Demet Tezcan - Rasulün Hayatı ile aramızdaki geçilmez sınır

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bahar Yüzlü Çocuk Furkan Doğan



[FONT=&quot]Liseye başladığı yıl öğretmeni sınıfta: “İleride ne olacaksınız?” diye sorduğunda Şehid olacağım demişti hiç düşünmeden. Şehidliği kastetmediğini meslek olarak ne olmak istediğini sormuştu sonra öğretmeni … Göz doktoru olmak istiyordu. Göz doktoru olup, Afrika’da katarakt kampanyalarına gönüllü olarak katılıp, göz açmayı hedefliyordu. Bir gün aslında ölümünün ne kadar çok kalp gözü açacağını bilmeden… Gemide tanıştığı göz doktoru Hasan Hüseyin Uysal ile bir saatlik bir sohbetleri olmuştu:‘Abi iyi bir puanım var. Göz doktoru olmak istiyorum’ diyerek Dr.H. Hüseyin’e de yineliyordu bu isteğini. “Furkan’ın adı geçtiğinde cümlenin sonunu getiremiyorum.” diyordu. Dr. Hasan H.Uysal, Furkan’ı anlatırken: “Öyle saf , öyle bir samimi imanı vardı ki ben, benim kuşağımda o imanı göremiyorum,” diyerek göz yaşlarıyla zor tamamlıyordu içinde Furkan geçen cümlesini. Furkan, adı güzel, kendi güzel, hak ile batılı birbirinden ayıran çocuk. Öyle bir imanı vardı ki canını iman ettiği inanç uğrunda vermek arzusuyla dolup taşıyordu. Çok istiyordu canını Rabbine hediye etmeyi ama her tazecik ana kuzusu nasıl severse Rabbin hediyesi olarak sunulduğu anneciğini o da bir o kadar seviyordu. Ölmek ve yaşamak arasındaki gelgitleri bu iki kutsal sevgiden kaynaklanıyor, birini diğerine tercih edemiyordu bir türlü.
Ne diyordu şair: “Onlar anlayamaz ölmeyi anne/ Dağlar yeşermiş mevsim baharken…” Mevsimlerden bahardı… Furkan, ömrünün baharındaydı. Bir mayıs ayının seher vaktiydi vahşice katledilip, hep arzuladığı şehadete kavuştuğunda…
Kolu taşlarla kırılan gençleri vardı Filistin’in Furkan onlara benziyordu…Yaralı olduğu halde işgalci askerlerce sürüklenerek götürülen ,kanları kaldırımları sulayan Filistinli başka gençler vardı onlara da benziyordu. Ama daha çok, en çok Cennet gençlerinden Umeyr’e benziyordu Furkan. Umeyr, Bedir günü savaşa katılmak istiyor ancak yaşı küçük olduğu için kabul edilmeyip, geri çevrilince çok ağlıyordu. Dayanamayıp kabul ediyordu Allah Rasulü. Yaşının küçüklüğünden dolayı kuşanamadığı kılıcını ise abisi bağlıyordu beline. Furkan Mavi Marmara’nın Umeyr’i idi. Bir farkla ki Mavi Marmara savaşa değil işgalin mağdurlarına gidiyordu. Ve Furkan’ın belinde de, elinde de silah yoktu. Sivildi, masumdu, mazlumdu. Küçük olduğu için daha Kayseri ayağında red cevabı almış, yetinmemiş İstanbul’a başvurmuş, gemiye binene kadar da büyük bir mücadelenin içine girmişti. İnancı uğruna üzerine düşenin fazlasına talipti, en fazlasına… Gemide de yaşı küçük olduğu için korumaya çalışmıştı abileri ama o ısrarla bir şeyler yapmak istemiş ve kamerasını alıp zulmü görüntülemeye çalışmıştı. Çalışmıştı Furkan son nefesine kadar… Nereden bilebilirdi ki kendisini de mazlum kılan, kendisine de uygulanacak olan bir vahşetin ilk sahnelerini belgelemenin uğraşını verdiğini?
İşgalci İsrail’in katillerini görüntülüyordu saldırı anında Furkan’ın tek suçuydu görüntü almaya çalışması… Furkan’ın ölümü hak etmesine sebep tek suç aletiydi elindeki küçük amatör kamera… Saldırı anında da gayretle çekim yapmaya çalışıyordu ve kavuşuyordu Rabb’ine…O karar veremese de “Şehadet mi? Annem mi?” diye Rabb’i vermişti kararını kabul etmişti niyetini…
Her sabah namazına ve yatsı namazına giderken yanında mutlaka bir arkadaşını götürüyordu. Onlar da felaha ersin istiyordu. Bilali Habeşi’siydi arkadaşlarının namaz uykudan hayırlıdır diyen… Kitap okumayı çok seviyor okuduğu kitaplardan notlar alıyordu küçük defterine. Defterine ilk notlarını yazdığında 13.10.2008 tarihini atmıştı. Hadisler yazıyordu, ayetler ve okuduğu kitaplardan notlar. 31.05.2010 tarihinde ise son notlarını yazmıştı.Ardından gelecek olan gençlere bir vasiyet gibi bıraktığı notları okulunun onur köşesini süsleyecekti bundan böyle bir de içinde Furkan geçen her cümlede tekrar edilecek, ölümsüzleştirilecekti.
Annesinin küçüğü, babasının “iyilik meleği” sevgili Furkan, biliyoruz, bir düştün bin doğacaksın. Seni tanıyan tüm gençler senin yerinde olmak isteyecek. Doğacak bebeklere konacak adın. Seni bilen her bir annenin yüreğinde, her bir babanın ideal evlat hayalinde yaşayacaksın. Bahar sabahında gül goncasına düşen çiğ tanesi çocuk, ömrünün baharını şehadetle şenlendiren bahar yüzlü çocuk. Biliyoruz aramızdasın… Ve aramızda olacaksın doktor abilerinle Afrika’da bir katarakt kampanyasında, karadan, denizden Filistin’e ve yer- yüzünün tüm mazlumlarına doğru yola çıkan her bir kafilenin içinde, içimizde, yanımızda yanı başımızda olacaksın. Sonbaharda gelip, ilkbaharda gitmen gibi iki mevsim arasına sığan kısacık ömrünü ölümsüzleştiren bahar esintisi, melek yüzlü çocuk. Nurla dolsun, ana kucağı olsun kabrin, huzurla uyu.
[/FONT]
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Demet Tezcan - Masumiyetleri yüzlerinde yazılı çocuklar

Savaşın Masumları



1995 yılından bu yana belki bir birinin aynı, belki birbirinin benzeri, acı, elem, gözyaşına dair kurulabilecek her türlü cümlelerle ama hiç değişmeyen fotoğraf kareleriyle aktarılmaya çalışılıyor Srebrenitsa’nın hikâyesi. Dizilmiş yüzlerce tabut ve başında ne kadar yazarsak yazalım, ne söylersek söyleyelim acıları tarif edilemeyecek kadınlar… Yapayalnız kadınlar. Yürekleri yangın yeri yürekleri kor ateş kadınlar…
Bu yıl Türkiye’de Genç Boşnaklar Derneği’nin girişimiyle farklı bir etkinlikle dikkat çekilip, tam 8 bin 372 çift ayakkabı katledilişlerinin 16.yıldönümünde onları temsilen sergilenmiş olacak.

Tam da bu günlerde bir kitap yayınlandı. “Savaşın Masumları” Müzeyyen Taşçı yıllarca hem Boşnak hem Çeçen, hem Filistinli mülteci kadınlarla hemhal olup onların hayat örgüleriyle örüldü, onların acılarıyla yoğruldu adeta. Acılarını, özlemlerini, hayata dair beklentilerini, kayıplarını, ellerinin arasından kayıp gidişlerini yaşadı. Kiminin evliliğine, kiminin doğumuna, kiminin ölümüne şahitlik etti an be an.
Pek çoğu geride bıraktıkları kayıpları, özlemleri ile hayattan çoktan vazgeçmişken hayata tutunmaları, kendilerine bir şans daha tanımaları için her daim, her birine kız kardeş sıcaklığıyla yaklaşıp elini uzattı. “Bu iş bana düşer mi?” düşüncesiyle uzun yıllar bahsetmedi yazgılarına dokunduğu bu insanlardan. Ne ki geride bir vasiyet vardı ve bir vefa borcu olarak gördüğü, sekerat anında “fısıldanmış” “bunları yaz” sözünü ise hiç unutmadı.
Selma’nın bir vesayet olarak geride kalan ahını -hayatını- kitaplaştırdı, Selma’nın ayak izlerinden Bosnalı on binlerce kadının dramına pencere açacak “savaşın masumlarını” hikâyeleştirdi. Ferida, Nesima, Amela, Sacide… Yazarın bizzat tanıştığı hikayelerine tanıklık ettiği kadınlardan sadece bir kaçıydı. Ahlarını, çilelerini, utançlarını, hüzünlerini, gözyaşlarını, unutmaya çalıştıklarını, unutamadıklarını satırlara döktü.
Kitabın önsözünde “…tüm dünyayı tehdit eden azgın zalimlere ve işlenen zulümler karşısında suskun kalan insanlığa sessiz bir çığlıktır bu yazdıklarım. Şahid olduklarımız karşısında bencilliğinden vazgeçmeden kendi dünyasında yaşayanlara ise isyanım.” Diyor. Aslında nice isyan yüklü yüreğe tercümanlık ediyor. “Savaşın masumları/Bosna” seri olarak devam edecek ve “Savaşın masumları /Filistin” “Savaşın masumları/Çeçenistan, “Savaşın masumları/ Doğu Türkistan” olarak “zulüm karşısında sessiz kalan insanlığa” isyan yüklü sözleriyle seslenmeye, onların vicdanlarını rahatsız edecek satırları tarihe kayıt düşmeye devam edecek. “Savaşın masumları Bosna” Dolunay yayınlarından çıktı. Bosnalı kadınların yaşadığı gerçekliğe bir de onların en zor günlerinde yanında yer alan yazarın gözünden bakmamızı sağlıyor kitap.
16.yıldır mezarlar kazılıyor, cenazeler kalkıyor Srebrenitasa’da. Nice savaşlar başladı ve bitti. Bosna halen savaşın acısını yaşıyor. İnsanlığın boynunda bir borç olsun Bosna’nın-Srebrenitsa kurbanlarının- duyulmayan ahı… Onların tüm yakınları gibi inanıyor, onlar gibi yineliyoruz. Unutmadık unutturmayacağız!


11.07.2011


Özgünduruş
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Masumiyetleri yüzlerinde yazılı çocuklar



Silah teknolojisi geliştikçe savaşın, işgalin, saldırının boyutları daha bir derin daha bir can yakıcı hal alıyor. Gelişen teknoloji suçluyu suçsuzdan, haklıyı haksızdan, askeri sivilden ayırmıyor. Bilakis yeryüzünün ve üzerinde yaşayan tüm canlıların dengesini bozup, hayatları yok ediyor. Bunu yaparken de kimi zaman hedefi Irak’ta olduğu gibi bir bilgisayar oyunu kayıtsızlığında yok ediyor kimi zaman Pakistan’da olduğu gibi insansız uçaklarla kumanda ederek... Bazen de Hiroşima’da olduğu gibi etkileri hem doğada hem insan bedeninde yıllarca sürecek kalıcı hasarlara neden oluyor. Ve tüm bunlar sesi gür çıkan egemen devletlerin “güvenlik gerekçeli” teröristlikleri neticesinde oluyor.
BM, Irak’ın başkenti Bağdat’ta 2005 yılında bombalı araçla gerçekleşen patlamada hayatını kaybeden 32 çocuk anısına 13 Temmuz’u “Irak çocuk günü” olarak ilan etti. İhlaller, ihmaller-göz yummalar- ve ardından tanımlanmış günler… Irak’ta var olduğu iddia edilip, tehdit olarak algılanan kimyasal silah ve dönemin ABD başkanının itirafıyla gerçekleşen haçlı seferi sonrası katledilen yüz binlerce sivil can…
UNUCEF Irak’ta 2008 ile 2010 arasında 900 çocuğun öldürüldüğünü açıkladı. Sadece Irakta iki yılda 900 çocuk öldürülüp, 3200’ü yaralandığı ifade ediliyor şimdi. Üstelik bu rakamlar şiddet olayları nedeniyle gerçekleşen ölümler. Bir de bu saldırıların görünmeyen bir parçası olan kimyasal silahların etkisi, kalıcı ve salgın hastalıklar, yoksulluk vb. sebeplerden yaşanan ölümler var. Çocuk duygularında açılan yaralar, ruhlarına kazanmış travmalar, bedenlerinden kopup giden uzuvları ve kalıcı sakatlıkları sonrası ruhsal bozuklukları istatistiksel veriler arasında sessizce kayıtlara geçiyor… Babası gözleri önünde öldürülen, gece yarısı evleri basılan ansızın düşen bombanın- silah seslerinin hayatlarını değiştirdiği çocuklar…
Dünyada hiç dahilleri olmayan kirli hesapların korkunç neticesinin mağdur-mazlum çocuklarına her günü bir adla bahşetseniz ne olur? Son yirmi yılda onlarca savaşın gerçekleştiği ülke ve bölgelerin çocuklarına örneğin Somali, Afganistan, Patani, Pakistan, Uganda, Bosna, Filistin, Ruanda gibi kimi işgallerle kimi desteklenen iç çatışmalarla yerle bir edilen tarihi, kültürü, geleceği elinden alınan toplumların çocuklarına; ellerinden alınan çocuklukları gelecekleri, hayalleri, anne babaları yerine ihdas edilmiş “çocuk günü” onlar için sadra şifa olur mu?
Varlıkların her birine en azami önemi vererek kurulmuş bir düzeneğin emanetçileriyiz. Doğanın, zamanın, nefeslerin, bedenlerin, mal –mülk, evlatların hepsinin emanetçisi olarak sunulmuş,ikram edilmiş mühlet verilmiş bir sürenin emanetçileriyiz… Sorumluluklarımızın tümü ayrı titizliği, hassasiyeti gerektiriyor. İnsana, çevreye, hayvana… Yarın kıyametin kopacağını bilseniz yine ağaç dikmenizi, hayvanlara fazla yük yükleyerek ve ya aç bırakarak eziyet etmemenizi öğütleyen, “kim haksız yere bir insanı öldürürse tüm insanlığı öldürmüş gibidir” diye buyuran bir inancın müntesipleriyiz. Yaratıcının sanat eseri olan her bir yaratılmışın örselenip incitilmesi, yok edilip tüketilmesi lüksümüz yok. Bu lüksü ve hakkı kendinde gören haddini aşanlar karşısında kayıtsız kalmak gibi bir seçeneğimiz de yok. İnsanın merkezde olduğu yeryüzünün kullanımı belli kurallar çerçevesinde herkese sunulmuş ve korunması gerekmektedir. Canların dokunulmazlığı, doğuştan kazanmış olduğu ertelenemez, engellenemez hakları… Bunlar ve daha pek çok hak pervasızca yok edilip ihlal ediliyor. Mülkiyet, seyahat hakkı acımasızca gasp ediliyor. Dünya kurulalı beri belki insan canı en vahşi biçimde ölümün her çeşidiyle yok edildi. Ama günümüzdeki kadar toplu katliamlarla, kıyımlarla silah teknolojisinin tüm imkanlarından yararlanılarak acımasızca gerçekleşmedi bu kıyımlar. Yeryüzünü fesada, kine, öfkeye kana boğan kargaşa içinde en içimizi yakanı hiç şüphesiz çocuk bedenleri üzerinde gerçekleştirilen acımasızlık. Hapsedilen, işkence gören öldürülen çocuklar… Günahsızlık, suçsuzluk temizlik ve saflığın sembolü masumiyetleri yüzlerinde yazılı çocuklar katledildikçe ölen bizim insanlığımız olacak.

18.07.2011
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Demet Tezcan - Kâbe`de cep telefonu kullanımının cinnet hali

Kâbe`de cep telefonu kullanımının cinnet hali



Naz ile niyaz ile kapısına vardığımız baba ocağı, ana kucağı gibi hasretine durduğumuz dönüp dönüp varmayı hep varmayı umduğumuz avuçlarımız dolusu dualarla döndüğümüz Allah’ın evi, evimiz Kâbe…
Önce iyi olandan başlamalı, güzelliğin hakkını vermeli evvela ki, çirkinlik yer bulamasın kendine... İnsanın ruhunu zerre zerre sarıp sarmalayan maneviyat duygusunun vazgeçmesi zor kuşatıcılığından bahsetmeli mesela… Dışarıdaki hayata yeniden karışacak olmanın kaygı, korku ve endişeye dönüşecek kadar seni çekip çeviren, çepe çevre kuşatan ruh iklimini çiçek çiçek açtıran bahar havasından, insanoğlu çeşidince insanlık hallerinden anlatmalı…
Dünyanın her yerinden çocuk renklerinden, bebek seslerinden konuşmalı… Babasının, annesinin, anneannesinin, dedesinin kucağındaki çocuklar... Tekerlekli araba ile veya koluna girerek tavaf ettirilen, say yaptırılan yaşlılar... Kucağında tavaf yaptığı dedesinin uzun sakalını parmaklarına dolaya dolaya oyalanan, minik parmaklarını babasına ısırtarak oynayan bebekler... Ağlayanları, annesinin omzundan kaçamak gülüşler gönderenleri, annelerinin babalarının eteklerine yapışmış vaziyette tavaf eden, say yapan çocukların çıplak ayaklarından çıkan melodi gibi “şıp şıp” sesleri… Kâh, çocukları avutmak, mutlu etmek, gönlüne girmek için kah, bir annenin imdadına yetişmek için çantalarda taşınan şekerleri, bisküvileri...
Tavaf esnasında terleyenlere her iki eline de aldığı peçete kutusundan peçete ikramında bulunanlar, taşıyabildiği kadar bardakla zemzem taşıyıp susayanlara dağıtanlar. Tebessümler, sırt sıvazlamalar, uyarılar, ikazlar… Attığı her bir titrek adımı birbirinden kıymetli, el ele tutuşmuş birbirine emanet yaşlı amcalar, teyzeler…
Bir Avrupa ülkesindeki ibadethaneye dünyanın her yerinden yıl içinde milyonlarca insan seli akıp gelse ve temizliği aksatılmaksızın yapılsa anlatılıp durulacak olan ama söz konusu Müslüman bir ülke olduğunda nedense gözden kaçan Kâbe’nin etrafının muazzam temizlik serüveni-seramonisi durmaksızın çalışan temizlik işçilerinin bir görsel şölen tadında haz bırakan çeviklik maharet ve hızını anlatmamak elbette haksızlık olur.
Ve ihram… Dünyalık tüm sıfat, etiket, statü, mevki, makam elbiselerini sıyırıp üstünden herkesle bir ve aynı kılan ölümün, kefenin, mahşerin, provası ihram elbisesi… Benlikten, tüm “ben kimliklerinden” soyutlayıp, Kâbe’nin etrafında dönen zerrelerden bir zerre kılan elbise…
***
Ve işte insanoğlunun ibretlik hallerine dönüyor an… İçinden dualarla geçtiği zamanın ve mekânın idrakinden uzaklaştıran insanlık hallerine. Dünyevi olana sıkı sıkı yapışma, dünyadan kopamama hallerine. Vakti, ibadet ve huşu ile kuşanıp, anı zikre dönüştürmenin yüreklerin duaya durduğu, kelamın zikir olduğu zamanı her çeşit melodi ile huşu iklimini adeta bombalayan telefon sesleri evrensel müzik ritimlerinden, kurtlar vadisi filmi melodisine kadar arkadan, önden, sağdan, soldan kuşatıp hoyratça, hırpalayarak söküp alıyor seni duanın kollarından, zamanın an an dua olduğu koridoru parçalanıp, bölünüyor, zemin kayıyor ayaklarının altından mekan sıradanlaştırılıyor farkında bile olmadan. “Keşke”ye dönüyor dil, sızıya kesiyor yürek… Ve geride dönülmez zamana çekilmiş acı bir ah nidası kalıyor. Ah! Keşke burada olsun, en fazla yirmi beş dakikalığına, bir tavaflık zaman olsun, hiç olmazsa ihramlıyken olsun kopabilseydik, sıyrılabilseydik günlük alışkanlıklardan. Susturabilseydik dua dua atan yüreklerin sesinden başka tüm sesleri… Keşke! “Asra and olsun ki insan hüsrandadır” insan, bile isteye hüsrana koşuyor.
Kulluğun heva ile kuşanmış dünyevi hallerinin içine yuvarlanıyorsun. Ve ağlamak çokça ağlamak istiyorsun içinde bulunduğun ve bir türlü bulunamadığın haline…
Kâbe’ye bakarken, dua ederken, şu ihramda iken, şu tavaftayken… Her an, her saniye, telefonun kamerasına, fotoğraf makinasına asılıyor birileri. Tam tavaf esnasında eliyle-koluyla yolunu kesiyor fotoğrafının kadrajına girme diye. İdrakin, ibadetin, yolu kesiliyor, akıl duruyor…
Yok! bunun adı teknolojinin nimeti değil. Kabul etmek istemiyorum. Yüreğinizin penceresinden baktığınız Kâbe hiçbir kareye sığmaz eminim. Oradan hatıra olarak zaman kaybedip kaydettiklerimiz değil zamandan kazanarak kaydettiklerimizi getirmeliyiz geride bıraktıklarınıza. Kâbe’de fotoğraf çekme cinnetine dönüşen anlar kefenin cebi olsa telefonlarını da yanlarına alırlar dedirtiyor çaresizce.
Bu da geçer mi zamanla? Geçer inşallah diyelim, duanın gücene sığınıp, Rabbimizden Salih ameller dileyelim umutla.
01.08.2011
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Demet Tezcan - Ben ölürsem belki sağ olur vatan

`Ben ölürsem belki sağ olur vatan`



Hikâye bu ya padişah seferberlik ilan eder ve üç oğlu olan baba birinci oğlunu gönderir geri dönemez evladı. Padişah, ikinci seferberliği ilan eder ikinci oğlunu gönderir baba o da geri dönemez üçüncü seferberlik ilan olur ve adamın kapısına dayanırlar yine “seferberlik var oğlunu askere almamız lazım” derler. Adam der ki: “Üç oğlum vardı ikisini gönderdim seferberliğe öldüler. “Alın bu üçüncü ve son oğlum söyleyin padişahımıza bir daha bana güvenip seferberlik ilan etmesin!”
Genç nüfusu en fazla olan ülkelerden biriyiz. Bir ayda kırk evladını ardı ardına adı ısrarla konmayan bir savaşta kaybedip “vatan sağolsun” diyen de bir milletiz aynı zamanda. Her kayıp da biraz daha nefrete bileylenen her kayıp da “bir oğlum daha var o da asker olacak!” diyen, her kayıp da en ufak sorgulamayı aklının ucundan dahi geçirmeyi ihanet sayıp: “Vatan sağ olsun!” Nidasını biraz daha yükselten, her kayıp da öfkesini biraz daha kabartan, her kayıp da biraz daha milliyetçiliği artan, her kayıp da yeter artık derken yetmeyecek, bitmeyecek geri dönüşü olmayan adımlar atan kısır döngünün sarmalında bir milletiz. Doğan her Türk’ün asker doğduğu ve nedenini, nasılını, isyanını, ahını dile getirmeye kalkar gibi olduğunda herkesin düşünce ve ifadesini dile getirme özgürlüğü sözüm ona anayasal teminat altında olduğu halde “halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanlara veya propaganda yapanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir” denilerek yargının pusuda beklediği bir milletiz.
Şimdi ne demeli de bu fiili işlemeden yanan yüreklerin acısını paylaşabilmeli. Hangi cümleleri seçip de suya sabuna dokunmadan yürekten birkaç kelam etmeli. Daha kaç çocuk anne yüreğine ateş olup düşecek? Kaç anne acıdan kalp yetmezliğinin pençesinde, kaç baba felcin kıyısında bin kez ölecek. Evlat acısı, hani peygamber babanın gözlerini kör eden acı!
Kaç ocak daha evlat acısı denen alev topuyla yanacak? Kaç taze gelin kalacak geride, kaç çiçeği burnunda damat tabutta dönecek yuvasına ve daha kaç bebek babasını hiç tanımadan büyüyecek kaç küçük çocuk daha babasının tabutu başında asker kıyafeti ile selam durup objektiflere poz verecek?
Rutine dönmüş bir şekilde sürüp giden ölümlerden bırakın otuz yıldır gelip geçenleri bir ay önce öldürülen askerleri hatırlayanınız var mı? Terhisine bir hafta kalanları vardı, iki aylık evli olanı, altı aylık baba olanı evinin ocağının tek evladı olanı… Gökhanlar, Fahrettinler, Mustafalar, Barışlar… Ah adı kim bilir hangi umuda niyetle konan Barışlar… Her haberde oğlu askerde olan ve gitmek üzere olan anaların yüreği tetikte üniformalı her kareyi takip ediyor, içinde asker, ordu geçen her kelimeyi dikkatle seyre duruyor. Her saldırı sonrası istihbarat zafiyeti, ihmal, kasıt iddiaları bir biri ardına geliyor. Hiçbir şey diyemeden çocuklar ölüyor. Hiçbir şey diyemeyen analar-babalar ölüyor.
22.08.2011
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Irkçılığın yakın kanlı sahnelerinden Ruanda



Bu günlerde hararetle tırmanan, tırmanmasından birilerinin azami zevk aldığı belli olan ırkçı nefret çığırtkanlığı beraberinde getirdiği tedirginlik güvensizlik nedense 1994’e götürdü beni Ruanda’da ırkçılığın cinnet haliyle en kanlı soykırım girişimlerinin yaşandığı tarihlere.
1994 takvimleri baharı gösterirken Ruanda toprağını oluk oluk kanla suluyordu. Hutu çoğunluk aşırı sağcı liderlerinden ilhamla insan doğruyordu gördüğü her yerde.
Türkiye o yıl 27 Mart yerel seçimlerini, 50 Türk uçağının Irak’ta bulunan Zeli kampına başlattığı askeri harekatı, DEP’in kapatılmasını konuşuyordu aynı bugünkü hararet ortamında.
Uzaklarda bir yerlerde Afrika’nın önce Alman, sonra Belçikalı sömürgecilerle şekillendirilmiş, yönlendirilmiş bir ülkesinde ırkçı katliamlar gerçekleşiyordu en vahşisinden. Belçika derisinin rengi biraz daha açık olan Tutsileri “üst sınıf” tasnif ve tanımlamasıyla yönetimdeki maşaları olarak kullanıyor Alt sınıf Hutular ise üzerlerinde oyunun bin bir türlüsünü oynayan toprağını, malını,namusunu gasp eden sömürgeci yerine onların kuklası olan Tutsilere nefret ve öfke biriktiriyordu.
İlerleyen yıllarda ise çoğunluğu oluşturan Hutu’ların bağımsız Ruanda’nın başına geçmesiyle beklenen fırsat doğuyordu.Belçika ise bu defa da Hutu’ların yanında yer alıyordu. BM gözetimindeki Ruanda’da on Belçikalı askerin öldürülmesi olayı üzerine de BM bölgeden tamamen çekiliyordu. Artık zemin hazırdı. Sömürgeciler topraklarına girinceye kadar birbirlerini yüz yapılarından,derilerinin renginden dolayı ayırt etmeyen bir millet, ortak tüm değerlerini unutmuş dışarıdan empoze edilen ve tanımlanan kışkırtma ve kimlikleriyle net bir şekilde birbirini gözü dönmüş şekilde katledecek biçimde ayrışmışlardı.
Şimdi BM’ye düşen çekilip olacakları seyretmekti. İddialara göre katliamda kullanılan palaları ülkeye sevk etme işini de Fransa gerçekleştirmişti. Bu seyir tanıdıktı ne ilkini ne de sonunu gerçekleştiriyorlardı kanlı arenanın ortasına koydukları kurbanlarını uzaktan sağır ve dilsizlere mahsus bir tavırla seyretme işini...
Irkçılığın, kafatasçılığın, aşırı milliyetçiliğin en kanlı sonuçlarından biri olan Huti-Tutsi kamplaşması yaşlı genç çocuk kadın erkek ayırmaksızın bir milyona yakın cana mal oluyordu. Tutsi’leri evlerine alarak korumaya çalışanlar, onlarla evli olanlar, onlara sempati duyanlar 3,5 ay gibi bir sürede etnik temizliğe tabi tutuluyor televizyonlar ise Ruandalıların ne kadar vahşi ilkel insan toplulukları olduklarını gösteriyorlardı. O kargolar dolusu palaların ülkeye nasıl girdiğini değil ama kullanımını yadırgıyorlardı. Sonrasında ülkeyi ırkçı öfkenin sebep olduğu kan denizinde boğanlara karşı BM güvenlik konseyinin ve sorumluluğu olan batılı ülke liderlerinin suskunluklarına dair cılız itirafları geliyordu. Hutu’lar ise kurulan halk mahkemelerinde halkın karşısında: “Pişmanız üzgünüz, öldürün dediler öldürdük” itiraflarında bulunuyorlardı.
Demem o ki öfkenin baldan tatlı olduğu şu ortamlarda “Muhakkak müminler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allahtan korkun ki size rahmet edilsin. ( 49/10) buyruğunun muhatapları olarak Allah’tan korkup dilimizi kana bulamadan ortak çözüm kapıları açılmasına vesile olmalıyız. Hamasi sözler ancak yangına körük olabilir. Dün bu ateşte yananlar yarın da yanmaya devam eder. Ne demişti büyükler “söz ola kese savaşı!”
Baş kesen değil savaş kesen sözlere ihtiyaç var.
29.08.2011
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Avunmak ister insan



Küçük kızım soruyor : “Anneannem Cennette ise niye mezarına çiçek koyuyoruz?” Ne diyebilirim ki “kendimizi avutmak için kızım” diyorum. Avunmak ister insan, inanmak, kanmak… Ölen yakınının Cennetlik bir ruhu olduğuna, ruhunun huzur içinde olduğuna dolanıp dolanıp mezarının başına vardığında vardığını bildiğine ve daha pek çok şeye… Avunmak, inanmak acı ile mücadelede birincil duygulardan. Bazen kendi kendini kandırırsın, bazen karşıdaki avutsun, kandırsın diye beklersin bile bile… Okuduğun duaların, ortaya koyduğun güzel amellerin hatta rüyaların onların iyiliğine dair olduğuna, iyiliklerine işaret olduğuna inanmak istersin. İnanırsın da, yalan da olsa inanırsın. Tüm yalanlar öyle değil midir? İnsan önce kendi inanır…
***
Arefe günü TRT haber “Faili meçhul” isimli programına 12 Eylül İşkencehanelerinden birinde kaybedilen Cemil Kırbayır konulu bir program yapmıştı. Oğlu Kırbayır’ın yolunu 31 yıl boyunca beklemiş yüz üç yaşındaki Berfo anadan daha öncede bahsetmiştim. Hep bir gün oğlunun dönüp geleceğine inanmış tüm akrabaları köyden taşınmış o taşınmamıştı. Evinin her yanı dökülmüş ama bir çivi bile çakılmasına razı olmamıştı Cemil’im gelirse evi tanıyamaz diye sıvanmasına bile razı olmamıştı. Kapısını kilitlememiş, yirmi dört saat Cemil demekten vazgeçmemişti. Çünkü Cemil’i de giderken bir yalana önce kendi inanmış giderayak da annesini inandırmak istemişti: “Ana” demiş
“Kim kimi öldürecek? Döner gelirim!” Muhtemeldir ki o anda: “Öldürecekler seni evladım!” diye yanıp kavrulan anasını teselli etmiş, söylediğine kendisi de inanmak istemiş, ille de dönüp geleceğine…
Cemil’inin dönüp geleceğinden son itiraflarla birlikte umudunu kesmiş olan ana: “Oğlumun cesedini verin” diyor şimdi.
Arefe gününün bayram sabahlarının değişmez rutini, ritüelidir mezar ziyaretleri. Dualar okunur, çiçekler götürülür, sağı solu temizlenir, mermeri silinir, toprağı sulanır hasret giderdiğin, vefa gösterdiğin düşünülüp avunulur…
“Ben anayım, onların da anaları var” diyor. Berfo ana:”Toprağını istiyorum, cenazemi istiyorum onunla beraber kurumak istiyorum” diyor. Bir mezar başında avunmak istiyor.
Onlarca insanın işkenceden öldüğü, onlarcasının gözaltında intihar ettiğinin, onlarcasının gözaltında firar ettiği için vurulduğu açıklamasının yapıldığı nice canın hesabı sorulmamış idamların, iğrenç uygulamaların gerçekleştiği bir dönemin kurbanlarından sadece biri Cemil Kırbayır. Kurban tüm bir aile aslında Kırbayır’ın abisi: “Bizler damatlık giymedik, bacılarımızın da gelinlik giymediği gibi, ondan sonra bir kere bayramımız olmadı” diyor. Hepsini kabullenmişler işkenceyi, ölümü, zulmü… Kabullenemedikleri tek şey bir mezarlarının olmayışı. Bayramdan bayrama başına varacakları bir mezar…
O işkencecilerin, onlara işkence emrini verenlerin, Cemil Kırbayır’ı ve tüm faili meçhul tanımlamasının içine girenlerin faillerinin de geçen zaman içinde yakınları vefat etmiştir elbette. Acaba akıllarının ucundan hiç geçmiş midir analarının, kardeşlerinin üzerine toprak atarken bu dünyada hiç var olmamış gibi kaybettikleri, yokluğa, hiçliğe bilinmezliğe mahkum ettikleri kurbanları bir anlık da olsa akıllarının ucundan geçmiş midir? Vicdan kırıntısı var mıdır o insanlarda? Yüz üç yaşındaki kadın oğlunun fotoğrafını öpüp koklarken, bana evladımın toprağını verin onunla kuruyayım, toprak olayım” diye yalvarırken hiçbir kıpırtı olmaz mı acaba içlerinde? (Olsa işkenceci olmazdı dediğinizi uyar gibiyim.) Ne bileyim düşünmeden sormadan edemiyor işte insan.
***
İki yıldır gitmediğim memleketime annemin toprağına, mezarına, taşına dokunmak için giderken düşünüyorum tüm mezarsızları ve bir mezar özlemi çekenleri. Ben çiçekleri var mıdır diye düşünürken toprağında kimileri bir toprak yığınının özlemiyle tutuşuyor. Berfo ana evladının mezarına kavuşamadan ölürse çok yazık olur. Şubat ayında ona bir umut verildi ötesi mutlaka olmalı. İşkencecisinin, katilinin bilinmemesi mümkün değil. Sokakta değil devletin elinde devletin mekanında yok edilmiş Cemil…12 Eylül’ün hesabı faili meçhulleri meçhul olmaktan çıkartmadan asla kapatılamaz. Birileri sormaktan, bu ayıbı devletin yüzüne vurmaktan vazgeçmeyecek. Devlet sahip çıkmadığı vatandaşlarının hiç olmaz ise bir mezarı olmasını sağlamalı ki insanlar bayramdan bayrama başına varıp bir nebzecik olsun avunsun.

05.09.2011
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Seni göremedim diye bu bahar


19042012_3179.jpg



Ali Şeriati kitabını annesine ithaf ederken şu cümlelerle ifade eder duygularını “onun için hayat sadece acılardan ibaretti. Ancak, varlığı benim için lütuf ve ihsandı.”


Varlığı bir lütuf ve ihsan olan annemin ölümünden sonra annem için, annelik için çok şey söyledim. Anneme ithaf ettiğim bir kitap oldu ona söylediğim sözlerim ama ne yazık ki, ne çare ki, ne acı ki annem duymadı söylediklerimi… “Eğer üzerinde hakkım varsa hepsini ödedi” demişi benim için. Ama biliyordum ki yine her zaman olduğu gibi karakterinden kaynaklanan öz verisi, alçak gönüllülüğü ve hepsinden ötesi tüm sınırları zorlayan fedakârlığı, hayatı boyunca kimseden beklenti içinde olmayışı ona böyle hissettirmişti. Çünkü o, almaya değil vermeye talipti hep, karşı taraftan bir adım bekleyen değil karşı tarafa koşandı… Hep öyle oldu hayatı boyunca üzerine düşenin fazlasına talip oldu. Evi, eşi ama ille de çocukları için hep veren oldu hiç beklemeksizin kendisinin de içinde yer aldığı en küçük bir hayal kurmaksızın… Ağız dolusu güzel temenni, yürek dolusu dua idi bizler için… Anne duasının tınısı bile bir başkadır. Annem gibi sevdiğim bir “ablam” var mesela. Aramasam da, sormasam da tıpkı annem gibi her daim affetmeye hazır, çoktan benim için, benim yerime gerekçeler bulmuş olarak bekler, arar sorar, dert dinler. “Ona hep anne dualarından unutma beni” derim. Bir onun duası anne duasına eş gelir tıpkı onun gibi öz verili onun gibi yürekten…
Annem hayatta iken de sık sık sağa sola yazdığım, Sayın Yavuz Bülent Bakiler’in o muhteşem “ Seni göremedim diye bu bahar /İçimde bin türlü duygunun isyanı var /Turnaların gökyüzünü sevdiği kadar /Seni sevdiğimin farkında mısın?” dizelerinden oluşan ezgiyi dönüp dönüp dinlediğim zamanlarda bile “farkında mısın?” diye kendisine hiç sormadım, hiç itiraf etmedim. Edemedim… Ne olurdu etseydim? Elbette ki kendisini ne kadar sevdiğimi farklı şekillerde ifade etmişimdir ama sevgi sözcüğü konusunda neden bu kadar muhannetiz bilmem ki? Anne babamıza, eşimize, çocuklarımıza, dostlarımıza…İçimizden gelip geçen güzel duyguları dillendirmek neden bu kadar zor? Üstelik kötü duyguları bir çırpıda sözcüklere büyük bir maharetle en yakıcı haliyle döküverirken…
17 Nisanda beş yıl oldu annem aramızdan sessizce ayrılalı… Beş yıl boyunca geçmişteki yılları sorguladım, ihmalliklerimi yargıladım, kim bilir kaç hadisede kaç kez mahkum ettim kendimi ama neye yarar ki?
Şimdi ne söylesem boş biliyorum ama eğer sevgiye dair duygularınızı itiraf etmiyorsanız edin diye hatırlatmayı da bir borç biliyorum işte. Annemin anısına, hatırasına, hatırına hep, herkese hatırlatmak istiyorum annenize, babanıza onları sevdiğinizi, sevgilerini kaybetmekten korktuğunuzu, küçüklüğünüzdeki gibi itiraf edin. Nasılsa kaç yaşında olursanız olun onlar için, onlar hayatta olduğu sürece zaten büyümüyorsunuz hep küçük bir çocuksunuz.
Üstelik Rabb’imiz, kendisine şirk koşmamamızı emrettiği ayette anne babamıza itaatten bahsediyor. Tıpkı bildiğimiz pek çok şeye rağmen günah işlemeye devam etmemiz gibi bildirilen bu emre rağmen anne-babamıza hak ettikleri değeri vermiyoruz diye düşünüyorum. Kulun kul ile ilişkisi, kulun tüm yaratılmışlarla ilişkisi Rabbi ile ilişkisi ile orantılı oysa. Günahlara da sevaplara da giden yol bu ilişkilerden geçiyor. “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (İsra 23)
Anne kitabımda satır satır, hece hece ifade ettim annemi ne kadar sevdiğimi, onsuzluğun derin boşluğunu, ağır hüznünü… Annemi çok sevdim ben! Anneme olan duygularım yaşım ne kadar büyürse büyüsün hep küçük bir çocuğunki gibiydi. Ama onu çok sevmem demek, ona hak ettiği değeri verdiğim anlamını taşımadı maalesef. Sevmek demek salt kendi bencil duygularımızdan ibaret değildi çünkü. Sevmek demek karşımızdakini anlamak, onun duygularına verdiğin değerle sevgini hissettirmekti. Ben bunu yapabildiğimi zannetmiyorum. Keşke yapabilmiş olsaydım. Yaşasaydı ve o söyleseydi söylediklerimin tam aksini iddia ederdi annem çünkü yukarıda da ifade ettiğim gibi hiç kendine dair değildi beklentileri onun bir hayatı yoktu o hep bizler için vardı. Onun için o giderken bize dair pek çok şeyi de alıp gitti, biz kalmadık…
Nur içinde yatsın anne-babalarımız, Rabb’im dünya ve ahirette şefkati ile muamele etsin onlara. Anne dualarının en güzeli daima üzerinizde olsun!
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Rasulün Hayatı ile aramızdaki geçilmez sınır


Kutlu doğum haftası etkinleri ve bu günlerden geriye ne kalıyor sorusunu çok önemsiyorum. Aksi takdirde mevsimlik elbise niyetine giyinip çıkaracağımız gelip geçici manevi atmosferlerin hiç kimseye hiç bir faydasının olmayacağı aşikar. Kalıcı bir ders almamışsak kutlama-kutsama günleri olabilecek bu günler en yoğun duygu atmosferinde geçse de faydasız. Ramazan ayı gibi sadece bir aya sıkıştırılmış dindarlığımız Rasulün istediği bir ümmet modeli olmayacaktır.
Programlardaki huzur atmosferinin dinginliğinde kaybolmadan dirilişe, yeni hamlelere vesile olmalı bu etkinlikler. Düzenlenen geceler, şiirler, naatlar, içli mektuplar, samimi konuşmalar tüm bunlar programa katılanların benliğini kuşatıp, programların yapıldığı salondan dışarı çıkabiliyor, gündelik yaşamımız içine girebiliyorsa faydaya-hatırlatmaya emr-i bil marufa dönüşür ve ziyadesi ile faydalı programlar olur.

Rasulün sünnetleri, yani uygulaması,yani hayat tarzı, yani duruşu,yani örnekliği her geçen gün hayatamızdan bir bir çıkıp giderken en görkemli programları yapsak,on binleri,yüz binleri, milyonları bu programlara doldursak ne olur ? Yılın belli gün ve geceleri kılınan namazlar gibi yılın belli günlerine haftalarına sığdırılmış ve “etkinlik” haftalarından öteye geçememiş bir peygamber yüceltmesi ümmete ne katar? Rasulün yaşantısı ile aramızdaki ince ama geçilmez sınırı kaldırmaya yaramayan kutlama- kutsama gecelerine sığdırıp ondan sonra onun hayatını ve kendi hayatımızı bir türlü bağdaştıramama neyle açıklanır ki? Endişem sadece kutsayıp bir tek örnekliğini hayata geçirememeye dair. Anlama niyetiyle yapılan programlar görkemli rutinlere döndükçe acaba gerçekten anlıyor anlamaya çalışıyor muyuz yoksa yılın belli bir dönemine hasredilmiş Rasule yaklaşma hemhal olma ritüelleri haline getirip kutlama –anma haftaları geçtikten sonra yine yeniden günlük O’nun ruhundan uzak dünyevi işlerimize, telaşlarımıza,hırs dünyamıza mı dönüyoruz?

Yapılan onca programlardan, programlarda yapılan konuşmalardan Rasulün hangi sünneti söz ve eylemini tatbik ve taklit etmeye karar veriyoruz mesela?
Komşu peygamber, baba peygamber, eş peygamber ,yoldaş peygamber, devlet adamı peygamber, ticaret adamı peygamber,hasılı kul peygamber. Hangisine biraz daha yakınlaşıyoruz. Hangisine benziyoruz? Benzeme gayretine giriyoruz?
Peygamber efendimizin peygamber olmandan önceki kişiliğini hz. Hatice tarif ederken. En yakını, eşi hayat yoldaşı tarafından bir çırpıda akla geliveren sözlerle O’nun tanımı şöyledir: “Yemin ederim ki Allah seni hiçbir zaman utandırıp, üzmez. Çünkü sen akrabalarını gözetirsin, doğru konuşursun. İşini görmekten aciz kimselerin elinden tutarsın. Yoksulları kayırırsın. Misafirleri ağırlarsın. Haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.”
Komşuluk, akrabalık ilişkisinin neresindeyiz ? Bu gün neredeyse bir geçiştirme-baştan savma cümlesine dönmüş ‘ inşaallah’larımızla doğruyu konuşan örnekliğine ne kadar yakınız mesela?
“And olsun ki, sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir” ( Ahzab/21) buyuruyorsa Rabb’imiz örnek almamak gibi bir lüksümüz yok zaten. Geliştirilmiş, öğrenilmiş ve öğretilen hangi metod olursa olsun Rasulun örnekliği yoksa beyhude çabadan öte bir anlamı olmayacaktır öğrendiklerimizin. Ayaklarını basmış olduğu yeryüzünde yüce Allah’ın yaratmış olduğu her türlü varlıkla kurmuş olduğu ilişki örnekliğinin hangisine talip oluyoruz bu kutsama programlarından sonra?
Bir kez daha sorarak bitirelim siz hangi rasule daha çok yakınsınız: Hud suresinde “emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et !” buyrulur hal- hareket- hayat tarzı çizgisinde “hud suresi beni ihtiyarlattı dediği rasule ne kadar yakınsınız. Sizi ihtiyarlatan belinizi büken bir ayet var mı?
Bu kutsamalar bizi biraz daha yaklaştırıyor mu yoksa salonlarda görkemli programların yapıldığı salonlarda bırakıp sünneti –yaşayışı uygulaması ile aramıza mesafeler katıp O’na yakınlığı bir dahaki kutlama programlarına mı bırakıyoruz?
 
Üst