Hızır AS ile Görüşen Celali Baba'ya Ne oldu?

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
devamı

Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir.

Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)

Hadis-i şerif’i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.

Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır.

Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.

Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara “Vâris-i enbiya” denir.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye)

Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder.

İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan doğuyor.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
devamı

Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur.

Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur.

İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ,

ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i

kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i

makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.

Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler.

İkincisi bâtınî ilmi bilirler.

Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler.

Bu üçüncüsünden çok azdır.

allah yazanlardan razı olsun
 

KuTeYBe

Doçent
Katılım
21 Nis 2007
Mesajlar
637
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Arz mesciddir..
Konu hakkında çıkan ihtilafların özeti şudur:

Câfer-i Sadık'ın babasından yaptığı bir rivayete göre, Zülkarneyn'in meleklerden bir arkadaşı vardı. Ondan, ömürünü uzun kılacak bir çare göstermesini talep etti. Melek ona hayat gözesini gösterdi. Karanlık içerisindeydi. Hızır önünde olduğu halde oraya gitti. Suyu Hızır bulup içti, Zülkarneyn bulamadı.

Kâ'bu'l-Ahbar'ın bir rivayetine göre, insanlardan dört peygamber diridir ve arz ahalisi için emândır: İkisi yeryüzündedir: Hızır, İlyas; ikisi semâdadır: Hz. İsa ve Hz. İdris. (Evliyaullahtan Yazıcıoğlu Ahmed Bican Hz.leri İlyas As'ın, Cennetten yeniden yeryüzüne indirilen İdris AS. (Ahnun, Hanok, Honok)olduğunu bildirmiştir.. Yanlış hatırlamıyorsam Envarü'l Aşıkin'de geçmektedir..)

Ehl-i ilim umumiyetle Hızır'ın nebî olduğunu söylemiş, ancak resul mü, değil mi ihtilaf etmiştir.

Hirahos, yazılarınıza derli toplu cevaplar verelim istedik. Bir kez Cafer-i Sadık'tan aktarılan söz hadis midir? Kaynağı nedir? Bunların ilmî olması için verilmesi gerekmektedir. Envaru'l-Aşıkîn gibi eserlerle bilirsiniz ki istidlal edilemez. Yani onun diri olduğunu söylemek sadece spekülatif olur.

hirahos' Alıntı:
Kuşeyrî başta olmak üzere bir kısım âlimler de velî olduğunu söylemiştir. Sa'lebî tefsirinde, bütün ulemânın onun görünmeyen, hayat sahibi bir zât olduğunda ittifak ettiğini belirtir. Der ki: "Dendiğine göre, âhir zamanda Kur'ân-ı Kerîm'in refedilmesiyle vefat edecektir."

Salebi ne yazık ki yanılmış, zirâ dikkat ederseniz aslında verdiğiniz bu alıntılarda dahi onun hakkında bir ittifak olmadığı açıkça görülür. Ne nebiliğinde ne hayatının sürmesi konusunda. Salebi gibi büyük birinin bunu söylemesi, sözün doğru olduğunu göstermez, zirâ delil yoktur. Ancak onun veli olduğunu söyleyenler sadece bu kadar da değildir. İbn Arabi et-Tai de onun veli olduğundan söz etmiş ve bunu velayetin nübüvvetten üstün olduğuna delil göstermiş, Hızır'ın Musa'dan üstünlüğü gibi bir hezeyan ortaya sürmüştür. Bu reddedilir. Biz Hızır'ın "nebi " olduğunu söyleyenlerle hemfikiriz.


hirahos' Alıntı:
Hızır aleyhisselam'ın nebi olduğu görüşünü iltizam eden Kurtubî şöyle bir delil de beyan eder: "Cumhura göre nebidir. Âyet-i kerîme de buna şehadet eder. Zira ALLAH nebisi (Hz. Musa), mertebece kendineden dûn olan kimseden ilim tahsil edecek değildir. Ayrıca bâtınla ilgili hükme sadece nebîler muttali olabilir."

Musa aleyhisselâmın Hızır'dan ders alması ondan üstün olduğu anlamına gelmez, zirâ Musa ve Hızır arasındaki konuşmalar dikkatle incelendiğinde sana benim bilmediğim bir ilim, bana da senin bilmediğin bir ilim denmiştir. Bu konuya inşaAllah daha sonra döneceğiz.

hirahos' Alıntı:
İbnu Salâh: "Cumhur-u ulemâya ve onlarla birlikte olan ammeye göre, Hızır hayattadır. Bazı hadisçiler bunu inkâr etmekle şaz bir görüş ortaya atmış olmaktadır."

Bu meselede Nevevî de İbnu Salâh gibi hükmetmiş ve ilaveten: "Sufiler ve ehl-i salâh arasında bu meselede ittifak vardır. Üstelik onların Hızır aleyhisselâm'ı görmeleri, onunla biraraya gelmeleriyle ilgili hikâyeleri sayılamayacak kadar çoktur" der.

İbnu's-Salah, Nevevi gibi üstadların onun hayatta olduğunu söylemesi ve salih kimselerin onunla bir araya geldiklerini anlatmış oldukları demelerinin bir hükmü yoktur, zirâ bunda delil teşkil edecek hususiyetler bulunmamaktadır.


hirahos' Alıntı:
İbnu Hacer, Hızır aleyhisselâm'ın hâl-i hazırda mevcut olmadığını söyleyenlerin Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebu Ca'fer İbnu'l-Münâdî, Ebu Ya'lâ İbnu'l-Ferra, Ebu Tâhir el-İbâdî, Ebu Bekr İbnu'l-Arabî ve bir grup başkasının olduğunu kaydeder ve bunların görüşlerine delil olarak, Aleyhissalâtu vesselam'ın hayatının sonlarında ifade buyurduğu şu hadisi ileri sürdüklerini belirtir:

"Bugün yaşayanlardan hiç kimse, yüz sene sonra yeryüzünde hayatta olmayacaktır."

Bu hadisi İbnu Abbâs'tan Buhârî rivayet etmiştir. Hiç bir sahîh haberde Hızır'ın Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a geldiğine, onunla beraber olup savaştığına dair rivayet gelmemiştir. Halbuki Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Bedir günü: "ALLAH'ım, bu birlik helak olursa artık sana yeryüzünde ibadet edilmeyecek" buyurmuştur. Eğer Hızır mevcut olsaydı Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bu kadar kesin bir nefiyde bulunmazdı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "ALLAH, Musâ'ya rahmet buyursun; keşke sabretseydi de Hızır'la onun haberinden bize anlatsaydı, ne hoş olurdu" buyurmuştur. Eğer Hızır mevcut olsaydı, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın bu temennisi hoş olmazdı. Onu yanına getirtir, o da bu kısım acib şeyler gösterirdi. Resûlullah o zaman kafirleri bilhassa Ehl-i Kitabı fazlaca imâna davet ediyordu (onun bu çeşit yardımına muhtaçtı).

İbnu Hacer, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın Hızır'la karşılaşmasına dair bir rivayetin varlığını, ancak zayıf olduğunu kaydeder. Ondan sonra Hızır'ın görüldüğüne dair rivayetlerden örnekler verir ve hepsinin zayıf olduğunu belirtir.

İbn Hacer en sonunda avamın çoğunluğun aksine kendisinin de Hızır'ın hayatta olmadığına inandığını kaydeder ki, onun hayatta olmadığını söyleyenler sadece bunlar değildir. İbnu'l-Cevzî, İbnu'l-Kayyım, İbn Kesir gibi ulemâdan kimseler de onun hayatta olmadığı görüşünü taşıdığı bilinmektedir. Lâkin bu isimlerin onun hayatta olduğunu bildirmesinin delilsiz bir anlamı yoktur. Bizim sizin verdiğiniz isimlere ilâve olarak bunları da ilâve etmemiz delillerinin sağlamlığı ve diğerlerinin mevzu ve çürük delillerine karşı duruşlarındaki sabitliktir.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Musa'nın Hızırı öldüyse, Ümmet-i Muhammed'in Hızırları diridir..

Arayan bulur demişler..
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Ibrahim Temimi Ile Hizir A.s.

Evliyaullâh’ın mânâ âleminde birbirleriyle ve peygamberler ile görüşmeleri tasavvufî eserlerde yer almıştır. Bu görüşmelerde tavsiyeler, îkazlar, müjdelemeler olur. Bunlar ehli için mânâ âleminden dünyaya gönderilmiş hediyeler mesabesindedir. Bu minvalde İbrahim Temîmî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin Hızır -aleyhisselâm- ile görüşmesi güzel bir misaldir. Kendisi anlatıyor:
Kâbe’nin karşısında oturmuş, zikr u tesbihatımla meşgul bulunuyordum. Beyaz elbiseli, güzel kokularla kokulanmış, nur yüzlü bir zat yanıma gelerek selâm verdi, sağ yanıma oturdu. Selâmını aldım ve kiminle müşerref olduğumu sordum. Cevaben:
“–Yâ İbrahim… Sen beni tanımazsın, fakat ben seni tanırım. Allah Teâlâ Hazretleri’nden seninle buluşmayı niyaz ettim, ancak bugün nasip oldu, geldim ve seni ziyaret ettim. Allâh’a hamdolsun ki, bu mülâkatımız, Beytullah’ta nasip ve müyesser oldu.
Sana, önce kendimi tanıtayım. Ben Hızır’ım; nezdimde bulunan hediyeyi sana sunmayı münasip gördüm. Ziyaretimin sebebi de, bu hediyeyi size takdim edebilmektir.”
Tabiatıyla çok memnun oldum ve büyük bir sevinçle sordum:
“–Acaba takdim edeceğiniz hediye nedir?”
Hızır -aleyhisselâm-:
“–Yâ İbrahim… Bu hediyenin kadr u kıymeti Allah indinde pek yücedir, ona göre iyi muhafaza eyle…” diyerek saymaya başladı:
“Güneş doğup, ziyası yeryüzüne dağılmadan ve akşamları da güneş batmadan önce; 7 defa Fâtiha-i şerîfe, 7 defa İhlâs-ı şerif, 7 defa Felâk, 7 defa Nâs, 7 defa Kâfirûn, 7 defa Âyetü’l-kürsî, 7 defa «Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber», 7 defa salevât-ı şerîfe, 7 defa istiğfar okuduktan sonra, 7 defa ise: «Allâhümme’f ‘al bî ve bihim âcilen ve ‘âcilen fi’ddîni ve’d-dünyâ ve’l-âhireti mâ ente lehû ehlühû ve lâ tef ‘al binâ yâ Mevlânâ mâ nahnü lehû ehlühû; inneke afüvvün, halîmün, cevvâdün, kerîmün, raûfün, rahîm.» duasını oku. Sana lâzım olan; bu sûre-i celîleleri ve bu duayı her gün sabah ve akşam tarif edildiği gibi hiç terk etmeden okumaktır.”
Dedim ki:
“–Yâ Hızır, bu hediyeyi size kim verdi? Bunların sevabından da haber verir misiniz?”
Hızır -aleyhisselâm- cevap verdi:
“–Yâ İbrahim Temîmî… Bu hediyeyi bana Server-i Kâinat Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tevdî buyurdular. Eğer âlem-i mânâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mülâkî olursan, bunun ecir ve faziletini Hayru’l-Mürselîn’den sor, sana bunu haber verir. Çünkü bu müsebbihât-ı aşereye (on tesbihata) devam edenler muhakkak Rasûlullah ile âlem-i mânâda (rüyada) buluşurlar…”
O günden itibaren sabah ve akşam hiç terk etmeksizin müsebbihât-ı aşereye devam ettim. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir gece rüyamda melâikeler beni aldılar, cennete götürdüler ve yüce cennetleri gösterdiler, gezdirdiler. Cennet köşklerini, dille anlatılamayacak cennet nimetlerini ve güzel sarayları gösterdiler. Firdevs-i A‘lâ’da çok güzel bir köşk gördüm ve sordum:
“–Acaba bu saraylar hangi peygambere aittir?”
“–Bu saraylar, müsebbihât-ı aşereye devam edenlere aittir, nebîlerin ve peygamberlerin sarayları değildir.” dediler.
O sırada Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, yanında yetmiş nebî ile yetmiş saf melâike bulunuyordu. Hızır -aleyhisselâm-’ın: «Rasûlullâh’a mülâkî olduğun zaman, müsebbihât-ı aşerenin ecrini ve faziletlerini kendisinden sor.» dediğini hatırladım:
“–Yâ Rasûlâllah, Hızır -aleyhisselâm- bana müsebbihât-ı aşereyi sizden aldıklarını söylediler ve neler olduğunu beyanla talim ettiler…”
Fahr-i Âlem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- saadetle buyurdular:
“–Hızır’ın haberi doğrudur, her ne söylese haktır. Zira Hızır, dünya âlimlerinin âlimidir. Evliya zümresinin reisidir. Ben’i nübüvvet ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, müsebbihât-ı aşereyi okumaya devam edenlerin bütün büyük ve küçük günahları af ve mağfiret olunur. Günahları yazmakla görevli meleklere müsebbihât-ı aşereye devam eden kişilerin ömürlerinin sonuna kadar işledikleri günahlardan hiçbirisinin kaydedilmemesi Allah Teâlâ tarafından irade buyurulur. Bu tesbihata devam eden kişiler Allah Teâlâ’nın saîdler zümresinde halk buyurduğu kutlu ve mutlu kişilerdir.”

Cenâb-ı Hak, cümlemizi bu kutlu ve mutlu kişilerden eylesin inşallah.
Ey kardeş! Bu sevapları ve dereceleri bildikten, öğrendikten ve belledikten sonra bu tavsiyeleri büyük ganimet bilmeli, bu faziletlerin husûlüne sebep olan müsebbihât-ı aşereye devam etmeli… Devam edenler için geceli, gündüzlü dua etmek üzere Cenâb-ı Hakk’ın 70 bin melek görevlendirdiğini unutmamalı...

Tuhfeyi sunmak için köprü olsun Yüzakı,
Bu tesbihat mahşerde olur bize yüzakı…
Alınca hediyeni, bilesin kıymetini
Kaçırmayasın sakın Hakk’ın bu nimetini

İRFAN ÖZTÜRK


ALLAH EMANET OLUN
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Beni kınamayın Hakk'ı sevenler
Rüzgâr esmeyince dal ırganır mı
Küllî boş değildir aşka düşenler
Katre düşmeyince sel uyanır mı

Dil meftun olmazsa âşık yârine
Yanar mı pervane şem'in nârına
Ah u zâr çekmese Hak dîdârına
Uyanıp hâbından su dolanır mı

Öyle bir Leylâ'ya Mecnûn'um billâh
İsminde okunur Harf-i Bismillah
Tutuştu her yanım hasbeten-li'llâh
Mevlâ'yı zikreden kul kınanır mı

Nice bir âlemin Perverdigârı
Mevlâm her kuluna vermez bu kârı
Gûn-be-gün artıyor bülbülün zârı
Goncasız gülşene gül yamanır mı

Buldu Celâli'yi Kırklar Yediler
Erkânı öğretip hizmet verdiler
Haşre dek bu çarhı çevir dediler
Sormadım ki buna kol dayanır mı


Irganmak: Sallanmak, oynamak.. Katre: Damla.. Hab: Uyku.. Gaflet.. Pervane: Kelebek.. Ateşe aşık olduğundan, ateşin etrafında döner döner, kendini ateşe atıp yakar.. Külli: tamamen.. Şem: Ateş.. Mum.. Işık kaynağı.. Sevgili.. Meftun: Âşık, Mecnun. Deli divane.. Didar: Vech, cemal, yüz.. Perverdigar: Allah.. Zar: İnleme, feryad, yanıp yakılmak.. Gülşen: Gül bahçesi.. Erkan: Kurallar, edepler, yapılması gerekenler, kaçınılması gerekenler..

yazı karakterinden dolayı okunmuyor, düzeltelim:

Beni kınamayın Hakk'ı sevenler
Rüzgâr esmeyince dal ırganır mı
Küllî boş değildir aşka düşenler
Katre düşmeyince sel uyanır mı

Dil meftun olmazsa âşık yârine
Yanar mı pervane şem'in nârına
Ah u zâr çekmese Hak dîdârına
Uyanıp hâbından su dolanır mı

Öyle bir Leylâ'ya Mecnûn'um billâh
İsminde okunur Harf-i Bismillah
Tutuştu her yanım hasbeten-li'llâh
Mevlâ'yı zikreden kul kınanır mı

Nice bir âlemin Perverdigârı
Mevlâm her kuluna vermez bu kârı
Gûn-be-gün artıyor bülbülün zârı
Goncasız gülşene gül yamanır mı

Buldu Celâli'yi Kırklar Yediler
Erkânı öğretip hizmet verdiler
Haşre dek bu çarhı çevir dediler
Sormadım ki buna kol dayanır mı

Irganmak: Sallanmak, oynamak.. Katre: Damla.. Hab: Uyku.. Gaflet.. Pervane: Kelebek.. Ateşe aşık olduğundan, ateşin etrafında döner döner, kendini ateşe atıp yakar.. Külli: tamamen.. Şem: Ateş.. Mum.. Işık kaynağı.. Sevgili.. Meftun: Âşık, Mecnun. Deli divane.. Didar: Vech, cemal, yüz.. Perverdigar: Allah.. Zar: İnleme, feryad, yanıp yakılmak.. Gülşen: Gül bahçesi.. Erkan: Kurallar, edepler, yapılması gerekenler, kaçınılması gerekenler..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
BAYBURTLU CELALİ BABA KİMDİR? HAYATI:

Celâlî'nin asıl adı Ahmet'tir. Bayburt'un Pulur (Şimdiki adı Demirözü) bucağına bağlı Tahsini (Ozansu) Köyü'nde dünyaya geldi (1850).

Babası Abus, bu köyün Nasuhoğulları, annesi ise Kerimoğulları ailesindendir. Babasını küçük yaşta kaybetti. İki kardeş oldukları bilinmektedir. Küçük kardeşinin adı Kadir'dir. Dayıları tarafından büyütülmüştür.

Celâli, 14 yaşlarında iken. Akkoyunlu Ferahşad Bey'in yaptırdığı meşhur Sünür Medresesi'nde öğrenim gördü. Burada, bilhassa Hacı Hoca lakabıyla anılan müderristen istifade etti..

On yedi yaşında icazetname aldı. Tekrar köyüne döndü. Annesinden kendisine kalan miras hissesini istediyse de, dayısı ona rutubetli bir "merek" (saman ve tahıl ambarı), kıraç bir tarla ve küçük bir bostan verdi.

Celâli, yokluk içinde geçimini sürdürmeye çalışırken, on dokuz yaşındayken köyünden evlendiği hanımını kaybetti. Kundakta bir de oğlan çocuğu kalmıştı. Şair, hanımı için yazdığı ağıtta, ona olan sevgisi yanında yokluk içinde geçirdikleri günleri de dile getirmiştir..

Celâli, küçük çocuğunu kayın validesine bırakarak Bayburt, Erzincan ve Elazığ yörelerini dolaştı. Pek çok şairle tanıştı. Bu ilk gezisinden sonra köyüne döndü. Bayburt Merkez bucağı Hindi köyünden Leyla adında bir hanımla evlendi. Leyla’dan Bahri adında bir oğlu oldu. Şiirlerinde eşi Leyla'dan ve köyü Hindi'den de söz eder..

Celâli, 1915 yılında köyünde vefat etmiştir. Kabri, Bayburt'tan Tahsini'ye giden yolun kuzeyindedir.

Şairliği:

Celâli, "badeli" âşıklardandır. On dört yaşında çobanlık yaparken, bir kaya dibinde uyuklamış, rüyasında bir Pir gelerek (muhtemelen Hızır AS.) bileğine bilezik takmış ve ona Celâli mahlasını vermiştir. Ahmed, bundan sonra Celâlî mahlasıyla şiirler söylemeye başlamıştır. Rivayete göre, onun söylediği ilk şiir, "Bir peri aşkından dîvâne oldum" diye başlayan şiiridir.

Celâli, medrese öğrenimi görmüş bir şairdir. Onun, "Tahsilsiz bir şair, yavan pilava benzer" sözü bu bakımdan anlamlıdır.

Doğaçlama (irticalen) şiir söylemekte çok yetenekli olan Celâli, hiç saz çalmamıştır. Bunda, aldığı medrese öğreniminin yanında, bağlandığı Nakşibendî tarikatının de etkisi olduğu düşünülebilir. Ancak, çok sevdiği arkadaşı Mahmut, onun deyişlerini besteleyip okuyarak şöhretinin yayılmasında önemli rol oynamıştır. Şair, onun saz çalmasından memnun olmuş, hatta zaman zaman birlikte seyahat etmişlerdir.

Genç yaşta ölen Mahmut hakkında yazdığı şiirler, Celâlî'nin ona olan sevgisini açıkça göstermektedir..

Celâli, şiirlerini genellikle hece vezniyle yazmıştır. Aruzla yazdığı az sayıda şiiri de vardır. Celâlî'nin bir divanı olduğu, 1. Dünya Savaşı sırasında Bayburt'un Ruslar tarafından işgali üzerine köylülerince Zile'ye götürüldüğü söylenmekteyse de, günümüze ulaşmamıştır. 1916–1918 arasında yaşanan "Bayburt muhacereti" sebebiyle şiirlerinin çoğu kaybolmuştur. Türk-Rus savaşı, Balkan savaşı ve Umumi harbe dair söylediği şiirler de bunlar arasındadır.

Celâlî'nin şiirlerinden, zengin bir dinî-tasavvufî kültüre sahip olduğu anlaşılmaktadır. Mizahî şiirlerinde de oldukça başarılıdır. Söylemiş olduğu destanlar da ölümünden sonra yayılan ve geniş bir çevrede tanınan şiirlerindendir.

Celâli Baba Hazretleri, Bayburt, Erzincan ve Elazığ havalisini dolaştığında pek çok şairle tanışmıştır. Celâli, hemşerisi Zihni'den sonra Bayburt'un yetiştirdiği en ünlü ve yetenekli şairidir, denilir. Zihni'den etkilenmiş, ona nazireler kaleme almıştır.

Celâlî'nin Narmanlı meşhur Aşık Sümmani ile tanışması da onun şairlik gücünü ve şöhretini gösteren önemli bir olaydır. Söylentiye göre, Sümmânî Baba, Celâlî'nin şiirlerini duyup beğenmiş, ona bir mektup yazarak altı ay sonra ziyaretine geleceğini söylemiş. 1882 yılında, dediği gün Bayburt'a gelmiş. Celâli de aynı gün onu beklemekteymiş. İki şair, bir terzi dükkânında karşılaşmışlar. Sümmani Baba Hazretleri, Celâlî'nin kulağına şu kıt'ayı okumuş:

Aşkın kervanını düzüp bezersin
Sokakları adım adım düzersin
Neden böyle miskin miskin gezersin
Galiba sarhoşsun Baba Celâli


Celâli de Sümmânî'ye şöyle karşılık vermiş:

Aşkın kervanını düzüp bezetdim
Altı ay oldu ki yolun gözetdim
Rüyamda görmüştüm seni benzetdim
Hakikat sadıksın Baba Sümmânî


Sûmmani'nin bir manzum mektubu, onun Celâli ile münasebetinin daha sonra da devam ettiğini göstermektedir..

Celâli, çevresindeki pek çok şairi de etkilemiştir. Bu şairlerin başında Bayburtlu Aşık Hicrani (1908–1959) gelmektedir. Hicrânî'nin Celâli'ye söylediği nazireler vardır..

Rivayete göre, Celâlî'nin söylediği son şiir de "Nedir bu sevdalar serde ilâhî" diye başlayanıdır..

BAYBURTLU CELALİ BABA KİMDİR? HAYATI:

Celâlî'nin asıl adı Ahmet'tir. Bayburt'un Pulur (Şimdiki adı Demirözü) bucağına bağlı Tahsini (Ozansu) Köyü'nde dünyaya geldi (1850).

Babası Abus, bu köyün Nasuhoğulları, annesi ise Kerimoğulları ailesindendir. Babasını küçük yaşta kaybetti. İki kardeş oldukları bilinmektedir. Küçük kardeşinin adı Kadir'dir. Dayıları tarafından büyütülmüştür.

Celâli, 14 yaşlarında iken. Akkoyunlu Ferahşad Bey'in yaptırdığı meşhur Sünür Medresesi'nde öğrenim gördü. Burada, bilhassa Hacı Hoca lakabıyla anılan müderristen istifade etti..

On yedi yaşında icazetname aldı. Tekrar köyüne döndü. Annesinden kendisine kalan miras hissesini istediyse de, dayısı ona rutubetli bir "merek" (saman ve tahıl ambarı), kıraç bir tarla ve küçük bir bostan verdi.

Celâli, yokluk içinde geçimini sürdürmeye çalışırken, on dokuz yaşındayken köyünden evlendiği hanımını kaybetti. Kundakta bir de oğlan çocuğu kalmıştı. Şair, hanımı için yazdığı ağıtta, ona olan sevgisi yanında yokluk içinde geçirdikleri günleri de dile getirmiştir..

Celâli, küçük çocuğunu kayın validesine bırakarak Bayburt, Erzincan ve Elazığ yörelerini dolaştı. Pek çok şairle tanıştı. Bu ilk gezisinden sonra köyüne döndü. Bayburt Merkez bucağı Hindi köyünden Leyla adında bir hanımla evlendi. Leyla’dan Bahri adında bir oğlu oldu. Şiirlerinde eşi Leyla'dan ve köyü Hindi'den de söz eder..

Celâli, 1915 yılında köyünde vefat etmiştir. Kabri, Bayburt'tan Tahsini'ye giden yolun kuzeyindedir.

Şairliği:

Celâli, "badeli" âşıklardandır. On dört yaşında çobanlık yaparken, bir kaya dibinde uyuklamış, rüyasında bir Pir gelerek (muhtemelen Hızır AS.) bileğine bilezik takmış ve ona Celâli mahlasını vermiştir. Ahmed, bundan sonra Celâlî mahlasıyla şiirler söylemeye başlamıştır. Rivayete göre, onun söylediği ilk şiir, "Bir peri aşkından dîvâne oldum" diye başlayan şiiridir.

Celâli, medrese öğrenimi görmüş bir şairdir. Onun, "Tahsilsiz bir şair, yavan pilava benzer" sözü bu bakımdan anlamlıdır.

Doğaçlama (irticalen) şiir söylemekte çok yetenekli olan Celâli, hiç saz çalmamıştır. Bunda, aldığı medrese öğreniminin yanında, bağlandığı Nakşibendî tarikatının de etkisi olduğu düşünülebilir. Ancak, çok sevdiği arkadaşı Mahmut, onun deyişlerini besteleyip okuyarak şöhretinin yayılmasında önemli rol oynamıştır. Şair, onun saz çalmasından memnun olmuş, hatta zaman zaman birlikte seyahat etmişlerdir.

Genç yaşta ölen Mahmut hakkında yazdığı şiirler, Celâlî'nin ona olan sevgisini açıkça göstermektedir..

Celâli, şiirlerini genellikle hece vezniyle yazmıştır. Aruzla yazdığı az sayıda şiiri de vardır. Celâlî'nin bir divanı olduğu, 1. Dünya Savaşı sırasında Bayburt'un Ruslar tarafından işgali üzerine köylülerince Zile'ye götürüldüğü söylenmekteyse de, günümüze ulaşmamıştır. 1916–1918 arasında yaşanan "Bayburt muhacereti" sebebiyle şiirlerinin çoğu kaybolmuştur. Türk-Rus savaşı, Balkan savaşı ve Umumi harbe dair söylediği şiirler de bunlar arasındadır.

Celâlî'nin şiirlerinden, zengin bir dinî-tasavvufî kültüre sahip olduğu anlaşılmaktadır. Mizahî şiirlerinde de oldukça başarılıdır. Söylemiş olduğu destanlar da ölümünden sonra yayılan ve geniş bir çevrede tanınan şiirlerindendir.

Celâli Baba Hazretleri, Bayburt, Erzincan ve Elazığ havalisini dolaştığında pek çok şairle tanışmıştır. Celâli, hemşerisi Zihni'den sonra Bayburt'un yetiştirdiği en ünlü ve yetenekli şairidir, denilir. Zihni'den etkilenmiş, ona nazireler kaleme almıştır.

Celâlî'nin Narmanlı meşhur Aşık Sümmani ile tanışması da onun şairlik gücünü ve şöhretini gösteren önemli bir olaydır. Söylentiye göre, Sümmânî Baba, Celâlî'nin şiirlerini duyup beğenmiş, ona bir mektup yazarak altı ay sonra ziyaretine geleceğini söylemiş. 1882 yılında, dediği gün Bayburt'a gelmiş. Celâli de aynı gün onu beklemekteymiş. İki şair, bir terzi dükkânında karşılaşmışlar. Sümmani Baba Hazretleri, Celâlî'nin kulağına şu kıt'ayı okumuş:

Aşkın kervanını düzüp bezersin
Sokakları adım adım düzersin
Neden böyle miskin miskin gezersin
Galiba sarhoşsun Baba Celâli

Celâli de Sümmânî'ye şöyle karşılık vermiş:

Aşkın kervanını düzüp bezetdim
Altı ay oldu ki yolun gözetdim
Rüyamda görmüştüm seni benzetdim
Hakikat sadıksın Baba Sümmânî

Sûmmani'nin bir manzum mektubu, onun Celâli ile münasebetinin daha sonra da devam ettiğini göstermektedir..

Celâli, çevresindeki pek çok şairi de etkilemiştir. Bu şairlerin başında Bayburtlu Aşık Hicrani (1908–1959) gelmektedir. Hicrânî'nin Celâli'ye söylediği nazireler vardır..

Rivayete göre, Celâlî'nin söylediği son şiir de "Nedir bu sevdalar serde ilâhî" diye başlayanıdır..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Tarikatı:

Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Abdulbaki Gölpınarlı gibi kimi araştırmacılar Celali Baba Hazretlerinin Alevî veya Bektaşî olduğunu sanmışlardır. Bazı yazarlar da şiirlerinde geçen ifadelerden onun Kadiri Tarikatına bağlandığını zannetmişlerdir.

Araştırmacıları yanıltan bir husus, şairin "Baba" lakabıyla anılmasıdır. Celâli ile Sûmmânî'nin birbirlerine "Celâli Baba", "Sûmmânî Baba" şeklinde hitap etmeleri, bu "Baba" kelimesinin tarikat kültüründen ziyade, mahalli bir hürmet ifadesi olarak kullanıldığını göstermektedir.

Halbuki Celâlî'nin Nakşibendî tarikatine bağlı olduğu uzun zamandan beri bilinmektedir. Celâlî'nin Nakşibendi tarikatine intisabı (bağlanması, girmesi) ise şu şekilde olmuştur:

Nakşibendi büyüklerinden Es-Seyyid Muhammed Beşir Erzincani Hazretleri, yanında bir grup dervişi ile birlikte Tahsini’ye gelmiştir. Bunlar arasında, Muhammed Beşir Efendi'den sonra yerine geçen Dede Paşa Hazretleri de bulunmaktadır. Dede Paşa Hazretleri, Celâlî'nin intisabını şöyle anlatır:

"Hazreti Pir (Muhammed Beşir Efendim), Tahsini’yi teşrife karar verince, birkaç ihvandan ibaret bir kafileyle refakat etmeye başladık.

Yolda, ne hikmetse, Hazreti Pir'in atı bir türlü yürümedi... Gençlik âlemi, tüfek ata olan merakım sebebiyle o zaman kırmızı altın liraya aldığım o havalide bir eşi daha bulunmayan cins atımı hemen Hazreti Pir'e takdim ederek, nefsim de yürümemekte ısrar eden ata bindim. Ne hikmetse Hazreti Pir'in altında yürümeyen bu at, inadı bırakarak onu takibe başladı...

Tahsini’de büyük bir alâka ile karşılandık... Çok kimseler el ve himmet aldılar. Bu esnada, Celâli de ziyarete geldi. Mecliste beş dakika kadar sükût hâli hâsıl oldu. Hazreti Pir ile Celâlî'nin ikisi de murakabeye vardılar (sessizce başları önde gözleri yumuk bir süre beklediler)... Bir müddet sonra Hazreti Pir:

— "Celâli, bizden el alsan iyi olur" diye buyurunca, Celâli iftiharla:

- "Ben el almışam" karşılığını verdi.

Sabahleyin, Celâlî'nin tepetaklak düşüp hastalandığını işittik ve bir müddet sonra Tahsini’den ayrıldık.

Aradan kırk gün kadar bir müddet geçtikten sonra, Celâlî'den bir mektup alan Hazreti Pir:

“Dede, haydi Tahsini’ye dönüyoruz” buyurdu ve süratle hazırlanıp acele ile köy meydanına ulaştığımızda, Celâli:

Durun üftâdeler istikbâline
Velayet tahtının sultânı geldi
Dest uzadın lâl-i lebin balına
"Ledünni" ilminin irfânı geldi

Habib-i Kibriya'nındır bu dergâh
Kâsem olsun inan vallahi billâh
Neden münkir olalım Allah Allah
Sultân-ı enbiyâ vârisi geldi

Diye başlayıp devam eden; göz ve gönül perdelerinin kaldırılması üzerine açıkça görmeye başladığı velayet kemâllerini nazmeden meşhur şiirini irticalen okudu ve bu büyük mürşide (Muhammed Beşir Efendiye) bağlanarak o gün manevî nimetine ulaştı...

Celâli, ani hastalığında, kırk gün yiyip içmeden yatmış, vücûdu eriyip ufalmış, yakınları ümidi keserek cenaze hazırlığına başlamışlar... Kırkıncı günü birdenbire doğrularak:

'Beşir Efendi Hazretlerinden haberiniz var mı? Bana kalem kâğıt getirin' diye iç yakıcı bir mektup yazarak özel olarak Hazreti Pîr'e göndermiş ve hastalığını şöyle anlatmıştır:

'Kırk gündür beni azaba tuttular... Yiyip içmeme, konuşma ve hareketime mâni olmalarından ayrı, her gece önüme bir çuval dolusundan koyarak, 'Haydi bunu say' diye zorlarlar, yüz binlerce küçük daneyi sayarken yaptığım bir yanlış üzerine de yeniden 'Haydi bunu say' diye karşı konması imkansız bir azap ve çileyi tekrar edip dururlardı...' "

Celâli, Beşir Efendi Hazretlerinin manen tecellisine kadar bu tarifsiz azabın devam ettiğini belirterek, 'Hazreti Pir'in eliyle işaret edip 'Kalk Kalk' demesiyle de hiç rahatsızlık çekmemişim gibi, bu acaib hastalık geldiği şekilde, yine birden bire zayi oluvermiştir
' demiştir...

Dede Paşa Hazretleri, sohbetinin devamında, Hızır Aleyhisselâm'la her gün konuşan bir zatın bile mûrşitsiz kemâle kavuşamayacağını ifade eder ve irşad etme selâhiyetinin, Kur'an, ilim, Hızır, melek veya başka bir vasıtada bulunmadığını, bu yüce vazifenin ancak ve ancak mürşitlerin kârı olduğunu, sadece velayet kemâlinin ve Peygamberlere veraset şerefinin bu işin tek Lokmanı bulunduğunu ifade ile başka türlü konuşanların hepsinin de aldanmış ve yanılmış kimseler olduklarını;

Zahirde, şeriat ve sünneti ikmal edenlere bir mürşidin manen sahip olup irşâd etme selâhiyetlerini kullanmak sureliyle kemâle ulaştırdıklarını, böylece irşâd olanlara "Üveysi" denildiğini belirterek istisnasız her hâl ve şartta:

"Mûrşitsiz müşkül hallolmaz..." buyurup Eşrefoğlu Rumi hazretlerinin şu beytini okumuştur:

Gör ol şeyhsiz gidenleri
Kimi mülhid kimi dehrî
Olma Cebrî yâ kaderi
Zinhar şeyhe eriş şeyhe


Şeyhi Muhammed Beşir Efendi Hazretleri: “Celâli bir müddet daha yaşasaydı, çok yüksek makamlara ulaşabilirdi” demiştir.

Tarikatı:

Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Abdulbaki Gölpınarlı gibi kimi araştırmacılar Celali Baba Hazretlerinin Alevî veya Bektaşî olduğunu sanmışlardır. Bazı yazarlar da şiirlerinde geçen ifadelerden onun Kadiri Tarikatına bağlandığını zannetmişlerdir.

Araştırmacıları yanıltan bir husus, şairin "Baba" lakabıyla anılmasıdır. Celâli ile Sûmmânî'nin birbirlerine "Celâli Baba", "Sûmmânî Baba" şeklinde hitap etmeleri, bu "Baba" kelimesinin tarikat kültüründen ziyade, mahalli bir hürmet ifadesi olarak kullanıldığını göstermektedir.

Halbuki Celâlî'nin Nakşibendî tarikatine bağlı olduğu uzun zamandan beri bilinmektedir. Celâlî'nin Nakşibendi tarikatine intisabı (bağlanması, girmesi) ise şu şekilde olmuştur:

Nakşibendi büyüklerinden Es-Seyyid Muhammed Beşir Erzincani Hazretleri, yanında bir grup dervişi ile birlikte Tahsini’ye gelmiştir. Bunlar arasında, Muhammed Beşir Efendi'den sonra yerine geçen Dede Paşa Hazretleri de bulunmaktadır. Dede Paşa Hazretleri, Celâlî'nin intisabını şöyle anlatır:

"Hazreti Pir (Muhammed Beşir Efendim), Tahsini’yi teşrife karar verince, birkaç ihvandan ibaret bir kafileyle refakat etmeye başladık.

Yolda, ne hikmetse, Hazreti Pir'in atı bir türlü yürümedi... Gençlik âlemi, tüfek ata olan merakım sebebiyle o zaman kırmızı altın liraya aldığım o havalide bir eşi daha bulunmayan cins atımı hemen Hazreti Pir'e takdim ederek, nefsim de yürümemekte ısrar eden ata bindim. Ne hikmetse Hazreti Pir'in altında yürümeyen bu at, inadı bırakarak onu takibe başladı...

Tahsini’de büyük bir alâka ile karşılandık... Çok kimseler el ve himmet aldılar. Bu esnada, Celâli de ziyarete geldi. Mecliste beş dakika kadar sükût hâli hâsıl oldu. Hazreti Pir ile Celâlî'nin ikisi de murakabeye vardılar (sessizce başları önde gözleri yumuk bir süre beklediler)... Bir müddet sonra Hazreti Pir:

— "Celâli, bizden el alsan iyi olur" diye buyurunca, Celâli iftiharla:

- "Ben el almışam" karşılığını verdi.

Sabahleyin, Celâlî'nin tepetaklak düşüp hastalandığını işittik ve bir müddet sonra Tahsini’den ayrıldık.

Aradan kırk gün kadar bir müddet geçtikten sonra, Celâlî'den bir mektup alan Hazreti Pir:

“Dede, haydi Tahsini’ye dönüyoruz” buyurdu ve süratle hazırlanıp acele ile köy meydanına ulaştığımızda, Celâli:

Durun üftâdeler istikbâline
Velayet tahtının sultânı geldi
Dest uzadın lâl-i lebin balına
"Ledünni" ilminin irfânı geldi

Habib-i Kibriya'nındır bu dergâh
Kâsem olsun inan vallahi billâh
Neden münkir olalım Allah Allah
Sultân-ı enbiyâ vârisi geldi

Diye başlayıp devam eden; göz ve gönül perdelerinin kaldırılması üzerine açıkça görmeye başladığı velayet kemâllerini nazmeden meşhur şiirini irticalen okudu ve bu büyük mürşide (Muhammed Beşir Efendiye) bağlanarak o gün manevî nimetine ulaştı...

Celâli, ani hastalığında, kırk gün yiyip içmeden yatmış, vücûdu eriyip ufalmış, yakınları ümidi keserek cenaze hazırlığına başlamışlar... Kırkıncı günü birdenbire doğrularak:

'Beşir Efendi Hazretlerinden haberiniz var mı? Bana kalem kâğıt getirin' diye iç yakıcı bir mektup yazarak özel olarak Hazreti Pîr'e göndermiş ve hastalığını şöyle anlatmıştır:

'Kırk gündür beni azaba tuttular... Yiyip içmeme, konuşma ve hareketime mâni olmalarından ayrı, her gece önüme bir çuval dolusundan koyarak, 'Haydi bunu say' diye zorlarlar, yüz binlerce küçük daneyi sayarken yaptığım bir yanlış üzerine de yeniden 'Haydi bunu say' diye karşı konması imkansız bir azap ve çileyi tekrar edip dururlardı...' "

Celâli, Beşir Efendi Hazretlerinin manen tecellisine kadar bu tarifsiz azabın devam ettiğini belirterek, 'Hazreti Pir'in eliyle işaret edip 'Kalk Kalk' demesiyle de hiç rahatsızlık çekmemişim gibi, bu acaib hastalık geldiği şekilde, yine birden bire zayi oluvermiştir' demiştir...

Dede Paşa Hazretleri, sohbetinin devamında, Hızır Aleyhisselâm'la her gün konuşan bir zatın bile mûrşitsiz kemâle kavuşamayacağını ifade eder ve irşad etme selâhiyetinin, Kur'an, ilim, Hızır, melek veya başka bir vasıtada bulunmadığını, bu yüce vazifenin ancak ve ancak mürşitlerin kârı olduğunu, sadece velayet kemâlinin ve Peygamberlere veraset şerefinin bu işin tek Lokmanı bulunduğunu ifade ile başka türlü konuşanların hepsinin de aldanmış ve yanılmış kimseler olduklarını;

Zahirde, şeriat ve sünneti ikmal edenlere bir mürşidin manen sahip olup irşâd etme selâhiyetlerini kullanmak sureliyle kemâle ulaştırdıklarını, böylece irşâd olanlara "Üveysi" denildiğini belirterek istisnasız her hâl ve şartta:

"Mûrşitsiz müşkül hallolmaz..." buyurup Eşrefoğlu Rumi hazretlerinin şu beytini okumuştur:

Gör ol şeyhsiz gidenleri
Kimi mülhid kimi dehrî
Olma Cebrî yâ kaderi
Zinhar şeyhe eriş şeyhe

Şeyhi Muhammed Beşir Efendi Hazretleri: “Celâli bir müddet daha yaşasaydı, çok yüksek makamlara ulaşabilirdi” demiştir.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Beni kınamayın Hakk'ı sevenler
Rüzgâr esmeyince dal ırganır mı
Küllî boş değildir aşka düşenler
Katre düşmeyince sel uyanır mı

Dil meftun olmazsa âşık yârine
Yanar mı pervane şem'in nârına
Ah u zâr çekmese Hak dîdârına
Uyanıp hâbından su dolanır mı

Öyle bir Leylâ'ya Mecnûn'um billâh
İsminde okunur Harf-i Bismillah
Tutuştu her yanım hasbeten-li'llâh
Mevlâ'yı zikreden kul kınanır mı

Nice bir âlemin Perverdigârı
Mevlâm her kuluna vermez bu kârı
Gûn-be-gün artıyor bülbülün zârı
Goncasız gülşene gül yamanır mı

Buldu Celâli'yi Kırklar Yediler
Erkânı öğretip hizmet verdiler
Haşre dek bu çarhı çevir dediler
Sormadım ki buna kol dayanır mı


Irganmak: Sallanmak, oynamak.. Katre: Damla.. Hab: Uyku.. Gaflet.. Pervane: Kelebek.. Ateşe aşık olduğundan, ateşin etrafında döner döner, kendini ateşe atıp yakar.. Külli: tamamen.. Şem: Ateş.. Mum.. Işık kaynağı.. Sevgili.. Meftun: Âşık, Mecnun. Deli divane.. Didar: Vech, cemal, yüz.. Perverdigar: Allah.. Zar: İnleme, feryad, yanıp yakılmak.. Gülşen: Gül bahçesi.. Erkan: Kurallar, edepler, yapılması gerekenler, kaçınılması gerekenler..

Şiirlerinden:

Seni görenin aklı zây'olur
Elbet Servi serin halka saye bağlamış
Ne boyda ser çektin ey servi kâmet
"Elif" zülfün serin "bâ"ya bağlamış

Yanağın "Tebârek Kasem" suresi
"Er-Rahmân" okunur cismin turası
"Alleme'l-esmâ"da ismin süresi
İki "mim" bir "dal"ı "hâ'ya bağlamış

Celâli sâildir kapında dilber
Hüsnün pertevinden bir buse ister
Dediler muteber bir delil göster
Dedim hüccet "Ve'd-duhâ"ya bağlamış


Zay: yitirmek.. Ser: Baş.. Kamet: Boy, endam.. Er-Rahman: Rahman Suresine atıf.. Allemel Esma: "Adem'e Esmaları öğretti" Ayet-i Kerimesi.. İki mim bir dal ve ha'ya: Muhammed İsm-i Şerifi.. Harflerinden bu mübarek ismi anlatıyor.. Sail: Dilenci, isteyen.. Pertev: Işık, nur.. Hüccet: Delil.. Ve'd-duha: Ve'd duha ayet-i kerimesi..

Lâm-elif dersinde aşk ocağında
Ben “elif” dedikçe dilim döndü “mim”
Yedi kalem çalmış kudret bağında
Kalemi "mim" imlâsı "mim" pendi "mim"

O serv-i semendin öz otağında
Yedi nâr beslemiş şâh dudağında
Dört ırmak akıyor cânân bağında
Çeşmesi "mim" gözesi "mim" bendi "mim"

Çoktan âşık oldum ben o dilbere
İsmin kitap ettim aldım ezbere
İstedim Celali yazam deftere
Ülkesi "mim" durağı "mim" kendi "mim"

Lam-elif dersi: Ledün ilmi, Kalb ilmi.. Allah'ta fani olmayı hasıl eden bilgi.. Elif: Allah.. Mim: Muhammed.. Pend: Nasihat.. Serv: Selvi.. Semend: Çevik ve güzel at..

Belâ-yı kazadan kurtulmaz başın
Gün-be-gûn yürekte artıyor cûşun
Celâli yâd ile görülmez işin
Bu dertli sinemin dermanı geldi

Bu fânî dünyâya "benim" diyenler
Son deminde pişman olsa gerektir
Yeşil atlas kutnu kumaş giyenler
Soyunup da üryan olsa gerektir

"Nahnû Kasemnâ" dan ayrılmış payın
Bir günde çekerler çarhını yayın
Tâc u tahtı elvan köşk ü sarayın
Yıkılıp da viran olsa gerektir

Sana davacıdır ehlü ıyâlin
Yarın mahşer günü ne olur hâlin
Kimi yakan çeker kimi sakalın
Çeşmin yaşı umman olsa gerektir

---------------------------------------------------------------------

Bir kuru dâvada olmuşsun sebâ
Geceler subha dek çalarsın heba
Şöhreti dillerde Celâli Baba
Bu ad bize bühtan olsa gerektir

Celâli dert ehli derdin ağlamış
Kendi neşteriyle bağrın dağlamış
İki çeşmin yedi bahre bağlamış
Bir de sen bağlama sel incinmesin

----------------------------------------------------------

Beni kınamayın Hakk'ı sevenler
Rüzgâr esmeyince dal ırganır mı
Küllî boş değildir aşka düşenler
Katre düşmeyince sel uyanır mı

Dil meftun olmazsa âşık yârine
Yanar mı pervane şem'in nârına
Ah u zâr çekmese Hak dîdârına
Uyanıp hâbından su dolanır mı

Öyle bir Leylâ'ya Mecnûn'um billâh
İsminde okunur Harf-i Bismillah
Tutuştu her yanım hasbeten-li'llâh
Mevlâ'yı zikreden kul kınanır mı

Nice bir âlemin Perverdigârı
Mevlâm her kuluna vermez bu kârı
Gûn-be-gün artıyor bülbülün zârı
Goncasız gülşene gül yamanır mı

Buldu Celâli'yi Kırklar Yediler
Erkânı öğretip hizmet verdiler
Haşre dek bu çarhı çevir dediler
Sormadım ki buna kol dayanır mı

Irganmak: Sallanmak, oynamak.. Katre: Damla.. Hab: Uyku.. Gaflet.. Pervane: Kelebek.. Ateşe aşık olduğundan, ateşin etrafında döner döner, kendini ateşe atıp yakar.. Külli: tamamen.. Şem: Ateş.. Mum.. Işık kaynağı.. Sevgili.. Meftun: Âşık, Mecnun. Deli divane.. Didar: Vech, cemal, yüz.. Perverdigar: Allah.. Zar: İnleme, feryad, yanıp yakılmak.. Gülşen: Gül bahçesi.. Erkan: Kurallar, edepler, yapılması gerekenler, kaçınılması gerekenler..
 
Üst