HÜNSA-İ MÜŞKİL VE İKTİDARSIZLIK

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
HÜNSA-İ MÜŞKİL VE İKTİDARSIZLIK
SELİM GÜRBÜZER
İslam fıkhında erkeğin cinsi münasebet kuramıyor hali Arapça “innet” olarak ifade edilir. Tabii hal böyle olunca taraflardan illet sahibi erkek için “innîn” denirken, kadın için de “innîne” denmektedir. Malumunuz günümüzde innet kavramı yerine iktidarsızlık kavramı kullanılmaktadır. Her neyse adına ister innet denilsin ister iktidarsızlık, sonuçta adı ne olursa olsun böylesi illet hali doğuştan olabileceği gibi bir takım hastalıklara bağlı olarak ya da nikâhlı eşine karşı cinsel isteksizlikten kaynaklı bir illet türü olarak da kendini gösterebiliyor. Veyahut bir takım özel nedenlere bağlı olarak bir psikolojik illet olarak da de tezahür edebiliyor. Nitekim öyle erkekler vardır ki; mesela dul bir kadına cinsi hissiyatı kabarık olduğu halde icabında bir bakireye karşı cinsi hissiyatı sönük olabiliyor, ya da tam tersi durumda olmakta..

Peki, bu tür illet haller sadece erkeklere has bir durum mu? Hiç kuşkusuz kadınlar içinde ârız bir illet durumdur. Yine de biz meseleyi erkek üzerinden baktığımızda pek çok fıkıh kitaplarında mesela doğuştan husyeleri (testisleri) yok ya da sonradan husyeleri (testis) çıkarılmış bir erkek için ‘hasîy’ denildiğini görürüz. Hakeza cinsiyet organının kesik olması gibi hastalığa bağlı olarak cinsi münasebete mani bir takım maraz illetlerin ‘cüb’ kavramıyla ifade edildiğini, bundan dolayı da cüb erkek için fıkhı kaynaklarda ‘mecbûb’ dendiğini görürüz. Ama bu demek değildir ki her illetli kişinin çocuğu olmayacaktır. Oysa öyle durumlar vardır ki; mesela erkeğin testislerinde cüzi diyebilecek türden illetlik bir durum ya da üreme organının küçük bir et parçası kadarcık olduğu halde yine de çocuk sahibi olabiliyor.

Evet, şu bir gerçek doğuştan itibaren süre gelen ya da kazaya uğramışlıktan kaynaklı bir takım kusurlar ‘mecbub’ illet olarak karşılık bulabiliyor. Nitekim bir insanın hayvan tarafından üreme organının ısırılarak koparılmış hali mecbub olarak karşılık bulması bunun tipik misalini teşkil eder. Mesela bir başka baş ağrıtan meselede bazı erkeklerde üreme organının sertleşememe hali denen bir dert vardır ki, bu illet hali fıkıh lügatında 'şekkaz' olarak karşılık bulurken Tıp camiasında ise ‘erektil disfonksiyon’ illet olarak karşılık bulur. Belli ki bu ve buna benzer cinsel ilişkiye mani bir takım iktidarsızlık nedeni illetler doğuştan olabileceği gibi sonradan da nüksetmiş olabiliyor. Sonradan nükseden illetlerin başında en çokta malum elle tatmin denilen ‘mastürbasyon’ illeti gelmektedir. Hele bir insanda bu illet alışkanlık boyutuna taşınmaya bir görsün ilerisinde artık o insanın cinsel hayatını yerle yeksan edecek derecede maraz bir illete dönüşmesi an meselesidir diyebiliriz. Tabii örneğini verdiğimiz tüm bu illetlik durumlar bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Mesela yine en çok sözü edilen bir başka illet durum daha vardır ki, kişinin hem erkeklik hem dişilik organına haiz olma halidir. Ki, fıkhı kaynaklarda bu tür illet durum tıptaki karşılığı hermofroditlik anlamında ‘hunûset’ olarak tanımlanırken, böylesi çift cinsiyetli organa sahip bireylere de eşcinsel anlamında ‘hunsa’ olarak tanımlanırlar. Tabii bu tip kişiler kendi içerisinde de değişik isimler altında kategorize edilirler. Şöyle ki şayet bu tür illet sahibi kişiler idrarını her iki organından yapıyorsa hünsa-i müşkil (=eş cinsel hali), yok eğer idrarını sırf erkeklik organında yapıyorsa ‘hünsa-i erkek’, sırf dişilik organında yapıyorsa ‘hünsa-i kadın’ olarak addedilirler. Bir başka ifadeyle kadın veya erkek olduğuna kolayca hükmedilebilecek türden böylesi illet sahibi bireyleri aynı başlık altında bir bütün olarak adlandırıldığında “Hünsa-i gayri müşkil” kimseler olarak nitelendirilirler. İşte bu noktada belirgin olan cinsiyetin özelliklerini üzerinde taşıyan hünsa-i gayri müşkil bireyler için hukuki davalarda içtihada gerek kalmaksızın hüküm vermek çok kolay olabilirken Hünsa-i müşkil durumluk davalar söz konusu olduğunda ise malum kazın ayağı hiçte öyle değil. Hiç kuşkusuz böylesi bir davada erkek ve kadın cinsinden hangisinin olduğuna dair nihai hüküm ancak fakihlerin içtihadıyla karar kılınıp işin içinden çıkılabilmekte. Nitekim fakihler böylesi durumlarda hüküm verirken meseleye ta ilk başta ihtiyatla yaklaşıp adeta kılı kırk yardıktan sonra ancak hükmünü ortaya koymaktalar. Nasıl mı? Mesela fakihlere böylesi illetlik durumda olanların mirasta payı nedir diye soru tevdi edildiğinde hiç şüphesiz ilk önce cinsiyetin belirlenmesi noktasında tıpkı Allah Resulüne sorulan bir soru üzerine “İdrarın geldiği organa göredir” şeklinde verdiği cevabın doğrultusunda cinsiyet tesbiti yapacaklardır. Yani önce cinsiyetliğin tesbiti yönünde dominantlık (baskınlık) veya resesiflik (çekiniklik) hali belirlenmeli ki devamında sorunun cevabı üzerinde enine boyuna kafa yorulduktan sonra hüküm verilebilsin.

Anlaşılan o ki, hünsâ-i gayri müşkil bireyler için ortada çokta fakihleri yoracak bir müşküllik bir durum söz konusu olmazken hünsâ-i müşkilde ise illa ki çok kafa yormayı gerektirir. Nitekim böylesi davaları ince eleyip sık dokuduktan sonra ancak bu gibi kişiler kendilerini hangi cinsiyet yönünde hissediyor ya da hangi cinse daha çok hormonal yatkınlık gösteriyorsa, hiç kuşkusuz yatkın olduğu cinsiyete göre belirlenmiş şer’i hükme tabi olacaklardır. Fakat öyle erkeklerde vardır ki cinsel istek ve arzu yönünden karşıt cinse ilgi duymayıp sadece kendi hemcinsine ilgi duymaktalar, ister istemez bu tipler homoseksüel olarak kategorize edilirler. Birde öyle ilginç tipler vardır ki, bunların hemen hepsinde biyolojik yapılarında kadınlık veya erkeklik özellikleri tam işler halde belirginlik arz ettiği halde icabında kendilerini karşıt cinse benzetme özentisine kaptırmış bir hale sokabiliyorlar. Değim yerindeyse bu da düpedüz özünden sapmanın ta kendisi sapkın bir illettir. Ki, Allah Resulü (s.a.v) böyleleri hakkında şöyle beyan buyurmakta: “Kendilerini kadınlara benzetmeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzetmeye çalışan kadınlara, Allah lanet etsin” (Müsned, IV, 171; Buhârî, “Libâs”, 62-62; Ebu Dâvûd, “Libâs”, 30). Hatta Allah Resulü (s.a.v) böylelerini lanetlemekle kalmamış onlar hakkında birtakım caydırıcı müeyyideler de tatbik etmiştir. Hele kendi doğal biyolojik yapısının tam aksi yönde kendilerini karşıt cinse özenme illetine kaptırmış olan bu tip kimseler sapkınlıklarına son vermedikçe “Muhanneslik yapanlar mel’undur” hükmünce ömür boyu ‘muhannes’ damgasıyla ta’zir edilmekten de kendilerini asla kurtulamayacaklardır. Malumunuz günümüz literatüründe kadının kadına cinsel istek ve arzuyla yaklaşımı ‘lezbiyenlik’ illeti şeklinde bir damgayla karşılık bulurken her iki cinse birden de cinsel istek yaklaşımında bulunmak ise çift cinsiyetli anlamında ‘biseksüel’ olarak karşılık bulur. Hiç kuşkusuz İslam’da tüm bu ağızlara pelesenk olmuş damgalanmaların tam aksi bir tutum izlenerek kişinin her halükarda kendi karakteristik cinsiyet özelliklerini koruması ve geliştirmesi yönünde tavır takınmasını esas kişilik olarak kabul görür. Öyle ya, mademki Müberra dinimiz bizden kendi kişilik özelliklerimizi koruyup geliştirmemizi öğütlüyor, o halde bize azıp sapmışların yolunu izlemek değil bilakis Allah Resulünün ahlakıyla ahlaklanma yolunun izini iz sürmek düşer. Ki, İslam‘da insan fıtratının dışındaki her türlü sapkın cinsi birlikteliklere asla cevaz yoktur.

Gerçekten de ortada aile düzenini alt üst edecek özürlük bir durum söz konusu olduğunda bir bakıyorsun İslam hukukunun kadına bir takım kolaylıklar sağladığını görüyoruz. Nasıl mı? Mesela bir kadın evlendikten sonra birlikte yaşayacağı düşlediği kocasının iktidarsız ya da cinsi organından yoksunluğunu fark ettiğinde kendisine aralarında ki nikâh bağını fesh etme hakkı verilmesi bunun en bariz göstergesidir. Yine bir kadın nikâhı altına girdiği kocasının cüzzam, beres gibi karşı tarafta tiksinti uyandıracak türden bulaşıcı hastalığını fark ettiğinde de bu kez tercih hakkını kullanıp dilerse evliliğini devam ettireceğini dilerse İmam Muhammed’e göre ayrılmak isteğin bildirerekten fesh ettirebileceğini görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki evliliğin selameti için cinsel yönden sıhhatli olmak çok önem arz etmekte. Hele ki yuva kurmanın ötesinde evlilikten maksat asıl mesele neslin devamı olduğuna göre bu durumda illa ki kocanın cinsiyet yönünden kusursuz ve özürsüz olması gerekir ki hem zifaf gerçekleşebilsin hem de neslin devamı sağlanabilsin. Aksi halde gerek iktidarsızlık gerekse karşı tarafta tiksindirici uyandırabilecek her türlü kusur ve hastalık tefrik sebebine dayanak teşkil edecektir. Üstelik tefrike dayanak teşkil edecek olan böylesi kusur ve hastalıkların önceden var olması ile sonradan ortaya çıkması arasında da hiç fark yoktur zaten. Ancak önceden var olan kusur ve hastalıklardan kadının, hâkime gittiğinde tefrik talebinde bulunabilmesi için akit esnasında bunun biliniyor olmaması gerektiği gibi ve dahi öğrendikten sonra da razı olmaması gerekir. İşte bu ve buna benzer neviden kusurlar sebebiyle mahkemeye başvurulduğunda hâkim bu durumda hastalık iyileşecek türden bir kusur içeriyorsa tefriki bir sene erteler, değilse hemen tefrike hükmeder.

Kelimenin tam anlamıyla gerek evlilik öncesinde var olan gerekse evlilik sonrasında cinsel ilişkiye engel teşkil edecek özürler tüm berraklığıyla tereddüde mahal bırakmaksızın hâkim huzurunda ortaya konulduğunda hiç kuşkusuz kadının boşanma dava açması haklılık kazanacaktır. Nitekim Hz Ömer (r.a)’ın Kâdı Şurayh’a gönderdiği mektupta tefriki gerektiren böylesi meselelerin hal yoluna koymada nasıl bir yöntem izleyeceğinin altını çizmenin yanı sıra adil karar vermesi gerektiğini öğütlemiş de. Böylece bu mektupla birlikte böylesi meselelerde kadının boşanma davası açabileceğinin önün açılmış olur. Tabii söz konusu erkek olduğunda ise bikere erkeğin boşama hakkı olduğu için bu tür kusurlar erkek için değil, elinde boşanma yetkisi olmayan kadın için ancak tefrik sebebidir. Dolayısıyla Hanefilere göre erkeğin böylesi meselelerde tefrik başvurusunda bulunması abesle iştigal olur.

Mademki tefrike konu olan meselelerde kadına mahkemeye başvurma hakkı tanınmış, o halde Hanefi ekolünce tefrik için başvuruda aranan şartlar neymiş bir görelim. Gerçekten de bu ekolü içeren kaynaklara baktığımızda hâkim kararıyla kazâî boşanma denen tefrîki gerektiren hususlarda Ebu Hanife ve İmam Ebu Yusuf’un beş hastalık ve bedeni kusur sebebe işaret buyurduklarını görürüz. Ve işaret buyurdukları o söz konusu beş kusur şart parantez içinde ki (Bkz. Mehmed Zihni, Münâkehât-müfâkarât, İst. 1996, s. 277; M. Muhyiddin Abdülhamid, el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, s. 310; Hamdi Döndüren Delilleriyle İslam Hukuku, İst 1983, s. 326, 393) fıkhı kaynaklar da özetle şöyle tasnif edilir de:

-Bikere her şeyden önce kocanın innîn, yani iktidarsız olması gerekir ki hakkında dava açılabilsin. Ancak bunun içinde tefrîki gerektiren şartların oluşması gerekir. Nasıl mı? Birinci şart olarak evlenildikten sonra aralarında hiçbir şekilde cinsel ilişki olmaması gerekir. Hatta bir kez olsun yakınlaşma olduysa bile bunun bir sebebe dayandırılmaması gerekir ki tefrîki gerektiren şart ortadan kalkmış olmasın. İkinci şart olarak erkeğin nikâhtan önce kusurlarının mevcudiyetinin bilinmemesi gerekirken nikâh sonrasında ise kadın durumdan haberdar ve vakıf olduğunda buna razı olmaması icab eder. Hatta kadının tüm bu olan bitenlerden sonra bir süre suskun kalması ya da boşanma davası açıp rölantiye alması da davayı düşürmeyecektir. Ancak tüm bunların ayyukuna gerek kalmaksızın şayet koca kusurunu kabullenip karısını boşadığında davanın görülmesine gerek kalmaksızın zaten mesele kendiliğinden kökten halledilmiş olur. Aksi halde mahkemede dava görüldüğünde hâkim tarafından kendisine cinsi ilişkide bulunup bulunulmadığı sorulur. Erkeğin vereceği cevab olumsuz olduğunda, hâkim bu cevab karşısında Hz. Ömer (r.a) devrinde uygulandığı şekliyle organ kesikliği hariç, ihtiyaten olur ya mevsimlerin erkeğin üzerinde cinsel yönden olumlu etkisinin olabileceği ihtimalinden hareketle kendisine bir yıl süre tanır. Ve nihayetinde hâkim tarafından kendisine tanınan bu mühlet zarfında şifa bulmazsa bu durumda karısının da ısrarı üzerine boşanmalarına karar verilir. Böylece hâkim kararıyla aralarında bir bain talakın gerçekleşmesiyle birlikte kadının tam tamına mehrini alacağı bir iddet beklemesinin yolu açılmış olur. Ancak bu arada koca ölürse aralarında ki mirasçılık hükmü kendiliğinden düşmüş olur. Üçüncü şart olarak kadının bizatihi kendisinde de cinsi ilişkiye mani herhangi bir illet durumun olmaması icab eder.

-Erkek husyelerinin, yani erbezi denen testislerinin alınmış ya da hiç olmaması lazım gelir ki böylesi illet sahibi erkekler için boşanma davasının açılmasına kâfi sebep teşkil edebilsin.

-Erkek cinsel organının kesik olması lazım gelir. Ancak en başta ki maddede ifade ettiğimiz erkeğe ihtiyaten tanınan bir yıllık süre cinsel organı kesikler için geçerlilik arz etmez. Zira cinsel uzuv kesikliği telafisi mümkün olmayan bir özürlülüktür, bu yüzden bir yıllık ihtiyati bekleme süresine gerek kalmaksızın hâkimin hükmünü sıcağı sıcağına vermesi uygundur.

-Erkeğin bir şekilde sihir yoluyla, yani büyü gibi birtakım yolların tesiriyle cinsel yönden bağlı olması lazım gelir ki, böylesi illete tutulmuş erkekler içinde boşanma davasının açılmasına kâfi sebep teşkil edebilsin. Zira ehlisünnet âlimlerin kahır ekseriyeti sihir gerçekliği hususunda “Allah Teâla diler ve takdir ederse kendisine büyü yapılan kimsenin bedeninde büyü tesir edebilir, hatta öldürebilir” yönünde hemfikir olmuşlardır. Nitekim İmam el- Karâfî bu hususta şöyle der: “Büyü haktır. Bu nedenle büyü (sihir), kendisine yapılan kimseyi öldürebilir ya da büyülenenin tabiatında ve mizacında bir takım değişikliklere yol açacak kalıcı tesirler bırakabilir. İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel’de bu görüştedirler.” (Bkz. İdraru’ş-Şuruk fi Envai’l-Furuk; c:4, s: 149)

-Kocanın doğuştan hem erkek hem dişilik organı olması bir yana kendisinin erkek mi yoksa kadın mı olduğu tespit edilemeyen bir kişi olması (hunsa) lazım gelir ki kadının boşanma davası açmasına kâfi sebep teşkil edebilsin.

Hâsıl-ı kelam; İslam’da daha çok söylenecek ince meseleler vardır. Yukarıda da belirttik ya, asıl burada üzerinde hassasiyetle durulması gereken husus insanın kendi öz karakteristik özelliğini koruyup geliştirmesi çok mühimdir, geriye kalan diğer meseleler her ne kadar teferruat gibi gözükse de aslında Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu veçhiyle “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız ” düsturu hükmünce çözüme kavuşturulacak türden meselelerdir.
Vesselam.

 
Üst