D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M

SELİM GÜRBÜZER

Batı filozları kendi egosunu ve aklını rehber edinerek aslında kendi varlığını ve kendi hür iradesini inkar eden ilginç sonuçlara varmışlardır. Bakın, J.J. Rousseau “Tefekkür hali tabiata aykırı olup, insan soysuzlaşmış hayvandır” tanımlamasında bulunurken Montaigne ise insan hakkında hasta hayvan tanımlamasında bulunmuştur. Marks’ta malum insanı proletarya sınıfının üyesi olarak addederekten kol ve kas gücünden ibaret bir varlık olarak görmüştür. Böylece her bir feylesof ve ideolog insanı hayvan ilan etmekten imtina etmemişlerdir. Adamlar sanki daha önceden kendi aralarında anlaşmışçasına hep bir ağızdan insanı adeta iki beygir motor gücünde kızağa koşturulmuş hayvan benzetmesinde bulunmayı marifet sanmışlardır. Yine de fazla haksızlık etmeyelim, batıda insanı kızağa koşturulmuş hayvan olarak değil bilakis gayet aklı başında kendi hür iradesini kullanabilecek kabiliyette varlık olarak gören bilge aydınlar da var elbet. Örnek mi? Mesela batı dünyasında Henry Linck insanlara “Dine dönüş çağrısı” yapan bir aydın olarak göze çarparken Dr. Alexis Carrel’de adeta insana kendine dön dercesine “Uyanın çağrısı” ile dikkat çeken bir bilge düşünürdür. Mesela bizde ise Mevlana “Ne olursan ol yine gel” çağrısıyla insanların gönüllerini fetheden isim olarak göze çarparken Yunus’ta “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” çağrısıyla dikkat çeken bir sevgi bülbülümüzdür.

Ama gel gör ki feylesof aklı bu ya, kerameti kendinden menkul bir takım koca koca kelli felli adamlar bu gün olmuş hala inadım inat eşref-i mahlûkat insana hayvan gözüyle bakmaktalar. Tabii bakış açısı bu olunca da tıpkı kendileri gibi toplumun değerlerini hiçe sayan bir takım kendini bilmez insanların ahlâktan mahrum taleplerini özgürlük olarak takdim etmekte hiçbir beis görmüyorlar da. Baksanıza adamlarda din, iman, hayâ denen hiçbir kıymet değer kalmamış ki, elbette ki özgürlük kılıfı altında insanları sınırsız ihtiras ve arzuları peşinde koşan hayvan konumuna düşürmekte herhangi bir sakınca görmeyeceklerdir. Oysa bu düpedüz insan nefsinin azıya alınaraktan ruhunun tutsak kılınmak istenildiği özgürlük şarlatanlığının tâ kendisi bir havariliktir. Hem bu nasıl özgürlük havariliği kesilmekse bir bakıyorsun İstanbul sözleşmesini bahane ederekten güya ‘toplumsal cinsiyet eşitsizliği’ adı altında sinsice aileyi yok etmeye yönelik talep ve gösterilere çanak tutulabiliyor. Birde üstüne üstük çanak tutarlarken de bu arada ‘Söyle bakalım neymiş o değişmeyen değerleriniz’ şeklinde alay edici bir üslupla topluma gözdağı vermeyi de ihmal etmezler. Onlar topluma ayar çeke dursunlar şunu iyi bilinsinler ki bu yaptıkları yanlarına kâr kalmayıp bir gün mutlaka hevesleri kursaklarında kalacaktır. Nitekim biz biliyoruz ki dün olduğu gibi bugün, yarın ve gelecekte de toplumları yine ‘inanç, iffet, namus, ahlak’ gibi değerler ayakta tutacaktır. Kaldı ki bu değerler sonradan kazanılmışta değil, zaten insanın yaratılış mayasında var olan fıtri değerlerdir. Bu yüzden insanın yaratılış mayasıyla oynamaya kalkışmak bir anlamda insanı insan yapan değerleri linç etmek demek olur ki, hiç boşa heves etmesinler buna çokbilmiş feylesoflar da dâhil hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Hem özgürlük kim onlar kim, baksanıza adamların suratlarında özgürlük sırıtıyor da. Bu gerçeğe rağmen birde üstüne üstük hiç utanmadan özgürlük havarisi kesilebiliyorlar.

Peki, özgürlük havarisi kesilen bu adamların kuyruğuna takılıp kananlara ne demeli. İşte görüyorsunuz kanmanı bedeli olarak sınırsız heva ve heveslerinin kölesi oluverdiler. Gerçekten de ruhunu nefsinin sınırsız istek ve arzularının boyunduruğu altında köleleştiren bir insanın hür iradesinden ve şahsiyetinden eser kalmayacağı muhakkak. Bakınız İslâm’da bir insan ancak Allah’a “abd” olmakla gerçek manada hürriyetine kavuşabiliyor. Ki, böylesi bir hürriyet kazanımı insana Allah’tan gayrı sahte mabutlara meydan okur bir konuma getirir de. İyi ki de İslam’la şereflenmişiz. Aksi halde nefsin sınırsız istek ve arzularına yenik düşüp ruh köklerimizi tutsak halden hürriyete kavuşturmamız mümkün olmayacaktı. Anlaşılan o ki, gerçek manada insanın hürriyetine kavuşması Allah’a kul olmaktan geçmekte. Allah’a abd olmak aynı zamanda kanatlanmış kelebek misali ötelere yol almak demektir. Nasıl ötelere yol alınmasın ki, bikere şu fani dünyada her şey değişir değişmeyen tek şey Allah ve Resulünün hakikatleridir. Dikkat edin felsefe için hakikat demedik. Niye derseniz, gayet her şey açık ortada, mesela felsefe tarihine baktığımızda bugüne kadar gelen her bir feylesofun kendinden önceki feylesofların fikirlerini yalanladığını görürüz. İşte bu gerçekliğe rağmen illa felsefeden söz edilecekse de Müslüman’ın felsefesi bellidir, o da Allah ve Resulünün hakikatleridir. Hiç kuşku yoktur ki, Allah Resulünün dilinden sadır olan her bir kelam vahyin süzgecinden geçmiş kelamdır. Nitekim vahyin kuşatıcılığı belirli zaman dilimle sınırlı olmayıp ebedidir. Madem vahyin kuşatıcılığı mekândan ve zamandan bağımsız olarak değişmeksizin ebediyete akıp gitmekte, o halde durduk yere felsefeyle oyalanıp ömrümüzü boşa heba etmeye hiç gerek yoktur. Hakeza ideolojilerle oyalanmakta öyledir. Neyse ki tarihi süreçte batı patentli tabu hale getirilmiş bir takım felsefi akımlar ve ideolojiler eski hızını kaybetmiş durumda.. Hatta miatlarını tamamlamış gözüküyorlar da. Yinede bu adamlar boş durmayacakları malum, bu kez bir başka tabuyu dikte edeceklerdir. Gönül ister ki bizde bu arada her seferinde bize dikte ettirilip dayatacakları tabular karşısında uyanık olup kucağına düşüvermesek, hiçte fena olmaz elbet. İşte Cemil Meriç bu nedenledir ki “Tabular, tabular, tabular her adımda şuura dur emrini veren jandarma neferleridir” demekten kendini alamaz da. Belli ki, tarihi süreç içerisinde insanoğlu vahye teslim olmak yerine daha çok kendini jandarma neferlerine teslim etmekte. Şayet bu gün gelinen noktada gerçek anlamda fikri hür vicdanı hür nesillerden söz edilemiyorsa biliniz ki statükocu zihniyetin insanlığın gelecek tasavvurları üzerine adeta karabasan gibi çökmesi yüzündendir elbet. Bikere adı üzerinde statükocu zihniyet, yani her devirde hür düşünceyi zindana hapsetmiş zihniyetin ta kendisidir. Örnek mi? İşte Batı dünyasında Sokrat’ın hür düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edilişi bunun en çarpıcı örneğidir zaten. Peki, Sokrat statükocu zihniyet tarafından ölüme mahkûm edildi de ne oldu, sonuçta bugün o hür düşüncesiyle yaşıyor ya, bu yetmez mi. Gerçekten de tarihten bugüne statükocu zihniyetin hür düşüncenin önünde en büyük engel olduğu artık bir sır değil elbet. Hele toplumlar statükocu zihniyet tarafından idare edilmeye bir görsün okuyacağı tarih resmi tarihtir, savunacağı ideolojisi ise postal ayak sesleri eşliğinde marş marş türünden resmi ideoloji olur artık. Sıkıysa halkın içinden biri bu komutlara uyuvermesin derhal icabına bakılıp demokles’in kılıcı başına indirilirde. Şimdi gel de bu durumda kapana kıstırılmış toplumun yerinde biz olsak ne yapabilirdik ki, öyle ya tepeden inmeci bir anlayış ve dayatmayla ellerine tutuşturmuşlar ‘al oku’ diye, başkaldırsalar başlarına bin bir türlü bela açacakları muhakkak. Hiç kuşkusuz aynı akıbet bizi de vuracaktı.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M-2
SELİM GÜRBÜZER

Peki, topluma zorla resmi söylem, zorla resmi ideoloji, zorla resmi tarih dayattılar da ne oldu? İşte görüyorsunuz aba altından sopa göstererekten “gerektiğinde üzerinden bin yıl geçse de 28 Şubat bitmeyecek” dedikleri post modern darbeci zihniyet sahipleriyle birlikte siliniverdiler. Üstelik arkalarından bir Allah’ın kulunun hayırla yâd etmeyeceği şekilde toprağın kara bağrına isimleriyle cisimleriyle gömülerek yok oluverdiler. Hem Allah aşkına insanlıktan nasibini almamış böylesi merhametten yoksun statükocu zihniyet nasıl yâd edilebilirdi ki. Baksanıza nasıl bir zihniyetse arkalarından kendilerini unutturmayacak ne şahika bir eser ortaya koyabilmişler ne de insan ufkunu açacak doğru dürüst bir fikri neşriyat. Hani Ziya Paşa “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri” diyor ya, aynen onun gibi post modern darbe zihniyeti de bu vatan toprağının her karış toprağında şühedanın karnıyla yoğrulmuş Can Türkiye’miz de irtica yaygaraları eşliğinde kendi halkına zulmeden bir süreç yaşatmıştır maalesef.

Zaten bir fikri düşünce toplum vicdanında kabul görmüyorsa anlayın ki o fikir, fikir değil tabudur. Kaldı ki fikirlerin serbestçe konuşulmasını yasaklamak ya da kendi dışındaki düşüncelere pranga vurmak hürriyetsizlik doğurmaktadır. Belli ki topluma dayatılan tek tip düşünceler çok büyük huzursuzluklara ve zulümlere yol açmakta. Hatta işin daha da vahim yönü geleceğimizi karartmaktalar. Her neyse onca yaşanmışlıklardan sonra artık gardrop statükocu zihniyetinde kendilerine çeki düzen verip tek tip ideolojilerini topluma dayataraktan yol alamayacaklarını bir şekilde idrak etmelerinde fayda vardır. Hem kaldı ki dünyanın geldiği noktada çoğulcu anlayış hâkimken statükoculukta çivili kalmak kimin ne işine yarar ki. Statükocu zihniyet değil dünyanın bugün geldiği noktayı okuyabilmeleri, Resûlullah (s.a.v)’in tâ asırlar öncesinde Yahudiler ve Arap müşriklerle yaptığı Medine sözleşmesiyle farklı düşünce ve farklı kimliklere sahip topluluklarla beraber nasıl yaşanabileceğinin uygulamasından bile bihaberdirler. Şöyle ki; Peygamberimiz (s.a.v) Medine’de yaşayan Müslümanlar, Yahudiler ve Arap müşriklerle bir arada nasıl yaşanılacağının ahdini gerçekleştirdiği zaman Müslümanlar sayıca %10’luk bir sayıya tekabül ediyordu. Yani, Müslümanlar diğer topluluklara nazaran azınlık sayılırdı. İşte bu nokta da Resûlullah (s.a.v) azınlık durumunda çoğunluğun yanında nasıl yaşanılır, nasıl beşeri münasebetler kurulabileceğinin metotlarını ahdine sadık âlemlere rahmet bir peygamber olarak ortaya koyduğu Medine Vesikasıyla ispatlamıştır. Mekke’nin fethi gerçekleştiğinde ise malum sayıca %100’lük Müslümanların hâkim olduğu bir iklim doğmuştur. Derken azınlıktan hâkim duruma geçişte Peygamberimiz (s.a.v) bu kez vahiy ışığında inananların kardeşçe bir arada nasıl yaşanabileceğinin metot ve uygulamalarını tatbik ederek ispatlamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Mekke %100 Müslümanların nasıl bir arada kardeşçe yaşanabileceğinin göstergesi simge bir şehrimizdir. Medine ise toplamda %90’ tekabül eden farklı kimliklere sahip topluluklarla sayıca %10’luk konumda Müslümanların bir arada nasıl huzur içerisinde yaşanabileceğinin göstergesi bir simge şehrimizdir. Madem bize ışık tutacak önümüzde biri Allah’ın haremi Mekke şehir modeli, diğeri de Gül Nebevinin haremi Medine şehir modeli var, o halde sınırların eskisi kadar pek ehemmiyeti kalmadığı şu küreselleşen günümüz dünyasında da uygulayabiliyor olmak çok mühimdir. Tabii burada onca küresel çapta çeşitlilik içerisinde özümüzden hiçbir şey kaybetmeksizin bir arada bulunmanın çok dikkat gerektiren bir husus olduğunu da unutmamak gerekir. Dahası dünya ölçeğinde böylesi küresel çapta bir bütünlüğü karşıt hale getirmeden bir arada karşılıklı saygı çerçevesinde kültürel, sosyal, siyasi ve ekonomik alanda tüm beşeri münasebetleri yürütecek kabiliyeti gösterebilmekte çok maharet gerektirir. Ki, Osmanlı bunu üç kıtada Nizam-ı âlem ülküsü çerçevesinde başarmış bir Devlet-i Aliye’mizdir. Pekâlâ, bizlerde Osmanlının torunları olarak bunu başarabiliriz, neden olmasın ki? Şayet kendi kabımıza çekilerekten bizim ne işimiz var Yemen’de, ne işimiz var Suriye’de, ne işimiz var Irak’ta, ne işimiz var Libya’da, ne işimiz var Ege ve Balkanlar’da dersek bu durumda elbette başaramayız. Bu bakış açısı tamamen dünyaya tek tip pencereden bakmak olur ki, Allah korusun böyle bir basiretsizlikle hem kendi kendimizi “Sevr”e mahkûm etmiş oluruz hem de totaliter ve statükocu zihniyetlerin değirmenine su taşımış oluruz.
Evet, totaliter rejimlerin ve statükocu zihniyetlerin dünyaya bakış açıları tek tiptir. Hatta bu bakış açısının egemen olduğu ülkelerde başta düşünce özgürlüğü olmak üzere diğer temel hak özgürlüklerinin rafa kaldırıldığı artık bir sır değil. Besbelli ki özgürlük sadece lafta var, uygulamada ise kan kusturmak vardır. Delil mi? İşte Fransız ihtilali, Nazi ihtilali, Bolşevik ihtilali, bizdeki 15 Temmuz Hain Darbe girişimi bunun en bariz göstergeleridir. Bu örneklere bakaraktan belli ki darbe zihniyetinin köklerini kazımak öyle kolay bir iş değil elbet. Yine de pes etmemek gerekir, hiçbir şey yapamasak da bari hiç olmazsa onların değirmenine su taşımaktan da mı kendimizi alıkoyamayız. Şu iyi bilinsin ki, fitnenin kol gezdiği günümüz dünyasında at izini it izine karıştırmakta mahir statükocu zihniyetten uzak durmak bile Nizam-ı âlem’e giden yolda hizmet olacaktır. Onlar habire ortalığı karıştıra dursunlar, Allah’ında değişmez bir hesabı var elbet. Zira Yüce Allah’ın (c.c) bu hususta Kur’an’da “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” (Saaf, 61/8) vaadi var. Ayrıca Yüce Allah (c.c.) Kur’an’da; “Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerinden” (Er-Rum 22) diye beyan buyurmakla da bir gerçeğe işarette var. O gerçek farklılıkların ayrılık olmadığı, bilakis zenginlik olduğu gerçeğidir. Ne diyelim, işte görüyorsunuz çoğulcu ferman yücelerden gelmekte, o halde ferman Yüce Allah’ındır demek düşer bize. Hatta ferman gereği tek hakikat benimkidir egosundan kurtulmamız da gerekir. Egolarımızı bertaraf ettiğimizde farklı düşüncedeki insanlarla empati kurmanın pekte zor olmadığı görülecektir. Bu hususta Müberra Dinimiz mesela fikir hürriyetini irşâd vasıtası olarak görmekte.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M-3
SELİM GÜRBÜZER

Ancak fikir hürriyeti derken bir şartla, çoğunluğun azınlığa ya da azınlığın çoğunluğa karşı tahakkümü şeklinde bir fikri dayatılmaya kalkışıldığında iş değişir, o zaman böylesi bir fikir hürriyeti dinimizde asla irşad vasıtası olarak kabul görmez. Öyle anlaşılıyor ki hürriyet ortamını kendi tabii mecrasında iri ve diri tutmak gerekir ki; aklı hür, vicdanı hür nesiller doğuversin. Eski Türkiye’de bilindiği üzere topluma hürriyetin ucu gösterilmişti hep. Kısmi hürriyet tanındı da ne işe yaradı ki, sonuçta ceberut devletçi zihniyet karşısında birey her zaman olduğu gibi yine kendisini güçsüz, yine mağdur durumda hissetmiştir. İşte bu yüzdendir ki Medine Vesikasında verilen mesajı çok iyi anlamak icab eder. Ki, Ecdadımız Osmanlı bu mesajı çok iyi anlayıp üzerine vazife addettiği içindir farklı kimlikteki toplulukları 600 sene hür bir ortamda idare edebilme kabiliyetini gösterebilmiştir. Keza süper gücü Amerika’da geçmişin süper gücü Osmanlı uygulamalarından esinlenerek varlığını devam ettirmeye çalışmakta. Öyle ya, Amerika’da tıpkı Osmanlıda olduğu gibi 167 çeşit din mensubu ve bir o kadar da farklı dil ve lehçelere sahip toplulukları bağrında taşıdığına göre elbette ki Osmanlı’dan esinlenerek halklarını özgürlük meşalesiyle bir arada tutmaya mecburdur. Ancak ABD her ne kadar Osmanlı’yı örnek almış gözükse de bir bakıyorsun özgürlük meşalesi sadece kendi coğrafyası sınırları içerisinde geçerlidir, kendi sınırları dışında ki ülkelerden esirgemiş durumdadır. Tabii Osmanlı öyle değildi hem içerde hem de dışarıda özgürlük meşalesiydi. Yukarıda dedik ya, Osmanlının önünde Resûlullah (s.a.v)’ın farklı topluluklarla bir arada nasıl yaşanacağının göstergesi Medine Vesikası ve kusva adlı devesi üzerinde ne Arab’ın Aceme ne Acem’in Araba üstün olamayacağını ilan eden o müthiş Veda Hutbesi denen örnek model vardı, özgürlük meşalesi olmaya mecburdu zaten. Şayet bizlerde tıpkı ecdadımız gibi Resulullah (s.a.v)’in uygulamalarına bakaraktan izini iz sürseydik gelinen noktada farklılıkları zihin dünyamızda bölücülük olarak değil zenginlik olarak algılayacaktık. Düşünsenize tarih boyunca hiçbir ırk mezheb ve meşreb ayırımı gözetmeksizin Anadolu kilimi üzerinde omuz omuza vererek bir arada huzur içerisinde yaşamayı başarmış bir milletiz. Dün olduğu gibi bugünde farklı kimliklere sahip topluluklarla çatışma alanları oluşturmadan yeniden bir arada huzur içerisinde yaşayabiliriz pekâlâ. Öyle ya, madem kilim üzerindeki farklı desenler bütünlük arz ediyor, o halde aynı vatan sathında aşımızı işimizi paylaştığımız farklı kimlik ve kültürlere sahip toplulukları öteki görmeye hiç kimsenin hakkı olmasa gerektir. Hem haddimize mi öteki görmek, sonuçta hepimiz ben-i âdemiz, topraktan geldik yine dönüş toprağadır. Bakınız toprak bile toprak haliyle her türlü insanı bağrına basmışken, tıpkı bizde doğurgan toprak ana misali yediden yetmişe herkesi Anadoluca bağrımıza basmayalım ki. Nasıl ki kendini cennetlik görüp başkalarını cennetlik görmemek maraz bir illetse, keza başkalarını cehennemlik görmekte aynı derecede maraz bir illettir. İşte bu tür maraz illetlerden kurtulmak için Ariflerin dile getirdiği “Her geceyi Kadir bil, her gördüğünü Hızır bil” düsturunu kendimize yol edinmemiz gerekir. Hiç kuşkusuz bizim dışımızda ki insanları Hızır olarak algılamakla hiçbir şey kaybetmeyiz, tam aksine insanlara tepeden bakan azgınlaşmış egomuzun tekerleğine çomak sokaraktan Allah katında yücelmiş oluruz. Hele birde Hızır algıladığımız insanlardan biri Hızır olarak karşımıza çıkarsa bak o zaman değme keyfine, o Hızır’ın huyundan suyundan ister istemez bizim üzerimize de sirayet edip insanların derdi bizim derdimiz olur da. Hani Arifler diyor ya “Veliyi görende Velidir” diye, aynen bu gözle baktığımızda bizde tıpkı veliler gibi insan dostu oluruz. Sadece insan dostu olmak mı, ayrıca kişiliğimize güzellik katmış oluruz da.

Belli ki, Batının sözde hümanistleri “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” diyen bizim Yunus velimizden öğrenmeleri gereken daha nice insanlık dersleri var elbet. Onlar hala işin lafındalar, oysa biz biliyoruz ki kendi dışındaki başkalarının canı onların hiç umurunda bile olmaz. Baksanıza halen bugün olmuş dünyayı kana bulayarak beslenmekteler. Hatta fazla uzaklara gitmeye gerekte yoktur. Örnek mi? İşte bir zamanlar Türkiye’de Marksist öğretilerden yola çıkan solcu gençler düşüncelerini namlularının üzerine kurup ‘Devrim kanla yazılır’ sloganıyla ortalığı kana bulamaları bunun en bariz tipik örneğidir zaten. Tabii böylesi bir metodu hiçbir mümin asla kendine örnek alamaz. Bizim örnek alacağımız adres bellidir, Peygamberimiz (s.a.v)’in öğretilerinden yola çıkarak bize ancak “Başkalarını cennetlik görmedikçe, kendimizi cennetlik göremeyiz” düsturunu metod edinmek yaraşır. Bu yüzden ümmeti olarak haksız yere kan dökmeyiz de. Zira bizim için Allah’ın verdiği canı ancak yine Allah alır hükmü esastır. İşte İslam’da gerçek manada can emniyeti yaşama hürriyeti budur, bunun dışındaki slogan varı söylemlerin hepsi laf-ı güzaftan başka bir şey değildir elbet.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M-4
SELİM GÜRBÜZER

BUHRANLARIN VE TEZATLARIN ÇOCUĞU BATI DÜŞÜNCESİ

Hiç kuşkusuz dini yaşama hürriyeti, mal mülk edinmek hürriyeti ve yaşama güvenliği olmayan bir ülkede düşünce hürriyetinden dem vurmak akla ziyan bir tutumdur. Bakınız Hz. Mevlâna Mesnevisinde düşünce hürriyetinin önemini nasıl dile getiriyor: “Düşünce kınanmaz (muafaze edilmez). İnsan içi hürriyet âlemidir. Düşünceler latiftir, onlar hüküm olunamaz: “Biz görünene hükmederiz, sırları ancak Allah bilir” (hadis) buyrulmuştur. Düşünceler, içimizde oldukça adları sanları ve alametleri yoktur. Bu yüzden de onların ne kâfirlikleri ne de Müslümanlıkları hakkında hüküm verilmez. Hiçbir kadı var mıdır ki?

—Sen içinden böyle geçirdin (
yahut) gel, içinden böyle düşünmediğine yemin et desin.

Diyemez. Çünkü kimsenin içine hükmedilemez. Düşünceler havadaki kuşlar gibidir. Cümle, ibare ve söz haline geldiği andan itibaren iyiliğine ve kötülüğüne hüküm olunabilir.

Allah (c.c.) ise bütün âlemlerin fevkindedir ve ne içte ne de dıştadır. Hintli, Kıpçak, Anadolu ve Habeş hepsi de mezarlarında bir halde ve aynı renktedirler.

“En güzel şekil olan insan şekli arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz.”
(Bkz. Mesnevi, C.1)

İşte görüyorsunuz yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere Hz. Mevlâna insanın iç dünyasını hür âlem olarak ilan etmekle düşüncenin kınanamayacağına dikkatimizi çekmiştir. Ta ki düşünce bir kelime, ta ki bir cümle, ta ki bir söz ya da bir yazı hale gelir, işte o zaman hakkında yorum yapılabileceğini dile getirir. Keza Mevlana Mesnevisinde bütün etnik farklılıkların toprakla aynı renge bürüneceğini ve insan faktörünün düşüncenin de ötesine taştığını bildirip gerçek manada insan olabilmenin erdemliğini, yani gerçek hümanizm nedir onu da ortaya koymuştur. Bakmayın siz öyle Batıdaki bir takım aklı evvellerin ikide bir hümanistlikten dem vurmalarına, aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, bikere onların dünyasında bir insan ancak tükettiği kadarıyla değer kazanmakta. Üstelik dillendirdikleri hümanizm kavramı kavramdan çok bir kılıf, yani tarihten bugüne işlemiş oldukları insanlık cinayetlerini örtbas için kullanmaktalar. Onlar kılıf olarak kullana dursunlar, gelinen noktada artık insanlık sözde değil özde ruhunun susuzluğunu giderecek bir kaynak peşindedir. Aradığı o kaynak ise hiç şüphe yoktur ki, pek çok ayetin başında “Ey İnsanlar” hitabıyla insanı muhatab alan Kur’an kelamından başkası değildir elbet. Mukaddes kelam-ı kadim önce Hıra mağarasında “oku” ayetiyle yankılanmış, sonra Mekke’de kıvılcım alıp Medine’ye uzanmış en nihayetinde Mekke’nin fethiyle birlikte kemale erip oradan da tüm cihana yayılmıştır. Ve kıyamete kadarda tüm âlemi susuzluktan kurtaran tek yegâne ilahi kaynak olarak yol alacağına inancımız tam da. Nasıl yol almasın ki, bikere İslamiyet ırk ve inanç farkı gözetmeksizin bir arada nasıl yaşanabileceğinin formülünü asırlar öncesinden ilan etmiş bir dindir. İşte görüyorsunuz Batı hümanizmi; kaba ve yapmacık olup tüm düşünce sistemini dünyanın dörtte üçünü kanla kirlettiği sömürü sistem üzerine kurmuştur. Biz ise fikriyatımızı “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” ekseni üzerine inşa etmişiz. Ki, Vahyin soluğu insanların gönlünü fethedecek ve hiçbir maddi menfaate karşılık gelmeyecek Allah için karşılıksız sevmeyi gerektirir. İşte gerçek hümanizm budur. Doğu’yu batıdan ayıran en bariz fark sevgi selidir. Batıda vahye teslim olmamış akıl söz konusudur. Oysa vahiyle soluğunda sevgiyle taçlanmamış akıl insanı öze değil şekle yöneltir. Nitekim Batı da Geometrinin, Doğuda da daha çok Cebir’in neşvünema bulması bizi Batı dünyasında ayıran en belirgin farkımızdır. Bu demektir ki biz şekilden ziyade öze daha çok merakızdır. Nasıl mı? İşte Osmanlı bunu nen tipik örneğidir zaten. Öyle ki, Kur’an ve sünnet Devlet-i Aliyye’ye fazlasıyla yetiyordu. Osmanlı düşüncesini pek kaleme, yazıya dökmemiş ama teşkilatıyla, icraatıyla, fiiliyatıyla, medeniyet perspektifiyle, yani değim yerindeyse düşüncenin özünü ve pratiğini ortaya koymuştur. Dahası ceddimiz şekle değil öze itibar etmiştir hep. Düşünce adamına daha çok darda kalıp sıkıntıya düştüğü dönemlerde ihtiyaç hissetmiştir, bunun dışında Osmanlı kendisine “Ayinesi iştir, lafa bakılmaz” düsturunu esas almıştır. Kelimenin tam anlamıyla ecdadımız hiç yoktan gevezeliği kendi vakarına pek yedirmeyip düşüncesini pratiğe dökmeyi yeğlemiştir. Dahası Osmanlı elinde avucunda her ne varsa hiçbirini düşünce kalıpları içerisinde değerlendirmiyordu, bilakis fikir–zikir-şükür ekseni üzerinde hareket ederek değerlendiren bir yapısı vardı. Bölesi bir yapıyı ve ruh hamlesini anlamak için de bilhassa Cemil Meriç’in “Düşünce, buhranların ve tezatların çocuğudur” tespitine kulak vermemiz icab eder. Öyle ya, Batı dünyası habire filozof yetiştirip felsefe üretti de ne oldu, çelişkilerle dolu bir hayat serüveni içerisinde bir türlü şüphe girdabından çıkamamışlardır. Dikkat edin Doğu’da şüphecilikten pek eser görülmez. Niye derseniz, her şey gayet net açık ortada: Peygamber nefesi ve kokusu Doğu insanına ziyadesiyle yetmiştir zaten. Bu yüzden yine Cemil Meriç “Doğu bütün vahiylerin kaynağı, Peygamberler Asya’nın çocuğu, yorumcular Avrupa'nın..” demekten kendini alamamıştır. Elbette ki, Batı dünyası da tıpkı Osmanlı gibi kesretten vahdete bir yol izlemiş olsaydı buhranların ve tezatların çocukları konumuna düşmeyeceklerdi. Ki, Osmanlı’nın yükselişindeki sır vahdet iksirinde gizlidir. Gerçektende Batı filozoflarının hayatı incelendiğinde her birinin çelişkiler yumağıyla örülü dünyaların kucağında doğmuş çocuklar olduğu görülecektir. Ve bu çocuklar büyüdüklerinde her biri kendilerini kıyasıya akıl yarışında bulurlar. En nihayetinde birbirlerini yalanlayaraktan bu dünyadan göçüp gitmiş olurlar da.

Eyvallah akıl akıldan üstündür, buna itirazımız olamaz zaten. Fakat gelmiş geçmiş feylesofların çoğu birbirini yalanladıktan sonra böylesi üstünlük taslayan akıl yarışı neye yarar ki. Her ne kadar feylesoflar kuru mantık oyunlarıyla insanların aklını çelme mahareti gösterseler de gönüllerini asla çelemeyeceklerdir. Çelebilmek için illa ki Gönül Sultanı olmak gerekir. Nitekim Gönülleri Sultanları kendilerine gelenlere kuru akıl değil zikir telkin etmekte. Zira Kur’an’da buyrulduğu üzere “Kalpler ancak Allah’ın zikri ile huzur bulmakta” (er-Rad 28), elbette ki zikir telkin edeceklerdir.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M-5
SELİM GÜRBÜZER

İyi ki de İslam’la müşerref olmuşuz. Aksi halde bizde tıpkı feylesoflar gibi vahyin soluğundan yoksun kuru mantık oyunlarıyla habire debelenip duracaktık. Kaldı ki Kur’an sadece aklı ve düşünceyi ihya etmekle kalmaz tüm gönülleri de kuşatır. Hatta bu sayede Vahyin ışığında gerçek bilgeliğin marifet, vuslat ve aşk deryasına dalmaktan geçtiğini de idrak etmiş olduk. Nasıl idrak etmeyelim ki, bikere İslâm düşüncesinin en büyük zaferi, değişmeyeni kavramasıdır. Batıda felsefe sürekli kısır bir döngü içerisinde tepetaklak yuvarlanıp dönmekte habire. Baksanıza adamlar döne döne ellerinde avuçlarında denemedikleri hiçbir bir şey kalmadı gibi. Neyse ki Doğunun böyle yapboz cinsinden denemelere ihtiyacı yoktur, olmaz da. Zira İslam güneşi sadece doğduğu çağa değil, bütün çağları kuşatacak tek değişmeyen hakikat güneşidir. Düşünsenize Adem (a.s)’dan en son Peygamberimiz (s.a.v)’e dek gelen süreçte Yüce Allah’ın emrine tabii olanlar necat bulup Ahsen-i takvim (yaratılmışların üstünü) mertebesine yükselirken, ilahi buyruklara tabi olmayıp kendini feylesofların kollarına atanlarsa helak olup esfel-i safilin (hayvandan da aşağı)mertebesine inmişlerdir.

Felsefeciler tarihten bugüne habire düşünce ürettiler de sanki insanlık felaha mı erdi, tam aksine insanlık bunalıma girmiştir. Bunalıma girmesi de gayet tabiidir. Çünkü batı düşüncesinin yemişi kandır, yani kandan beslenerek insanları bunalıma sürüklemekteler. Elbette insanlığın bu hale düşmesini istemeyiz ama gel gör ki Batı düşünürleri inançtan boşalan yeri ürettikleri deli gömlek düşünce akımlarıyla doldurmaya devam ettiği müddetçe insanlık daha çok bunalımlara gebe kalacak demektir. Böylece kök saldıkları ülkelerin yönetimini o ülkenin insanları değil yerli işbirlikçiler ve namlular belirleyecektir.

Peki, şu yerli işbirlikçi aydınlara ne demeli. Malum bu tip aydınlarda kendilerini destekleyen yazılı ve görsel yayın kuruluşları aracılığıyla halkın sesi olmak yerine batının borazanlığını yapmaktalar. Oysa evren çok sesli senfonidir. Sözde aydınların tek bildiği şey, eline tutuşturulmuş suni reçeteleri ve felsefi düşünceleri kitlelere dikte ettirmektir, Vahiyden bihaberlerdir! Bu noktada illa felsefeden söz edilecekse şayet, şunu iyi bilsinler ki biz Allah ve Resulünün hakikatlerinden başka felsefe bilmeyiz. Zira bizim yemişimiz İ’lay-ı kelimetullah için Nizam-ı âlem ülküsüdür, yani bu ülküden beslenerek mazlumların umudu zalimlerin de korkulu rüyası oluruz.

GELECEK İLİM VE TEFEKKÜRDEDİR

Evet, şu bir gerçek batının düşünce geleneğinde vahyin soluğundan yoksun kup kuru akıl ve idraklere giydirilmiş deli gömlek türünden felsefi ideolojiler vardır. Bizim fikri geleneğimizde Kur’an, hadis, icmai ümmet ve kıyas-ı fukaha ışığında hür tefekkür abidesi olmak vardır. Doğrusu da budur zaten. Nitekim ehlisünnet uleması genellikle fikriyatını dünü yarınlara bağlayacak şekilde bir bütünlük içerisinde ve edille-i şer’iyye kapsamında tefekkür ağıyla örmeyi yeğlemiştir hep. Batının feylesoların da dünü yarınlara bağlayacak böylesi bir bütünlük asla göremeyiz, düşünce zincirlerinin her bir halkasını tamamen birbirinden kopuk ideolocya örgüsü ağlarla örmüşlerdir hep. Neyse ki Rönesans’ı da biz inşa ettik demiyorlar. Yani Rönesans’ı hümanistlere borçlu olduklarını zaman zaman söyleyebiliyorlar. Elbette ki bu söylemlerinde doğruluk payı var ama bir şey eksik, o da hümanistlerin söz konusu metinleri kimden aldıklarını ya unutmuş gözüküyorlar ya da kendi ideolojik hayranlarına söylemekten imtina ediyorlar. Şayet unutmuşsalar da o zaman biz hatırlatmış olalım ki gizli olan açığa çıkmış olsun.

Hiç kuşkusuz bizde Hümanistleri Yunan metinlerini tercüme eden araştırmacılar olarak bilmesine biliriz ama bunun bir öncesi var bir de sonrası. Yani öncesinde Roma’nın Yunan’ı haklayıp mahvedişi var sonrasında da barbarların Roma’yı haklayıp yıkışı vardır. Malum yıkılan her medeniyetin küllerinden yeni medeniyet umudu doğar ya, aynen öyle de hümanistler de bu iki yıkılan Roma ve Yunan medeniyetine ulaşacak vesikaları Araplardan alıp ülkelerine taşıyaraktan batı dünyasının uyanışına vesile olmuşlardır. Yani bizim tercüme eserlerden aldıkları aşılar sayesinde Rönesans doğuvermiştir. Ne var ki bizde gelişme çağlarımızda kendi orta çağımızı hazırlamışız.

Evet, bir kez daha söylemekte fayda var, bugünkü Avrupa gelişmesini İslam dünyasına borçludur. Her ne kadar içimizde ki batı hayranı sözde aydınlar tüm bunlardan bihaber olsalar da, onların bihaber olmaları var olan gerçeği değiştiremeyecektir elbet. Kaldı ki bu batı hayranı aydınlar Japonya’nın süper güçlerle nasıl başa baş yarışır hale geldiğinden de bihaberlerdir. Elbette ki bihaber olurlar Japonlar hiçbir zaman göbekten batıya bağlı kalıp hayran duymadılar ki. Bilakis kendi göbeklerini kendi kesip öyle yol aldılar. Nitekim Japonlar hem hiyeroglif alfabesinden hem de inandıkları Şintoizm dininden taviz vermeksizin batıyla boy ölçüşür hale gelmişlerdir. Aslında sözde aydınlarımız batı dünyasını da tam anlamış değillerdir, şayet tam anlamış olsalardı İngiltere başbakanı Margaret Thatcher’in “Güttüğüm ekonomik politika tamamı ile Hıristiyan ilkelerine uygundur” sözlerinden şimdiye kadar bir anlam çıkarmış olmaları gerekirdi. Madem anlam çıkaramıyorlar, o zaman biz söyleyelim, dünyanın ilk Demir Leydi’si demek istiyor ki her medeniyet dine dayanarak ancak ayakta durabiliyor.

Her neyse statükocu zihniyet olan bitenlerden bir anlam çıkaramasa da besbelli ki güzelim ülkemizi hangi hür fikirler feraha çıkarır soruların ardı arkası kesilmeyecek gibi gözüküyor. Hatta bu soruların karşılığını bulmak adına bir zamanlar bu ülkede, bilhassa her on yılda bir yapılan darbe dönemlerinde denenmeyen reçete kalmadı da. Öyle ki o dönemlerde statükocu zihniyet kendi sığ düşüncelerini tek hakikatmiş gibi sunup diğerlerini hep yok saymışlardır. Yetmedi hür düşünen insana karşı aba altında sopa göstererekten düşünceyi zindana mahkûm ettiler de. Tabii ki, bu kafayla bizde düşünce adamı yetişmezdi. Madem durum vaziyet bir zamanlar böyleydi, o halde bir şekilde Türkiye’de statükocu zihniyetin yeniden hortlayıp galebe çalmamsı için ezilenlerin gür sesi, suskun dünyanın hür sesi olmak azmimizden ve irademizden taviz vermemiz gerekir. Ki, ezilenlerin gür sesi, suskun dünyanın hür sesi olmak Allah’tan başka tüm sahte mabutlara boyun eğmemeyi gerektirir.

Peki ya azim, irade tüm bunlar iyi hoşta sahabenin hayatında düşünce var mıydı? Sahabenin hayatında elbette düşünce olmazdı. Çünkü onlar Allah Resulünün dizinin dibinde olgunlaşmışlardı, birinci elden Kur’an ve hadisle fazlasıyla iştigal ettiğinden düşünmesine gerekte yoktu zaten. Hatta Ashabın hayatında ruhi bunalım da görülmez, düşünsenize onlar ‘bir lokma bir hırka’ çile hayatı içerisinde bile kendilerini hep huzurlu görmüşlerdir. Sakın ola ki, sahabenin hayatından verdiğimiz bu örnekten hareketle düşünceye karşıymışız gibi bir anlam çıkarılmasın. Hele ki bu yaşadığımız çağda istesek de istemesek de düşünmeden duramayız zaten. Ancak şu da var ki hangi çağda olursa olsun bir mümin için düşünmekten maksat tefekkür babından düşünmek olmalıdır, yani mümin için Allah’ı hatırlatacak olan her ne varsa onu düşünmek esastır. Nitekim Yüce Allah (c.c) Kur’an’da tefekkürünü ibadete çeviren müminleri şöyle över de: “İnananlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler.” (Al-i İmran/191)

Derken en son tahlilde düşünce hürriyetine bakışımızı ise Yüce Allah’ın Kur’an’da beyan buyurduğu Kâfirun Suresiyle ancak şöyle bağlayabiliriz: “Ey Muhammed! Sana bir yıl bizim putlarımıza ibadet et. Biz de senin ilahına bir yıl ibadet edelim, diyen kâfirlere de ki; Ey inkâr eden kâfirler! Ben sizin tapmakta olduğunuz putlara tapmam. Siz de benim ibadet etmekte olduğum (Allah’a) ibadet edicilerden değilsiniz. Zaten ben, sizin tapmış olduklarınıza tapan değilim. Siz de (hiç bir zaman) benim ibadet etmekte olduğuma ibadet edicilerden değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana.”

Vesselam.
 
Üst