiyetlerin çıkmaması gerçekten düşündürücü, bir o kadarda hazin bir durumdur elbet.
Bakınız Muallim Cevdet ne diyor; “Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Asıl maharet eski ile yeniyi telif edebilmektedir.” İşte bu müthiş sözlerden de anlaşılan o ki, eski ve yeni konusunda ne ifrata, ne de tefrite kaçmalı, en doğrusu itidal üzere olmaktır. Çünkü İslâm medeniyeti ne selefiye ekolünden gelen tekrarcıların elinde yükselişe geçmiştir ne de Batı düşüncesinin temellerini oluşturan “Hıristiyanlık- Yunan felsefi -Roma hukuku” üçlü sacayağını kopya ederekten yükselişe geçmiştir. Besbelli ki bilgi çağında Bilgi toplumu olmanın tek yolu körü körüne kopya etmekte değil “Kökü mazide olan ati” olmaktan geçmektedir. Kaldı ki tekrarcılık, taklitçilik, taassupçuluk ve köksüzlük asla bize yaraşmaz.
Bazı aklı evveller Batının teknolojik gelişmişliğine bakaraktan sanıyor ki batı insanı güle oynaya hayata tutunmakta, oysa orada ki gençlerde hayata sıfırdan başlayıp bin bir zorluklara katlanarak hayata tutunmaktalar. Hani her çilenin sonu aydınlık denilir ya hep, bizde de malum bir zamanlar medreselerimiz de yetişen talebeler aynı durumda hayata sıfırdan başlayıp öyle ilim yoluna koyulurlardı. Öyle ki medreselerde ilim tahsil ederken bile yemeğini kendileri pişirmenin yanı sıra elbiselerinin temizliğini ve odalarının tanzimini de kendileri yapardı. İşte hor görülen medreselerin hali buydu. Okulların haline baktığımız da ise çile mile hak getire, bahse konu olan tüm bu işler efendi harcı değil, hademe işidir denilmekte. Bakın Thomas P. Rohlen, Japonların eğitim sistemini incelediğinde orda ki eğitiminin 4 aşamalı süreçten geçerekten hayata tutunduklarını şöyle tasnifleyerek izah getirir:
-Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları,
- Askeri üs ziyaretleri yaptırılmak suretiyle vatan sevgisi aşılanma uygulamaları,
- Meslek sahibi oluncaya kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları,
- Sabır yürüyüşü tatbikatları vs.
Hakeza Batı eğitim sisteminin pedagoji formasyonunu incelediğimizde bizim geçmişteki medreselerimizle benzer uygulamaları görmek pekâlâ mümkün. Şöyle ki; medrese usulünde “Arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla” anlayışı hâkimdir. Yine Batı pedagoji formasyonunun temelinde sevgiyi ön plana alan bir anlayışta vardır. Bugün okullarımızda bırakın sevgiyi, ağza alınmayacak argo tabirlerden tutunda eroin kokain, vs. her ne ararsan sirayet etmiş durumda. Oysa bugünkü Batı’da eğitim sistemi öğrenciyi okuldan nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Hatta Batıda tıpkı Japonlarda olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaya yönelik uygulamalara benzer programlarda yer alır. Nitekim Batı üniversitelerinde eğitim gören öğrenciler günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da pratiklik kazanmak amaçlı birçok sektörde çalışarak geçirirler. Malumunuz bir zamanlar medreselerimizde bugünkü Batıdan daha da ileri seviyede diyebileceğimiz bir uygulamayla dersler öğlene kadar olup, haftanın iki günü ise tatildi. Yetmedi tarım ve ticari hayatın yoğun olduğu aylarda öğrenci yılın üç ayı serbest bırakılırdı. İşte bu tarz “Erdemli Bilgi toplumu” olma zihniyeti vardı. Maalesef bugünün eğitim müfredatına baktığımızda, sabahtan akşama kadar omuzlarına bindirilmiş yüklü programlar altında ezilen binlerce gencin dışarıya vakit ayıracak zamanları kalmadığı gibi iç ve dış reflekslerininse zayıflamış bir halde görürüz. Değim yerindeyse bu tür yanlış uygulamalar yüzünden öğrenci adeta piyasadan kovulmuş durumdadır. Basitten mükemmelliğe doğru bir program takip etmek varken onca yük bindirme, onca eziyet niye şaşmamak elde değil. Sadece yük bindirmeye yönelik ders programların altında ezilme söz konusu olsa belki bu denli eseflenmezdik, tüm bunların üstüne üstük birde ders ünitelerinde işlenen konuların hemen hepsinin aşırı derecede şişirilerekten bilgi kirliliğine kurban verildiğini gördükçe eseflenmemek ne mümkün. Okullarımız, güya Batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu kurulmasına ama gel gör ki geldiğimiz noktada Avrupa'yla aramızda eğitim yönünden taban tabana çok büyük tezat teşkil edecek uçurumlar söz konusudur. Şayet hal vaziyet böyle devam ederse, şimdiden hayata yenik düşmüş, kendinden bezmiş genç nesilleri karşımızda bulacağız demektir
.https://www.enpolitik.com/bilgi-toplumu-makale,4519.html
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
BİLGİ TOPLUMU-3
SELİM GÜRBÜZER
Neydik edip bu tabloyla karşılaşmamak için illa ki halkla iç içe gençlik yetiştirmelidir. Şöyle etrafımıza dönüp baktığımızda ailesinden kopmuş, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversite mezunu bir sürü başıboş insan görmekteyiz. Elbette ki halktan kopuk vaziyette mezun olmuş bir üniversitelinin, aramızda kanadı kırılmış garip bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durumdur. Tarihe ki medreselerimize şöyle bir bakın talebeyi ne doğup büyüdüğü topraklardan ne de sosyal ve ekonomik hayattan ruhen koparıyordu, Şimdi ise tam tersi öyle bir haldeyiz ki artık üniversiteli gençler halkla iç içe olmayı bayağılık görür hale gelmiştir. Oysa gerçek anlamda ‘Bilgi toplumu’ demek halkla eğitim kurumlarının iç içe hemhal olması demektir. Şayet bilgi toplumu olmak diye bir derdimiz varsa sosyal hayatla iç içe olacak tarzda eğitim programlarını pratiğe döküp hayatın her alanında uygulaması icap eder.
Biz ki halkla hem hal olan nice Bilge şahsiyetleri “Halkı aydınlatan kandiller” olarak Nizamiye Medresesi gibi pek çok medreselerin başında baş tacı edinmiş ecdadın torunlarıyız, o halde bu günde aynı ruhla ‘kökü mazide ati’ ilkesini düstur edinmiş bilge akademisyenlerimizle yeniden üniversitelerimizi aydınlık meşalesi olarak şaha kaldırabiliriz pekâlâ. Öyle ya, ta Selçuklu döneminde bunu başarmışız, bu günde ecdat torunları olarak neden bizde başarmayalım ki. Nitekim böylesi bir ruhla kurulan medreseler sayesinde Selçuklu medeniyeti o günkü şartlarda;
- İlim, kültür, sanat ve ticaret,
- Şehirlerde hatırı sayılır sermayedar bir sınıf,
- 100.000 dinara varan havale senetleri,
- Çek usulü tatbikatları vb. uygulamalarla damgasını vurmuş bile. Bakınız Prof. Dr. Osman Turan “Selçuklular ve İslâmiyet” adlı eserinde bu konularda geniş bilgi vermenin yanı sıra çek usulü tatbikatların bugünkü modern bankacılığın temeli olduğunu da kitabında dile getirmiştir.
Şu bir gerçek Bilgi çağında statükocu programa şiddetle bağlılık ne kadar sıkıntı bir durum oluşturuyorsa, programsızlıkta aynı derecede sıkıntı oluşturmakta. Bilhassa 28 Şubat zihniyeti eski Türkiye’de tüm üniversitelerde malum resmi program tatbik edildiğinden dolayı, yürütülen eğitim öğrencinin araştırma ruhuna göre değil ezberci bir eğitim anlayışı çerçevesinde öğrenciye hazır kalıplar sunuluyordu. Sonrası malum; ahu vahlar, sızlamalar havada uçuşup “Bizde araştırmacı yetişmiyor” türünden serzenişine dönüşüyordu hemen her iş. Oysa araştırma ve uygulamaya yönelik bir eğitim modeli oluşturulmuş olsa deney ve gözlem esas olacağından ezberci anlayış rafa kaldırılmış olacaktı. Bakınız İslâm’da teorik bilgi ilmel yakin, gözleme dayalı bilgi aynel yakin, tecrübe bilgi (deney) ise hakkel yakin olarak karşılık bulur. Mesela kitap okumak ilmel yakin manasına teorik bilgi edinmektir, okuduğunu tatbik etmek ise hakkel yakin ilim manasına bilgi sahibi olmaktır. İşte bu tasniflemelerden de anlaşıldığı üzere İslâm sadece ibadete değil deney ve gözlemede çok önem veren Müberra bir dindir. Örnek mi? İşte İmam-ı Azam’dan vereceğimiz örnek bunun en bariz delili zaten. Şöyle ki;
Bir gün İmam-ı Azam atıyla birlikte yoldan geçerken birileri hemen oradan önüne atılıp atın ayağının kaç olduğunu sorar. Ebu Hanife atından inip ayaklarını saydıktan sonra o adama: -Atın ayağı dörttür cevabını verir. Tabii adam bu cevab karşısında şaşkın vaziyette dona kalır. Öyle ya, her ne kadar adamın koskoca İmam-ı Azam nasıl olur da atın ayağını bilmez diye aklından geçse de, haddizatında İmam-ı Azam atın üzerinden inip atın ayaklarını saymakla o adama deney ve gözleme dayalı “Hakkel yakin” bilgi mesajı vermiş olur. Hakeza Osmanlının kuruluş mayası Söğütte Şeyh Edebali ve Osman Gazi elinde ilim harcı ile yoğrulduğundan hemen akabinde ilk iş olarak İznik'te Medrese inşa etmek olmuştur. Daha ileriki aşmalarda ise Bursa Medreselerinin açılışı gerçekleşir. Derken bu sayede ilerisinde Fatih Sultan Mehmet’de bilgi toplumu olma yolunda Fatih Medreselerini açmakla damgasın vuracaktır. Öyle anlaşılıyor ki Fatih sadece İstanbul’un fethiyle ‘Fatih’ olmuş değildir, aynı zamanda çağı açıp çağ kapatan bilgi toplumu olma yolunda da öncü Fatihimizdir o. Öyle ki, Bilgi toplumu olma yönünde birbiri ardınca açılan bu medreselerde sadece şer’i ve akli ilimler okutulmamış aynı zamanda telif eser verecek düzeyde Bilgi toplumun oluşumunu sağlayacak programlara da yer verilmiştir. İşte görüyorsunuz Fatih Sultan Mehmed'in o engin ilim anlayışı zihniyet nere, bizim geldiğiz noktadaki ilmi zihniyet nere. Günümüz insanı çağdaşlıktan dem vura dursun gerçek şudur ki; bugünün entelektüelleri telif eserden daha çok tercüme eser ortaya koyabiliyor. Bu demektir ki bilgi üretilmiyor, daha çok bilgi naklediliyor. Oysa Bilgi Toplumu olmak ancak bilgi üretmekten geçmektedir. Malumunuz Osmanlı Selçuklunun brikimi üzerine kurulmuş bir devlet olmasına rağmen bir önceki uygulamalarla yetinmemiş üzerine de kendi birikimini katarak cihanda kök salmıştır. Nitekim Osmanlı kuruluşunun akabinde devlet olduğunda Türk dili hâkim kılınmıştır. Sadece orta öğretimde Arapçaya yer verilmiştir. İleriki aşamalarda Türkçe Nizamnameler ve Türkçe eserler yazılmıştır. Derken Fatih Sultan Mehmed dönemine gelindiğinde müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, tarihe ve edebiyata da merak salaraktan yükselişimizi ilmi faaliyetlerle taçlandırmışız. Bilhassa Fatih’in Rumca, Latinceye aşına bir padişahımız olması hasebiyle kendisinden sonra tahta oturacaklara da ışık olmuştur. Zaten kendisi böyle bir donanımla yetiştiği içindir ki Osmanlı toplumuna hem itikadı yönden hem de teknik bilgiler bakımdan ufuk açıp Kızılelma’yı Ayasofya’dan bir bakıyorsun Edirne’den Filibe, Sofya’ya ve Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma’nın Saint Pierre kubbesine konduracak hamleleri başlattığını görürüz. Kanuni dönemine geldiğimizde ise Osmanlı’nın Bilgi toplumu olma yönünde daha da ilerleme kat etmesi için aydınlık ocağı olarak bu kez Süleymaniye Medreselerinin açılışına şahit oluruz. Üstelik bu açılan bu medreselerde Fatih medreselerinde olduğu gibi fen bilimlerine de kayıtsız kalınmayacaktır. Hatta daha da iş ileri seviyelere evrilip eğitim programları ağırlıklı olarak riyaziye (matematik) ve Tıbbi ilimler üzerine bina edilir. Derken bu tür Bilgi toplumu olma yolunda gayretlerin yansıması olarak bir bakıyorsun Evliya Çelebi’nin dilinden II. Bayezid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğine şahit oluruz. Tabii bunlar hoş gelişmeler, ancak sonradan bize ne haller oluyorsa bir bakıyorsun Türkler XVII. asırda tüm cihana “Bilgi aktaran” millet iken XVIII. asırda “Bilgi alıcı” konuma geriler duruma düşen millet olur. İşte o gün bugündür ilim irfan yönünden fakir toplumuz dersek yeridir. Hele ki Türkiye’de her on yılda tekrarlanan darbe süreçleri neticesinde insanımızı düşünmekten alıkoymak için elde avuçta he ne skolâstik öğreti varsa hemen hepsi eğitim müfredatına eklenmiştir. Neyse ki bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat post modern darbe zihniyetinin açtığı yaralar 2002 yılında toplumun kodlarıyla barışık iktidarın işbaşına gelmesiyle birlikte düşünen ve düşündüğünü uygulayabilecek Bilgi toplumu olma yönünde tüm engeller ortadan kaldırılabilmiştir. Örnek mi? Yıllardır kanayan yaramız olan başörtü yasağı kaldırılarak genç kızlarımızın eğitim mağduriyetleri bir çırpıda giderilebilmiştir. Keza eğitimde katsayı adaletsizliğin giderilmesi de eğitimde bahar havası esmesine ziyadesiyle yetmiştir. Derken y diriliş hamlesi yaşayacağımız günlerin muştusunu yüreğimizde hisseder olduk.
Nasıl böylesi bir hisse kapılmayalım ki, bakınız bir zamanlar aile yapımız içerisinde dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi gibi birçok bilgiler bizatihi sosyal hayatta tatbiki edildiği içindir ki kızlarımız baba ocağından daha koca evine varmadan çoktan iyi bir yuva kurabilecek donanıma sahip olabiliyorlardı. Madem öyle, bugünden tezi yok yeniden aynı niteliğe sahip yeni Saliha hatunlar yetiştirebiliriz pekâlâ. Hem neden olmasın ki. Bakınız Allah Resulü ev idaresi nasıl olur, helal ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nasıl bina edilir tüm bunların cevabını kendi hayatında tatbik ederek gösterdiği gibi ashabına da adabı usulünce tatbik ettirmiştir. Belli ki Peygamberimiz (s.a.v) tüm zamanını sadece ibadete ayırmamış hiç kuşkusuz ibadetin yanı sıra Devlet idaresinde tutunda sosyal hayatın her alanında da hep var olmuştur. Zira İslâmiyet sosyal hayatı da ibadete dönüştüren Müberra bir dindir. Yeter ki bir mümin Peygamberimizin izini iz sürerekten yaptığı her işte halis niyetle Allah’ın rızalığını gözetsin tüm sosyal hayatı ibadet olur da.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
BİLGİ TOPLUMU-4
SELİM GÜRBÜZER
Maalesef günümüzde yuva kurmanın aynı zamanda bir okul kurmak olduğunu unutmuş gözüken bir takım aklı evveller ana yüreğinin çocuk üzerinde oluşturduğu sinerjik gücü görmezlikten geliyorlar. Cemil Meriç bakın bu hususta “Feminizm, kadına pazarda iş bulma davasıdır ” tespitinde bulunurken aslında kanayan bir başka yaraya gönderme yapar. Nedir o kanayan yara derseniz, yaşadığımız çağda ana yüreği, şefkat, sevgi gibi değerlerin yerle yeksan olduğu gerçeğidir elbet. Baksanıza tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor, aile ocağını tüttürmek hak getire. Artık ortalık öyle hazin bir hal almış durum vaziyette ki; gündüzün iş telaşıyla evleri boşalan aileler akşam geç vakitlerinde eve döndüklerinde yorgunluktan birbirleriyle daha iki kelam etmeden yatağa düşmekteler. Şimdi sormak gerekir; bu durumda gündüz iş hayatında, geceyi uykuda geçiren aile yapısından ne verim alınabilir ki. Tabii ki bu durumda aile ocağını tüttürmeye gücü yetmeyecektir. Bunun neticesi olarak da ailevi problemler ve sosyal huzursuzluklar baş gösterecektir. Düşünsenize öyle bir haldeyiz ki çocuklara artık anlatacak ne bir hikâyemiz var ne de anlatacak vaktimiz. Hadi vakit ayıramadık, çocuklarımızı kendi ellerimizle teslim ettiğimiz çocuk gelişim merkezlerinin yeterli donanımda olmadığı da apayrı bir kanayan yaramızdır. Meseleyi Batı tarzı kreşlerle halledeceğimizi düşünüyoruz hep. Oysa tüm çocuk kreşlerini bir raya toplasak acaba tek başına bir anne yüreğinin çocuğuna vereceği sıcak sevgiye denk gelir mi? Ne mümkün, kaldı ki bu durum sadece çocuklarla sınırlı değil, gençlerimizin hali de perişan durumda. Ah zavallı gençlerimiz başlarını bir arayış içerisinde taştan taşa vuraraktan koştururken birde bir bakmışsın kendilerini Marks’ın, Lenin'in, Stalin'in, Mussoli'nin, Hitler'in kollarına atıvermiş halde görürüz. İşte tamda kimlik problemi denen hadise bu verdiğimiz örnekte kendini göstermekte. Üstelik kucağına düştükleri ideolojiler bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde bilhassa gençleri zehirleyen ülkeleri de mandalaştıraraktan bölüp parçalayan bir silah olmuştur
Evet, kimlik meselesi denilen hadise tıpkı batıda olduğu gibi artık bizimde kanayan yaramızdır. Baksanıza bu meseleyle habire boğuşup duruyoruz da. Etrafımızda hızla çoğalan Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci hayran gençler gördükçe de içimiz kan ağlıyor dersek yeridir. Şimdi diyebilirsiniz ki tarihin şeref sayfalarında bize örnek olacak nitelikte onca dehalarımız varken durup dururken yabancılara hayranlık duymak da nerden çıktı? Aslında cevabı gayet net açık, bikere yaşayan toplum; Kökü mazide olan ati toplumdur. Elbette ki köksüz kafayla gençliğin varacağı hedef insafsız avcının ağında sağa sola yalpa yapıp volta atmak olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki kendi bilge dehalarımızı kendi öz kahramanlarımızı bu ülkenin gençlerine model olarak sunamayışımızın ceremesini ve sancılarını çekmekteyiz. Dolayısıyla başka sebepler aramaya hiçte gerek yoktur. Ancak bu demek değildir ki dışa açık olmayalım, bilakis Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu vechiyle “İlim Çin’de bile olsa alınız” şeklinde bir açılıma ihtiyacımız vardır. Osmanlı’nın yükselişindeki sırda zaten bu açılımda gizlidir. Ki, yükselişimizin mimari simgesi ‘Süleymaniye ve Selimiye’ teknik alanda ne anlam ifade ediyorsa, hat sanatında da ‘tuğra ve fermanlar’ aynı ölçüde kültür ve edebiyat alanımızın simge ifadesidir. Hakeza musiki alanında da Mehter ve Dede Efendiler bir başka kültür dünyamıza anlam katan nağmelerimizdir. Öyle anlaşılıyor ki medreselerimiz iki koldan hareketle hem madden hem manen ışık olmuş üniversitelerimizdir. Hele bilhassa 1264’ten evvelki medreselerimizin durumuna baktığımızda hem âlim yetiştiren hem de iyi yönetici yetiştiren üniversiteler olduğu da gözlerden kaçmaz. Sonrasında ise malum bünyeye bir virüs girmeye görsün bu virüsten medreselerimizde üzerine düşen payını alıp artık ışık veremez hale gelmiştir. Şimdi gel de bu durumda Fatih dönemini arama, ne mümkün. Düşünsenize Fatih Sultan Mehmedimiz ilkokul öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koydurmamıştır. Niye derseniz Peygamber övgüsüne mazhar olmuş o büyük kumandan gayet iyi biliyordu ki fıkıh dersleri öğretmen olacaklardan ziyade daha çok idari ve adli alanda görev alacak olanlara lazım olan bir derstir, bu yüzden koydurmamıştır. Nitekim bu maksatla Fatih Medreselerinin etrafında 286 dükkânlar inşa etmeyi ihmal etmez de. Besbelli ki bu uygulamadan maksat medrese ve ticari hayatın birbirinden ayrılmayacak derecede bir bütünlük arz etmesidir. Fatih medreselerinin keza bir başka dikkat çeken özelliklerinden biri de, icazet alacak konuma gelmiş öğrencilerin kendilerinden bir alt kademedeki medrese talebelerine ders verdiriyor olmasıdır. Böylece bu sayede mezuniyet basamaklarına ilerleme istidadı gösteren molla adayları stajlarını da yapmış oluyorlardı. Bu uygulamadan da anlaşılan o ki staj bu güne has bir uygulama değilmiş, ta o yıllardan günümüze gelen bir uygulamadır. Kaldı ki, o yıllarda ortada stajın ötesinde bilgilerin pekiştirilmesi de söz konusudur. Nitekim İbn-i Haldun bu tür uygulamaları şu ifadelerle açıklık getirir de: “Bir şeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedrici ve çokça tekrarlamaktır.”
Tabii bitmedi, dahası var elbet. Fatih medreselerinde bugünkü anlamda lise seviyesinde öğretmen olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir dersi verilmesinin yanı sıra pedagojik formasyonda verilmiştir. Keza ön lisans ve lisans yüksek eğitim düzeyine yönelik ise tüm alınan derslere ilaveten Fizik, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Zooloji, İnsan Anatomisi gibi dersler de buna dâhildir. Belli ki; Fatih’in o engin ufukluluğu asrın zekâ seviyesinin çok üstünde engin seviyedir. Dahası o engin seviyenin köklerine indiğimizde alt yapısında Orta Asya birikimi, Selçuklu birikimi ve Osmanlının kuruluş tecrübî birikimi yatmaktadır. Öyle ki köklerimizde var olan bu birikim Sultan Orhan dönemine gelindiğinde Kayserili Davut Efendinin özel gayretleriyle Aristo mantığına ve Muhyiddin-i Arabî’ye uzanan geniş bir düşünce ağını beraberinde taşıyıp Osmanlının düşünce dünyasına da yansıdığını görürüz. Hele Diriliş dizisinde izlediğimiz Muhyiddin İbn’ül Arabî portesine baktığımızda şimdi bunun daha da farkına varmış durumdayız. Sadece diziyle yetinmeyip şayet Futuhât adlı eserine göz attığımızda onun en mükemmel geometrik şeklin küre olduğuna dikkat çekerekten dünya ve diğer yıldızların da küre şeklinde olabileceğini öngörebilecek seviyeye erişmiş bir bilge şahsiyet olduğunu da fark etmiş olacağız demektir. İyi ki de böylesi bilgi küpü kitaplarımız var. Belki de o derya çapında dehalarımızın ortaya koyduğu eserler olmasaydı Sultan Murat Hüdavendigar devrine gelindiğinde bilhassa Musa Efendi’nin üzerinde titizlikle durduğu matematiğin bu denli önemi pek kavranamayacaktı. Derken Kadızade ismiyle meşhur Musa Efendi’nin bu titizliği kısa zamanda meyve verip bundan böyle medreselerimizde edebiyat ve şer’i ilimlerin yanı sıra kozmografya ve geometri derslerinin de baş tacı edilmesine yetmiştir.
Peki, sadece bu durum Sultan Murat Hüdavendigar dönemine has bir titizlik midir bu? Hiç kuşkusuz meşhur ilmiyle amil âlimlerimizden İbn’i Hacer’in “Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır” diye övdüğü ismiyle müsemma Fenerli Şemseddin'in de Yıldırım Bayezid dönemine ışık feneri olacak derecede etkisi olmuştur. Ancak Kanuni devrinden sonra böylesi bir hassasiyet eskisi kadar devam etmeyecektir. Nitekim köklerimizden uzaklaştıkça edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakilciler akli ilimleri dışlayan bir rol üstlenmişlerdir. Böylece akli ilimler hor görülüp arka plana atılmıştır. Dolayısıyla yükseliş devrindeki bilgi toplumu olma yönündeki heyecanımız sönmeye yüz tutup değim yerindeyse koyu taassup içerisine sürüklenecek bir toplum modeline evrilir. Böylece eğitim müfredatımız “Nakilcilik akılcılıktan önce gelir” ekseninde yapılandırılmış olur. Hele bir cihangir devlet altın çağından düşmeye bir görsün akıl verenimiz çoğalır da. Ancak bu akıl deney ve gözlemden uzak Batı’yı bire bir kopya etmeye yönelik şeklinde etkisini gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla kendimize ait olmayan kopya akıldır bu. Orijinali Batıda saklı tutulmak kaydıyla ancak ülkeler arasında kendilerine göbekten bağlı mandacı kafalar kanalıyla dolaşımına müsaadesi vardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez düşüşümüzle birlikte deney ve gözlemden uzak taklitçi bir eğitim modeline evrilir olmamız kaçınılmaz bir hal alır. Dahası ‘Neydik ne olduk’ diyecek noktadayız. Düşünsenize medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemlerde, eğitim ve öğretimin tüm basamaklarından geçenlerin her biri sahasında ihtisas sahibi bilge şahsiyetler olarak toplumumuza ışık oluyorlardı. O yıllarda asla kökü dışarıya dayalı kopya bilgilerle ihtisaslaşma söz konusu değildi. İşte böylesi bir ihtisaslaşma fıkıh, edebiyat, tefsir, felsefe vs. dersleri verecek düzeyde kadroların doğmasını da beraberinde getirmiştir. Kaldı ki yükseliş çağlarımızda ders programlarımız dogmatik ve kalıplaşmış bilgilerle değil, tam aksine karşılıklı diyalog ve tartışma eşliğinde öğrenciye aktarılıyordu. Dedik ya, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra o arada ne olduysa bir anda kendimizi her alanda çöküş sürecinin içerisinde bulduk. Maalesef Avrupa o sıralarda gelişme evresine girerken, biz ise taassubun kucağında kendimizi bulduk. Gerçekten de zaferlere alışmış millet olarak bizim açımızdan son derece rahatsızlık veren incitici bir durum vardı ortada. Nitekim Kâtip Çelebi bu incitici durumdan rahatsızlık duymuş olsa gerek ki ders verme usulünü ıslaha çalışmış, sosyal hayattan kopmuş medreselere itiraz etmiştir. Üstelik Kâtip Çelebimiz yabancı lisanın gâvurluk sayıldığı bir devirde Latinceye vakıfta bir bilge şahsiyettir. Bizans tarihini Latinceden tercüme eden de keza o’dur. Bu nedenle hiçbir Avrupalı yoktur ki, Kâtip Çelebi’ye ve kamusuna kayıtsız kalsın. Kayıtsız kalmadıkları şundan belli eserlerini Avrupa’da basılı halde görebiliyoruz. O sadece Avrupa’da mı ilgi odağı, hiç kuşkusuz buna Türk dünyası da dâhil olup kendi ana diliyle bahriye tarihini yazmakla ilgi odağıdır elbet.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
BİLGİ TOPLUMU-4
SELİM GÜRBÜZER
Kâtip Çelebi
Evet, Kâtip Çelebi “Bilgi toplumu” olma yolunda muhakeme, deney ve gözlemin önemini kavrayan bilge abidemizdir. Dahası o, eğitimin teorik olarak değil deney, gözlem ve ilme dayandırılarak tedris edilmesinden yana bir karakter abidesidir. Öyle ya, madem tabiatta var olan kanunlar deney ve gözleme dayalı eğitim sistemiyle ortaya çıkıyor, o halde nakilcilikte ısrar etmenin ne anlamı var ki. İşte onun ortaya koyduğu ‘Keşfü'z-Zunun’, ‘Mizanü’l-Hak’ ve ‘Cihannüma’ adlı eserler bu tür köhnemiş alışkanlıkların terk edilmesi gerektiği noktasında bize ışık kaynağı olur da. Nasıl ışık kaynağı olmasın ki, Cihannüma eserinde Amerika’nın keşfini bahse konu etmiş, bunla yetinmemiş Keşfü’z-Zunûn’la eseriyle ilim ve edebiyatın kapılarını aralamış, daha da yetinmemiş Mizanü’l Hak eseriyle de adaletin tecellisine yönelik Hak hukuk terazisine dikkat çekmiştir. Hatta yeri geldiğinde çağdaşlarına medreselerde akli ilimlerin dışlanmasını bir felaket olacağını, aynı zamanda tabii bilimler ve coğrafya derslerinin resimsiz hiçbir fayda vermeyeceğinin öz eleştirisini de yapmış bir bilge şahsiyettir o. Dahası onun hakkında çift kanatlı bilge şahsiyet dersek yeridir. Genel itibariyle akli ilimlerde kendisine Mustafa Efendi ilham olurken nakli ve sosyal ilimlerde ise Veli Efendi ilham kaynağı olmuştur. Böylece bu çift kanatlılık sayesinde eğitime bakış açısı nakli ilimler (edebiyat ve şer’i vs. ilimler) ve akli ilimler (matematik, fen vs. ilimler) çerçevesinde olmuştur hep. İşte onun eğitime olan bu bakış açısı Gustav Leberecht Flügel’inde dikkatini çekmiş olacak ki, Keşfü'z-Zunûn’un ilk ilmi neşrini Latince tercümesiyle Batı dünyasına 7 cilt halinde aktararak hakkını teslim edecektir. Böylece asıl adı Mustafa olan Kâtip Çelebimiz Batı’da asırlar boyu Hacı Halife (Hacı Kalfa) lakabıyla adından söz ettirecektir hep. Söz ettirmesi de gayet tabidir. Zira kendisinin hem nakli hem de akli ilimlere vakıflığı söz konusudur. Öyle ki fıkıh eğitimini alan müftülerin matematik bilmediklerinden dert yakınmıştır. Kadızade zihniyetinde hatiplerin minareyi bidat telakki edenlerin düştüğü hale baktığımızda Kâtip Çelebiye hak vermemek haddimize mi, elbette ki akli ilimlere de açık olmamız gerekir. Bu ara da belirtmekte fayda var, matbaa üzerinde Osmanlı’yı itibarsızlaştırma kalkışanlara karşıda dikkatli olmamız icab eder. Hiç kuşkusuz matbaayı Avrupa’dan 300 sene sonra aldık diye geçmişimize karanlık dönem olarak bakamayız elbet. Bazı ard niyetli aklı evvellerin aksine şu bir gerçek şayet Yirmisekiz Mehmet Efendi ve İbrahim Müteferrika’nın girişimleri ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhü'l İslâm Abdullah Efendi’nin bu yöndeki teşvikleri olmasaydı matbaanın coğrafyamıza gelmesi çok daha uzun zaman alacaktı. Belli ki matbaanın geç gelmesinin arka planında, toplumun ekonomik dengeleriyle ilgili bir yönü vardır. Ortada asla teknolojik yeniliğe karşıt olmakla alakalı bir tavır söz konusu değildir. Kaldı ki gelinen noktaya şöyle baktığımızda ortada Asya’nın çöküşü diye bir şey yoktu, sadece Avrupa’nın uyanışı diye bir hadise vardı. Kelimenin tam anlamıyla Batı denen hadise; 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Daha düne kadar, yani İstanbul’un fethi ve fethin müteakibinde ki gelişmiş çağlarımızda bizi taklit eden Avrupa ta ki Rönesans’la ancak yükselişe geçebilmiştir. Biz ise ne acıdır ki o sıralarda yükseliş çağlarımızda düşüşe geçmişiz. İşte bu noktada ki düşüşümüzü çok iyi analiz edebilecek zekâya sahip Kâtip Çelebi zaaf yönlerimizi ortaya koyarak önüne geçmek için büyük çaba sarf etmiştir. Hatta onun onca çabası çöküş dönemindeki medreselerimizi sanki bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsa da, bu defa da körü körüne Batıya hayranlık duyma hastalığına yakalanmamız dirilişimize engel teşkil edecektir. Oysa Japonlar kendi kültürel değerlerinden taviz vermeksizin, Batının bilimini teknolojisini alaraktan kendi coğrafyasına taşıyabilmişlerdir, biz ise satıh üstü yeniliklere hayran kalıp kopya etmekle modernliğe erişeceğimizi sanmışız. Neticede Japonlar süper güçlerle yarışır konuma erişirken biz ise daha yeni yeni kendimize gelir gibiyiz.
Kâtip Çelebi, Şeriat adamıdır, ama taassuptan uzak bir şeriat adamıdır. Kendisi son derece engin fikirlidir. Maalesef Kanuni döneminden sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak gibi algılanmış, yetmemiş bu hususlarda Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi bilge şahsiyetler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde bu türden garabet örnekleri pek göremeyiz. Zira yükseliş devrindeki medreselerimizde Heraklit, Sokrat, Eflatun, Aristo, Zenon gibi düşünürlere ait fikirlerin müzakere edilmesinde hiçbir beis görülmemiştir. O devirlerde sadece Aristo’nun birkaç teorisiyle birkaç inançsız felsefecilerin Hak Teâlâ’yı inkâr eden görüşleri dışlanmıştır.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
BİLGİ TOPLUMU-5
SELİM GÜRBÜZER
Batı ve Doğu Dünyası
Aslında batı batı dedikleri dünya geldiği nokta itibariyle tıpkı bizim yükseliş döneminin medrese anlayışına yakın bir tutum izleyerek uyanışa geçen bir dünyadır. Baksanıza gelinen noktada artık geçmişine hor bakmayaraktan, yani kendi klasiklerine dönüp bugün edindiklerin bilgilerin kaynağını kendi insanına aktarabiliyorlar. Nasıl mı? Mesela bugün makine teorisi olarak bilinen sibernetik kavramını Eflatun’un idare etme sanatı manasına kullandığı Yunanca kökenli ‘kübernetes’ kavramına dayandırarak elbet. Üstelik Eflatun kübernetes (Latince Gobernare) kavramını telaffuz ederken sadece fizik ötesi ruhi bir kavram olarak düşünmemiş aynı zamanda bu kavrama adeta gömlek giydirip eşya anlamı da yüklemiştir. Böylece bu kavrama yüklenen maddi ve manevi unsurlarla birlikte kendince bir bakış açısı geliştirerekten bir şekilde insanın bir takım tehlikelerden korunabileceğine dikkatleri çekmiştir.
Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde, nasıl ki medreselerimiz düşüş dönemlerinde kapılarını akli ilimlere, yani bugünkü ifadelerle pozitif bilimlere kapılarını kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımızda doğuya ait her ne var ne yok hepsine birden kapısını kapalı tutmuştur. Hiç kuşkusuz her iki kapalı kapının da savunulacak bir tarafı yoktur elbet. Hele ki bu güne geldiğimizde Bilgi toplumu olmayı kendine hedef edinmiş hangi ülke olursa olsun hem kendi değerlerine hem de çağın önümüze koyduğu Fenni ve teknolojik bilgilere açık olmak zorundadır. Ancak Avrupa’nın Fenni ve Teknolojik Biliminin dışında hemen her şeyini harfi harfine kopya etmenin de kimlik krizine yol açacağını göz ardı etmememiz gerekir. İçimizde ki bir takım Batı hayranı sözde aydınlar fırsatını bir bulsalar kendi paha biçilmez öz klasik kaynak eserlerimizi bile okullarımızda batıya şirin görünmek adına yabancı dile çevirip öyle okutturacaklardır. Oysa kültürümüzün mimarlarından olan Nesimî, Fuzuli, Baki, Nef'î , Nedim, Şeyh Galip gibi mümtaz bilge aydınlarımız kendi dönemlerinde ki Arap ve Fars edebiyatçıların çokluğuna rağmen eserlerini Türkçe vermekten hiç yüksünmemişlerdir. Anlaşılan o ki, körü körüne taklitçilik, bilgi toplumu olma yolunda ilerlememize engel teşkil edebiliyor. O halde neydik edip hem madden hem de manen kalkınma hamlelerine hız vermek gerektir. Bunun içinde hem kültürel alanda hem de araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitime geçmemiz şarttır. Şayet ekonomik buhran, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı yaşamamak istiyorsak bunu yapmaya mecburuz da. Aksi halde ya askeri disiplinle yetişmiş, ya da bırakınız ne halleri varsa görsün, bırakınız sadece sınıf geçsinler havasında bir öğrenci ordusuna ülkeyi teslim etmiş oluruz. Makul olan, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmak esastır.
Maalesef bugün geldiğimiz noktada eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak programlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada iş, aş problemi doğmuştur. Sadece mesele iş aş olsa yine gam yemeyiz, eğitim kurumlarında resmi ders programın dışında gazete, dergi, ilmi kitaplara yer verilmemesi de apayrı bir açmazımızdır. Keza yine dinin, gençleri üzerinde ahlaki yetişmesinde etken faktör olduğu görmezlikten gelinmesi de öyledir. Dolayısıyla bu tür uygulamalar hem bilgisizliğin kök salmasına hem de ahlaki erozyona yol açmaktadır. Gerçekten de tabiat boşluk kabul etmez, şayet ahlak karın doyurmaz deyip maneviyata önem verilmese birilerinin bu boşluktan istifade edip muzır neşriyatla genç dimağları gafil avlaması kaçınılmazdır. İşte köklerimizden koparılan gençliğin ruhu avlanması en büyük etken unsurlardan biride hiç şüphesiz boş bulunmamızdandır.
Devir bir lokma bir hırka hayat devri değil elbet, teknolojinin doruk noktalara ulaştığı devirdir artık. Madem durum vaziyet bu mecrada seyrediyor, o halde günümüz şartlarında geleceğimizi sloganlara bel bağlamakta değil, geleceğimizin teminatını ilim ve tefekkürde aramalıdır. Hatta ilim Çin'de olsa bile arayınız düsturumuz olmalıdır. Ancak şu da var ki ekonomik alanda çektiğimiz sıkıntılarımız sanıldığının aksine bir lokma bir hırka anlayışından kaynaklanmıyor, bilakis kökü dışarıda ideolojilerin ülke insanlarının ve yöneticilerini aklını çelmelerinden kaynaklanan bir durumdur. İşte asıl bu noktada ideoloji karın doyurmaz demek gerekirken tam aksine birilerince habire “Vatan-Millet Sakarya” hissiyatımız hafife alınıp karın doyurmaz denmekte. Oysa komünizm ve sosyalizm gibi ideolojilerle hangi ülke abad olmuş ki bizde abad olalım. Düşünsenize bu ülkede özel sektörün çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. gibi pek çok alanda girişimlerine destek olmak varken her şeyin devlet eliyle yapılması düşüncesinde olan bir sürü statükocu kafalar vardır. İşte böylesi zihniyete sahip insanların bilhassa düşüş dönemlerinde köşe başlarında bulunması, medeniyet hamlemizi köreltmeye yetmiştir. Oysa değil birkaç özel sektör girişimci, bir zamanlar halkımız bizatihi imece usulü her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faaliyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe el atmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğdu, derken imece usulü faaliyetlerden mahrum kalıp kahve köşelerinde gününü har vurup harman savurur hale gelir. Dolayısıyla hiç kimse kalkıp da kalkınamayışımızın nedenlerini halkın kahve köşelerinde günün gün etmesine bağlamasın, asıl halkımızı o hale getirenlere kabahati yüklemekte fayda vardır. Biz biliyoruz ki bu millet asla miskin değildir, sadece örgütsüzlük ve teşkilatsızlık kurbanıdır. Öyle ya, şimdi tamda bu noktada sormak gerekir bir zamanlar bize hayat veren o Ahi ocağı teşkilatımız nerede, maalesef adı var ama kendisi yok bir ocağımızdır artık.
Bilgi toplumu olma yolunda ilerleme kayd edemeyişimizin sebebi eski kanaatler değil elbet, bütünü görememekten kaynaklanan skolâstik ve statükocu kanaatlerdir. Statükocu zihniyet habire şanlı tarihimize cengâverlik yönüyle bakıp medeniyet yönünü görmezlikten gelirse bu durumda nasıl bilgi toplumu olma yolunda ilerleyebiliriz ki. Gerçektende merak bu ya, bu skolâstik kafalar hiç mi tarihimizin altın sayfalarında yer alan alan:
-Fatih’in Rum âlimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası çizmesi için görevlendirdiğini, İtalyan ressamı G. Bellini’ye elinde bir gül ile kendini resimlettirip güzel tablolar yaptırdığını görmezler?
-Kemal Paşazade bir bilge şahsiyetin atını sürdüğünde sıçrayan çamurun Yavuz’un kaftanına bulaştığında, hemen çamurlu kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığını da mı görmezler?
-Ebüssuûd Efendi’nin fetvalarıyla Kanuni Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olmasındaki inceliği de mi görmezler?
-Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgiler sayesinde Kristof Kolomb’un bir anda Hindistan’a batıdan dolaşıp, Amerika’nın keşfini gerçekleştirdiğini de mi hiç görmezler?
Elbette ki tarihe not düşülmüş bir başka ilginç hadiselerden biri de, Batı’nın haçlı seferleri kanalıyla İslâm Medeniyetini tanıma fırsatını yakalıyor olmaları gerçeğidir.. İşte bu tanışıklıktır ki ilerisinde onların Rönesans’ını gerçekleştirmelerine yetecektir. Bu yüzden deriz ki; Batı bizatihi Rönesans’ını Müslümanlara borçludur. Hatta ve hatta Batı dünyası bizim İslam Bilginlerinin ortaya koyduğu tercüme eser ve öğretileri sayesinde Yunan medeniyetinin izlerine ulaştığı gibi Endülüs yoluyla Müslümanlardan edindikleri birtakım bilgilerde ortaçağ zihniyetinden kurtulmalarına kapı aralamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’ya ufuk turu açan iksir El-Bruni ve Harzemşahlar gibi daha nice bilge dehalarımızın ortaya koydukları eserlerde kodludur. Gerçektende batı dünyası elde ettikleri eserlerden edindikleri bilgi kodları sayesinde gelişmenin merkezi olmuşlardır. Dahası İslâm medeniyeti bugünkü Batı medeniyetinin doğuşunda çok büyük katkı sağlamıştır. Malumunuz Ortaçağ denildiğinde Batının bilimi katlettiği karanlık yıllar akla gelmekte. Ta ki; Batı 12. ve 15. asırlarda İslâm dünyasıyla yüzleşti, işte o zaman bizden aldığı aşılar sayesinde güç kazanmışlardır. Nitekim Piri Reis Kitab-ı Bahriye eserinde Avrupalıların denizcilik ilminde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış olduklarını dile getirerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Hakeza İbn-i Haldun’da; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle batı dünyasının o yıllarda Ortaçağ karanlığına gömüldüğünü, Doğuda ise İslam medeniyeti sayesinde altın çağlarımızı yaşadığımıza vurgu yapmıştır. Delil mi? İşte o yıllarda Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktırılması, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptırılması ve Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edilmesi vs Ortaçağ Avrupa zihniyetinin bariz delilleridir zaten. Ne zaman ki Batı dünyası Kessler’in ifade ettiği şekliyle “Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hareket ve fikir akımları da o kadar zengin olur” anlayışın çizgisine geliverdi, işte o zaman taassup bataklığından çıkıp ‘Bilgi Toplumu’ olma yolunda aşama aşama ilerleme kayd etmişlerdir. Madem öyle, nasıl ki Batı bizim tercüme eserlerimizden istifade ederekten kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesans’ını gerçekleştirdiyse, pekâlâ bizde kendi Nizam-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu ve kendi Rönesans’ımızı gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde gün tarihi kodlarımızda mevcut gerçek. Hürriyetin ne demek olduğunu cümle âleme ilan etme günü deyip ötelere yelken açmalı da.
Evet, bir kez daha belirtmekte yarar var; Avrupa kendi ortaçağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, bizse kendi yükselişimizde çöküşümüzü hazırlamışız. Dahası Batı ortaçağında dünyanın düz olduğu inancıyla oyalanıp dururken, biz ise Kur’an ayetlerinden ilham alaraktan mesela:
- Seyyid Şerif el Cürcani Şerhu’l Mevâkıf adıyla Semerkant’ta tamamladığı kitabında dünyanın top (küre) şeklinde olduğuna yer verirken, Saduddin Taftazani de Şerhu’l Mâkasıd adlı eserinde dünyayı top (küre) şeklinde tarif etmiştir.
- İmam-ı Gazali de; “Kim dünyanın küre şeklinde olduğunu, dini korumak gayesiyle red ve inkâr ederse, dine karşı cinayet işlemiş olur ki bu bir hıyanettir” beyanıyla bu husustaki kararlılığını ortaya koymuştur. Hatta İmam-ı Gazali bunla da kalmamış ay tutulması hadisesinde dünyanın ay ile güneş arasına girdiğinin izahını yaparaktan açıkça dünyanın döndüğüne dikkat çekmiştir.
-Malumunuz Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri de Marifetname adlı eserinde İmamı Gazali’nin tespitlerini doğrularcasına; “Bu mevzuda tartışmayı dinin gereklerinden sayan kimse dini zayıf düşürdüğü gibi ona işlenen en büyük cinayettir” beyanında bulunaraktan destek çıkmıştır.
- Reşid Rıza kaleme aldığı Menar Tefsirinde Kur’an’da zikredilen “Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne örtüyor” (Zümer 5) ayetini açıklık getirirken tekvir kökünden gelen yükevvirü kelimesinin yuvarlak manasına bir ibare olduğuna işaret ederekten dünyanın yuvarlaklığına vurgu yapmıştır.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz bizim engin kaynaklarımızda akli ilimlere ters düşen abesle iştigal hiçbir bir durumumuz söz konusu değildir. Dolayısıyla bu noktada bizim engin kaynaklarımızın asrın idrakinden beslenmeye ihtiyacı yoktur, asıl asrın idrakinin bizim engin kaynaklarımızdan beslenmeye ihtiyacı vardır dersek yeridir. Kelimenin tam anlamıyla İslâm çağlar üstü bir din ve her çağın İslâm’ı anlamaya ihtiyacı vardır. Madem öyle, bize Kur’an’dan ilham alaraktan erdemli bilgi toplumu olma yolunda adım adım ilerlemek düşer bize. Zira Kur'an'ı Mucizül Beyan bir nur, bir ışık ve bir sırdır. Ve bu ışıktan ilham alaraktan doğu’ya kapalı olmayan batı’nın teknolojisine de açık olan zihniyet yarınlarımızın güvencesi olacağına inancımız tam da.
Velhasıl-ı kelam, nasıl ki ünlü pop yıldız Cat Stevens Müslüman olmasıyla birlikte 'Yusuf İslam' adını alıp kendini Kur’an’da buldu ise, pekâlâ tüm insanlıkta Kur’an’dan ilham alarak hayat bulabilir.
Vesselam.
 
Üst