AşK_€r
arabeskçi
Geçen hafta inanılmaz bir gündem yaşadık. İlk önce Başbakan, “El Beşir’in soykırım yapmayacağını, çünkü Müslüman olduğunu” söyledi. Yani Başbakan “Müslümanlar yaparsa, soykırım olmaz, Müslüman olmayanlar yaparsa, soykırım olur” dedi ve iki gün sonra Kürt, Türk, Müslüman, gayrımüslim, Alevi, Sünni, herkes için demokrasi istediklerini; ertesi gün de TBMM’de “demokratik açılımın sadece Kürtlerle ilgisi olmadığını, 72 milyon yurttaşın tümünü kapsadığını” söyledi.
Oysa aynı gün İçişleri Bakanı ise, “Terörle Mücadele Kanunu’nun yumuşatılacağını, taş atan çocuklar için cezaların hafifletileceğini, kürtçe ezan ve kürtçe televizyonun yaygınlaşacağını” açıklıyordu.
Aynı gün Başbakan, TBMM’de “demokratik açılımın herkesi kapsadığını” anlatır, “sizin ananız hiç ağladı mı” diye sorar ve alkış alırken, vekillerin meclisine gelen bir anne, hem de egemenliğin doğrudan sahibi olan ulusun bir bireyi olan bir anne, hem de “ağlayan analardan” biri olan Şehit Anneleri Derneğinin Başkanı, yaka paça TBMM’den yani halkın meclisinden atıldı.
Hem de Başbakan tam “sizin hiç ananız ağladı mı” derken. Hemen iki gün sonra da Özürlüler Derneği Başkanı, yaka paça, ağzı kapatılarak atıldı. Hem de “herkes için demokrasi açılımını” başlatan Başbakan’ın ve herkesin gözleri önünde.
Bir bakan, TV’lerde “demokratik açılımın kesinlikle PKK ile ilgisi olmadığını” açıkladı. Ama “peki neden PKK teroristlerinin getirilmesi ile başladınız” sorusunu duymazdan geldi.
Aynı gün bir iktidar yandaşı, hem de bakanın yanında “PKK ile anlaşma olmazsa, yarın kentlere saldırınca, daha çok ana ağlamaz mı” diye sordu. Kimse de “hani bu PKK açılımı değildi” ya da “yani terörle mücadele için başka yol yok mu” diye de sormadı. “Madem amaç demokrasinin tümüyle gelişmesi, o halde 7 yıl ne beklediniz” diye de sormadı.
***
Evet inanılmaz bir hafta yaşadık. Açılım günü, TBMM Başkanı’na çok kızan Başbakan, onu azarladı. Hem de çok kişinin önünde. Ertesi gün de, “ben onu TBMM Başkanı olarak azarlamadım” dedi. “Ben onun amiri Grup Başkanı, o da bir grup üyesi olarak azarladım.” “TBMM de pankart açanlara ceza veriyorduk, milletvekillerine de vermemiz gerekir” diye devam etti ve ekledi; “böyle eşitsizlik olur mu?” Hiç kimse de Başbakan’a, “evet bireyler bir suç işlediğinde onu içeri atabiliyoruz, örneğin ihaleye fesat karıştırdığında, resmi evrakta sahtecilik yaptığında, kalpazanlık yaptığında, ama söz konusu milletvekilleri olunca hiçbir şey yapamıyoruz, pekiyi bu eşitsizlik değil mi” diye sormadı.
Başbakan’ın “demokratik açılım” başlattığı ve “demokratik hukuk devletinin, dönemlerinde nasıl gerçekleştirildiğini” anlatıp, anlamadığını düşündüklerine de çok kızdığı günün bir gün öncesinde Türkiye’de hiç kimsenin özel yaşamı diye bir şey olmadığı, yargı organının, Yargıtay’ın, Cumhuriyet Başsavcılarının bile dinlendiği, izlendiği, hem de bunun tamamı ile hukuka, yasalara aykırı bir biçimde yapıldığı ortaya çıktı.
Hem de Adalet Bakanlığı’nın isteği ve baskısı ile. Ve aynı gün Adalet Bakanı, televizyon kanallarında, tam bir saat, Yargıtay’ın ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın dinlenmesine gerekçeler getirdi. Anayasa’nın 144. maddesini anlattı. Neredeyse, Yargıtay ve Cumhuriyet Başsavcısı’nın dinlenmesinin, Anayasa’nın emri olduğunu anlattı. Tabii kimileri gibi inandırılmaya dünden razıysanız... Oysa söylediklerinin tek kelimesi bile doğru değildi.
Ama hiç kimse “Sayın Adalet Bakanı, bu anlattığınız nasıl bir demokrasi” ya da “dinlemelerin bu boyuta ulaştığı bir tek demokrasi örneği verir misiniz” diye de sormadı. Tabii “hiç kimse” derken, Türkiye’de bu dönemde insanlara doğruları söylemeye çalışan, dürüst, namuslu, Türkiye’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmasını amaçlayan aydınları, gazetecileri kasdetmiyorum. Onlar farklı ve iyi ki varlar. Ve sayıları da azalmıyor.
Evet Türkiye’de birkaç gün içinde bunları yaşadık. Acaba kandırabilir miyiz diye, hukuk dışı bahaneleri dinledik. İzleyin ve aklınıza mukayyet olun. Şimdilik bu önemli.
Süheyl BATUM
Oysa aynı gün İçişleri Bakanı ise, “Terörle Mücadele Kanunu’nun yumuşatılacağını, taş atan çocuklar için cezaların hafifletileceğini, kürtçe ezan ve kürtçe televizyonun yaygınlaşacağını” açıklıyordu.
Aynı gün Başbakan, TBMM’de “demokratik açılımın herkesi kapsadığını” anlatır, “sizin ananız hiç ağladı mı” diye sorar ve alkış alırken, vekillerin meclisine gelen bir anne, hem de egemenliğin doğrudan sahibi olan ulusun bir bireyi olan bir anne, hem de “ağlayan analardan” biri olan Şehit Anneleri Derneğinin Başkanı, yaka paça TBMM’den yani halkın meclisinden atıldı.
Hem de Başbakan tam “sizin hiç ananız ağladı mı” derken. Hemen iki gün sonra da Özürlüler Derneği Başkanı, yaka paça, ağzı kapatılarak atıldı. Hem de “herkes için demokrasi açılımını” başlatan Başbakan’ın ve herkesin gözleri önünde.
Bir bakan, TV’lerde “demokratik açılımın kesinlikle PKK ile ilgisi olmadığını” açıkladı. Ama “peki neden PKK teroristlerinin getirilmesi ile başladınız” sorusunu duymazdan geldi.
Aynı gün bir iktidar yandaşı, hem de bakanın yanında “PKK ile anlaşma olmazsa, yarın kentlere saldırınca, daha çok ana ağlamaz mı” diye sordu. Kimse de “hani bu PKK açılımı değildi” ya da “yani terörle mücadele için başka yol yok mu” diye de sormadı. “Madem amaç demokrasinin tümüyle gelişmesi, o halde 7 yıl ne beklediniz” diye de sormadı.
***
Evet inanılmaz bir hafta yaşadık. Açılım günü, TBMM Başkanı’na çok kızan Başbakan, onu azarladı. Hem de çok kişinin önünde. Ertesi gün de, “ben onu TBMM Başkanı olarak azarlamadım” dedi. “Ben onun amiri Grup Başkanı, o da bir grup üyesi olarak azarladım.” “TBMM de pankart açanlara ceza veriyorduk, milletvekillerine de vermemiz gerekir” diye devam etti ve ekledi; “böyle eşitsizlik olur mu?” Hiç kimse de Başbakan’a, “evet bireyler bir suç işlediğinde onu içeri atabiliyoruz, örneğin ihaleye fesat karıştırdığında, resmi evrakta sahtecilik yaptığında, kalpazanlık yaptığında, ama söz konusu milletvekilleri olunca hiçbir şey yapamıyoruz, pekiyi bu eşitsizlik değil mi” diye sormadı.
Başbakan’ın “demokratik açılım” başlattığı ve “demokratik hukuk devletinin, dönemlerinde nasıl gerçekleştirildiğini” anlatıp, anlamadığını düşündüklerine de çok kızdığı günün bir gün öncesinde Türkiye’de hiç kimsenin özel yaşamı diye bir şey olmadığı, yargı organının, Yargıtay’ın, Cumhuriyet Başsavcılarının bile dinlendiği, izlendiği, hem de bunun tamamı ile hukuka, yasalara aykırı bir biçimde yapıldığı ortaya çıktı.
Hem de Adalet Bakanlığı’nın isteği ve baskısı ile. Ve aynı gün Adalet Bakanı, televizyon kanallarında, tam bir saat, Yargıtay’ın ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın dinlenmesine gerekçeler getirdi. Anayasa’nın 144. maddesini anlattı. Neredeyse, Yargıtay ve Cumhuriyet Başsavcısı’nın dinlenmesinin, Anayasa’nın emri olduğunu anlattı. Tabii kimileri gibi inandırılmaya dünden razıysanız... Oysa söylediklerinin tek kelimesi bile doğru değildi.
Ama hiç kimse “Sayın Adalet Bakanı, bu anlattığınız nasıl bir demokrasi” ya da “dinlemelerin bu boyuta ulaştığı bir tek demokrasi örneği verir misiniz” diye de sormadı. Tabii “hiç kimse” derken, Türkiye’de bu dönemde insanlara doğruları söylemeye çalışan, dürüst, namuslu, Türkiye’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmasını amaçlayan aydınları, gazetecileri kasdetmiyorum. Onlar farklı ve iyi ki varlar. Ve sayıları da azalmıyor.
Evet Türkiye’de birkaç gün içinde bunları yaşadık. Acaba kandırabilir miyiz diye, hukuk dışı bahaneleri dinledik. İzleyin ve aklınıza mukayyet olun. Şimdilik bu önemli.
Süheyl BATUM