dedekorkut1
Doçent
İSLÂM VE CUMHURİYET
SELİM GÜRBÜZER
Aslında dört halifenin seçimle işbaşına gelmesi, İslâm’ın Cumhuriyet’le bir meselesi olmadığını gösterir. Peygamberimiz (s.a.v) “Benden sonra hilafet otuz senedir. Ondan sonrası mülktür (saltanattır)” beyan buyurduğu hadisi şerif bu gerçeğe işarettir.
MEŞVERET, ŞURA VE İSTİŞARE
Resûlullah (s.a.v) kendisinden sonra toplumu kimin yöneteceği veya yeni yöneticinin nasıl belirleneceği hususunda bir hüküm vaaz etmemiştir. Dolayısıyla Sünni ulema, Allah Resulünün yönetimle ilgili bir vasiyetinin olmadığında hemfikirlerdir. Allah Resulü bu dünyadan dâru’l bekâya göç edince, ister istemez Müslümanların yeni yöneticisinin kim olacağı meselesi gündeme gelmiştir. Gerçekten de Peygamberimizin (s.a.v) yerine vekil bırakmaması bunu teyit eden bir durumdur. Her ne kadar Rasûlüllah (s.a.v) yerine vekil bırakmasa da bir kısım aydınlar bundan maksadın halktan başka gerçek temsilcinin olmadığı anlamını çıkarmıştır. Bakınız İmam-ı Azam Ebu Hanife bu hususta “Hilâfet, o makama geçmeden önce hür bir seçimle bir baş tayin etmektir” içtihadında bulunmuştur. Tabii ki İmamı Azam böyle bir içtihatta bulunurken önce ashabın uygulamalarına bakıp sonra bu kanaate varmıştır. Nitekim İslâm toplumunda seçim yolu ashabın icmasıyla (toplu kararıyla) müesseseleşmiştir. Şurası muhakkak toplumu yönetenlerin nasıl belirleneceği konusunda Kur’an-ı Kerim’de bağlayıcı bir hüküm yoktur. Kur’an-ı Kerimde sadece Müminlerin kendi aralarındaki işlerini “Şûra” ile görmeleri hükmü vardır, ama yöneticilerin nasıl belirleneceği konusu beyan edilmemiştir. Dolayısıyla bu mesele izaha muhtaç bir mevzuu olduğundan yönetici seçiminin örf ve topluma bırakıldığı ağırlıklı görüş olarak ortada durmaktadır. İşte bu nedenle İmam-ı Azam'ın “imametin seçimle olabileceği” söylemini kayda değer buluyoruz. Kaldı ki Allah Teâlâ (c.c): “Ki, bunların işleri, daima aralarında müşaveredir” (Eş Şurâ 37) diye beyan buyurmakta. Her ne kadar âyeti kerimede idare edenlerin nasıl belirleneceğini gösteren açıkyacı bir kural olmasa da herhangi bir hususta alınacak kararda “Şura” ilkesinin esas alındığı çok açıktır.
Asrı Saadet’i takiben yarım asırlık dönemde ki uygulamalara baktığımızda yönetim biçiminin günümüzdekine benzer cumhuru bir yapı içerdiği gibi günümüzde sıkça kullanılan çoğulcu anlayışın dört halife devrinde de yaşandığını pekâlâ söyleyebiliriz. Nitekim cumhur kavramı İslâm’ın özünde var olan meşveret, şûra ve istişare gibi öğelerle desteklenip ‘biat’ müessesesiyle taçlandırılmıştır. Nasıl mı? Bakın Sakife de (Çatılı avlu) Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a biat edildiğinde kendisine “elini uzat” denildiğinde, o an elini uzattığında ilkin Hz. Ömer (r.a) biat etmiş ve akabinde Muhacir ve Ensar biat etmişlerdir. Derken ertesi gün bütün ahali iştirak edip biat işlemi tamamlanmış olur. Böylece Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a) ashabın kendisine olan sadakatı karşısında seçilmişliğini şu sözlerle anlamlandırır: “Ben Allah Resulünün yolunda bulunduğum müddetçe bana itaat ediniz. Aksi halde itaat etmeyiniz. Biz bu şerefli makamda kaldığımız müddetçe mazlumlar haklarını alıncaya kadar güçlü, zalimlerde onların haklarını ödeyinceye kadar güçsüz olacaklardır...” İzini iz sürdüğü Resûlullah (s.a.v) ise “Hepiniz çobansınız ve hepiniz eliniz altında bulunanlardan sorumlusunuz” buyurmuştur. İşte bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere idarecilik büyük sorumluluk gerektiriyor. Öyle ki, Hz. Ömer (r.a) bir suikast sonucu ağır yaralı bir halde ölüm döşeğindeyken arkadaşlarının “Senden sonra oğlunu halife olarak seçmek istiyoruz, ne buyurursunuz?” sorusuna karşılık şu cevabı verir:
-“Hayır istemem. Bizzat Allah’ın elçisinden dinledim. En adil devlet adamı bile hesabını verinceye kadar ilahi huzura kelepçeli çıkacaktır. Huzura kelepçeli olarak benim çıkmam yeter.”
Evet, sorumluluk bilinci ve hassasiyeti işte bu mana yüklü sözlerde gizlidir. Zaten devlet adamlılığı ve idarecilik çok büyük sorumluluk gerektirmeseydi Resûlullah (s.a.v) “Emanetin lâyık olanlara verilmediğini gördüğünüz zaman kıyameti bekleyin” der miydi? İşte tüm müthiş sözlerden çıkaracağımız sonuç şudur ki, idareciliğin çok büyük sorumluluk gerektiren mühim bir görev olduğudur. Madem öyle bizi idare edecek olanlara sorumluluk yüklerken adeta kılı kırk yararaktan seçmemiz icab eder. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in “Ümmetimin ittifakında (düşünce işbirliğinde) kuvvet, ihtilafında (farklı rey ve içtihadında) rahmet vardır” ve “Halkın sevdiğini Hakk’ta sever” sözleri insanlara idarecilerini seçme hakkı verdiği gibi aynı zamanda İslâm’ın cumhur içeren bir yapı içerisinde dal budak salacağının işareti vardır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in işaret buyurdukları gibide dört büyük halifemiz ashabın ortak iradesiyle iş başına gelmişlerdir. Dört halifelik dönemi sonrası ise hilafet mülke (saltanata) dönüşmüştür. İşte bu nedenle Corci Zeydan dört halife sonrası için “Hilafetin babadan oğla geçişi Muaviye ile başladı” der. Elbette ki Osmanlı idari sistemi de saltanattı, ama Osmanlının saltanatı asla astığım astık kestiğim kestik cinsinden bir saltanat değildi. Bizim idarecilerimiz ister halkın oyu ile ister saltanatla iş başına gelsinler hiç fark etmez hiçbiri tahakküme (baskı) dayalı bir idarenin başı olmamışlardır. Tarihte kurduğumuz devletlerimiz arasında bilhassa Osmanlı Devleti “İşte bu makamda, nusret ve hâkimiyet, hak olan Allah’ındır” (Kehf 44) ayetini temel düstur edinerek bağrında taşıdığı insanları din ve milliyet farkı ayırmaksızın idare etmesini bilmiş bir cihanşümul devlettir. Osmanlı saltanat nizamını asla bir baskı aracı unsuru olarak kullanmadı, bilakis idare sistemini umum-i efkârın (kamuoyuna) hizmetine tabii kıldıkları içindir saltanatı amaç olarak değil araç olarak kullanmışlardır.
Anlaşılan o ki, tarihten bu güne gelen sistem modellerinden idarenin başına ister hanedan yoluyla, ister seçimle, ister başka usul türlü yollarla gelinsin asıl önemli olan Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında ülkeyi adil idare etmek esastır. Yeter ki Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında ve helal daire içerisinde bir idare anlayışı ortaya konulsun bir noktada idari yapıların farklılığı idare edilenler üzerinde olumsuz etki oluşturmayacaktır. Zira İslâm’da Allah’tan gayri her şeye masiva gözüyle bakıldığından tarihi süreç içerisinde idari yapılarında değişebileceğini pekâlâ göz önünde bulundurmamız icab eder. Tarihten bugüne görünen o ki vasıtalar değişir, değişmeyense sadece gayedir. Ama gel gör ki bu hakikate rağmen Hıristiyanlar masiva olanı gayeleştirerekten ulûhiyet isnat edip habire vasıtaları ilahlaştırmaya devam etmekteler. Bizim onlardan farkımız ise masivayı gayeleştirmeyip vasıtaları bir eşya, bir teknik, bir metod olarak görmemizdir. Keza hanedana, demokrasiye, cumhuriyete ve daha pek çok değişik yönetim modellerine bakışımız da budur, yani vasıta gözüyle bakıştır bu. Düşünsenize İslam’da bir insan mümin olduğunda bir anda Allah katında bir köle, idareden sorumlu olan Sultanla eşit konuma gelebiliyor, şimdi gel de vasıtalara bu çerçevede öyle bakmayalım, ne mümkün. İşte gaye ile vasıta arasındaki bakış farkımız budur.