Hudeybiye Antlaşması Müslümanların aleyhine miydi?

Ehl-i Sünnet

Kıdemli Üye
Katılım
5 Şub 2011
Mesajlar
3,061
Tepkime puanı
139
Puanları
0
Soru: Hudeybiye Antlaşması Müslümanların aleyhine miydi?

Cevap: Hudeybiye Antlaşması, hicretin 6. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628) Peygamber Efendimiz ve Ashabının umre ziyareti yapmak için Medine'den Hudeybi'ye hareket etmesi sonucu, Kureyşlilerin Müslümanları Mekke'ye almama kararı ile sağlanan bir antlaşmadır. Antlaşma maddeleri şu şekilde:

1. Peygamberimiz (s.a.) bu yıl Mekke’ye girmeyip geri dönecek. Gelecek sene müslümanlar Mekke’ye girip orada üç gün kalacaklar. Yanlarında, sadece yolcu silahı (kılıç) bulunacak. Kılıçlar kınlarında olacak. Her hangi bir şekilde Mekke’liler de taarruzda bulunmayacaklar.

2. İki taraf arasında on sene müddetle savaş yapılmayacak bu müddet zarfında halk emniyet içinde olacak, taraflar birbirlerine dokunmayacaklar.

3. Kim Muhammed’le ahit ve akit yapmak isterse serbestçe yapabilecek, kim de Kureyşlilerle ahit ve akit yapmak isterse serbestçe yapabilecek. Her iki taraftan birine bağlanan kabileler bu tarafın bir parçası kabul edilecek. Bu kabileye yapılan taarruzlar bağlı olduğu tarafa yapılmış sayılacak.

4. Kureyşlilerden kim velisinin izni olmadan Muhammed’e gelirse, geri iade edilecek. Muhammed’le beraber olanlardan kim kaçarak Kureyş’e gelirse geri iade edilmeyecek.

Normal şartlarda bakıldığında Kureyş(liler) Müslümanları hiçbir şekilde tanımıyordu. Hatta onları kökünden kazımak amacını güdüyor, bir gün müslümanların sonunun geleceğini bekliyordu. Kureyş Arap yarımadasındaki dinî temsilcilik ve dünyevi liderliğiyle İslâm davetinin Arap kabilelerine ulaşmasına bütün gücüyle engel olmaya çalışıyordu. Sadece barışa taraftar olmak bile müslümanların kuvvetini tanımak demekti. Kureyş müslümanlara karşı koyamıyor, demekti.

Ayrıca anlaşmanın üçüncü maddesinin sonucu olarak Kureyş, dinî temsilciliğini ve dünyevi liderliğini unutuyor, sadece kendi başının çaresine bakıyordu. Buna göre diğer insanlar ve Arap yarımadasının diğer kabileleri toptan İslâm’a girseler bu durum Kureyş’i ilgilendirmeyecek, bu hususta hiçbir şekilde müdahalede bulunmayacaktı. Bu Kureyş’in açıkça iflas etmesi değil midir? Müslümanlar açısından açık bir zafer değil midir?

Müslümanlarla düşmanları arasındaki kanlı çarpışmaların gayesi Müslümanlar açısından ganimet malı elde etmek, canlara kıymak, düşmanı İslâm’ı kabul etmeye zorlamak değildi. Bu savaşlarda müslümanların güttükleri açık gaye din ve inançta insanları gerçek hürriyete kavuşturmaktı. “Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin.” (Kehf, 29.) Böylece insanlarla kendi arzuları arasına hiçbir kuvvet girmiyordu.

Bu hedef bütün yönleriyle ve bütün icaplarıyla belki de savaşlarla gerçekleşemeyecek bir şekilde bu “feth-i mübin” ile gerçekleşti. Müslümanlar bu hürriyet sebebiyle İslâm davetinde büyük bir başarı elde ettiler. Bu sulhdan önce sayıları 3000’i geçmezken iki sene zarfında Mekke Fethi esnasında İslâm ordusunun sayısı 10.000’e varmıştı.

Anlaşmanın ikinci maddesi, bu feth-i mübinin ikinci bir bölümüydü. Müslümanlar savaşa başlamıyordu, savaşa başlayan taraf Kureyş idi. Allah Tealâ: u îlk defa size karşı savaşa başlayan onlardı.'" (Tevbe, 13.) buyuruyor.

Müslümanların askeri devriyeler çıkartmaktan maksatları Kureyş’in gururundan kurtulup Allah yoluna engel olmaktan vazgeçmesiydi. Bu anlaşma her iki tarafa da eşit muamele ediyordu. On sene müddetle savaş yapılmaması şeklindeki ahit bu gurur ve kibir kaynağına set çekiyor, ilk defa savaşa teşebbüs eden tarafın zayıflığına ve düşüklüğüne delalet ediyordu.

Birinci madde ise Kureyş’in müslümanların Mescid-i Haram’a girmelerine engel olamaması demekti. Bu da aynı zamanda Kureyş için bir kayıptı. Bu konuda Kureyşlilerin sadece bu sene engel olma konusunda başarılı olmalarından başka teselli olacakları bir şey yoktu.

Kureyş, müslümanlara bu üç tavizi vermiş, buna karşılık sadece bir taviz elde edebilmişti. Bu da dördüncü madde idi. Fakat aslında bu madde de önemsizdi. Bu maddede müslümanlara zarar verecek bir şey yoktu.

Malumdur ki müslüman, müslüman olarak kaldığı müddetçe Allah ve Resûlü’nden, İslâm beldesinden kaçmaz. İslâm’dan açıktan veya gizli olarak irtidat etmedikçe (dinden dönmedikçe) kesinlikle kaçmaz. Zaten dininden dönerse müslümanların ona ihtiyaçları yoktur. O gibilerin İslâm toplumundan ayrılmaları İslâm toplumunda kalmalarından daha hayırlıdır. Peygamberimiz’in (s.a.):

- “Bizden kim onlara katılırsa Allah onu bizden uzak kılsın.” (1) sözüyle işaret ettiği mana da budur.

Mekkelilerden müslüman olanlar ise Medine’ye iltica edemeyeceklerdi. Fakat Allah’ın arzı geniştir. Medineliler henüz İslâm hakkında hiçbir şey bilmezken Müslümanlar Habeşistan’a göç etmemişler miydi? Peygamberimiz’in (s.a.):

- “Onlardan kim bize gelir katılırsa Allah ona bir çıkış kapısı verecektir.” (2) sözüyle işaret etmek istediği de budur.

Böyle bir kayıt koymak Kureyş için iftihar vesilesi olsa da gerçekte Kureyş’in müslümanlardan ne derece rahatsız ve huzursuz olduğunu, putperest kişiliğinden ne kadar korktuğunu göstermektedir. Sanki onlar o gün kişiliklerinin uçuruma yuvarlamak üzere olduğunu hissetmişler, böyle bir kayıt koyma gereğini duymuşlardı.

Peygamberimiz’in (s.a.) de Kureyş’e kaçanları geri istemesi hususundaki hoşgörüsü de İslâm şahsiyetinin kökleştiği ve güçlü olduğuna son derece güvenmesinden, böyle bir şartın sonuçta zarar getireceğinden korkmamasından kaynaklanmaktadır.


1. Sahîhu’l-Miislim, Babu Sulhi’l-Hudeybiyye, 11/105.
2. Sahîhu’l-Miislim, 11/105.


İktibas: Safiyurrahman Mübarek Furi. Peygamberimizin Hayatı ve Daveti. Risale Yayınları, İstanbul 2016; s. 345-50.
 
Üst