dedekorkut1
Doçent
İSLÂM VE CİHAD
SELİM GÜRBÜZERAllah rızası için ilimle, malla, dille, bedenen, kalben vs. yapılan mücadelenin adıdır cihad. İşte bu tanımda yer alan ‘Allah rızası için’ ifadesi tam da cihadın ana gayesini ortaya koyan can alıcı noktadır. Bu yüzden cihad asla macera kaldırmaz. Her ne kadar savaş deyince insanların zihninde yakıp yıkma, öldürmek vs. canlansa da ortada din, namus, mal ve vatanı korumak söz konusu olduğunda artık o savaş cihad olarak anlam kazanır. Hem nasıl öyle anlam kazanmasın ki, bikere cihad da tıpkı cenaze namazında olduğu gibi Müslümanlardan bir topluluğun cenaze namazını kılmasıyla birlikte diğerlerinin de omuzlarından bu yükümlülüğün düştüğü farz-ı kifaye hükmünde bir vecibedir. Yeter ki cihad Rızâ-i Bâri için yapılsın farz-ı kifaye’den maksat hâsıl olur da. Yok, eğer Rızâ-i Bâri için değil de kuru bir cihangirlik davası uğruna yapılıyorsa o cihad hiçbir anlam ifade etmeyecektir.
Evet, İslam’da ulvi gayeler uğruna girişilen mücadeleler ve savaşlar sadece cihad olarak kabul görmekte. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v) “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yani cihaddan maksadın Îlây-ı Kelîmetullah olduğuna vurgu yapmıştır. Ki, Allah için yapılan mücadeleler tarihin altın sayfalarında yer alıp ebediyete mal olurken, dünyevi maksatlı bir hiç uğruna yapılan mücadeleler ise tarihin her döneminde saman alevi gibi parlayıp sönmeye mahkûmdurlar. Bu arada unutmayalım ki cihad her önüne gelinin ya da her aklı esenin ‘Hurra! Haydin cihada’ dediğinde hemen icabet edilip ardına düşülecek türden bir seferberlik emri değildir. Bu hususta ancak devlet çağrı yapabilir, asla fertlerin böyle yetkisi yoktur, olamaz da. Üstelik devlet çağrı yapacaksa da İslam hukukunun öngördüğü şu şartları göz önünde bulunduraraktan ancak o zaman cihad için yola koyulabiliyor:
- Düşmanın İslam dinini kabule yanaşmaması durumunda,
-Müslümanlarla gayrimüslimler arasında herhangi bir anlaşma veya emân’ın bulunmaması durumunda,
-Müslümanların cihad için yeteri güç ve donanıma sahip olması durumunda elbet.
Hatta devletin cihad için yola koyulmadan önce fert bazında da göz önünde bulundurması gereken bir dizi şartlarda söz konusudur. Şöyle ki; fıkhı kaynaklara bir göz attığımızda çocuklar, ihtiyarlar, zayıflar, hastalar, körler, topallar, azık veya bineği (vasıtası) olmayanlar, kadınlar ve kölelerin (efendileri izin verirse cihada katılabilir) cihada katılmamaları icab eder, yani katılmaları şart değildir. Ancak öyle olağanüstü zaruret durumları vardır ki, mesela genel seferberlik halinde köleler, kadınlar, âlimler ve savaşabilecek muktedir çocuklar da cihada katılmaları gerekebilir. Madem öyle, bilhassa bu tür durumlarda Allah için çıkılacak sefer için yediden yetmişe hemen herkesin sorumluluğun gereğini yerine getirmesi lazım gelir. Bir adam düşünün ki cihaddan muaf olmadığı halde kendi adına ücret karşılığında adam tutmuş ya da kiralamaya tevessül etmiş olsun böyle bir durum şer’an caiz değildir. Hatta ücret mukabilinde kiralama vuku bulmuşsa da savaş sonrası dağıtılacak ganimet mallardan pay alamayacaktır. Nasıl ki bir Müslüman cihad esnasında siper kazdığında ya da istihkâm türü yaptığı işlere karşılık bile ücret alamıyorsa aynen öyle de ücretle kendi adına cihad için tutan bir adamında ganimet mallarından pay alamaması son derece gayet tabiidir. Malum alınsa alınsa sadece harbin haricinde yapılan işler için şer’an ücret alınabiliyor. Şayet işin içinde zimmî söz konusuysa bu durumda işin rengi değişir elbet. Yani ister harbin içinde olsun ister harbin dışında hiç fark etmez her iki durumda da zimmînin ücret alması hakkıdır. Hatta şu da var ki, veliyyül’emr ortada hiç bir şey yokken mücahitlere hazineden ulufe dağıtmasında şer’an hiç bir mahzur yoktur. Bilakis İslam hukukunda mücahitlerin gaza ruhunu artırmaya vesile olacağından tenfil kapsamında bir uygulama olarak karşılık bulur.
Bu arada şunu belirtmekte fayda var, mücahitlik vasfı kazanmak için illa ki Müslüman olmak şarttır. Peki, iyi hoşta bir şahsın veya topluluğun Müslüman olup olmadığını nerden bileceğiz dendiğinde şayet bir insan:
-İslam’ı kabul ettiğini apaçık ikrar etmişse,
- Müslümanlarla beraber aynı safta cemaat olmuşsa
-Ana, baba veya tabiiyeti Müslüman’sa bu tür işaretler hakkında Müslüman olduğu kanaati oluşmasına ziyadesiyle kâfidir. Hiç kuşkusuz Müslüman olma şartı sadece mücahitliğe has bir keyfiyet değildir, diğer dini vecibelerde de, mesela ‘Hacılık’ vasfı kazanmak içinde şart bir unsurdur. Kim bilir bir gün gelir kendileriyle savaşılacak gayrimüslimler Müslümanlık şereflenir düşüncesiyle gaza meydanında daha kılıçlar kınından çıkmaya kalmadan ilk önce İslam’a davet çağrısı yapılması İslam hukukunun gereği bir uygulamadır. Şayet çağrının gereği olarak davete icabet edip kabul ederlerse ne ala, icabet etmezlerse bu kez onlara cizye (güvence bedeli) karşılığında İslam’ın ahd ve himayesi hatırlatılır. Yok, eğer buna da yanaşmazlarsa artık bu noktadan sonra savaş kaçınılmaz olur. Hiç kuşkusuz İslam dininden haberdar olmamış gayrimüslimlerde bu hükme dâhildir. Fakat oldu ya gayrimüslimlere ve küffara daha İslam’a daveti ulaşmadan ansızın Müslüman yurduna baskın yaptıklarında zaten bu durumda davete fırsat kalmayacağından derhal karşı atağa geçmek şart olur. İşte görüyorsunuz savaş öncesi İslami hassasiyet denen hadise budur.
Peki ya savaş sonrası? Malum savaş öncesi hukuku kurallar neyi gerektiriyorsa savaş sonrası hukuku kurallarda onu gerektirir. Mesela savaş sonrası hayatta kalanlar gazilikle şereflenirken hayatta kalmayanlarsa şehitlikle şereflenirler. Hatta bu öyle paha biçilmez bir şereftir ki şehit naaşları yıkanmaksızın üzerindeki elbiseleriyle birlikte toprağa verilirler. İşte şehitlik bu denli kutsi ve yüce makamdır. Ki, Peygamberlik makamından sonra gelen en üst mertebelerden biri de şehitlik makamıdır. Derken bu defin işlemlerin akabinde fethedilen toprakların imar ve inşa faaliyetine geçilir. Nitekim bir yerde maddi ve manevi inşa faaliyeti varsa bu demektir ki o yer yeni nazlı vatanımızdır. Dahası şahıs planında savaş sonrası hayatta kalanlar için gazi, ölenler için şehit ismi ne anlam ifade ediyorsa, coğrafi planda ise ele geçen topraklar için daru’l-İslam, kaybedilmiş topraklar için daru’l-harb denilmesi de o dur. Nasıl mı? Bir kere ister savaş öncesi ister savaş sonrasında olsun Müslümanlarla bir ahitleşme (anlaşması) ya da herhangi bir sözleşme bulunmayan gayrimüslimlerin hâkimiyeti altında bulunan topraklar daru’l-harb olarak adlanır. Malum bu isme uygun o coğrafyanın ahalisi de harbî (küfür ehli) sıfatıyla anılır. Şayet bir daru’l-harb topraklar feth edilip akabinde cuma, bayram vs. gibi İslami hükümlerin icra edildiği bir mekân hale gelmişse, o topraklar artık daru’l-harb olmaktan çıkıp daru’l-İslam vasfı kazanmış sayılır. Elbet bunun tam terside mümkün, yani şartlar oluştuğunda daru’l-İslam’dan daru’l-harb konuma geçmekte söz konusudur. Ancak bir daru’l-İslam ülkesi daru’l-harb özelliği kazanması için şu aç temel şart aranır;
-Daru'l-harbe bitişik sınır olması gerekir,
- İçerisinde şirk ve küfür ahkâmının icra edilmesi gerekir,
-Evvelinden bile olsa içinde emân, emin bir Müslim ve zimmî kalmamış olması lazım gelir. Kelimenin tam anlamıyla bu üç temel şart gerçekleşmedikçe o topraklar daru’l-harb olarak yaftalanamaz. Hele bir belde darul-İslam olmaya görsün artık o bölge gayrimüslimlerin eline geçmiş olsa da o üç şart vuku bulmadıkça o ülke için yine daru’l küfür denilmez. Besbelli ki, İslam mührü gittiği yerlerde kolay kolay silinecek türden bir iz değildir.
Peki, emân dileyenler hakkında hüküm nedir? Malum her ne kadar emân; özel emân ve genel emân diye iki ana başlık altında kategorize edilse de gerek öncesi olsun gerekse cihad sonrası olsun sonuçta emânında belli başlı hukuku şartları söz konusudur. Şöyle ki:
- Düşmana emân verecek bir şahsın Müslüman ve akıl baliğ olması şarttır.
-Eman dileyen bir gayrimüslime karşı bir Müslüman’ın “sana emân verdim, sen eminsin” ya da “geliniz, korkmayınız veya parmakla gökyüzüne işaret etmek” gibi insani bir yaklaşımla emân (güvence) vermesi de şart hükmündedir.