Eyüp Sultan'da Yatan Zat Eyüp Sultan Değildir

Ebedi_Tarihçi

İhvan Forum Üye
Katılım
7 Eki 2020
Mesajlar
19
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Konum
İzmir
180081,eyup-sultan-camiijpg.png

EYÜP SEMTİNDEKİ TÜRBEDE EYÜP EL ENSÂRİNİN MEDFUN ( = Gömülü )
OLDUĞU ATMASYONU ve ATMASYONUN UYDURULMA NEDENİ :


Bre değerli dostlar ve arkadaşlar !
Gelin internette hafif bir gezinti yapalım ve Hicret sırasında
Yüce Muhammedi konuk eden Eyüp El Ensârînin,
o zaman kaç yaşında olabileceğini ve o günün koşulları ile
Arapların İstanbul kuşatmasının gerçeklerini bir gözden geçirelim.

Eyüp El Ensârî’nin, kaynaklarda doğum tarihi belirtilmiyor
ama EMEVİ Arap Ordusunun İstanbul Kuşatması sırasında
90 yaşını epey aşkın olup YÜZ yaş civarlarında olacağı kesin.
Peki, o zamanlardaki ORTALAMA ERKEK ÖMRÜ kaç yıl ?
Taş çatlasın, 50-60 yıl…
Bre ne mene bir SÜPERMENMİŞ ki bu Eyüp El Ensarî,
YÜZ yaşına YAKIN AT sırtında yaldır yaldır
ya da DEVE SIRTINDA dangada dangada İstanbul’a gelmiş (!)
Hey yavrum hey !..
Peki Emevi Arapların İstanbul kuşatmalarının en önemli gerçeği neydi ?
AVRUPA Yakasına geçebildiler mi ?
HAYIR !
KADIKÖYÜ bile doğru dürüst zapt edemediler.
Bu durumda bu Eyüp El Ensârî, bugünün EYÜP semtini nereden bilirdi
ve kalkıp HİÇ GÖRMEDİĞİ BİLMEDİĞİ EYÜP Semtine
gömülmeyi nasıl oldu da vasiyet etti !?..

Buyurun, buradan yakın şimdi…

Çok önemli bir şey daha...
Eyüp El Ensâri,
EMEVİ ARAPLARDAN YEZİT SOYSUZU ile İstanbul’a da geldi mi acaba ?
Çünkü niye,
Muaviye ve Yezit soysuzlarının Yüce EHL İ BEYT’e muhalefetleri sırasında,
Eyüp El Ensâri, Ehl i Beyt ve Şah Hüseyin tarafındaydı.
Nasıl olurdu da Yezit soysuzu ile yan yana kol kola İstanbul’a gelirdi !?..

Mesela neye benzerdi ?
Benim gibi birinin, RTE nin hukuk danışmanlığını yapması gibi bir şeydi…
Söylemesi bir yana, düşünmesi bile absürt değil mi !?..

Yine buyurup buradan yakıyorsunuz değil mi ?

Daha da önemli bir gerçeği belirteyim mi şimdi?
Bu Yezit soysuzluklarının âdilik ve vahşetleri,
tüm İslam Âleminde derin bir üzüntü ve çöküntü uyandırdı ya...
Bu siyasal ve sosyal çöküntüyü
unutturmak ve ikinci plana indirgemek için mi
FETHEDİLEMEYECEĞİ BİLİNE BİLİNE
İSTANBUL’a SEFER Mİ DÜŞÜNÜLDÜ ve
o zamanların koşulları altında
“ Hadis değil mi ? Uydur uydur söyle !” düşüncesiyle
Hz. Muhammed’in böyle bir hadisi olduğu
ortaya atıldı acaba ?

( Çünkü, hadisleri toparladığı iddia edilen
SAHİH i Buhari bile SAHİH değildi.
Tüm hadisler, “ Ben Ahmet’ten duydum.
Ahmet de Mehmet’ten duymuş.
Mehmet’e de Mahalle berberinde traş olduğu sırada
mahalle berberi Şerafettin mi baldızından duyduğunu söylemişmiş;
yoksa Şerafettin’in çırağı Abuzittin,
eniştesinden duyduğunu mu söylemişmiş;belli değilmiş şeklindeydi )

Peki o zaman ne oldu nasıl oldu da
işte bu EYÜP semtinde ”EYÜP SULTAN türbesi var” kıtırı ortaya atıldı !?..

İşte, olayın gerçeği şuydu:
Bizans, İstanbul olarak ufacık bir devlet ve şehirdi ama
fethedilmesinin, hele de o günün askerî koşullarında
stratejik olarak çok güç olduğu biliniyordu.
Arkasında da Avrupa’nın tüm güçlü devletleri vardı.
Nitekim, kim İstanbul’u kuşatmaya kalksa başarılı olamıyor;
bir zaman sonra dönüp gidiyordu. İşte Osmanlı Ordusu da
( Az sonra aşağıda etraflıca izah edileceği üzere
ÇANDARLI HALİL PAŞA’nın da önerisi üzerine )
tam kuşatmayı kaldırıp tırıs tırsak döneceği sırada
( Demiştim ya “ Fatih çok zeki adamdı” diye…)
bir şey geliyor Fatih’in aklına…
Çağırıyor, Hocası Akşemseddin’i ve diyor ki :
Bre Hoca ! Artık istiareye mi yatarsın,
inzivaya mı çekilirsin; ne edersen et ama
işte buralarda bir İslam büyüğünün kabri olduğunu
duyur işte orduya ki ordunun da morali düzelip,
orduya da bir şevk gelsin bu durumda…

Bre, adam padişah…
Akşemseddin’in de koca padişaha:
De get bre bizim oğlan!
Beni böyle numaralara âlet etme !..
diyecek hâli yok ya…
İşte o zaman Fatih ile Akşemseddin düşünüyorlar, taşınıyorlar;
öyle birini bulalım ki diyorlar,
hem doğum ve ölüm tarihleri ve yeri pek bilinmesin,
hem de İslam âleminde sevilen sayılan birisi olsun.
Kim olabilir, kim olabilir ?..
Derken efendim; Akşemseddin,
“ Buldum Hünkarım! Eyüp El Ensârî…” diyor.
Bunun üstüne Fatih de Akşemseddin’e
“ Eyvallah bre hocam!
Aman şu istiâre numaranı yap da duyuralım bunu orduya” deyince,
asırlardan bu yana Eyüp El Ensârînin
bugünün Eyüp semtinde gömülü olduğu kıtırı, inandırılıyor millete…

Hatta öyle ki, çocuk padişahlar sünnet olacakları sırada
üç Kul HU Vallahi bir de Elham okumaları için götürülüyorlar Eyüp Sultan’a...
Peki bu mübarek, SÜNNETÇİ ya da ÜROLOG falan mıydı ki
BEN DE DÂHİL olmak üzere bütün sünnet çocukları götürülmüştü Eyüp Sultan’a !?…
Bre bizim şeyimizden (Orada öyle biri de yatmadığı halde )
Eyüp Sultan’a ne !?..
Neyse !..
Asırlardan beri inanılan yanlışlardan biri de bu işte…

İmdii, şu imdi, şimdii…
Eyüp Sultan’a ve EYÜP Semtine DEMOKRAT PARTİ döneminde
daha da fazla önem verilmeye başlanıyor.
Neden ? Amaç, İstanbul imarıyla birlikte Arap turistleri İstanbul’a çekmek
ve rant yaratmak da ondan…
Ancak gelin görün ki;
sadece Araplar değil, nerede ipini koparan bir yozduruyobaz varsa gelir Eyüp Sultan’a...
İşte bu şekilde de son derece bağnaz ve görüntü kirliliği olan
bir hâle getirmişlerdir güzelim Eyüp Sultan semtini…
Bu RTE de her hareketinde Demokrat Partiyi örnek aldığını söylediğine göre,
O’nun da Eyüp Sultan’a rağbeti işte bu nedenle…

KAYNAKLAR :
EFENDİ ve KAYIP SİCİL, ERDOĞANIN ÇALINAN DOSYASI
Soner YALÇIN
 

Ebedi_Tarihçi

İhvan Forum Üye
Katılım
7 Eki 2020
Mesajlar
19
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Konum
İzmir
EYÜP SULTAN'DAKİ MEZAR KİMİN?

“Resmi tarih” ve “resmi ideoloji”, TV’ye çıkan, gazetelere konuşan herkesin ağzında bu iki kavram var. Moda oldu!

Herkes “tarihi yıkayıp” yeniden yazmaya, önyargıları kırmaya pek heveskâr. Madem öyle, ben de İstanbul’un fethinin 557’nci yılında, toplumda hâkim olan bir anlayışı/görüşü sorgulayayım! Hazır mısınız gerçekle yüzleşmeye...

ADI: Hz. Halid bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari.Sahabi’ydi.Hz. Muhammed’i Medine’deki evinde 7 ay misafir etti.
Bedir, Uhud ve Hendek Savaşı’nın kahramanlarındandı.
Hz. Ali’nin hilafeti döneminde onunla birlikte Haricilere karşı savaştı.
Hz. Ali döneminde Medine kaymakamlığı yaptı.
Hz. Ebu Eyyub’un (Aba Ayyup) hayatına dair bundan sonraki bölümler tamamen rivayettir. Yani söylentiden ibarettir.
Bunlardan biri de İstanbul Eyüp Sultan’daki mezarıdır.
Eyüp Sultan’daki sandukada aslında ne var?..

80 yaşındaki savaşçı

Yer: İstanbul.
Yıl 667’de olabilir, 668’de veya 669; ya da 674’tür.
Çünkü, Emevi halife Muaviye döneminde İslam ordusunun İstanbul’u ilk ne zaman kuşattığı tam olarak bilinmemektedir.
Orduya kimin komuta ettiği de belli değildir. Kimine göre komutan İslam dünyasında zulmün ve kötülüğün sembolü olarak bilinen, Hz. Hüseyin’in katili Yezid’dir; kimine göre ise Sufyan İbn-i Avf’tir.
Rivayetlere göre, Sahabi Hz. Eyyub da İstanbul’u kuşatan bu sefere katıldı.
Hemen diyeceksiniz ki, “Hz. Eyyub bu sefere katılmak için yaşlı değil mi?”
Evet ama tarih böyle yazıyor!
Oysa siz haklısınız; Hz. Muhammed 622 yılında Medine’ye hicret etti. O’nu evinde misafir eden Hz. Eyyub, o tarihte kaç yaşındaydı?
Bilinmiyor.
Ama Peygamber’i misafir edecek olgunlukta olduğunu tahmin edebiliriz.
O halde hesapladığımızda, İslam ordusu İstanbul’a dayandığında Hz. Eyyub’un yaşının 80-90 yaş aralığında olduğunu düşünebiliriz.
Bu kadar yaşlı biri, ulaşımın deve sırtında ilkel şekilde yapıldığı bir dönemde böylesine uzun bir sefere çıkar mı?
Bakınız bugünün 80-90 yaşlarından bahsetmiyoruz; 1300 yıl önceden bahsediyoruz. Ki o yıllarda normal karşılanan ölüm aralığı 40-50’dir.
Neyse, tarihin doğru yazdığını şimdilik kabul edip konumuza devam edelim.
Bu arada:
Hz. Ali ile birlikte Haricilere karşı savaşan Hz. Eyyub, nasıl oluyor da düşmanı Muaviye’nin ordusuyla sefere katılıyor, tuhaf değil mi?
Tamam tamam devam ediyoruz...

Avrupa’ya nasıl geçtiler

İstanbul/Eyüp Belediyesi’nin (ki referans olarak Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakın ve Prof. Dr. Hüseyin Algül’ü vermişler) resmi internet sitesine göre, uzun bir yolculuk yapan Hz. Eyyub yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul’a yaklaştıkları bir sırada hastalanıyor; komutanı Yezid’e, öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyet ediyor.
Tahmin ettiğiniz gibi, Hz. Eyyub’un defnedildiği yer, bugün Eyüp Camii’ndeki türbe. Evet, genel görüş bu.
O arada, Arap kültüründeki ölü-mezar geleneğine hiç girmeyelim.
Ancak: Avrupa’nın önemli Osmanlı tarihçilerinden Paul Witter, Hz. Eyyub’un Eyüp Camii’nde değil Ayvansaray’daki kalenin dibinde şehit olduğunu, oraya gömüldüğünü ve hatta bu nedenle “Ayvansaray” adının, Eyyub El Ensari’den geldiğini iddia etti.
Bu arada gözünüzden kaçmasın, tarihçi Witter, Hz. Eyyub’un hastalıktan değil savaşarak şehit olduğunu söylüyor.
Peki mezarı neredeydi; Eyüp Sultan da mı Ayvansaray da mı?
Prof. Dr. Halil İnalcık, 1455 yılına ait İstanbul bina ve nüfus tahrirlerini inceledi ve “Ayvansaray” adının Rumca olduğunu ortaya çıkardı. Ayvansaray’ın Hz. Eyyub ile ilgisi yoktu. Oh!
Peki Hz. Eyyub’un mezarı Eyüp Sultan’da mıydı?
Eğer öyle ise, demek İslam ordusu Eyüp Sultan’a kadar ilerlemişti.
Yani.
Yanisi şu: İslam ordusunun Avrupa’ya geçtiği (İstanbul’u bilmeyenler için yazalım, Eyüp semti Avrupa’dadır) ortaya çıkıyor!
Oysa, bilinen İstanbul’a gelen İslam ordusu kara ordusuydu ve Kadıköy’e kadar gelmiş ve denizi geçemeden geri dönüp gitmişti.
Zaten o dönemde Bizanslılar, başkentin savunmasını güçlendirerek Persleri geri püskürtmüşlerdi. Yani İstanbul’u almak hayli zordu.
Bırakın İstanbul’u, İslam ordusu (bugünkü Kadıköy’deki) surlarla çevrili Kalkedon’u bile alamamıştı.
Yine soracaksınız:
“O halde Hz. Eyyub’un mezarı nasıl Avrupa topraklarında olur?”
Bilinen dönemin Bizans tarihçileri Hz. Eyyub’un İstanbul’u kuşatan orduda bulunduğundan hiç bahsetmiyorlar.
Hz. Eyyub’un orduda bulunduğundan ilk bahseden İslami kaynak, İbn Sad’ın “Tabakat” adlı eseriydi. Sonra yazılanlar hep bu kitabı kaynakça göstermişti. İşin garip yanı ise, bu kitap İslam ordusunun İstanbul’a sefere çıkmasından iki yüz yıl sonra yazılmıştı!
Tamam tamam, lafı dolandırmayacağım, dönelim tekrar Hz. Eyyub’un mezarı meselesine...

Hammer ve Babinger dalga geçiyor

Bu arada:
Hz. Eyyub’un, Bizans İmparatoru (tarih tam bilinmediği için ya II. Konstans ya da IV. Konstantis olmalı), izin alarak İstanbul’a tek başına girdiği; Ayasofya’da namaz kıldıktan sonra taşlanarak öldürüldüğü ve bugünkü mezarına gömüldüğü gibi akılla, tarihle, bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan uydurulmuş hikâyeleri de vardır!
Uzatmayalım, işin aslı şudur:
Büyük devrimci Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesiyle, Hz. Eyyub’un mezarı arasında derin bir bağ vardır.
Osmanlı tarihini en iyi bilen tarihçilerden olup, mezar taşında “Yusuf Bin Hammer” yazan Avusturyalı tarihçi Joseph von Hammer (1774-1856), Hz. Eyyub’un mezarının İstanbul’un fethi sırasında mucizevi olarak bulunmasının, psikolojik ihtiyaçtan kaynaklandığını “Osmanlı Devleti Tarihi” eserinin I. cildinde yazdı.
Türk tarihi ve dili üzerinde yetkin eserler vermiş olan Alman tarihçi Franz Babinger de (1891-1867) “Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı” adlı eserinde Hz. Eyyub’un mezarının İstanbul’un fethi sırasında bulunmasından, “Dini hisleri kamçılayan bu aldatmaca hiçbir çağdaş kaynakta yer almaz” diye bahsetti. Babinger’e göre Fatih, İslam dünyasına gönderdiği fetihnamelerin hiçbirinde Hz. Eyyub hakkında bir tek söz sarf etmemişti.
Halil İnalcık ne diyor
Bu konuda son sözü bizden birine, Prof. Dr. Halil İnalcık’a bırakalım. Neymiş bu “psikolojik ihtiyaç” meselesi anlayalım:
“İstanbul’un fethi sırasında 4 düşman gemisi Haliç’e gelerek yardım getirdi. İstanbul’da halk, surlara çıkarak Türklere karşı gösteriler yaptı. Bizim asker arasında ümitsizlik doğdu, hatta bir kaynağımıza göre (Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın da kışkırtmasıyla) bazı askeri gruplar, ‘Bu işin sonu yok’ diye kuşatmayı bırakıp gitmeye başladılar. Çok nazik bir durum vardı. O zaman Akşemseddin, Fatih’in şeyhidir. Hacı Bayram tarikatındandır. Eyüp El Ensari’nin mezarını bulmak için kolları sıvadı.
(...) Moralin düştüğü bir anda, Peygamber’in sahabesi’nden olan Eyüp’ün mezarını bularak askere moral vermek amacıyla padişahtan müsaade istiyor. Bugünkü Eyüp mevkiinde kazı yapıyorlar, orada eskiden manastırlar vardı, toprak altında yazılı mermer parçalar buluyorlar. ‘İşte mezar burası’ diye orduya ilan ediyorlar. Askere savaş için yeni bir şevk ve heyecan geliyor.” (Tarihçilerin Kutbu s. 431)
750 yıl sonra, 1453’te Hz. Eyyub’un mezarı Bizans azizlerinin mezarlarının bulunduğu “Kozmodion” adı verilen bölgede, Akşemseddin’in istiareye yatmasıyla mucizevi şekilde böyle bulunuverdi işte. Ve Yeniçeriler bu moralle İstanbul’u fethettiler. Bizim tarihimizde psikolojik savaşı en iyi kullananlardan birinin Akşemseddin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Fatih, fetihten sonra Hz. Eyyub’un mezarının bulunduğu yere cami, türbe yaptırdı. Müslümanlar 557 yıldır Eyüp Sultan’ı ziyaret ediyor.
Sonuçta görülüyor ki, sorunun sorulmadığı yerde kutsal olaylar yaratma ve onu resmileştirme çok kolay gerçekleştiriliyor.
Ne diyor Sadi: “Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı”.

BATTAL GAZİ TÜRK MÜYDÜ BİLMİYORDUM

- Hıristiyan Bizans’ta, İslam dünyasında olduğu gibi önemli kişilerin lahitlerinin (sanduka) üzerlerinin bir kumaşla örtüldüğü bilinmektedir. Evliya türbeleri içindeki mezarların üzeri yeşil bir örtüyle örtülür. İncelendiğinde bu âdetin bize Bizans’tan geldiği ortaya çıkar.
- Müslümanlarda tabutların üzerine fazla gösterişli olmayan örtüler konulması Bizans’ta da vardır.
- Ölümden sonra uygulanan ritüeller Bizans ve Osmanlı’da benzerdir. Bizans’ta ölü kişinin yatırılma şekli (kleine), gözlerinin kapatılması (kalyptein), ağzının kapatılması (syaklein), bedenin yıkanması (apoplysis) bugün Anadolu’da hâlâ uygulanan törenlerdir.
- Hıristiyan azizlerinin en ünlülerinden Anadolu doğumlu Aziz Georgios (George), İngiltere’nin koruyucu azizi kabul edilmiştir. Beyaz üzerine kırmızı haçlı İngiliz bayrağı Aziz Georgios’un simgesiydi. Zaten bu bayrak Aziz Georgios bayrağı olarak isimlendirilmektedir. Aynı zamanda İspanya, Gürcistan, Litvanya, Portekiz, Almanya, Yunanistan ve Rusya’nın en saygı duyulan azizidir.
- İstanbul’da Kocamustafapaşa semtinde Çifte Sultanlar Türbesi vardır. Burası kadın evliya türbesi olarak, özellikle Şii Müslümanlar tarafından muharrem ayında ziyaret edilir. Kocamustafapaşa Camii’nin karşısında Sümbül Efendi Türbesi’nin hemen başucunda, etrafı demir parmaklıklarla çevrili iki kız kardeşin mezarları olduğu kabul edilir. Bu mezarda yatanların Hz. Ali’nin torunları Fatima ve Sakine olduğu ileri sürülür.
Sözde bu iki kız kardeş, “haçlı seferlerinin birinde(?)” esir edilip Bizans İmparatoru Konstantinos Pagania (Porphyrogenitos) veya VII. Konstantinos’a (913-959) cariye olarak gönderilirler. Hıristiyan olmadıkları için de öldürülürler.
Hikâye böyle gerçeküstü anlatımlarla devam eder. Bu hikâyenin gerçeklerle çelişen yönleri çoktur.
Öncelikle, Hıristiyanlığı kabul etmeyen iki Müslüman kadın neden öldürüldükten sonra Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen bir kilisenin yanına gömülmüştür?
İkinci çelişki de, 500 yıl sonra buraya gelen Müslümanlar nasıl olup da bu mezarları doğru olarak tespit etmişlerdir?
- Müslümanlar Bizans imparatorunun mezarını bile evliya mezarı kabul ederek ziyaret etmişlerdir. Bunun bir örneğini Trabzon’da görüyoruz. Trabzon İmparatoru IV. Aleksios Komnenos (1416-1429) Anadolu’daki Akkoyunlu Türk beyinin kızıyla evliydi. Oğlu IV. İoannes Komnenos’un (1429-1459) iktidarı ele geçirmesiyle 1429’da öldürülmüştü. Büyük olasılıkla bu nedenle mezarı Hıristiyanlar tarafından kutsal sayıldı ve IV. Aleksios Müslümanlara da “Hoşoğlan” isimli evliya olarak geçti.
Trabzon’da Hisar Camii’nin yanındaki türbede Trabzon’un Türklerce fethinde etkinliği olan ermişlerden Hoşoğlan’ın gömülü olduğuna inanılır. Bu nedenle asırlarca Hoşoğlan’ın türbesine bezler bağlandı, adına adaklar adandı, ruhundan şefaatler umuldu.
Fakat umumi harbin işgal zamanlarında Rus arkeologlardan Ospenski türbede hafriyat yaptırıyor ve ne çıksa beğenirsiniz, sandukası ile IV. Aleksios’un mezarı!
- Osmanlılar döneminde ve bizim bugün de kahraman olarak gördüğümüz, zaman zaman da kutsallaştırdığımız tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan diğer bir kişilik de Battal Gazi’ydi. Pek çok yerde mezarı bulunan yine Anadolu’da Türk kahramanı olarak efsaneleştirilmiş, evliya mertebesine çıkarılmış Battal Gazi’nin yaşam hikâyesinin gerçekle bir ilişkisi bulunmaz. Battal Gazi Anadolu’da Bizanslılarla yaptığı savaşlarda efsaneleşen ve 740’ta Eskişehir yakınlarında bugün kendi adıyla anılan kasaba (Seyitgazi) yakınında şehit olarak oraya gömülen Arap kökenli bir Emevi komutandı.

ÖĞRENDİM

Kimden mi, “Bizans-Osmanlı Sentezi” kitabının yazarı İsmail Tokalak’ın kitabından. Bizans kültür ve kurumlarının Osmanlı üzerindeki etkisini ele alan bu değerli çalışmayı, “inancı pamuk ipliğine bağlı olmayanlara” öneririm.

Soner YALÇIN
30 Mayıs 2010
 

ihvanistanbul

AkhenAton
Katılım
4 Eki 2009
Mesajlar
7,655
Tepkime puanı
2,337
Puanları
113
Konum
istanbul
"Akşemseddin’in de koca padişaha:
De get bre bizim oğlan!
Beni böyle numaralara âlet etme !.."

akşemseddini kendiyle karıştırmış herhalde bu yazıyı yazan at hırsızı
 

Dut_agaci

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
7,219
Tepkime puanı
330
Puanları
0
Web sitesi
www.Menzil.Net
Kılavuzu Soner Yalçın olanın, burnu gaytadan çıkmazımış...
 

Sofuoglu

Ordinaryus
Katılım
29 Tem 2006
Mesajlar
4,603
Tepkime puanı
254
Puanları
83

Tahrifçilerin Dillerine Dolamadıkları Bir Tek
"Ebû Eyyûb el-Ensârî" ve "Akşemseddîn" Hazretleri Kalmıştı!.. (1)


Gün geçmiyor ki "târih"le ilgili bâriz bir gerçeği "tahrif"e kalkışan yeni bir tahrifçi daha türemesin. Bu cehâlet zincirinin son halkasını teşkil eden Soner Yalçın da "Eyüp Sultan'daki mezar kimin" başlıklı yazısında, hiçbir delile dayanmaksızın Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh- Hazretleri'nin Muâviye döneminde İstanbul'un fethine katılması, Akşemseddîn Hazretleri'nin onun kabir yerini bulup ortaya çıkarması ve Bizans'a akınlar düzenleyen Battal Gâzî'nin kahramanlıkları gibi, doğruluğu eski yazılı kaynaklardan tespit edilebilen târihî gerçeklerin tümünü inkâr etmiş ve bununla kalmayıp, bunları doğru kabul eden herkesi "inancı pamuk ipliğine bağlı olmak"la itham etmiştir.(1)

Safsata Üstüne Safsata Türeten
Tahrif Makinaları:

Tahrifi kendilerine iş edinenlerin dillerine dolamadıkları bir Ebû Eyyûb Ensârî -radiyallâhu anh- ve Akşemseddîn Hazretleri kalmıştı. Târihle ilgili ince ve hassas konuların artık Soner Yalçın gibilerinin bile ağzında dolaşmaya başlaması; "bilgi" ve "belge"ye dayanan böylesine ciddî bir ilmin ne kadar elden ayağa düştüğünün açık bir göstergesidir. Gerçek tarihçilerin sayısının tükendiği, kimilerinin akademik kariyerine, kimilerinin de bu çevrelerdeki şöhretinin arkasına sığınarak, hiçbir delile dayanmadan her gün yeni bir safsata türettiği böyle bir ortamda, Yalçın'ın bu hezeyanlarını kusup ortada bırakma cesâretine kalkışmasına aslında pek de şaşırmamak gerek. Zâten makâlesinin ilk satırlarında kendisi de bunu açıkça ifâde etmiş; "Herkes "tarihi yıkayıp" yeniden yazmaya, önyargıları kırmaya pek heveskâr. Madem öyle, ben de İstanbul'un fethinin 557. yılında, toplumda hâkim olan bir anlayışı/görüşü sorgulayayım! Hazır mısınız gerçekle yüzleşmeye..." diyerek,(2) ortalığı istilâ eden tüm tahrif makinaları gibi, kendisinin de bu işe meydanı boş bulduğu için kalkıştığını itirâf etmiştir.
Konuya Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh-in Medîne'de, Resulullah Aleyhisselâm'ı evinde ağırlaması mevzusuyla giriş yapan Yalçın, bu meşhur sahâbenin Hazret-i Ali -radiyallâhu anh- döneminde Medine kaymakamlığı yapmasına kadarki biyografisini naklettikten sonra, sanki buraya kadarki bilgiler, Ashâb-ı kirâm'ın önde gelenlerinin -doğruluğunda şüphe olmayan- "rivâyet"lerinden başka bir şeye dayanıyormuş gibi, onun İstanbul kuşatmasına katılması ile ilgili yıllarını da içine alan bundan sonraki biyog- rafisini sırf "rivâyet" olmasını gerekçe göstererek "uydurma" olmakla itham etmiş; "Hz. Ebu Eyyub'un (Aba Ayyup) hayatına dair bundan sonraki bölümler tamamen rivayettir. Yani söylentiden ibarettir. Bunlardan biri de İstanbul Eyüp Sultan'daki mezarıdır." demiştir.(3)
Safsatalarını türetirken konu ile ilgili bilgilerin "rivâyet" olması bahânesine sarılan, yâni bu rivâyetleri bilimsel açıdan inandırıcı bulmayıp kendince başka bir kaynak arayan Yalçın, konu Eyyub Sultân Hazretleri'nin yaşı olunca her nedense aynı hassâsiyeti göstermeye gerek duymamış ve bilimsel hiçbir delil ortaya koymaksızın onun 80-90 yaşlarında fethe çıktığı iddiâsını ortaya atmıştır.
Yalçın'ın bu iddiâsına kulak verdiğimizde, hayâl dünyasının ne kadar geniş olduğunu gösteren şu ilginç cümlelerle karşılaşıyoruz:
"O halde hesapladığımızda, İslam ordusu İstanbul'a dayandığında Hz. Eyyub'un yaşının 80-90 yaş aralığında olduğunu düşünebiliriz. Bu kadar yaşlı biri, ulaşımın deve sırtında ilkel şekilde yapıldığı bir dönemde böylesine uzun bir sefere çıkar mı? Bakınız bugünün 80-90 yaşlarından bahsetmiyoruz; 1300 yıl önceden bahsediyoruz. Ki o yıllarda normal karşılanan ölüm aralığı 40-50'dir."(4)
"Târihi bir gerçeği" değil, Soner Yalçın'ın "hayâl ürünü fantazileri"ni yansıtan bu cümlelerde, onun ünlü sahâbeyi "deve sırtında İstanbul seferine çıkarmak" gibi gülünç ve mantıkla bağdaşmayan hezeyanlarını peşinen kaale almasak da; Ebû Eyyûb'un "bilinmediğini" söylediği yaşını hangi târihî delile dayanarak "hesapladığını" ve "o yıllarda normal karşılanan ölüm aralığının 40-50 olduğu" (!) bilgisini hangi kaynaktan aldığını bize açıklamak zorundadır. Çünkü biz o asırda yaşayan Kuss bin Sâide'nin, Varaka bin Nevfel'in ve Ka'bü'l-Ahbâr -radiyallâhu anh-in pekâlâ yüz yaşından fazla yaşadıklarını çok iyi biliyoruz!
Kulaktan dolma bilgilerle konuşan, târih ilminin kenarından bile geçmediği her hâlinden anlaşılan, ünlü Alman târihçi Paul "Wittek"in soyadını sürekli "Witter, Witter..." diye tekrarlayarak ilmî seviyesinin ne olduğunu ortaya çıkaran Soner Yalçın'ın: "Avrupa'nın önemli Osmanlı tarihçilerinden Paul Witter", "tarihçi Witter..." gibi çarpık ifâdeleriyle onun, "Ayvansaray"la "Eyyub Ensârî" isimleri arasında benzerlik kurmaya çalışan isâbetsiz iddiâsını,(5) -devâmında çürütüldüğünü kendisi de itirâf ettiği hâlde- yazısına alması; üstelik büyük bir pişkinlikle: "Peki mezarı neredeydi; Eyüp Sultan da mı Ayvansaray da mı?" diye sormaya kalkışması, kendisi ne derse desin, bu işlere sırf mide bulandırmak amacıyla karıştığını açıkça ortaya koymaktadır.

Bilinçli Saptırmalar:
Doğrusunu kendisinin bildiğini ve düzelttiğini (!) iddiâ ettiği bu târihî vak'aların kronolojisinden bile habersiz olan Yalçın, bu noktada da fenâ hâlde tökezlemiş ve bu işlerden ne kadar anladığını ele vermiş; kendi ipini kendi eliyle çekerek: "Bu arada: Hz. Ali ile birlikte Haricilere karşı savaşan Hz. Eyyub, nasıl oluyor da düşmanı Muaviye'nin ordusuyla sefere katılıyor, tuhaf değil mi?" diye sormak tâlihsizliğini göstermiştir.(6) Sonra da aldattığı kitleye şirin ve sempatik gözükmek için, incelikleri yakalayan, külyutmaz modern bir yazar edâsıyla: "Tamam tamam, devam ediyoruz..." demiştir.(7) Uydurduğu bu büyük safsataları, bu gibi -sözümona- "şirinlik"lerle (!) daha inandırıcı hâle getirdiğini ve bu taktikle daha kolay yutturabileceğini zanneden Yalçın, 667 (h. 47)'de başlayıp 669 (h. 49)'da bittiğini herkesin çok bildiği ilk kuşatmanın târihini: "667'de olabilir, 668'de veya 669; ya da 674'tür..." gibi lâf canbazlıklarıyla, bilinçli bir şekilde karmaşık bir görüntüye sokarak, kendince sanki ortada çelişkili bir durum varmış izlenimi vermeye çalışmıştır.(8) Ayrıca "674" yılının ilk değil, "ikinci kuşatma"nın târihi olduğunun da; diğerlerinin arasına bu târihi de katarak: "Çünkü Muaviye döneminde İslam ordusunun İstanbul'u ilk ne zaman kuşattığı tam olarak bilinmemektedir." deme potunu kıran(9) Yalçın'dan başka herkes farkındadır.
Bu çok bilmiş "tahrif uzmanı"nın saçmaladığı bir başka nokta şu ki; yıllar önce Muâviye ile savaşmış olan Ebû Eyyûb'un, sırf İslâm ordusuna oğlu kumanda ediyor diye, fethini bizzat Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-in müjdelediği bir şehrin muhâsarasına katılmaması düşünülemez ve bu, oradaki türbenin ona âit olmadığı iddiâsına en küçük bir delil de teşkil etmez. Peygamber müjdesine kavuşma uğrunda bu büyük zâtların nelere katlandıkları ve hangi fedâkârlıkları göze aldıkları açıkça ortadayken; bu hassâsiyeti anlayacak kapasiteye sâhip olmayan Yalçın'ın böylesine saçma ve yakışıkız bir iddiâyı diline dolamasına pek de şaşırmamak lâzımdır.

"Psikolojik İhtiyaç" Bahânesiyle
Yapılan "Psikolojik Tahrîbat"

Ak-Şemseddîn Hazretleri'nin fetihten sonra Eyyûb Sultan Hazretleri'nin kabrini bulması rivâyeti; onun, görgü şâhidlerinin veyâ onlardan işiten ikinci derece râvîlerin ifâdelerine dayanan yaşam öyküsünü "Menâkıb-ı Ak-Şemsü'd-dîn" adlı eserinde toplayan Hüseyin Enîsî'nin kayıtlarında(10) ve umum Osmanlı târih kaynaklarında(11) önemli bir yer tutar. Yalçın, yazısında bu rivâyetleri pasifize etmek için yine çürük bir dala yapışmış; -ortaya attıkları abuk-sabuk iddiâlar sanki târihî bir delile dayanıyormuş gibi,- Hammer ve Babinger'in bu hâdiseyi "dinî hisleri kamçılayan bir aldatmaca" olmakla suçlayan asılsız ithamlarını "delil" diye okuyucunun karşısına çıkarmıştır.
Yalçın'ın basit bir göz boyama taktiğiyle "Osmanlı tarihini en iyi bilen tarihçilerden" ifâdesiyle servis ettiği(12) bu iki ismin sarfettikleri çirkin sözler, farklı kaynaklarda ittifakla, aynı ortak ifâdelerle anlatılan bu "târihî" gerçeği örtbas etmeye yetmez. Taraflı yaklaşımları ve yaptıkları bilinçli saptırmalar nedeniyle âdetâ mimlenmiş olan bu iki ismin, Osmanlı târihini ne kadar bildiğini ve sözlerine ne derece itibâr edilmesi gerektiğini ise Yalçın, başta sık sık referans gösterdiği İnalcık olmak üzre modern Türk araştırmacılarının çoğundan öğrenebilir. Yakın zamâna kadar "en iyi Osmanlı kaynağı" diye yutturulmaya çalışılan "Yusuf" lâkaplı "Joseph" Hammer'in kitabı, içerdiği bunun gibi sayısız çirkin iftirâlar nedeniyle çöpe atılmaktan başka hiçbir şeyi hak etmediği gibi, sırf Hammer'le ilgili bu sözümüzün aynısını söylediği için, İnalcık'ın yıllar önce Babinger tarafından nasıl bir çifte standarta mâruz bırakıldığı da, yine yaşlı tarihçinin bizzat kendisinden sorulup öğrenilebilir.
Bununla birlikte İnalcık'ın, "Hazret-i Ebû Eyyûb'un türbesinin bulunmasının psikolojik ihtiyaçtan kaynaklandığı ve Akşemseddîn Hazretleri'nin kuşatmanın en kritik ânında bu psikolojik ihtiyâcı karşıladığı" yönündeki iddiâsı da(13) peşînen yanlıştır. Çünkü konu ile ilgili tüm rivâyetler -istisnâsız- bu hâdisenin, kuşatmanın ortasında ve "morallerin düştüğü bir anda"(14) değil, aksine millî ve mânevî coşkunluğun doruk noktasına çıktığı "fetih"ten hemen sonra gerçekleştiğini açık ve net bir biçimde vurgulamaktadır.(15)
Nitekim az önce görgü şâhdilerinin rivâyetlerine dayandığını belirttiğimiz Enîsî "Menâkıb"ında hâdise: "Pes Kostantiniyye feth oldı, Sultân Muhammed Ebû Eyyûb'uñ kabr-i şerîf'lerin Ak-Şemsü'd-dîn'den iltimâs eyledi; Şeyh dahı ol Kabr-i şerîf'i orman arasından bulup, ‘asâsın râst Ebû Eyyûb'uñ göbegi berâberince dikdi ta'yîn eyledi." şeklinde anlatılır.(16)
Dolayısıyla türbe bulunduğu sırada, ortada iddiâ edildiği gibi bir durum yoktur ki, türbenin keşfi psikolojik bir ihtiyâcı karşılama amacına hizmet etmiş olsun. Bu gibi asılsız iddiâlar, İslâm tasavvufunda anlamı son derece açık olan "İlâhî keşf"in mâhiyet ve hakîkatinin gerçek mânâda bilinememesinden ve idrâk edilememesinden kaynaklanmıştır. [Devam edecek]


(1-4) Soner Yalçın, "Eyüp Sultan'daki Mezar kimin", Hürriyet Gazetesi, 30 Mayıs 2010.
(5) Paul Wittek, "Ayvansaray, un sanctuaire prive de son heros", Annuaire de I'Institut de Philologie et d'Histoire Orientales et Slaves (Brussels, 1951), 505-526.
(6-9) Soner Yalçın, a.g.m., göst. yer.
(10) Emîr Hüseyin Enîsi, "Menâkıb-ı Akşemsü'd-dîn", s. 29-35. bas.: 1302 (m. 1885).
(11) Anonim "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân", TSMK Sultan Reşad ve Tiryal Hanım Ktp., nr.: 700, vr. 71a-75b; Oruç Beg, "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân", Yapı Kredi Sermet Çifter Arş. Ktp. nr.: 773, vr. 124a-125a; Tursun Beg, "Târîh-i Ebû'l-Feth", (nşr. Mertol Tulum), s. 72, 74-75; Lütfi Paşa "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân", s. 179-181; Gelibolu'lu Mustafa ‘Âlî, "Künhü'l-Ahbâr", TSMK, III. Ahmed, nr.: 3080, vr. 275-278, 302-303, 462; İbn-i Kemâl, "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân", VII. Defter, s. 100-101, 547. nşr. Şerafettin Turan, TTK, Ankara, 1957.
(12) Soner Yalçın, a.g.m., göst. yer.
(13-14) Emine Çaykara, "Tarihçilerin Kutbu", s. 431. İstanbul, 2005.
(15) Bu noktada 11. dipnotta saydığımız tüm kaynaklar zikredilebilir.
(16) Hüseyin Enîsi, "Menâkıb-ı Akşemsü'd-dîn", s. 32
 

Sofuoglu

Ordinaryus
Katılım
29 Tem 2006
Mesajlar
4,603
Tepkime puanı
254
Puanları
83
Yalçın'ın Asılsız İddiâlarını
Kökünden Çürüten Târihî Kanıtlar:

Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh- Hazretleri'nin İslâm ordusuyla İstanbul'a gelip burada şehid olacağı ve surların dibine defnolunacağı, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in önceden bildirdiği gayb haberlerindendir. Nitekim bir İslâm kaynağında yazdığına göre; Hazret-i Ebû Eyyûb son nefesini vermeden önce, Resulullah -salla'llâhu 'aleyhi ve sellem-den: "Kostantîniyye sûrunun dibine sâlih bir kimse defnolunacaktır." sözünü işittiğini söylemiş ve: "Umarım ki o kişi ben olurum!" diyerek, kendisini surların dibine defnetmelerini vasiyet emişti.(1)
Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh- Hazretleri'nin kabrinin uzun yıllar burada kalmış olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim olaya ışık tutan bir başka rivâyete göre; Yezid Ebû Eyyûb'un tabutunu askerlerin ortasına alıp çarpışa çarpışa ilerlerken Bizans kumandanı bu garip durumu görüp: "Bu da nedir?" diye sormuş, Yezid ise: "Bu bizim Peygamber'imizin sahâbesidir. Bize senin beldende gömülmesini vasiyet etti, biz de onun bu isteğini yerine getireceğiz!" demişti. Bizans kumandanı: "Sen ne akılsız adamsın! Sen dönüp gidince biz onu köpeklere yem ederiz!" demeye kalkışınca, Yezid: "Eğer onun kabrini açtığınızı veya cesedine bir şey yaptığınızı duyacak olursam; ben de bütün Suriye'de öldürmedik hıristiyan, yıkmadık kilise bırakırsam, bu ölüye ikrâmıma sebep olan Zât-ı Peygamber'i -salla'llâhu 'aleyhi ve sellem- inkâr etmiş olayım!" cevâbını verdi. Bunun üzerine Bizans'lı komutan işin ciddiyetini anladı; "Ben onun kabrini elimden geldiğince koruyacağıma dâir Mesîh adına söz veriyorum!" dedi ve vaadini yerine getirdi. Surların dışına defnedilen Hazret-i Ebû Eyyûb'un kabri, zamanla hıristiyan Rumlar'ın bile saygı duyduğu bir mekân ve kuraklık zamanlarında yağmur duâsında bulunmak üzre akın ettikleri bir makam hâlini almış, burada uzun yıllar en küçük bir zarar dahî görmeden kalmıştı.(2)
Bu bilginin doğruluğunu, İstanbul'un fethinden üç yüz yıl önce yazılmış eski bir kaynağa dayanarak ispatlamak mümkündür. Ünlü Arap seyyahı Ali bin Ebû Bekir el- Herevî'nin (ö. 1215) "Kitâbu'l-İşârât ilâ Ma'rifetü'z-Ziyârât" adlı eserindeki(3) önemli bir kaydı, büyük fetihten önce, XII. yüzyılın sonlarına kadar Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh- Hazretleri'nin İstanbul'da, Bizans surları dışında gerçekten bir kabrinin mevcut olduğuna ve bu ziyâretgâhın o asırda tüm müslümanlar ve hıristiyanlar tarafından tanındığına kesin bir kanıt teşkil eder.
Herevî, 1173 mîlâdî yılında -Anadolu ve Bizans coğrafyası da dâhil olmak üzre-, dünyânın birçok bölgelerine giderek buralarda edindiği keşif ve izlenimlerini kaydettiği seyahat-nâmesinde, İstanbul'da görüp ziyâret ettiği yerler arasında Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin kabrini de sayar. O, İslâm kaynaklarındaki bilgileri ve tüm Osmanlı rivâyetlerini açıkça doğrulayan bu kaydında:
"Resûlu'llâh -salla'llâhu 'aleyhi ve sellem-in sahâbesi Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin kabri Kostantaniyye şehrinin sûr tarafındaydı." diyerek;(4) onun kabrinin, dışarıdan gelen yabancı bir seyyahın rahatlıkla bulup ziyâret edebileceği meşhur bir makam olarak, fetihten ve Akşemseddîn Hazretleri'nin keşfinden üç asır önce de bilindiğine ışık tutar.
XII. yüzyılın üçüncü çeyreğine âit olan bu orijinal kayıt, Soner Yalçın ve hemcinslerinin; Eyyub Sultân Hazretleri'nin İstanbul kuşatmasına katılmadığı, kabr-i şerîf'in ona âit olmadığı, Akşemseddîn tarafından askerin psikolojisini düzeltmek için kurgulandığı yönündeki tüm safsatalarını kökünden çürütmektedir.
1204'te İstanbul'u işgâl eden Latinler, bu bölgedeki hıristiyan mezarlarını yıktıkları sırada, büyük bir ihtimâlle Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiya'llâhu anh-in kabri de yerle bir olmuş ve Fâtih zamânına, yâni XV. yüzyılın ortalarına gelindiğinde artık tamâmen kaybolup unutulmuştur.
Târihle ilgili hiçbir konuda bilimsel tenkide kalkışacak durumda olmadıkları hâlde, sırf içerdiği dînî ve tasavvufî öğeleri içlerine sindiremedikleri için, kapasitelerine bakmadan bu rivâyetleri alaya almaya kalkışan, kuru lâfla bu târihî gerçekleri yok etmeye çalışan Yalçın ve benzerleri, uydurdukları safsataları ağızlarına tıkayan bu apaçık delilleri neye dayanarak, hangi cesâretle inkâra kalkışmışlardır?
Bir görgü şâhidi olan Herevî'nin bu şehâdeti varken bu gibi tahrifçilerin sözlerine itibâr edilemeyeceği ortadadır!..
tarih01-e8eaea4b-11dc-44e5-aa22-0cc229a4b1ef.jpg
Ali bin Ebû Bekir el-Herevî'nin "Kitâbu'l-İşârât ilâ Ma'rifetü'z-Ziyârât" adlı eserinde, 1173 yılında İstanbul'a geldiği sırada Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin kabrini ziyâret ettiğini belirttiği varaklar. Edirne Selimiye Kütüphanesi, Yzm. nr.: 542, vr. 22b-23a.

Battal Gâzî Efsânevî Bir Kişilik Midir?
Hazır eli değmişken, Battal Gâzî'ye de "izi kalsın" mantığıyla çamur atmayı ihmâl etmeyen Soner Yalçın, -ne büyük tesâdüftür ki- tıpkı Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri gibi Bizans üzerine akınlar düzenleyen bu ünlü İslâm komutanını da "tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan diğer bir kişilik" olarak yansıtmaya çalışmış; hiçbir gerekçeye dayanmadan onun da "yaşam hikâyesinin gerçekle bir ilişkisi bulunmadığını" iddiâ etmeye kalkışmıştır.(5)
Başta Taberî olmak üzre, İslâm kaynaklarının büyük çoğunluğunun ittifakla belirttiğine göre; Battal Gâzî VIII. yüzyılda Emevîler döneminde yaşamış ve ünlü İslâm komutanı Mesleme bin Abdülmelik'in muhâfız kumandanı olarak Bizans akınlarına katılmıştı.(6) Varlığını ve icraatlarını eski İslâm kaynaklarından açıkça tespit ettiğimiz Battal Gâzî'nin biyografisi ve Bizans'a yönelik zaferleri çok eski asırlardan beri menâkıb-nâmelere konu olmuştur. İslâm kaynaklarında yer alan rivâyetlere "efsâne" damgası vurup kaçma klasiğini tekrarlayan ve tahrifçilerin tipik sözlerini ağzına sakız yapan Yalçın da, kör kuyuya taş atarak, sadece "rivâyet olduğu" gerekçesiyle bu bilgileri toptan imhâ etme hevesine kapılmıştır. Hâlbuki Bizans'lı müverrih Theophanes'in ve Süryânî yazar Tell Mehreli Denys'in eserlerindeki açık ifâdeleri, bu bilgilerin târihî arka plânını ve zannedildiği gibi efsâneden ibâret olmadığını açıkça ortaya koyar.(7) Onun gerçekten Bizans'a akınlar düzenlediği ve "Menâkıb-nâme"lerde işâret edildiği üzre, bugün Eskişehir'e bağlı Seyitgazi sınırları içindeki târihî Akronion kenti yakınlarında gazâ ederken, 1231 ilâ 1241 yılları arasında şehid düştüğü de yine aynı târihçiler tarafından doğrulanır.(8)
Battal Gâzî'nin târihî kimliğinin gerçekliği açık toponomik kanıtlarla da desteklenebilir. Nitekim ünlü Arap coğrafyacı Ebû'l-Fidâ, Güneybatı Anadolu bölgesinin XIII. yüzyıl başlarındaki durumunu tasvir eden İbn-i Sa'îd'in (ö. 1274) bir izlenimine dayanarak, bölgede bulunan bir akarsuyun (Dalaman çayı) o zamanlar "Battal nehri" adını taşıdığına ve bu adın Bizans'a akınlar düzenleyen Battal'dan kaldığına ilişkin önemli ayrıntılar sunar:
"Orada 'Battal nehri' demekle ma'rûf, büyük, derin bir nehir akar. Onun (Battal'ın) Benî Ümmiyye (Emevî) Devleti zamânında Rûm'a çok gazâlar ettiği söylenir. ...Müslümanlarla hıristiyanlar arasındaki sınır işte odur."(9)
Bu nehrin XIII. yüzyıl başlarında müslüman Türkler'le Bizanslılar arasında sınır olması, menâkıb kitaplarında belirtildiği gibi buranın gerçekten de bir gazâ üssü olduğuna ışık tutar. Bu apaçık târihî delilleri inkâra kalkışanların ellerinde acabâ sözlerini doğrulayacak ne gibi bir kanıtları var?
Sözlerimize son verirken, bu târihî gerçekleri göremeyecek kadar câhil olmasına rağmen; sormasını bilmeyen, bilmediği için de soramayan Soner Yalçın'a, Sa'dî'nin, üzerine tam tamına oturan şu nüktesini aynen iâde etmek isteriz:
"Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı..."

(1) İbn-i Abdürrebîh, "el-'Ikdü'l-Ferîd", II, 213.
(2) İbn-i İshâk'tan naklen: İbn Hişâm, "es-Sîre", III, 354-355.
(3) Eserin, burada kullandığımız Edirne Selimiye Ktp. nüshası unvan yaprağında yazılı olan diğer adı "Kitâbu 'Acâyibü'l-Büldân"dır. Krş. Selimiye Ktp. nr.: 542, vr. 1a.
(4) Ali bin Ebû Bekir el-Herevî, "Kitâbu'l-İşârât ilâ Ma'rifetü'z-Ziyârât", Edirne Selimiye Ktp. nr.: 542, vr. 22b, st. 18-20.
(5) Soner Yalçın, a.g.m., göst. yer.
(6) Taberî, "Târîh-i Taberî", de Gorje nşr., II, 1559-1561, 1716; İbnü'l-Esîr, "el-Kâmil fît-Târîh", V, 129, 132-134, 186-187.
(7-8) Theophanes ve Denys'in bu kayıtları için, bk. E. N. Brooks, "The Sources of the Theophanes and The Syriac Chronicles", BZ, XV, (1906), s. 578 vd.
(9) Ebû'l-Fidâ, "Takvîmü'l-Büldân", C. Scheier neşri, s. 11. Dresden, 1846.

 
Üst