Hakanlarin şereflendirdiği dünya

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
HAKANLARIN ŞEREFLENDİRDİĞİ DÜNYA

ALPEREN GÜRBÜZER

Tanhu, Han, Kağan, Sultan, Hünkâr, Padişah gibi değişik unvanlarla andığımız şahsiyetlerin gerek destanlarımızda, gerek Orhun kitabelerinde, gerekse siyasi tarihimizde çok öneme haiz yeri vardır. İşte bu yüzden her biri hakanımızı nesilden nesile ne kadar yâd etsek azdır. Nasıl yâd etmeyelim ki, her bir hakanımız gücünü önce Allah’tan, sonra da tebaasından alıyordu. Tebaa ise hakanlarını Allah’ın yeryüzünde adaletin tesisine yönelik vasıta gördükleri içindir büyük bir sadakatle itaat ediyordu. Gerçektende her bir hakanımız idare ettikleri ülkelerin adalet güneşi olarak damga vurmuşlardır. Nitekim bu durum hem İslam öncesi Türklükte hem de İslam’la hemhal olmuş Türklükte öyleydi.
Malumunuz İslam öncesi Türklükte Oğuz Han, Bilge Kağan, Atilla ve Kürşad gibi kağanlarımız vardı. Ayrıca her bir kağanımıza ışık saçan Irkıl Hoca, Korkut Ata ve Dede korkut gibi nice bilge şahsiyetler vardı. İyi ki de varlardı, bu sayede hem zahir başbuğ hem de manevi başbuğ nedir onu idrak ettik. Her iki unsurda etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz hem kılıç hem ışık kandili oldular. Pusat zahiri başbuğumuz temsil ederken, kalemde manevi başbuğumuzu temsil etmiştir. Şu bir gerçek âlimin mürekkebi şehit kanından üstündür. Nitekim üstünlükleri şundan belli, bilge şahsiyetler yeri gelir hakanlarımıza rehber olur, yeri gelir müsteşar olur, yeri gelir ışık kandili olur. İşte bu yüzden her bir ışık kandili bilge şahsiyeti yıldız hükmünde manevi başbuğlar olarak biliriz.
Hiç kuşkusuz İslam’a köle olmuş Türklükte olduğu gibi İslam öncesi Türklükte de inanç zirve noktadır. İşte Bilge kağan’ın “Tanrı Türk Milleti yok olmasın diye beni Kağanlığa oturttu” sözleri bunun teyidi zaten. Düşünsenize o dönemlerde pek çok kavim bilumum her ne varsa taşa, toprağa, güneşe taparken Türkler de ise tek Tanrı inancı egemen değerdir. Nitekim Oğuz Han hâkimiyetini tek bir ilahi kaynağa dayanarak iri ve diri olurken Uygur Hanları da gücünü semavi bir nura dayandırarak iri ve diri olurlardı. Keza Kırgızlar gökten gelen ilhamla kutlu bir soya mensup olmanın şuuruyla hareket ederken, Hun’larda lider bildikleri Atilla’nın ilahi kaynaktan aldığı güce dayanaraktan cepheden cepheye akın ederlerdi hep. Derken Türkler inandıkları davalar uğruna dünyanın dört bir tarafına yayılarak değişik isimler altında anılacaklardır. Her ne kadar değişik isimler anılsalar da sonuçta ortak buluştukları nokta inandıkları kaynağa dayanarak hepsinin ‘sefer der vatan’ olmalarıdır. Nasıl mı? İşte Oğuz Han'ın “Çok savaştım Tanrıya borcumu ödedim” sözleri savaşmaktaki amacının kendi egosunu tatmin için olmadığını bilakis inandığı ilahi kaynağa şükran borcu olduğu içindir elbet. Ki, bu şükran borç pazara kadar değil kıyamete dek sürecek borçtur. Nitekim ilerisinde Türkler İslam’la müşerref olduğunda Oğuz Han’ın o müthiş sözü İslam’ın cihat ruhu ile daha da bir anlam kazanacaktır.
Eski Türk Hakanlarında sadece Tanrı bilinci mi söz konusuydu, elbette ki ileri derecede tarih şuurunun varlığı da gözlerden kaçmaz. Nitekim Bilge Kağan’ın “Çinlilerin tatlı sözlerine, yumuşak ipeklerine aldanmayın, hilelerine karşı uyanık bulunup ve kim Çin’e giderse yok olacaktır” sözleri bunun teyidi olduğu gibi öz eleştiri bilinci de doruktadır. Öyle ki 'Türk milletinin elli yıl esaret hayatı yaşamasının kendi kusuru ve bünyesinden kaynaklandığını...' dile getirmekten imtina etmez de. İşte hakanlarımızda ileri derecede var olan Tanrı inancı, ileri derecede milli şuur ve yine ileri derece de öz eleştiri bilincidir ki, onlar halk nezdinde hep unutulmaz simalar olmuşlardır. Nasıl unutulsunlar ki, Türk kağanları her işe ‘Mengü Tanrı Kücünde’ diyerek koyulurlardı. Malum bu kutsi ifade, yani “Mengü Tanrı Kücünde-Ebedi Tanrı’nın kudreti’ lafzı İslam’ın “Besmeleyi Şerife”si gibidir. Öyle ya madem besmele her işin başı, o halde bunda, yani 'Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım' ifadesinde dur durak bilmeyen Türkler söz konusu olduğunda ileriye hamle yapmak olarak mana kazanır da.
Malum, bizim ilk hamlemiz Karahan Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın ilk Türk hakanı olarak İslam’la şereflenmesiyle başlar. Hiç kuşkusuz Satuk Buğrahan’a da hidayet kapılarının açılmasana vesile olan manevi Başbuğ Samani Ebu Nasr’dır. Menkıbelerde geçen pek çok rivayetlere göre Rasullullah (s.a.v) bizatihi Satuk Buğrahan’ın rüyasına teşrif edip talimat almasıyla Müslüman olmuştur. Böylece bu vesileyle Karahanlılar’da tereddütsüz Hakanına itaat edip itirazsız Müslüman olurlar. Hele Türk kavmi İslam’la şereflenmeye görsün Müslümanlıkla birlikte göçebe dinamizmi yerine yerleşik hayat vuku bulur da. Zira bozkır kültürü at sırtında gelişen kültür kodumuzdu, bu kültür kodun devamında demiri dövmekte vardır. Yine kültür kodlarımızın köklerine indiğimizde Bey olabilmek için avını en iyi şekilde avlayıp aç doyurmak, çıplak giydirmek gerekir. Tabii yerleşik hayata geçtiğimizde bu durum imar faaliyetleriyle, müesseseleşmeyle değişik biçim alacaktır. Göçebe değerler yerine daha çok yerleşik değerler yer alacaktır. İyi ki de yerleşik olmuşuz, bu sayede tarihe medeniyet olarak damga vururuz. Türklere icabında bu da yetmez, bir noktadan sonra İslam’ın evrensel mesajından hareketle alışıla gelen tüm göçebe değerleri İslam’ın potasında eriterek ilim yolunda, müessesleşme yolunda gücünü harcayıp üç kıtada Nizam-ı âleme doğru yol alırlar. Nitekim İbn-i Haldun; ilim ve medeniyetin ancak hadari toplumlarda (yerleşik-şehir toplumu) gelişeceğini dile getirmekle bu hususu doğrulamışta.
Şu bir gerçek, din ve medeniyetten uzak kalıp göçebe dinamizmi ve yıkıcılığı esas alan imparatorluklar er geç yıkılmaya mahkûmdurlar. Bakın, Moğollar medeniyetten yoksun oldukları için tarihte bir asrı geçmeyecek hâkimiyetleri olabildi. Babür Şah’ın kurduğu büyük Hindistan imparatorluğu ise Moğollardan çok daha uzun sürdü. Niye derseniz, her şey ortada gayet açık ve net; birinde yıkıcılık, diğerinde ilim tefekkür ve medeniyet söz konusuydu. Moğol kasırgası her şeyi silip süpürmüştü çünkü. Bu yüzden tarihe medeniyet yıkıcıları olarak geçtiler. Neyse ki Anadolu uçlarına yerleşen Türkmenler ilerisi için ümit kalesi olup Moğol yaralarını saracaklardır. Hatta sadece Moğol yaralarını sarmakla kalmazlar Osmanlı’nın kuruluş mayası da olurlar. İşte o kuruluş mayası Söğütte yoğrulup tuttuğunda bunun ilk işaretlerini Orhan Gazi İznik’i feth eder etmez orada medrese kurmasında alırız da. Malum, ilk Osmanlı medresesi Orhan Gazinin girişimiyle gerçekleşir. Derken medreselerimiz (üniversitelerimiz) dallanıp budaklandıkça ilerisinde bizim dünyayı aydınlatacak güç olarak işlev görüp cihangir devlet olacağımızı ve büyük bir medeniyete geçiş yapacağımızın muştusu olur da.
Her neyse, bir başka Türk’ün yüz akı hakanı diyebileceğimiz isim Tuğrul Bey’dir. Ancak şu da bir gerçek Tuğrul Bey sadece bizim değil, bilhassa XI. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının da lideridir. Öyle ki Büveyhiler’in hâkimiyetine son vererek adından söz ettirecektir. Zaten rüştünü ispatladığında Müslümanların Sultanı manasına 'Sultanül Müslim’in' unvanına layık görülür de. Bu sayede Oğuz Türklerinde ehlisünnet çizgisinde bir Müslümanlık bilinci baskın değer kazanmasıyla birlikte müfrit Şii ve yıkıcı faaliyetlerin bertaraf edilmesini beraberinde getirecektir. Böylece İslam âlemi uzun bir aradan sonra rahat nefes almış olur.
XVI. yüzyıla da Yavuz Sultan Selim mührünü vurup Resulü Ekrem’in kutlu halifesi olmakla şereflenecek. Bilhassa kazandığı Mercidabık ve Ridaniye zaferleriyle göz doldurup kendisine ‘Hâkim’ul Haremeyn-i şerifeyn’ unvanıyla kutsal emanetler teslim edilecektir. Ancak o yüce hakan bu taltife hiçbir beşerin layık olamayacağının bilincinden hareketle kendisine ‘Hâdim’ul Haremeyn-i şerifeyn’ unvanını layık görecektir. Öyle ki Yavuz Sultan Selim tıpkı saltanat makamında olduğu gibi halifelik makamını üstlendiğinde de hizmetkârlık bilinciyle hareket edecektir. Ki; hilafet kaideleri bunu gerektirdiğinden bu makam İslam hukukunda Müslümanların başkanı olarak telakki edilir, dahası Müslümanların ‘veliyyül emr’ olarak telakki ettiği makamdır. Bunun böyle görülmesi de gayet tabiidir. Çünkü İslam’da ‘siyaseti amme’ makamı, halkın vekili ve elçisi fiilini yerine getirmek için vardır. Ama yine de d gerek Fatih olsun, gerek Kanuni olsun, gerekse Yavuz olsun fark etmez pek çok hükümdarlarımız Kur’an’da ‘Halife-i Allah’ hükmüne rağmen bu unvan yerine daha çok ‘Halife-i Resul Allah’ ve ‘Halife-i Ruy-i Zemin’ unvanının mana ve ruhuna sadık kalmayı layık görmüşlerdir. Öyle ki Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ‘Ey Davut, biz seni adaletle hükmetmek için dünyaya halife yaptık’ hükmü Hakanlarımız için baş tacı hüküm olmuştur. Gerçektende Osmanlı Hükümdarları bu bilinçten hareketle İslam’ın adalet kılıcı olmuşlardır. Tabii onlar adalet kılıcı olunca fethedilen topraklardaki ahalide böylesi adalet güneşi hakanlara ‘Zill Allah Fil Âlem’ (Allah'ın dünyada gölgesi-Allah’ın yeryüzünde Naibi) demekten kendini alamaz da. Kaldı ki ahali bu bilinçte olmasa da Allah’ın hükümlerini yeryüzünde yeşertecek aynı zamanda siyasi ve idari işlerin yürütülmesi noktasında hadimiyet şuuruyla hareket edecek bir hakanın (halife) her daim başlarında bulunması Türk’ün vazgeçilmez tutkusudur zaten. Bu tutku İslam öncesi Türk bozkır kültüründe yerini bulan çıplak giydirmek, düşmanın kanını dökmek, aç doyurmak şeklinde bir beylik olmanın şartı iken, Türkün yerleşik hayata geçişinde bu şarta hanlar soyuna mensup olmak kaidesi de ilave olur. Nitekim Timur imparatorluk kurmuştu kurmasına ama Hanlar soyuna mensup olmadığından kendisi Han ve Sultan olarak addedilmemiştir. Zira Hakan veya Hükümdar (Bey) olabilmek Hanlar soyuna mensup olmayı gerektirir.
Öyle ki:
—Osmanlıların: Oğuzhan soyundan,
—Karakoyunluların: Denizhan soyundan,
—Akkoyunluların: Bayındırhan soyundan olmasını gerektirir.
Şu da var ki; İslam tarihinde pek çok hanedan soyu olsa da bunlar arasında en dikkat çekeni;
—Al-i Resul (Abbasiler),
—Al-i Selçuklu,
—Al-i Osmanlı olmuştur.
Sakın ola ki, hanedanda neymiş deyip geçmeyelim. Zira bakın Busbecq “Hanedanın din ve devletin bekası evlattan daha mühimdir” der.
Keza Şair Sadi de bu anlamda:“On derviş bir kilim üzerinde uyur lakin iki padişah bir kilime sığmaz” der.
Sultan Beyazıt Hakanımız da “Osmanlı öyle bir gelindir ki, iki damadın talebine tahammül edemez” demek suretiyle hanedanlığın önemini ortaya koyan müthiş bir tespitte bulunmuştur. Hele ki fetret devrinin şöyle göz önüne aldığımızda (kardeşler arası kavgalar devri) yukarıdaki bu müthiş tespitin ne anlama geldiğini şimdi çok daha iyi anlıyoruz.
Evet, nizamla oynanmaya pek gelinmez, hele bir kez olsun nizamla oynanmaya kalkışılırsa olacak olanları varın birde siz düşünün, hiç kuşkusuz dengelerin bir anda alabora olacağı kaçınılmazdır. İşte Hakanlarımız bir takım dengelerin sarsılmaması için, Nizam-ı âlem davasının her daim takipçisi olmuşlardır. Zaten hanlıklar ve imparatorluklar da varoluş gayeleri ve ilhamını aldıkları ulvi davaları için vardır. Nitekim Said El Endelusi dünyayı beş büyük imparatorluğa ayırırken Hakanların (hükümdarların) var oluş dayanağını dayandığı hanedana dayanarak şu şekilde vasıflandırır:
—İtaatkâr İnsanlar Hükümdarı; Çin İmparatorluğu,
—Hikmet (ilim) Kralı; Hint İmparatorluğu,
—Aslanlar (cesur) Hanı; Türk İmparatorluğu,
— Şahlar Şahı (Büyüklük); İran İmparatorluğu,
—İnsanlar (Güzellik) İmparatoru; Roma imparatorluğu.
Hiç kuşkusuz varoluş dayanağı bir hakan için çok önem arz eder. Ama bu demek değildir ki Orhan Gazi, Yıldırım Bayezıd, Çelebi Mehmet gibi hükümdarlarımız hanedan oldukları için sırça köşklerde her daim el bebek gül bebek hayat yaşasınlar, mümkün mü? Bilakis at sırtında Nizam-i âlemi hedef edindiler. Mesela bir bakıyoruz hakanlarımızın birçoğu taş toprak evlerde yaşıyorlardı. Mesela Tuğrul Bey şu müthiş yaşantısıyla tarihe not düşer de. Ve şöyle der “Kendime ev (saray) yapıp da yanında bir camii inşa etmezsem Allah'tan utanırım.”
Evet, kim demiş hakanlarımızı sırça köşk düşkünüdür, düşünsene ev ya da saray yaparken bile yanına camii yapmazsa o evi kendine zul addeden bir anlayıştır bu. İşte bu anlayıştır ki; hele şükür Türkiye Cumhuriyetine de sıçrayıp uzun bir aradan sonra tarihimizde ilk kez Söğütözü’nde tam teşekküllü camisiyle, kongre salonuyla ve pek çok üniteleriyle donatılmış Cumhurbaşkanlığı Külliyemiz var artık. Malum, Osmanlının kuruluş safhasında da Bursa ve Edirne payitahtında saray yerine külliye vardı. Hatta yükselişimizde ki Topkapı sarayımızda öyleydi, bakmayın siz öyle adının Topkapı Sarayı olmasına, gerçekte içeriğine baktığımızda hükümet binasıdır, yani payitaht görevi ifa eden külliyedir. Ne zamanki Al-i Osmanlı batılılaşma sevdasıyla birlikte düşüşe geçer işte gerçek anlamda saray kurma özentisi o zaman gün yüzüne çıkar.
Peki ya Başkentlerimiz? Malumunuz Eski Türklerde Ötüken, Selçukluda İznik, Osmanlı’da Edirne dikkat çeken başkentlerimizdir. Ve her bir başkentimiz sınır uçlarına çok yakın merkezler olarak misyon yüklenmişlerdi. Ama gel gör ki düşüş dönemimizde başkent misyonumuz uç beyi anlayıştan hızla uzaklaşıp kendi kabına çekilecek bir yerde kendini konumlandıracaktır. Her ne kadar başkentlerimiz kendi kabımıza çekilmiş olsa da yine de gelinen noktada şunu iyi anladık ki, tarihi süreç içerisinde geçirdiğimiz sosyo-ekonomik- kültürel tüm evrelerde değişmeyen tek olgu devlet şuurudur. Zira devlet bilinci bizde her daim “şefkatli baba” olarak karşılık bulmuştur. Hakeza yine tarihi süreç içerisinde devlet yapılanmasında görev üstlenmiş tüm yöneticilerimiz ise tebaanın nazarında devletlû olarak kabul görüp baş tacı edilmiştir. Baş tacı edilmeleri de gayet tabii bir durum, çünkü toplum içinde herhangi bir huzursuzluk ve problem çıktığı zaman tek sığınacak dal devletin şefkatli kolları olmuştur. İşte halkın devlete bakışı üç aşağı beş yukarı bu çerçevede idi. Öyle ki halk kendi aralarında çıkabilecek anlaşmazlıklarda bile ihkak-ı hakka tevessül etmezlerdi, tek müracaat ettikleri merci “şeriatın kestiği parmak acımaz” konumunda devletin adalet terazisi olmuştur. İşte devlete olan bu sadakat duygusu toplumu huzur ve dengede tutmaya ziyadesiyle yetiyordu... Nasıl yetmesin ki, diğer toplumlarda lütufmuş gibi sunulan göstermelik adalet uygulamaları, bizde sosyal hayatın doğal akışı içerisinde her daim işleyen tabii haktır zaten. Bu yüzdendir ki bizim kitabımızda adaletten mahrum hakansız (lidersiz) devlet, devletsiz halk geleneği yazmaz. Bize asla adaletten mahrum ne başsızlık ne de tebaasızlık yaraşır. Bize adaletten kıl payı şaşmayan devletin milletine güvendiği, milletinde devletine güven duyacağı düzeni kurmak yaraşır. Batı dünyası için devlet bir anlam ifade etmese de bizim için halkın hizmetkârı, aynı zamanda hak arama kapısı olması bakımdan çok anlam ifade eder. Devlete olan aşkımız o kadar narin ve hassastır ki en ufak haksızlıkta sinir uçlarımızla oynandığında derhal “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” deriz de.
Yine bizim devlet kültür kodlarımızda devlet idarecilerine bakışımız Faşizmde olduğu gibi putlaştırılmaz, bilakis Allah’ın adaletini yeryüzünde yaymaya vesile idareciler gözüyle bakar ve ona göre itaat ederiz. İtaat etmeye mecburuz da, çünkü Resulullah (s.a.v) hadis-i şeriflerinde “Emirlerin en iyisi sizi seven ve sizin kendisini sevdiğinizdir” beyan buyurduğu gibi “Adil bir Sultanın bir günlük adaleti altmış senelik ibadetten üstündür” diye de beyan buyurmuşlardır.
İyi ki de tarihi geleneğimizde Nazizm ve Faşizmde olduğu gibi Führer’in (Şef’in) putlaştırılması hadisesi yoktur, olamaz da. Zira bizim kültür kodlarımızda önce Allah’ın emrine tabii olacak liderlik anlayışı vardır, sonra tebaanın hizmetine koşturmak vardır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bizde ne Mussolini’nin elinde Demet Saplı Roma Baltasıyla aba altında sopa gösterici bir lider anlayışı, ne de Hitler'in Yahudileri diri diri fırına atacak derecede arı ırkının üstünlüğüne dayalı liderlik söz konusudur. Tüm bunların aksine Halife Hz. Ömer (r.a)’ın son nefesini vermek üzere iken bile zimmîlerin hakkını korunmasına dair vasiyetin gereğini yerine getirecek liderlik anlayışı esastır. İşte bu hassasiyetin gereği Veliyyü’l-emirlerimizin her biri adaletleriyle hükmettikleri ülkelerin adalet güneşi başkanları olurken, Batının Roma Balyozlu liderleri de adaletsizlikleriyle idare ettikleri ülkelerin zulmedici kralları olmuşlardır. Neyse ki günümüzde artık Roma Baltası yoktur, ama onu aratmayacak vahşi kapitalizmin önümüze koyduğu pragmatist ‘Faydacı Tanrı’ kültü ve faşizmin ürettiği Liderlik Sultası miti vardır. İşte bu yüzdendir ki insanlık tüm sahte putlardan yılmış durumda. Öyle ki kitleler Nietzsche gibi ‘Tanrı öldü, Tanrı benim’ diyerek feryat çığlıklarına çanak tutup isyanı ilahlaştıran anlayışların cenderesinden çıkmanın derdindedir. Ama ne var ki insanlık bu gün olmuş halen bu cendereden çıkamamıştır. Yinede yeise kapılmamak gerekir. Şayet insanlık bir gün gelir çokluk içinde birlik ülküsünü fark edip kendine geldiğinde, işte o zaman, o özlediğimiz aydınlık günler belki yarın belki yarından da çok yakındır. Doğacak olan pembe şafaklar bir hayal değil gerçek olacaktır. Ümit varız da.
Madem ümit varız, o halde daha ne duruyoruz, tarihi ve İslami kültür kodlarımızda tanımlanan liderin temsil ettiği görev itibariyle 'Başınızdaki burnu halkalı bir zenci bile olsa, ona itaat ediniz' ilahi düsturunca; Allah adalet sahibi yöneticileri seçip baş tacı yapmak da bize düşer.
Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1113/hakanlarin-sereflendirdigi-dunya.html
 
Üst