DNA MUCİZESİ

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
DNA MUCİZESİ

SELİM GÜRBÜZER


Yüksek yapılı canlıların kromozomları üzerinde ki genlerin sıralı halde dizilim gösterdiği bilinir bilinmesine de, ancak şu da var ki genlerle ilgili daha nice bilinmeyen sır perdeleri aralanıp tam manasıyla açıklık kazanmış değildir. Öyle ki kromozomlar üzerinde konumlanan her bir çift genin DNA molekülünün bütününü mü, yoksa bütünün bir parçasını mı teşkil ettiği ya da her bir genin sırf bir eşimi olduğu yoksa daha fazla eşleri mi olduğu gibi hususlar hep zihinleri meşgul edegelen soru işaretleri olmuştur. Neyse ki günümüz genetik mühendisliğinin önümüze koyduğu veriler ışığında; şayet DNA’nın şifre kodlarında yer alanı dört çeşit nükleotidin varlığını zihin dünyamızda tahayyül ettiğimizde her canlı türünün kendi karakteristik özelliklerini belirleyen nükleotidlerin her birinin en azından iki genin kontrolünde gerçekleşip oğul döllere taşındığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ki, bu söz konusu gen çiftinin her birine genetik bilim dalında “allel gen” olarak tanımlanıp, söz konusu her bir allel gen ebeveynlerin her birinden oğul döllere aktarılır da.

Peki, bu söz konusu allel genleri nasıl gözlemleyebiliriz? Bunu ancak günümüz genetik analizörü okuma cihazlarında DNA halkasında konumlanan her bir lokus alleline karşılık gelen bir diğer lokus aleli ile birlikte kromozom eksenine dik uzandığının bir işareti sayılan primerlerin DNA’yı temsilen öncü pikler şeklinde ekranda görüntülenmesiyle gözlemleriz elbet. Hatta her hangi biyolojik materyalden hazırlanmış bir özütü SDS-PAGE jel elektroforezi genetik analizörü cihazlarına bağlı güç kaynağıyla anot (artı elektrot) ve katot (eksi elektrot) ekseni doğrultusunda yürütüldüğünde özüt içerisindeki proteinlerin iyonların taşıdığı yük değerine göre bağlanmasıyla birlikte hem konumlandığı yerleri, hem de ağırlık dansitometresi belirlenebiliyor da. Bu arada biyolojik materyal örneğinin yürütülme işlemlerinin hemen akabinde içerisinde tampon çözeltisi bulunan tanka yerleştirilmiş jel kasetinin çıkarılıp boyama işleminden geçirildiğinde markırla işaretlenmiş protein bölgelerin bant dizilimi gayet net bir şekilde fotoğraflanabiliyor da.

Bilindiği üzere J.H. Taylor tarafından yapılan deneylerde DNA’nın Watson Crick modeline göre kendi kendini eşlediğini ve DNA’nın hücre bölünmesi esnasında kendini kopyalayıp iki katına çıktığı belirlenmiştir. Hatta J.H Taylor arkadaşları P.Woods ve W.Hughes ile birlikte 1957 yıllarında ökaryot hücreler üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde DNA replikasyonun yarı-saklı olduğunu gözlemlemişlerdir. Hakeza Taylor ve arkadaşları Vici faba (bakla) bitkisinin kök uçlarını 3H- timidin ile işaretleyip radyoaktif nükleotid timidin çözeltisine batırıp belli bir süre çözeltide beklettiklerinde bitki kök hücre DNA’larının replikasyonunun radyoaktif olarak işaretlenmiş bir şekilde yarı-saklı olduğunu belirlemişlerdir. Ancak bir süre sonra kök uçları çözeltiden çıkarılıp yıkama işlemleri uygulandığında bu kez DNA’ların radyo aktifliğinin ortadan kaybolduğu gözlenir. Tabii tüm analizi yapılan deneyler sadece kök hücreyle sınırlı değil elbet. Devamında J.H. Taylor, bir başka Oto radyografi çekim metodu bir deneysel çalışmayla da DNA’nın karanlıkta film banyo edildiğinde radyoaktif DNA içeren kromozomların siyah noktalar ve siyah lekeler şeklinde kopyalandığını (replikasyonunu) yerinde gözlemlemiştir. İşte bu ve buna benzer birçok yapılan deney çalışmaların neticesinde siyah noktaların sayıca birbirine eşit olduğu ve bu noktaların radyoaktifle işaretli DNA’larla denkleştiği belirlenmiştir. Bu sonuçlardan da anlaşıldığı üzere yüksek organizmalardaki DNA’lar, adeta Watson Crick modelini doğrularcasına kendini kopyaladığı tespit edilmiştir. Watson Crick modelinden günümüze geldiğimizde ise laboratuvar teknik metotlarının hızla gelişmesi sayesinde en son gelinen noktada bir dizi otomatik genetik analizör cihazlarının programında yer alan elektroforez metodu yöntemiyle de DNA gen bölgeleri çok rahatlıkla tespit edilebiliyor artık.

Anlaşılan DNA canlılar için son derece hayati öneme haiz molekül olup bizatihi kendi başkanlığında hücre içi faaliyetleri yönetmenin yanı sıra bir de proteinlerin yapısıyla ilgili bilgileri bünyesinde taşıması hasebiyle de protein sentezinde öncü lider olarak adından söz ettiren bir moleküldür. Hatta buna enzimlerin sentezi işlemlerinde ki öncülüğü de dâhildir. Derken DNA’nın kendi bünyesinde barındırdığı çok özel enzim molekülleri sayesinde proteinlere çevrilme işlemleri gerçekleşmiş olur. İşte DNA’nın öncülüğünde gerçekleşen tüm bu işlemler bize gösteriyor ki en basit protein sentezinin yapımında bile proteinin kendi kendini sentezlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Her ne kadar Evrimciler bu hususlarda habire her şeyin kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, bikere tüm canlı sistemler son derece kompleks bir yapıya sahiplerdir. Dolayısıyla kompleks bir yapıdan tesadüfü bir oluşum nasıl beklenebilir ki? Hatta Evrimciler sadece söylemekle kalmayıp üstüne üstük pişkin pişkin böylesi kompleks bir yapıdan kendi kendine protein oluşumunun olabileceğine inanmamızı da istiyorlar, oysaki böylesi bir beklentiye kargalar bile güler dersek yeridir. Hele ki bu noktada en basit bir protein molekülünün 400 amino asitten meydana geldiğini düşünüldüğünde bunun tesadüfen meydana geldiğini söyleme fütursuzluğunda bulunabilmek için illa ki bir insanın aklından zoru olması gerekir ki evrimcilerin söylemlerine kanmış olsun. Kaldı ki aklı başında bir insan meseleyi aminoasit bazında düşündüğünde her bir amino asitin 4 ila 5 temel elementten meydana geldiğini gördüğünde hiç kanmayacaktır. Hele birde hadiseye element bazında düşünüldüğünde, o insan her bir elementin proton, nötron ve elektronlardan meydana geldiğini gördüğünde asla ve kat’a onlara hiç inanmayacaktır. Öyle ya, şimdi sormak gerekir tüm bu oluşumlar ortada iken tesadüf bunun neresinde? Biz biliyoruz ki hiçbir oluşum tesadüf eseri ortaya çıkmaz, hele ki başlarında DNA gibi öncü başbuğ bir başkan varsa bu durumda sözün bittiği yerde ancak ve ancak yaratılış mucizesinden bahsedilebilir, bunun dışında laf ola beri gele türünden aklına gelen her şeyi ulu orta söylemek abesle iştigal olur.

Düşünsenize DNA, yaratılış mucizesi olarak hücrenin hem sevk ve idaresinden sorumlu Başbuğ başkanı, hem de hücrenin biyolojik fonksiyonunu kontrol eden aynı zamanda kendi kendini kopyalayıp (replikasyonunu) genetik varyasyonunu nesilden nesile aktaranda bir molekül yapıdır. Madem öyle, bu noktada şimdi sormak gerekir, Allah aşkına tesadüf bunun neresinde?

Belki de okuyucular olarak bu noktada diyebilirsiniz ki, evrimcileri eleştirmek iyi hoşta, DNA’da kendini replikasyonla kendini yenileyerek (rekombinasyonla) evrimleşmiş olmuyor mu? Olmuyor elbet, çünkü kendini yenilemekle yeni bir yaratığın DNA’sı olarak ortaya çıkmamakta, tam aksine başkanlığını yaptığı canlı türün genetik sistemin kodlarını muhafaza ederekten nesilden nesile ait olduğu canlı türün genetik kodlarının devamlılığını sağlamakta. Dahası kelimenin tam anlamıyla bu demektir ki; bir canlı DNA’sının, bir başka cinsten canlı DNA’sına dönüşmesi asla mümkün değildir. Zira DNA’nın yapısı, bu tip değişmelere mahal bırakmayacak bir şekilde planlanmıştır. Kaldı ki bir insanın DNA’sı bir hayvan DNA’sı olamayacağı gibi, bir hayvanın DNA’sı da insan DNA’sı olamaz. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, tesadüf bunun neresinde?

DNA demek aynı zamanda bilgi kodu demektir. Bilgi kodunun olduğu yerde tesadüfen oluşmuş bir eser oluşumundan asla bahsedilemez. Baksanıza DNA denen bilgi kodu hücrenin bölünme evreleri aşamalarında da kontrolü elinde tutup genetik bilgi kodunu kendinden sonra gelen oğul döllere taşınmasını sağlamada da başı çekmekte. Üstelik başı çekerken de her şeyi har vurup harman savururcasına hareket etmez, tam aksine hücre içerisinde hayati olayların her safhasında DNA zincirinin tümü kullanılmaz, az bir bölümü kullanılır, asla hesapsız kitapsız hareket edilmez. Hesapsız kitapsız hareket edilmediği şundan besbellidir ki kromozomu oluşturan DNA zinciri üzerindeki bilgiler hücre bölünmesinin ardından oğul döllere aktarıldığında başlangıcındakinin iki misli artış kaydedecek şekilde çoğalım göstermekte. Böylece iki katına çıkan DNA iki telofaz nükleusu arasında eşit miktarda pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle her bir ferdin vücut hücrelerindeki diploid nükleusları eşit miktarda DNA ihtiva ettiğinden her bir ferdin üreme hücrelerindeki haploid (n) DNA miktarı vücut hücrelerinin diploid (2n) yarısı kadar pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle yumurta ve spermden her biri bir tek gene sahiptirler. Ta ki döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman bu iki gen bir araya gelerekten zigotu oluşturmuş olurlar. Öyle ki sperm ve yumurta hücrelerinin kendilerine ait üreme tesislerinde (testis veya yumurtalıklar) bile hesapsız kitapsız hiç bir gen kombinasyonu gelişigüzel üretilmemekte. Bilakis üretim tesislerinde üretilen her bir sperm ve yumurta hücreleri çok değişik genetik kombinasyonlar içerisine girerekten hayrete şayan bir şekilde çeşitlendirilmiş ürünler olarak ortaya çıkabiliyorlar. Ancak ortaya çıkan çeşitlendirilmiş ürünler orijininden kopma anlamında bir çeşitlilik olmayıp, tam aksine kararlı yapıya sahip zencisinden beyazına, ela gözlüsünden mavi gözlüsüne vs. yelken açacak bir şekilde zenginliğin ölçüsü çeşitlendirmelerdir.

Malum somatik hücrelerde poliploid durum söz konusu olup DNA sayısı kromozom sayısı ile orantılı bir şekilde artış göstermektedir. Zaten tetraploid kromozomlu bir hücredeki DNA’nın diploid (2n) olarak iki kat artış sergilemesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, böylesi hesaplı kitaplı ortaya çıkan oranların neresinde tesadüfü bir durum var?
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
DNA MUCİZESİ-2
SELİM GÜRBÜZER

Şimdi diyebilirsiniz ki, hesap kitap iyi hoşta, DNA böylesi hesaplı kitaplı tüm bilgi işlem faaliyetlerini tek başına mı yürütmekte? Elbette ki hayır, kendi başkanlığında kurulu bir teşkilat ve bu teşkilata bağlı bir dizi alt birimlerin hiyerarşik bir düzen içerisinde ekip çalışmasıyla yürütülen faaliyetler bütününden oluşmuş bir teşkilat ağıdır bu. Nitekim DNA’da kodlanmış tüm genetik bilgiler, önce RNA molekülünün sentezi siluetinde kopyalanıp bu şekilde DNA yazılımı (transkripsiyon) işlemleri belli bir tertip düzen içerisinde bilgi aktarımı şeklinde gerçekleşir. Böylece transkripsiyonla RNA’ya kopyalanmış olan genetik bilgiler adeta bilgi işlem cihazından geçirilerekten okunup bir protein haline çevrilme (translaşyon) işlemiyle birlikte bilgi aktarımında maksat hâsıl olur da. Öyle ki DNA belleğinde saklı halde kodlanmış genetik bilgilerin protein molekülüne çevrilebilmesi noktasında hücre içerisinde bu uğurda yürütülen tüm faaliyetler gen ekspresyon faaliyeti olarak karşılık bulur da. Böylece DNA’nın nükleotid dizilimi, hiyerarşik bir düzen içerisinde tüm hücre içi faaliyetlerde elçi konumunda bulunan RNA’lar ve proteinlerin primer yapısını belirleyerekten neticeye bağlanmış olur.

Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz hiyerarşik düzen bu ya, DNA bünyesinde saklı tuttuğu genetik bilgilerin dölden döle aktarılması için kendi kopyasını oluşturarak devam ettirir de. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, böylesi bir hiyerarşik düzen içerisinde tesadüf zinciri tüm bunların neresinde yer alır?

Evet, şu da bir gerçek DNA, protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı zamanda buna paralel kendisine yardım eden enzimlerin sentezi ise DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte. Bu durum bir çelişki gibi görünse de ilk yaratılış gereği ikisinin de aynı anda var olması gerekecek şekilde tasarlanmış bir plan olduğu ortaya çıkıyor. Yani DNA’sız protein olamayacağı gibi, proteinsiz DNA’da çoğalamayacaktır. Dolayısıyla son derece karmaşık yapı içeren protein ve nükleik asitlerin (DNA ve RNA) tesadüfen meydana gelmesi mümkün gözükmüyor.

Bilindiği üzere genetik programlar bin ciltlik kütüphaneyi doldururcasına veri tabanına (bilgi deposu) kayıt edilirler. Üstelik bu bilgiler üçlü harf veya üçlü kodon halde bir yazılımla milyarlarca bitlik bilgisayar birimine tekabül eden bilgilere eş değer sayıda dizilerek sahne alırlar. Dahası insanın bir tek hücresine ait tüm özelliklerinin kodlandığı 46 kromozomluk bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopediyi dolduracak niteliktedir. Yani her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelir. Düşünsenize söz edilen ciltlik rakam sadece tek bir hücre içindir, birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu bile zor ifade edilecek rakamlarla karşı karşıya kalacağımız muhakkak. İşte böylesi dudak uçurtucu rakamlara rağmen hala tesadüf denilecekse pes doğrusu...

James Dewey Watson, asrımızın en büyük buluşu DNA’yı keşfetmekle birlikte birtakım soruları da beraberinde getirip insan ister istemez; acaba amino asitler mRNA’nın yüzeyinde bir sıra halinde toplanarak bir enzimin etkisi altında protein oluşturmak üzere mi birbirine bağlanırlar diye sormadan edemiyor. Keza yine örneğin U-U-U üçlüsünün fenil alanin moleküllerine uyup diğer amino asitlerin ise uymadığı özel bir şekli mi vardır, yoksa üçlülerden her birinin 20 amino asitten yalnız birine uyan bir model yapısı var mıdır gibi sorular da sormadan edemeyeceğimiz türden sorulardır. Hiç kuşkusuz bu tür sorular önümüzde durdukça basit mantık kurallarıyla böyle bir işleyişi cevaplamak pek mümkün olmayacaktır. Neyse ki mükemmel işleyen bu kurulu mekanizmayı Francis Crick tarafından açıklığa kavuşturulup, böylece basit mantık yürütmelerden kurtulabiliyoruz. Şöyle ki; U-U-U bazlarını A-A-A nükleotid üçlüsü çekerek hidrojen (H) bağları oluştururlar. Eğer böyle bir molekülle fenil alanin bağlanmışsa mRNA doğru yerinde tutulacaktır. Mesela bir nükleotid üçlüsünün yanında prolin şifresini taşıyan S-S-S üçlüsünü G-G-G nükleotid üçlüsü kendine çekecektir. Derken prolin, fenil alanin yanına doğru yerinde tutulmuş olacaktır. Ki; RNA molekülleri, aminoasitlerin ribozomlara taşınmasında sorumludur. Bir başka ifadeyle tRNA olarak adlandırılan bu molekülün her biri adaptör görevi (adapte edici iş görür) yapma özelliği sayesinde doğruca yerlerine gidip, istenilen tipte proteinin meydana gelmesinde mühim rol oynayacaklardır. Fakat bu işlemini gerçekleşmesi için aminoasitlerin ribozomda senteze girmeden önce özel nitelikte birkaç enzimin tRNA’ya bağlanması gerekir.

Şurası muhakkak aminoasit ve tRNA kompleksinin mRNA’nın özel kodonuna bağlanmasında rRNA’nın enzimatik yardımı ve GTP’den (guanin trifosfat) sağlanan enerji sayesinde olmaktadır. Dahası Biyokimyacı Mahlon Hoagland tarafından mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodon ve bunlara uyarlanacak aminoasitlerin bağlanış biçimi açıklanmışta. Ona göre her bir amino asitin ATP ile reaksiyona girmesi sonucu bir enzim katalizlenmektedir. Katalizlenen enzimler ise her bir amino asit için çok özel olup, aynı zamanda aminoasitlerin her biri karboksil (COOH) grubu ATP 3 fosforik asit grubunun en uçtakine bağlanarak anlam kazanır.

Dahası mRNA’dan üretilen 5 uçlu kodonlu enzimin bir tane olduğu belirlenmiştir. Ömür yaşı takriben 20 saat kadardır. İşte buna göre 20 saat içerisinde bir mRNA’da 20x60/5=240 adet enzim yapılabileceği belirlenmiştir. Anlaşılan 240 enzim başlangıçta bir tek mRNA’nın yaptırdığı veya sabit bir şekilde devam ettirdiği sayıdır. Hücre içerisinde bunun gibi aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA olduğuna göre 240x240= 57600 enzim olacağı hesap edilir. Sonuç itibariye özetleyecek olursak:

Gen + 240 mRNA + 57600 enzim (protein) üretilir. Başlangıçta bir adetlik DNA enformasyonu sadece mRNA ve polipeptit yazısına tercüme edilmekle kalmaz, aynı zamanda amplifikasyonla bilgiler çoğaltılır da. Gerek James D. Watson, gerekse sağduyulu birçok bilim adamı genlerin protein moleküllerinden ibaret olduğu kanaatini taşırlar. Keza Francis Crick’te sağduyulu bilim adamı olup, o da şüpheci görüşlere kulak asmazdı. Üstelik o; onların birçoğu hakkında “Yanlış ata kumar oynamaktan usanmayan huysuz ahmaklardır tarzında tiplendirip sitemini dile getirmiştir. Zaten aklı başında bir insan toprağın altındaki her türlü elementin kendiliğinden yeryüzüne çıkıp son derece en son model araba yapamayacağını bilir. Bu yüzden objektif kriterleri esas alan bilim adamları evrimcilerin çok kompleksli bir canlı âleme ait donelerden işine gelenleri alıp, işine gelmeyenleri ekarte ettikleri teorilerini ciddiyetle bağdaşır bulmazlar. Zaten hiçbir sağduyulu bilim adamı teoriyi objektif kritermiş gibi esastan kabul edip bilimsel çalışmalara kaynak almazda. Fakat evrimci kuram öyle değil, maalesef karşımıza bilimsel maske altında karşımıza materyalist bir akım olarak çıkmakta.

DNA başkanlığında hiyerarşik düzen içerisinde bilgi enformasyonunun nasıl işlediğini maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz de:

-Çekirdekte yer alan DNA molekülü kendisinin özel bir koplementer arkadaşı mRNA’nın sentezini gerçekleştirirken, aynı zamanda kendine kalıbına uygun RNA nükleotidleriyle de eşleşerek bir dizilim oluşturmaktadır. Öyle ki DNA adenini bir yandan RNA’nın urasiliyle eşleşirken, diğer yandan DNA timini RNA’nın adenin nükleotidi ile eşleşmekte, yetmedi her ikisinin stozini diğerinin guanini ile bir araya gelip, böylece DNA yazılımının bir kopya sureti yeni mRNA molekülü üzerinde gerçekmiş olur

-İkinci aşamada mRNA sitoplâzmaya geçip bir ribozoma bağlanarak burada protein sentezi sırasında kalıp görevi ifa etmiş olur.

-Üçüncü aşamada tRNA molekülleri sitoplazmada serbest yüzen amino asitleri teker teker yakalayıp onları ribozoma getirir. Böylece her bir amino asit tRNA tarafından taşınarak ribozomlardan geçmeye hazır vaziyette mRNA ile uyumlu, aynı zamanda şifresine uygun bir şekilde sentezlenmiş olur.

-Dördüncü aşamada sentezlenen yeni protein molekülü ribozomdan kopup ayrılınca mRNA başka bir ribozoma geçiş yapar. Bu arada tRNA ise daha önce taşıdığı tipte olan başka aminoasidi yakalamak üzere yeniden sitoplazmaya doğru hareket eder. Böylece DNA şifresi kendine özgü protein çeşitlerini yapmak amacıyla hemen hemen birbirinin aynı kalıpta birçok protein molekülün yapımı gerçekleşmiş olur. Nitekim bu hipotez “santral dogma” olarak isimlendirilip, “DNA + RNA’yı + RNA’da proteinleri yapar” şeklinde formüle edilir de. Görüldüğü üzere aminoasit sıralarının belirlenişinde DNA kalıp görevi yapmamakta, tam aksine protein sentezi için talimat veren konumundadır. Yani DNA’dan gelen genetik bilgi önce RNA’ya aktarılır, daha sonra RNA’da gereğini yapıp bilginin adeta kalıp dokümanını ortaya koyar. Derken kısa süreli hafıza kartında saklı kalan bilgiler, ister istemez yeni bir alana kavuşurlar. Hatta kavuşmakla kalmazlar mevcut hücre ortamın yapısını da değiştirip hücre sathında yeni bir RNA molekülünün teşekkülüne imkân verilir. Nasıl mı? Mesela protein sentezi sırasında 10 ila 30 dakika arasında konaklayan RNA şayet kendi yapısına uygun bilgi veya ilave edeceği bir şey yoksa bu noktadan sonra degrede (bozulmaya uğraması) olması kaçınılmazdır. Ne zaman ki kendisiyle alakalı bir bilgiye kavuşur, işte o zaman bilgiler kısa süreli kayıt sisteminden çıkıp daha uzun kayıt altında saklanan belleğe aktarılır, derken son noktada bilgiler tekrar DNA’da toplanmış olur. Demek oluyor ki kısa süreli hafıza kartından geçen elektrik akımı hücrenin yapısında birtakım değişikliklere yol açmakla kalmayıp, bunun yanı sıra RNA vasıtasıyla başka bir bilginin doğmasına yelken açılmakta. Hatta RNA’nın uzun süre hafıza kartında kalmasına karar kılındığında ise doğrudan DNA’ya bağlanarak aminoasitlere dönüşmekte. Derken o bilgiler ömür boyu bir canlı için yol arkadaşı olur.

Velhasıl-ı kelam, canlı âleminde eşrefi mahlûkat bir insan olarak da hayatta işlediğimiz tüm eylemlerin tüm detayları önce hücrelere aktarılır, sonra ribo nükleik asitlere ve en nihayet DNA’mıza işlenerek bir daha yakamızdan asla atamayacağımız bilgi hazinesine dönüşürler. Bu olay aynı zamanda Allah’ın yoktan yaratma olayını hatırlattığı gibi kulları üzerinde kodlanan kader programını da ortaya koyan bir mucize-i hadisedir.

Vesselam.





 
Üst