dedekorkut1
Doçent
ÇAY KAHVE BAHANE, GÖNÜL İLLA SOHBET İSTER
SELİM GÜRBÜZER
Malumunuz sohbet insan ruhuna tesir ederse ancak o zaman bir anlam ifade etmekte, aksi halde o sohbet havada asılı kalaraktan hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bikere her şeyden önce sohbet edenin özü sözü bir, iman, ahlak ve şahsiyet sahibi olması gerekir ki sözünün eri olabilsin. Nasıl mı? Sadatlar bunun en belirgin örneği zaten. Düşünsenize Sadatların sohbeti katılaşmış kalplerde bile yumuşatıcı ı tesir gösterebiliyor. Nitekim Suriye’deki Hıristiyan ahalisinin önde gelen bir kısım insanlar, Sadatlardan Şah-ı Hazne (k.s)’ın sohbetine denk geldiklerinde ‘O bir peygamber olsa gerektir’ demekten kendilerini alamazlardı. Tabii Şah-ı Hazne (k.s) bu tür maksadı aşan ifadeler karşısında derhal tepkisini ortaya koyup şöyle der: “O da ne söz, bu tür sözleri asla ağzınıza almayın, şunu iyi biliniz ki, Allah Resulünün dar-ı bekaya irtihaliyle birlikte peygamberlik kapısı kapanmıştır.”
İşte Sadat olmanın getirdiği nübüvveti duruş ve tavır budur. Öyle ki tabiat boşluk kabul etmez misali sohbet etmekse sohbet, had hudut bildirmekse o da aynı şekilde gerekli zamanlamayla yerine getirilirde. Çünkü en ufak bir taviz ilerisinde telafisi mümkün olmayan vahim sonuçlara kapı aralayabiliyor. Hele bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda sohbete verilen kıymet kadar şeriata aykırılık durumlara karşı tavır koymakta çok mühim vazife addedilmektedir. Nitekim bu yolu sistemleştirme vazifesini üstlenen Şah-ı Nakşibend (k.s) “Bizim yolumuz sohbet yoludur, Halvette şöhret, şöhrette ise afet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir. Birlikte olmak sohbetle mümkündür. Ancak bu halin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Sohbet olanların yekdiğerinde fani olmaları şarttır. Hazreti Huzeyfe (r.a)’ın; “Gelin bir saat iman edelim” sözü gösteriyor ki, taliplilerin kendi aralarında sohbet etmelerinde çok hayır ve bereket vardır. Ümit ederiz ki, buna devamda son derece ihtimam gösterirlerse imanı elde etmiş olurlar” diye beyan buyurmakla sohbete verilen ehemmiyeti ortaya koyarken, Seyda Hz.leri de izini iz sürdüğü sohbet yolunun başına her hangi bir halel gelmemesi için sofilerine “Ne tarikata, ne de şeriata bid’atı sokmayın” tembihatıyla nasıl uyanık ve nasıl titiz davranılması gerektiğini ortaya koymuştur. Tabii, Seyda Hz.lerinin bu titizliği laf ola beri gele türünden bir titizlik değil, bilakis İslam’ı yaşamaya o kadar dikkat ederdi ki, halifelerinden Molla Muhammed’i bir gün yanına çağırdığında ona: ''Hem şeriatta, hem tarikatta, benim üzerime casus olacaksın. Yani ben bir yanlış hareket yaparsam, beni o konuda uyaracaksın'' tembihatını ihmal etmeyecek türden titizliktir bu. Dile kolay, hem bir yandan Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın sistemleştirdiği bu kutsi yolun izini iz süreceksin, hem de içerden ve dışarıdan gelebilecek her türlü fitne, fücur ve bidatlere karşı koruma kalkanı olmaya çalışacaksın. Gerçektende buna ne kuvvet dayanır ne de can. Ama Sadat olunca iş değişiyor, onlar için ne kadar çile o kadar ecir demektir. Şöyle etrafımıza baktığımızda ümmetin birliğini ve dirliğini baltalamaya yönelik İslam, ahlak ve itikadını sarsacak o kadar çok bozuk fikri cereyan ve bid’atler kol gezmekte ki, değil bir bin kat daha titiz davranmayı gerektirir durumdayız.
Evet, Sadatların işi hem zor hem kolay. Zorluğu her türlü fitne fücur ve bidatlere karşı her an uyanık üzere olma mecburiyetleridir, kolay olansa sevdikleri iş olmasıdır. Mesela sahabeden Hazreti Huzeyfe (r.a)’ın; “Gelin bir saat iman edelim” niyeti üzere kurdukları sohbet halkaları onların en çok sevdikleri, aynı zamanda üzerlerindeki yorgunluğu atacak türden işlerdir. Dedik ya, asıl onları zorlayacak olan iş bir önceki Sadattan devr aldıkları emanete sahip çıkıp koruma yükümlülüğüdür. Malum, bilenler bilir, emaneti koruyabilmek için bir yandan oluşturdukları sohbet halkalarına her türlü zehir saçan bozuk fikri cereyan ve bidatleri sokmadıkları gibi, diğer yandan da önlem olarak sünnetleri ihya etmeye yönelik Sekiz şart adabını, Evrad ü ezkârı, Hatme-i Hacegân gibi panzehirleri de iri ve diri tutmanın mücadelesini vermekteler. Hele ki bu zamanda bu ağır sorumluluğu yürütüyor olmak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. İşte bu nedenledir ki, günümüz Sadatın geçmiş Sadatların omuzlarına binen yükten çok daha ağır bir yükün altına girdiklerini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s), bu hususta şöyle der: “Zamanımızın Saadatı geçmiş zaman Saadatından daha büyüktürler, şayet edep dışı olmasaydı onlar hakkında sahabenin mertebesindeler derdim. Gerçi hiç kimse sahabelerin hakikatine ulaşamaz.”
Peki, meseleyi birde gelmiş geçmiş sofiler açısından durum nasıldır dediğimizde ise bu hususta ki meramımızı Şeyh Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s): “Her kim Şeyh Abdulkâdir Geylânî’nin amelini yaparsa o da şey Abdulkâdir Geylânî gibi olur” beyanıyla açıklık getirir.
SELİM GÜRBÜZER
Malumunuz sohbet insan ruhuna tesir ederse ancak o zaman bir anlam ifade etmekte, aksi halde o sohbet havada asılı kalaraktan hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bikere her şeyden önce sohbet edenin özü sözü bir, iman, ahlak ve şahsiyet sahibi olması gerekir ki sözünün eri olabilsin. Nasıl mı? Sadatlar bunun en belirgin örneği zaten. Düşünsenize Sadatların sohbeti katılaşmış kalplerde bile yumuşatıcı ı tesir gösterebiliyor. Nitekim Suriye’deki Hıristiyan ahalisinin önde gelen bir kısım insanlar, Sadatlardan Şah-ı Hazne (k.s)’ın sohbetine denk geldiklerinde ‘O bir peygamber olsa gerektir’ demekten kendilerini alamazlardı. Tabii Şah-ı Hazne (k.s) bu tür maksadı aşan ifadeler karşısında derhal tepkisini ortaya koyup şöyle der: “O da ne söz, bu tür sözleri asla ağzınıza almayın, şunu iyi biliniz ki, Allah Resulünün dar-ı bekaya irtihaliyle birlikte peygamberlik kapısı kapanmıştır.”
İşte Sadat olmanın getirdiği nübüvveti duruş ve tavır budur. Öyle ki tabiat boşluk kabul etmez misali sohbet etmekse sohbet, had hudut bildirmekse o da aynı şekilde gerekli zamanlamayla yerine getirilirde. Çünkü en ufak bir taviz ilerisinde telafisi mümkün olmayan vahim sonuçlara kapı aralayabiliyor. Hele bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda sohbete verilen kıymet kadar şeriata aykırılık durumlara karşı tavır koymakta çok mühim vazife addedilmektedir. Nitekim bu yolu sistemleştirme vazifesini üstlenen Şah-ı Nakşibend (k.s) “Bizim yolumuz sohbet yoludur, Halvette şöhret, şöhrette ise afet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir. Birlikte olmak sohbetle mümkündür. Ancak bu halin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Sohbet olanların yekdiğerinde fani olmaları şarttır. Hazreti Huzeyfe (r.a)’ın; “Gelin bir saat iman edelim” sözü gösteriyor ki, taliplilerin kendi aralarında sohbet etmelerinde çok hayır ve bereket vardır. Ümit ederiz ki, buna devamda son derece ihtimam gösterirlerse imanı elde etmiş olurlar” diye beyan buyurmakla sohbete verilen ehemmiyeti ortaya koyarken, Seyda Hz.leri de izini iz sürdüğü sohbet yolunun başına her hangi bir halel gelmemesi için sofilerine “Ne tarikata, ne de şeriata bid’atı sokmayın” tembihatıyla nasıl uyanık ve nasıl titiz davranılması gerektiğini ortaya koymuştur. Tabii, Seyda Hz.lerinin bu titizliği laf ola beri gele türünden bir titizlik değil, bilakis İslam’ı yaşamaya o kadar dikkat ederdi ki, halifelerinden Molla Muhammed’i bir gün yanına çağırdığında ona: ''Hem şeriatta, hem tarikatta, benim üzerime casus olacaksın. Yani ben bir yanlış hareket yaparsam, beni o konuda uyaracaksın'' tembihatını ihmal etmeyecek türden titizliktir bu. Dile kolay, hem bir yandan Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın sistemleştirdiği bu kutsi yolun izini iz süreceksin, hem de içerden ve dışarıdan gelebilecek her türlü fitne, fücur ve bidatlere karşı koruma kalkanı olmaya çalışacaksın. Gerçektende buna ne kuvvet dayanır ne de can. Ama Sadat olunca iş değişiyor, onlar için ne kadar çile o kadar ecir demektir. Şöyle etrafımıza baktığımızda ümmetin birliğini ve dirliğini baltalamaya yönelik İslam, ahlak ve itikadını sarsacak o kadar çok bozuk fikri cereyan ve bid’atler kol gezmekte ki, değil bir bin kat daha titiz davranmayı gerektirir durumdayız.
Evet, Sadatların işi hem zor hem kolay. Zorluğu her türlü fitne fücur ve bidatlere karşı her an uyanık üzere olma mecburiyetleridir, kolay olansa sevdikleri iş olmasıdır. Mesela sahabeden Hazreti Huzeyfe (r.a)’ın; “Gelin bir saat iman edelim” niyeti üzere kurdukları sohbet halkaları onların en çok sevdikleri, aynı zamanda üzerlerindeki yorgunluğu atacak türden işlerdir. Dedik ya, asıl onları zorlayacak olan iş bir önceki Sadattan devr aldıkları emanete sahip çıkıp koruma yükümlülüğüdür. Malum, bilenler bilir, emaneti koruyabilmek için bir yandan oluşturdukları sohbet halkalarına her türlü zehir saçan bozuk fikri cereyan ve bidatleri sokmadıkları gibi, diğer yandan da önlem olarak sünnetleri ihya etmeye yönelik Sekiz şart adabını, Evrad ü ezkârı, Hatme-i Hacegân gibi panzehirleri de iri ve diri tutmanın mücadelesini vermekteler. Hele ki bu zamanda bu ağır sorumluluğu yürütüyor olmak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. İşte bu nedenledir ki, günümüz Sadatın geçmiş Sadatların omuzlarına binen yükten çok daha ağır bir yükün altına girdiklerini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s), bu hususta şöyle der: “Zamanımızın Saadatı geçmiş zaman Saadatından daha büyüktürler, şayet edep dışı olmasaydı onlar hakkında sahabenin mertebesindeler derdim. Gerçi hiç kimse sahabelerin hakikatine ulaşamaz.”
Peki, meseleyi birde gelmiş geçmiş sofiler açısından durum nasıldır dediğimizde ise bu hususta ki meramımızı Şeyh Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s): “Her kim Şeyh Abdulkâdir Geylânî’nin amelini yaparsa o da şey Abdulkâdir Geylânî gibi olur” beyanıyla açıklık getirir.