İslam'da Vakıf Anlayışı

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
VAKIF GÖNÜLLÜSÜ ADELETTEN AYRILMAZ

Vakıf anlayışı, insanın iyilik duygusu ve bu ilâhî duyguyu tatmin etme yollarının bir tezahürüdür. Göklerde ve yerde kim varsa, hepsi Allah’ın emrindedir. Herhangi bir imkâna bir mülke sahip olan kişinin, ihsan etmesinden Allahu Teâlâ’nın çok memnun olduğu ayeti kerimelerde belirtilmiştir. Hâlâ bütün İslâm âlemindeki cuma hutbelerinde okunan ve Allah, âdâleti, ihsânı, akrabaya yardımı emreder. Edebsizlikten, fenalıktan, azgınlıktan sizi men’ eder..” diyen Enfâl Sûresi’nin 90’ıncı âyet-i kerîmesi, vakıf tefekkürünün rehberidir.

Bizim vakıf anlayışımızın temeli sevgidir. Sevgili Peygamberimiz: “Sizden hiçbiriniz, imân etmedikçe Cennet’e giremeyeceksiniz. Ve sizler, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş sayılmayacaksınız!..” buyurmaktadır.

İnsana sevgi ve saygısı olmayanın bizimle birlikte olması bizi anlaması mümkün değildir. İnsanların hâlinden anlayan ve birbirinin derdine çâre bulan, yüreğinde “insan sevgisi”, olanlar bizim dostumuzdur. Bu anlayış bizim birinci şartımızdır. Mütevelli Heyet Başkanımız bir sohbetinde “ Vakıf malı, Cenâb-ı Hakk’ın mülküdür” buyurmuşlardı. Bu hassasiyetle biz de Allah’ın mülkünün bekçileri ve hizmetçileriyiz.

Vakıf anlayışı hizmetin ve malın hayır müessesi vasıtasıyla ölümsüzlüğünü sağlar. Yani insanı ve eşyayı ebediyyen yaşar hâle getirir.
Vakıf anlayışı helal üzerine inşa edilmiştir. Vakfedilen malın “helâl” olması lâzımdır. Vakıf gönüllüsü de, vakıf çalışanı da gayr-ı ahlâkî bir tutum ve davranış içinde bulunamaz. Dîne, ahlâka uygun, amme nizamına uygun şekilde hareket eder.


Vakıf mallarından Allah’ın kulları, bütün yarattıkları istifade eder. Din, mezhep, cinsiyet, ırsiyet, ırk ayırımı yapılmaz, yapılamaz. O zaman diyoruz ki, vakıf gönüllüsü adaletten doğruluktan, eşitlikten asla taviz vermez…
İnsanın diğer insanlara güveni, onların kendilerini insan yapan evrensel değerlere sahip olup olmamalarıyla ölçülür. Nedir bu evrensel değerler?.. Bunlar, insanlık tarihiyle beraber gelen doğruluk, çalışkanlık, fazilet, namusluluk; gayrın malına-ırzına tecâvüz etmemek; vatanını sevmek ve insanlara karşı hoşgörü sahibi olmak gibi insanlığın temel vasıflarıdır.. Bu vesile ile vakıf hizmetlerine emeği geçen gönül dostlarımız ve siz değerli okuyucularımızı muhabbetle selamlarım...


Sebahaddin ATEŞ, Somuncu Baba Dergisi Başyazısı'ndan...


 

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
TEKKE VAKIFLARI

"Vakıflar, tarih boyunca Müslümanların sosyal, ekonomik ve kültürel hayatlarında önemli rol oynayan, bu yönleriyle İslâm kültür ve uygarlığının ortaya çıkışında etkin bir görev ifa eden kurumlardan biridir.”

Sözlükte, tasarruftan alıkoymak ve hapsetmek anlamına gelen vakıf; terim olarak, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip aslını ebediyen Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme ve edindirmekten alıkoymaktır. Vakfedilmiş mülklere “vakıflar” anlamında “Evkâf” denir. Vakıf, insanların yararına kullanılmak üzere mülkün/servetin Allah yoluna adanmasıdır. Dolayısıyla insan yararına olmayan ve Allah’ın ölçülerine uymayan işlerde vakıf söz konusu değildir. Buna göre Kur’ân’ın ifadesiyle “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz”3 diyen her Müslüman, malı ve canıyla bir anlamda vakıftır. Bu nedenle Müslümanın aklı, malı, canı, namusu ve dininin dokunulmazlığı vardır ve bunların hepsi son derece saygın ve değerlidir.4 Kendisini Hak yoluna ve insanlık hizmetine tam anlamıyla verenlere, “kendini o işe vakfetmiş şahsiyetler” denir.

Vakıf Ruhu

Vakıflar, tarih boyunca Müslümanların sosyal, ekonomik ve kültürel hayatlarında önemli rol oynayan, bu yönleriyle İslâm kültür ve uygarlığının ortaya çıkışında etkin bir görev ifa eden kurumlardan biridir. Birer uygarlık göstergesi olan medrese, kervansaray, çeşme, mabet, dergâh, hastane gibi birçok sosyal ve kültürel kurum, işleyişlerini sağlıklı bir biçimde devam ettirmek ve kendilerini geliştirmek için gerekli olan maddî kaynakları vakıflar yoluyla temin etmiştir. Vakıflar, söz konusu kurumlara sivil halk tarafından olduğu gibi, başta sultanlar olmak üzere, vezirler, valiler ve komutanlar gibi devlet görevlileri tarafından da tesis edilmiştir. Bu özellikleri ile vakf edilen malin veya gelirin bir kuruma bağışlanması, ilgili kuruma karşı halk desteği yanında devlet desteğinin varlığını da ifade etmektedir. Anadolu Selçukluları Devletinde sadece vakıflarla ilgili işlere bakmak için Dîvân-ı Tevliyyât adında önemli bir kurum oluşturulmuş ve bu kurumun başına önemli devlet görevlerinde bulunmuş tecrübeli devlet adamları tayin edilmiştir.

Kültürümüzde vakıf faaliyetlerinin ileri boyuta taşınmış olmasının bir örneği olarak kışın kuşlara yem vermek üzere Sivas’ta kurulan vakıflardan bahsedebiliriz. Sivas’ta kış mevsiminin çok soğuk geçmesi ve şehrin tamamen kar ve buzlarla kaplı hale gelmesi dolayısıyla kuşlar yem bulma sıkıntısı çekerler. Yem bulmaktan aciz kalan kuşlar için, bu vakfın geliriyle yem alınır ve kış boyunca yemler karların üstüne saçılarak, bu hayvanların karınlarını doyurmaları sağlanırdı. Nitekim kuşlar için kurulan vakıfların Anadolu’nun diğer şehirlerinde de mevcut olduğu bilinmektedir.

Sûfîlerin Hayır Yarışına Daveti

Vakıf kurarak, mal ve mülkün mahkûmu değil de hâkimi olduğunu gösteren insanlar sonsuza dek zengin olmanın yolunu açmış “hayır yarışı”nda altın madalya almışlardır. Vakıf kurmadaki ileri derecedeki gayretleri ile nefislerinin pintiliğinden kurtulmuşlar; Allah’ın verdiği nimetleri Allah’ın kullarına sunmuşlar, fakirlere aş ve camilere taş taşımışlardır. Kurdukları vakıflar, Allah yolunda mallarıyla cihat edişlerinin, ilim ve irfana gönül verenlere omuz verişlerinin göstergesi olmuştur. Vakıf sahipleri her şeyden önce para ve maddeye bağımlı hâlden kurtulmuşlar, kendilerini cimriliğin yok edici dehlizlerinden soyutlamışlar, dünyevî şehvetlerin geçici ve tuzak olduğunu idrak etmişlerdir. Böylesi vakıf insanlar vücuda getirmeyi şiar edinen tasavvufî eğitim, feragat, diğergâmlık, hasbîlik, fedakârlık ve cömertlik hasletlerini içselleştirmiş, dünyanın küçük görülmesini ve dünyalıkların imtihan vesilesi oldukları şuurunu kazandırmayı hedeflemiştir. Örneğin, Semerkant’tan Buhâra’ya gelen Sekkâ-yı Semerkandî isminde bir zât, Bahâeddîn-i Nakşibend (ö.791/1388)’e intisap etmek istediğini söyler. Şâh-ı Nakşibend de âdeti olmadığı hâlde; “Bize bir hediye ver ki seni müritliğe kabul edelim.” der. Adam hiç parası olmadığını söyleyince, Şâh-ı Nakşibend adama; cebinde sakladığı dört dinarı hatırlatır ve bu yolda ilk şartın cömertlik olduğunu, fakat kendisindeki bu cimrilik huyundan dolayı onu müritliğe kabul edemeyeceğini söyler. Adam dört dinarı çıkarıp Şâh-ı Nakşibend’e uzatır. Şeyh de bu paraları almayıp orada oynamakta olan küçük bir çocuğa vermesini söyler. Çocuk bu paraları yere atınca, adamın utancı ve üzüntüsü bir kat daha artar. Mecliste bulunanların ricasıyla Şâh-ı Nakşibend onu müritliğe kabul eder ve bu zât cömertliği ile meşhur bir kimse hâline gelir.

Cömertliği marifet kapısının altıncı makamı olarak kabul eden Hacı Bektâş-ı Velî (ö.669/1271)’ye göre, dört türlü cömertlik vardır: Mal cömertliği, ten cömertliği, ruh cömertliği ve gönül cömertliği. Diğer taraftan da insanların kerimler, cömertler, cimriler, kötüler ve reziller olmak üzere beş çeşit olduklarını vurgulamaktadır. Kerimler yemeyip yedirenler, cömertler hem yiyip hem yedirenler, cimriler kendileri yiyip başkalarına vermeyenler, kötüler yemeyen ve yedirmeyenler ve reziller ise kendisi yemeyip başkasına vermediği gibi başkasının da iyilik etmesine engel olanlardır.

Tekke Vakıflarının İşlevi

Osmanlı Devleti döneminde vakıfların kamuya ait birçok hizmeti gördü­ğü bilinmektedir. Söz konusu anlayış her kurum için adeta ayrı bir vakıf kurulacak kadar yaygınlaşmıştır. Bu kurumlardan biri de tek­kelerdir. Dergâhların maddî giderlerini karşılamak, belli hizmetlerin yerine getirilmesini temin etmek için yöneticiler ve hayırsever kişilerce vakıflar kurulmuştur. Genellikle vakıflar tekkenin ilk şeyhi tarafından kurulmuştur. Devlet yöneticilerinden biri tarafından tesis edilen vakıflar da vardır. Müridlerin desteğiyle faaliyete geçen vakıfların varlığını tahmin etmek zor olmasa gerektir. Vakfiyelerin şartları, bize döneminin tasavvufi anlayış ve zihniyetleri hakkında da bilgi verirler.

Vakıflarla desteklenen ve ayakta tutulan tekkelerde âyende ve râvendeye/gelen giden herkese ikram etmek gelenek hâline gelmiştir. Tekke çorbası herkese yetmektedir. Kimse tekke sofrasından yoksun bırakılmamıştır. Garip gurebâ, fakir fukara, yerli yabancı, köylü kentli, zengin fakir herkes bu ikramlardan faydalanır olmuştur. Tekkeye ait vakıflar, ihtiyacın karşılanmasına, hizmetlerin genişlemesine ve yârenlerin hayır yarışına sahne olmuştur. Zengin tekke müntesipleri ise ikamet ettikleri konaklarının yanına özel misafirhaneler inşa etmişlerdir. Misafirler, o evlerde, burası kendilerine aitmişçesine gönül rahatlığı içince kalmışlardır. Misafirlerinin karınlarını doyurdukları ve gayet güzel bir şekilde ağırlandıkları gibi giderken de yolda harcamaları için ev sahibi tarafından para ile uğurlanmışlardır.

Şüphesiz, vakıflar olmasaydı tekkelerin verdiği hizmetler eksik olacak, tasavvuf dünyasının yaygınlığı daha az olacaktı. Ancak bu vakıf gelirleri bazı sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan birincisi yöneticilerce kurulan vakıflardır. Bazı yöneticiler bu maddî imkâna karşılık kendisinin politik tavır ve değerlendirmelerinin benimsen­mesini istemiştir. İkinci sıkıntı ise “evlâda meşrût” (vakfın yönetiminin sadece kendi soyundan gelenlere verilmesi şart olan) vakıflardan kay­naklanmıştır. Şeyh efendinin vefatından sonra -bazı vakfiyelere göre-tekke şeyhliği oğluna geçmektedir. Bu durumda şeyhzâdeler çok küçük yaşlarda böyle mühim bir görevle karşı karşıya kalmış, bunda da “beşik şeyhliği” âdeti ortaya çıkmıştır. Vakfiye şartlarının değiştirilemez oluşu da zamanla ortaya çıkan ihtiyaçlar açısından zor­luk meydana getirmiştir. Tasavvufî hayatın vazifesini yapamaz hale gelmesinin sebepleri araştırılırken bu noktaların ihmal edilmemesi gerekir.

Tekke Vakıflarının İstismarı

Vakıf kurumunu istismar edenler de her zaman olmuştur. Allah rızası için değil de, nereden kazandığı belli olmayan mal ve mülkünü devletin müsaderesinden kurtarmak ve kendi soyuna gelir temin etmek için kurulan vakıflar da tarihimizin bir gerçeğidir. Yüzyıllardır vakıfla iç içe olan insanımızın kültüründe bu kurum, derin izler bırakmış, deyim ve atasözlerimize yansıyacak şekilde yaygınlık kazanmıştır:
“Şart-ı vâkıf, nass-ı şârî’ gibidir.” Sözü, ”Vakfı yapanın ortaya koyduğu şartların, Allah tarafından emredilip Peygamber Efendimiz tarafından bildirilen şer’î hükümler gibidir.” değiştirilemez anlamına gelmektedir. Dolayısıyla vakfiyede belirtilen şartlara uymanın ciddiyetine işaret etmektedir.

“Vakıf mülk olsa da kimseye mâl olmaz.” cümlesi ile özellikle vakıf yöneticilerine seslenilmekte ve vakfı idare eden kişinin onu mülkiyetine geçiremeyeceği beyan edilmektedir. “Vakıf sabunu yiyen farenin gözü kör olur.” ifadesi ise bu kuruma hıyanet edenin durumuna ışık tutmaktadır. Çünkü vakıf malları halkın yararına sunulmuştur. Ona ihanet edenler asla gün yüzü görmeyeceklerdir.

Vakıf sahipleri, vakıflarını asıl maksatlarının dışında kullananlara karşı son derece sert önlemler almış ve hatta beddualarda bulunmuşlardır. Celâleddin Karatay’ın mescit ve zaviye vakfının vakfiyesinde yaptığı beddua, bize bu beddualar hakkında bir fikir vermektedir. Bu vakfiyede Celâleddin Karatay, “Bu vakıfların geliri, yer ve gök bâkî kaldıkça, doğuda ve batıda bulunan Müslümanların fakir ve muhtaç olanlarına sarf edilecektir. Allah’a ve âhiret gününe inanan hiç kimsenin bu vakfı değiştirmeye ve bozmaya hakkı yoktur. Kim onu değiştirir ya da bozarsa, Allah’ın, meleklerinin, bütün insanların ve lanet edicilerin laneti onun üzerine olsun. Allah bu kişinin namazlarını, oruçlarını ve yaptığı ibadetlerini kabul etmesin; onu Fir’avun ve Nemrud’un düştükleri yerlere düşürsün” şeklinde beddua etmiştir. “Vakıf çeşmeden su içme.” atasözü de bunlar için söylenmiştir. Bu söz, vakfiyelerdeki ağır beddualar sebebiyle vakfın çeşmesinden bile su içmeyi takva açısından mahzurlu sayanlar tarafından söylenmiştir. Günümüzde ise bazı vakıflar, maalesef şirketlerin ve holdinglerin reklâm aracı olarak kullanılmakta ya da vakfın kendisi şirket gibi işletilmektedir. Bugün pek çok tarihî eserimiz ihmal edilmekte, ecdadımızın emanetleri ters yüz edilmekte, vakıf malları talan edilmektedir. Zira bizler Selçuklu ve Osmanlı’nın bıraktığı kültürel, sosyal, dinî, hukukî ve siyasî her türlü mirası yerle bir etmişiz. Kitabesi, mihrabı ve minberi sökülerek yabancılara satılan eserler, şimdilerde Viyana, Berlin ve Londra müzelerinde sergilenmektedir. Makalemi, Almanya’nın ünlü bir müzesinin müdürüne ait şu değerlendirme ile bitirmek istiyorum: “Eğer bir ülke ve o ülkenin toplumu, kendi toprakları üzerindeki tarihî zenginliğe sahip çıkmaz, o zenginliklere lâyık olduğunu da bu tutumuyla göstermezse, başkaları gelir ve götürürler... Bu hazineler sadece bir ülkeye ait de değildir. Nerede gerçek değerlerini bulur, iyi korunur ve iyi sergilenirlerse, oranın malı olurlar...”

Doç. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Somuncu Baba dergisinden...
 

elmnightmare

Profesör
Katılım
8 Eyl 2007
Mesajlar
1,734
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Bir de insanın kendini vakfetmesi vardır...
Allah bu vakfetmeyi kabul buyurdu mu vakfedilen artık tamamen Allah'ın himayesi altındadır ona ne şeytan musallat olabilir ne de askerleri...
Marifet insanın kendisini vakfedebilmesi...
Teşekkürler konu için...
 

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Bir de insanın kendini vakfetmesi vardır...
Allah bu vakfetmeyi kabul buyurdu mu vakfedilen artık tamamen Allah'ın himayesi altındadır ona ne şeytan musallat olabilir ne de askerleri...
Marifet insanın kendisini vakfedebilmesi...
Teşekkürler konu için...

Eyvallah abi,inşallah Rabbim bizleri de kendini İslam'a adamış -vakfetmiş kullarından eylesin. Amin.
 

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Tarihimizde Vakıf

Osmanlı Medeniyetinin Şahikası

(.....)

Osmanlı, diğer müesseselerde olduğu üzere vakıf konusunda da kendinden önceki, başta Selçuklular olmak üzere birçok Türk ve İslâm devletini emsâl kabul etmiştir. Daha beylikler döneminden başlayan, devletin siyasî ve malî gücünün artmasına paralel olarak gelişen vakıfların, Osmanlı’da ilk teşekkül etmeye başlaması Orhan Gazi devrine rastlamıştır. Orhan Gazi, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurarken, idaresi için gerekecek geliri temin edecek gayrimenkul de vakfetmişti. Bu cümleden olarak, Orhan Gazi’nin Adapazarı, Kandıra ve Bursa’da vakıf esasına göre inşa ettirdiği cami, medrese, zâviye, imâret, aşevi ve misafirhanelerin, “ilk Osmanlı vakıfları” olduğunun altını önemle çizmemiz gerekir. Yıldırım Beyazıt zamanında, şahıslar tarafından kurulan vakıflar, mütevelli heyetleri vasıtasıyla yönetilmiş; kadılar tarafından tayin edilen ve şer’i hükümleri esas alan müfettişlerce de teftiş edilmiştir. Bazen kadının kendisinin de teftiş ettiği görülür; İstanbul kadısı ise bütün vakıfları teftiş ederdi.

Osmanlı Devleti’nde, 1826’da kurulan Evkâf Nezâretinden (Vakıflar Bakanlığından) önce vakıflar, her vakfın kendi şartına göre idare ediliyor, bunlar ayrı nezaretlerce denetleniyordu. 1924 yılında çıkarılan 429 sayılı kanunla Evkâf Nezâreti kaldırılmış, başbakanlığa bağlı bir genel müdürlük hâline getirilmir. Bu tarihten sonra da vakıflar, tarihte eda ettikleri emsalsiz fonksiyonlarını ve mevkilerini de maalesef hızla kaybetmeye başlayacaklardır. Saltanatın kaldırılmasıyla Osmanlı Devleti’nin hukuken sona ermesi ve Osmanlı hanedanının son temsilcilerinin ülke dışına çıkarılması ile sahipsiz kalan vakıflar, vakfetme anlayışından, ruhundan ve vakfiyelerdeki beddualardan ve anlamlarından bîhaber olan, âhiret hayatını unutup maneviyata kapanmış olan kimi insanlar ve yöneticiler tarafından ne yazık ki hoyratça talan edilecektir.

Vakıfların Emsalsiz Fonksiyonları

(.....)

Vakıflar yalnız ibadet, eğitim, sağlık, bayındırlık ve ulaşım gibi toplumsal ihtiyaçları konu almazdı. Yolculara yardım etmek, esirleri azat etmek, mektep çocuklarını gezdirmek, fakir kızlara çeyiz temin etmek, hayvanlar için çayır ayarlamak; sel, yangın, deprem, hastalık, fakirlik, borçluluk gibi zaruri halleri gidermek, acizleri doyurup giydirmek ve tedavi ettirmek, iş yapacaklara iş ve sermaye bulmak, borçtan mahkûm olmuşların borcunu ödemek gibi iş ve hizmetleri görmek için de “Avârız Vakıfları” adıyla vakıflar kurulmuştur. Bizzat padişah veya saray mensupları tarafından kurulup yönetilen vakıflara ise “Mazbut Vakıflar”, diğer ismiyle “Selâtîn Vakıfları” denmiştir.

Fransız Seyyah Du Loir, Osmanlı’daki misafirperverlik, misafirhaneler, yolculara, kimsesizlere, fakirlere, mahkûmlara ve hastalara karşı aklın ve hayalin sınırlarını aşan, toplumun geniş kesimlerini cinnet derecesinde kuşatan bu hayırseverlik ve hayırda yarışma furyası hakkında şaşkınlık ve hayranlığını gizleyemeyerek bu konuda şu çarpıcı tespit ve izlenimlerde bulunmuştur:
İnsan cinsine ait olan Türk hayratı cemiyet ile ferdi ve ölüler ile dirileri kapsar. Bütün Türkiye’de imaret denilen misafirhaneler vardır. Buralarda hangi dine mensup olursa olsun bütün fakirlere ihtiyaçları nisbetinde yardım edilir. Hiçbir ayrıma tâbi tutulmaksızın bütün yolcular imaretlerde üç gün kalabilirler ve kaldıkları müddetçe de her öğün yemekte, vakıf şartı gereğince birer tabak pilavla ağırlanırlar. Şehirler ile yol boylarında imaretlerden başka her türlü şahsa kapıları daima açık duran kervansaraylar da vardır.
Bazı Türkler de hayrat olarak yol boylarında yolcuları susuzluktan kurtarmak için çeşmeler yaptırırlar. Bazıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller yaptırır. Bunlar için de tıpkı dairelerde olduğu gibi aylıklı memurlar vardır; vazifeleri isteyenlere su vermektir. Gene aynı hayrat ve hasenat duygusu kimisinin de yolları düzenlemelerine, temizletmelerine ve kaldırım döşetmelerine sebep olur. Bütün bunlardan daha fevkalade ve daha takdire değer olanı da bütün bu binalarda, kurucularının hodbinliklerini (bencillik ve menfaatçiliklerini) gösterecek alâmetler görülmemesidir.
Fertlere ait sadakalar da aynı nispette dindarânedir. Zenginler, hapishanelere gidip borç yüzünden hapsedilmiş olanları kurtarırlar. Türklerin felâketzedelerle alakaları, yalnız tesellî sözleriyle sınırlı kalmayıp, imkân buldukça fiiliyata da geçerler. Yalnız sözle tesellî verebilecekleri vaziyetlerdeyse, mantık oyunlarına veya tumturaklı lakırdılara kalkışmayıp, takdir-i ilâhiye karşı tevekkül telkin ederler. Mukadderata iman ettikleri için, vebalılar bile dâhil olmak üzere bütün hastaları büyük bir şefkatle ziyaret edip muhtaç oldukları ilaçları gönderirler. Zaruretlerini söylemekten utanan fakirlerin ihtiyaçlarını misli görülmemiş bir özen ve gizlilikle inceleyip hemen yardım ederler.”

Monsieur de Thevenot’un aynı paraleldekiş müşâhedeleri de Osmanlı toplumunun vakıf ruhunu kavrama ve tatbik etmede hangi muallâ noktaları yakaladığının, Batı’nın -ve modern dünyanın- bu mevzuda Osmanlı’nın neresinde olduğunun müthiş göstergelerinden biridir:
Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Türkler arasında fukarâya pek az tesadüf edilir. Türkleri dilencilikten men eden yegâne faktörün zenginlerde görülen şefkat ve merhametten ibaret olduğunu söylemek istemiyorum. Türklerin şefkatleri hayvanlar ile kuşları bile kapsadığı için, pazar kurulan günlerde birçok kimseler gidip kuş satın aldıktan sonra derhâl azat ederler ve bu kuşların ruhları mahşer gününde huzûr-ı ilâhîye gelip kendilerinden iyilik görmüş olduklarına şehâdet edeceklerinden bahsederler.
Bazıları da ölürken haftada şu kadar defa şu kadar köpeğe ve şu kadar kediye yiyecek verilmek üzere birçok îrâdlar (miras, nafaka) bırakırlar yahut bu hayrın işlenmesini temin için fırıncılarla kasaplara para verirler ve onlar da bu gibi vasiyetleri büyük bir sadâkatle ve hatta dindarâne bir riâyetle yerine getirirler. Onun için her gün et taşıyan birtakım kimselerin vakıf şartına göre ya köpekleri veya kedileri çağırıp etraflarına toplanan hayvanlara et parçaları atışları görülecek şeydir. Bunlar bizim nazarımızda çok gülünç olmakla beraber onlarca öyle değildir.”

Vakıfların yukarıda sözünü ettiğimiz fonksiyonlarından başka, vakıf hastahanelerde her dinden ve ırktan insanların tedâvî edildiğini, doktor temin edildiğini ve gerekirse ücretsiz ilaç verildiğini de görmekteyiz. İmaretlerde yoksullara, yolculara ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek veriliyordu. O kadar ki, İstanbul imaretlerinde her gün parasız yemek yiyenlerin sayısı 30 bin idi. Böylece vakıflar bir yandan binlerce görevliye maaş öderken, bir yandan da yüz binlerce insana hizmet götürüyordu. Aynı zamanda vakıflar yolu ile gelir dağılımındaki dengesizlikler asgarîye indiriliyor, toplumsal adalet sağlanarak sosyal patlamaların ve sınıf çatışmalarının da önü alınıyordu.

İsmail Çolak
Somuncu Baba dergisi'nden...

 

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Vakıf Malının Ehemmiyeti

Birgün Hazret-i Süleymân -aleyhisselâm-, serçe kuşunu (veya Hüdhüd kuşunu) azarlamıştı. Bunun üzerine serçe, Süleymân -aleyhisselâm-'ı tehdîd etti:

"-Senin saltanatını mahvederim!" dedi.

Süleymân -aleyhisselâm-:

"-Senin cüssenle mi benim sarayımı mahvedeceksin?!.." dedi.

O küçük kuş, şöyle cevap verdi:

"-Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan vakıf toprağını senin sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!.."

 

Kimya_ı Saadet

Ordinaryus
Katılım
1 Nis 2013
Mesajlar
2,052
Tepkime puanı
219
Puanları
0
İSLÂMÎ VE SOSYAL AÇIDAN OSMANLI’DA VAKIF


“Her ne kim Allah Teâlâ yaratmıştır, mecmu'unu, muhtesip görüp gözetse gerektir.”


İki cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) ile günümüze kadar gelen ve bizleri Batı’nın İnsan Hakları Mahkemelerinin işleyişinden ayıran köklü yardımlaşma kaynağımız olan vakıf müessesesini İslâm’la şereflendikten sonra tanıdık. Vakıflar tarihi kaynaklara baktığımızda iktisadî ve toplumsal hayatımızda asırlar boyu etkili bir rol oynamıştır. Sadece fakirlere yardım etmek gibi bir çerçevede kalmamış aynı zamanda fikir, kültür, irfan, imar gibi müesseseler üzerinde de derin izler bırakmıştır. Şehirlerimizin her türlü amme hizmetleri, sosyal yardımlaşma, ilmî, dinî ve medenî hayatın her türlü tezahürleri hep vakıf tesisleri yolu ile idare edilmiştir.


İslâm âleminin maddî ve manevî kültür bakımlarından Hristiyan Garp’a çok üstün bulunduğu asırlarda (VIII. VE XIII. ) vakıf müessesesinin inkişafına (gelişmesine) şahit oluyoruz. Bu, sistemin tatbikatının ne kadar mükemmel olduğunun göstergesidir.


Vakıflar kişinin hakkını mahkemeye başvurmadan da alabileceği pratik bir sistem üzere kuruludur ki halen günümüzde çok eski örnekleriyle karşılaşabiliriz. Dârülacezeler, vakf-ı gurâbalar. Uzun bürokratik işlemlere gerek kalmadan ihtiyacın anında karşılanabileceği yardımlaşmanın kardeşliği, insancıllığı arttırıcı ve hatırlatıcı manevi yönü. Sadece O razı olsun diye! Hiçbir karşılık beklemeden! İşte yardımlaşmanın altında yatan bu niyetten dolayıdır ki veren el alan eli görmez. Böylece ne kibre ne de kendini acınacak hale düşürecek bir miskinliğe fırsat verilmiş olur. Tarihi camilerimizi ziyaret edip de sadaka taşlarını görmeyenimiz yoktur sanırım. Bu sadaka taşları genellikle kimsenin görmeyeceği şekilde caminin en ücra dış cephesine yerleştirilmiştir. Sadakayı verenin ihlâsla infak etsin, alan kişi de rencide olmasın diye. Sadece insanlar için değildir bu mazlumu koruyup kollamak. Tarihimizi incelediğimizde kanadı kırılan leylekleri iyileştiren ve onları sevgiyle besleyen vakıflarımız bile vardır. 1874 senesinde İstanbul’u ziyarete gelen İtalyan bir seyyah şunları söylüyor:


Sultanların veya şahısların hayratıyla beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü var. Türkler kuşları himaye edip beslerler, kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik eder. İstanbul’da her yerde, insanın başı üzerinde dört bir tarafında kuşlar vardır. Şehre köy neşesi dağıtan ve ruhunuzdaki tabiat duygusunu durmadan yenileyerek içinizi serinleten cıvıl cıvıl sürüler, size şöyle dokunup geçer…”(Edmondo de Amicis)


Bu incelik şüphesiz nezaketi ve zarafeti ile çölün sert kaba insanlarını önce kazanıp sonra da onları dünyanın uygarlık öğreticileri ve önderleri haline getiren Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’den gelmektedir. Yüzyıllardır devam ede gelen hayvan sırtlarında karşılıklı oturarak saatlerce yapılan hitabet ve şiir törenlerini yasaklayarak; “hayvanlarınızın sırtını iskemleniz gibi kullanmayın. Allah bu hayvanları ancak güçlük çekmeden gidemeyeceğiniz yerlere kolayca gidebilmeniz için sizin emrinize verdi. Ayrıca yeri de yarattı. Diğer ihtiyaçlarınızı onun üzerinde giderin” diyerek hayvanların ayakta kalıp eziyet edilmelerine bile izin vermemiştir. Aynı şekilde altmış üç yıllık hayatının en büyük zaferine ana vatanı Mekke’ye yol alırken önlerine çıkan yeni doğum yapmış bir köpek ve yavruları için on bin kişilik ordusunu durdurur. Sürakâ oğlu Cu'ayl’e: “Anneyle yavrularının önünde duracak ve ordunun tamamı geçinceye kadar onlara nöbetçilik edip, ezilmekten koruyacaksın”diye emir vererek anne ve yavrularını rahatsız etmemek için, on bin kişilik fetih ordusunun istikametini değiştirmiştir.


Hasan b. Ali’(r. a. ) dan Rasûlullah(s. a. v. )’den buyurdu ki: “Hangi kul kardeşinin yardımını terk ederse (onun işi görülsün veya görülmesin) Allah(c. c) o kulu hiç sevap kazanamayacağı, bilakis günahkâr olacağı birine yardım etmekle müptela kılar. ’’
( Müttakî-yi Hindi, Kenzü-l Ummâl)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hayır işlerinin önem derecesini işte bize açık ve net olarak ifade etmiştir. “Kul kendisi için sevdiğini mümin kardeşi için de sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olmaz” hadisi şerifiyle amel ederek içimizde yardımlaşmayı kesmeden bizi günahkârlığa kadar götürecek davranışlardan uzak kalmalıyız. Bize bu sistemle Allah’ın rızasını ve toplumsal düzeni kazandıran ecdadımızın, miras olarak bıraktığı vakıflarına, gücümüzün yeteceği yardımlar yaparak yaşatmamız üzerimize düşen bir görevdir. Aynı zamanda vakıfları tanımak, tanıtmak ihtiyacı olanları buralara yönlendirmek de ahiretimizi kazandıracak bir hizmet vesilesidir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Aişe (r.a.) den rivayetle ; “ Kim bir iyiliğe ulaşması ve zorluğunun kolaylaştırılması için Müslüman kardeşi ile idareci arasında arabulucu olursa Allah (c.c.) de ayakların kaydığı kıyamet gününde onun sırattan geçmesini kolaylaştırır.” Müjdesini bizlere ulaştırmıştır.


Geçmişimizde yoksulu gözetmek ve sadaka vermek ihtiyacını hissedebilen bir toplum olduğumuzun en güzel örneğini yakın tarihimizde bulabiliriz. Sokaktaki dilencilerini de vakıf hizmetiyle koruyan ve onları hayata kazandıran bir padişah ve ortalıkta dilenci bulamadığından dolayı sevap işlemeyi arzulayan halkı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde dilencileri hayata kazandırmak için iş verilir sahtekârlık yaptığı anlaşılanlar da hapsedilerek cezalandırıldı ki durumlarını istismar etmelerine de izin verilmezdi. Sultan Abdülhamit Han döneminde İstanbul’daki dilencilerden halk şikâyete başlayınca sakat olanlar Dârulaceze’ye yerleştirilip diğerleri şehirden memleketlerine gönderilmişti. Dilencilerin yokluğu İstanbul’a sükûnet ve hatta hüzün vermiş olmalı ki bazıları da bu halden şikâyet etmişlerdi. Bunlardan biri Abdülhak Hamit Tarhan’ın ağabeyi, hiciv ve mizahî manzumeleriyle bilinen Abdülhak Nasuhî Bey’dir. O dilencilerin yokluğundan ciddi bir teessürle şöyle yakınırmış: “Sokaklarda ve bilhassa Köprü (Galata’yı kastediyor) üstünde dilenci arıyoruz, bulamıyoruz. Gönül huzuruyla bir sevap işlemek için elimizdeki parayı verecek adam kalmadı bu ne haldir?”


İslâm Tarihi üzerine Doktora yapan Prof. Dr. Ziya Kazıcı’nın araştırmalarına göre Osmanlı’da eğitimden yola kadar her şeyi vakıflar yapıyordu. Örneğin, bir köyün su veya eğitimle ilgili bir problemi olduğunda o işi vakıflar üstleniyor ve devlet bu iş için tek kuruş masraf bile yapmak zorunda kalmıyordu. Vakıfların ulaşamadığı köylere ise tımar sistemini uyguluyor. Devlet faydalı bir iş yapana kendisine ait bir yerde tımar veriyor. “Filan yerde bir köy var. Gidin o köyde her şey sizden sorulacak. O köyün senelik verdiği vergi on beş bin akça. Bu parayı siz alacaksınız ve kullanacaksınız. Ancak üç şartım var. Bir; benim iznim olmadan yerleşmek üzere köyünüze kimseyi kabul etmeyeceksiniz. İki; köylü ne kadar vergi vereceğini bilir, tahrir defterlerinde tımarla ilgili her bilgi kayıtlıdır; imamından öğretmenine vergi mükellefine ve ne verdiğine kadar. Benim iznim olmadan bir kuruş bile fazla vergi almayacaksın. Üçüncü şartım da sana verdiğim on beş bin liranın beş bini senin hakkın geri kalan on bin için bu bölgelere göre değişir bir asker besleyeceksin, ben istediğim zaman askerlerinle birlikte orduya ilhak edeceksin. ” Bu sistemle Osmanlı sorumluluk paylaşımı yaparak hem denetimi kolaylaştırmış hem de bu hizmet ruhunu halkına da kazandırmıştır.


“Her ne kim Allah Teâlâ yaratmıştır, mecmu'unu muhtesip görüp gözetse gerektir. ” Yani Allah’ın yarattığı her şeyi belediye görevlisinin görüp gözetmesi zorunluluğunu kanunnamesinde bildiren Osmanlı yerel yönetimlerdeki idari anlayışını Kur'ân-ı Kerîm’de geçen; “İyiliği emredip kötülüklerin yapılmasından sakındırmak” âyet-i kerîmesine dayandırmaktadır.


Bizler de Osmanlı’nın uyguladığı sistemi iyi inceleyip, bir takım örnekler alarak medeniyetimizi daha da ileri götürebiliriz. Prof. Dr. Ziya Kazıcı vakfın İslâm dünyasında bu kadar yer edip gelişmesi, birçok kimseyi bu hususta araştırma yapmaya ve onlara bir menşe ( ortaya çıkış yerini) bulmaya zorladığını belirtmiştir. Bu şekildeki araştırmalar daha ziyade müsteşrikler tarafından yapılır çünkü; sırf Allah yolunda hizmet etmek, mal ve mülkünü O’nun istediği şekilde sarf etmek gayri müslim bir Batılı’nın pek kolay anlayamayacağı bir iştir. Bu yüzden onlar, böyle hayırlı bir işin altında da bir menfaatin yattığını düşünürler.


Rabbim bizlere İslâm’ı hakkıyla yaşamayı ve geçmişimizden de bu konuda hisse almayı ve ecdadımızın gayrimüslimlerin de İslâm'la şereflenmesi için yaptığı vakıf çalışmalarını yeniden hayata geçirmeyi nasip etsin inşallah.


Kaynaklar;
Prof. Dr. Ziya Kazıcı “Osmanlı’nın Kent Yönetimi Üretime Yönelikti” Paylaşım Türkiye Finans üç aylık iletişim dergisi sayı; 9, 2008, s. 50.
Seyyid Muhammed Mekkî El Hasenî “Hz. Peygamberin Dilinden İyilik Çeşitleri” Çeviren; Ali Başkar; Semerkand Basım Yay. 2007; İstanbul
Prof. Dr. İskender Pala “Osmanlı Çağının Satır Araları” Seyyar Kitap, 2006;İstanbul
Edmondo de Amicis, İstanbul (1874) terc. Beynun Akyavaş, Ankara 1981, s. 133
Dr. Ziya Kazıcı “İslâmi ve Sosyal Açıdan Vakıflar” Marifet yayınları

Vildan Sezgin
 

Kimya_ı Saadet

Ordinaryus
Katılım
1 Nis 2013
Mesajlar
2,052
Tepkime puanı
219
Puanları
0
İSLAM İKTİSADI TARİHİNDE PARA VAKIFLARINA BAKIŞ
“İnsan ölünce ameli (kazandığı sevabı) kesilir. Ancak şu üç şeyden kesilmez: Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.”[1] Hadisinden kaynaklanan sadaka-i cariye kavramı, Müslüman toplumlarda vakıf kurumlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.[2]


İslam dini, Müslümanların dayanışması ve yardımlaşmasına özel önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de üzerinde en çok durulan konulardan biri de Allah rızasıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “İyilik yapmak ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşınız.”[3]Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe iyiliğe eremezsiniz.[4]mealindeki ayetlerde olduğu gibi Allah rızası için yardımlaşmayı emir ve tavsiye eden pek çok ayet vardır.


Peygamber (s.a.v), Hz.Ömer’e sahip olduğu hurmalığı vakfetmesini, böylece mahsulün muhtaçlara yedirileceğini ifade ve tavsiye etmiştir.[5]Ahmed ibn-i Hanbel’in rivayetine göre, İslam’da vakıf şeklinde yapılan ilk sadaka Hz. Ömer’in sadakasıdır. Bu maksatla Hayber’ deki değerli tarlasını vermiştir. Ardından, Hazreti Ebu Bekir, hazreti Osman, hazreti Ali ve Ashabın ileri gelenleri ayni yolu takip etmişlerdir.


Cenab-ı Hak, hayır yolunda verilen en ufak bir tohumun bir harman olabileceğini, hayırların bereket getireceğini şu ayetle haber vermektedir:"Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hali gibidir. Allah kime dilerse ona kat kat verir. Allah, ihsanı bol olan, hakkıyla bilendir." [6]


Hz. Ömer döneminde yaşanılan bir hadise de şöyledir; 639 yılında Sus şehri fethedildiğinde Müslümanlar Hz. Danyal peygamberin kabrini açarlar. Kabirde bir hazine ve onun ihtiyaç sahiplerine faizsiz olarak verilmesi talebini içeren bir vasiyetname bulurlar. Bunun üzerine Hz. Ömer hazinenin Beyt-ül mal’a vakfedilmesini emreder.[7]


Hicret'ten sonra Medine'de Hz. Peygamber’in öncülük yaptığı "Kardeşlik Ortaklığı"nı[8] geliştiren vakıf kültürü, tarihte ilk sosyal nitelikli İslam Bankası sayılabilen “para vakıfları”nın kurulmasını sağlamıştır. Taşınır malların vakfedilmesine cevaz veren kişi İmam Muhammed b. Hasan Al Şeybani’dir.[9] Ebu Hanife’nin öğrencileri olan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre menkul malların vakfı kayıtsız şartsız gayrimenkule tabi olarak caizdir. Osmanlı tatbikatında nakit para vakfedenlerin çoğunluğu, paralarını bir akara tabi olarak vakfederler ve vakıfnameyi birlikte düzenlerlerdi. [10] Para vakıfları Osmanlılar döneminde, Hanefi fakihlerinden İmam Züfer’in para vakfının caiz olduğu hususundaki fetvasına dayanılarak kurulmuştur. Hatta bu fetvada vakfedilen paraların nasıl işletileceğine dair usuller de belirtilmektedir. [11]


Osmanlı Devletinde faizsiz yollarla çeşitli ticari krediler kullanılmıştır. Bu konuda özellikle para vakıfları bir banka gibi faaliyet göstermiştir. Para vakıfları XV. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı mahkemeleri tarafından tasdik edilen, XVI. yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise, Anadolu ve Balkanlarda önemli ölçüde gelişen kurumlardır. Osmanlı Devleti döneminde vakıf kurumları, İslam’a uygunluğu denetlenip, kadı siciline kaydedildikten sonra kesinleşirdi.[12]



Osmanlı'da para vakfının şu ana kadar tespit edilen en erken varlığına ait örnek, Edirne'de 1423 yılında Yağcı Hacı Muslihuddin tarafından 10.000 akçenin işletilmek üzere vakfedilmesidir. Fatih Sultan Mehmet tarafından 24.000 altının vakfedilmesi ve bu paranın geliri ile yeniçeri ocakları için alınan etlerin bedellerinin bir kısmının karşılanması ise, Osmanlı sultanlarının para vakfı kurmalarının ilk örneğini oluşturmaktadır.[13]


Bu durumun bir başka benzer şekli de, daha sonraları diğer padişahlar ve vezirler tarafından başkent kasaplarına fon sağlamak amacıyla oluşturulan para vakıflarıdır. O dönemde gıda maddesi zorunlu mal olduğu için halkın pahalı et almamasının önüne para vakıfları ile geçilmeye çalışılmıştır. İstanbul’da Fatih’ten itibaren, 1456 ve 1551 yılları arasında 1161 para vakfı vardı.[14]


Vakıfların, paraların dört şekilde işletildikleri görülür:
· Karz (Ödünç vermek)
· Mudaraba (Emek – sermaye ortaklığı)
· Bidaa ( Vakfın parayı hayır amacıyla işletip karın tamamını vakfa vermesi)
· Murabaha ( Vakfın para ile peşin mal alıp, vadeli satmak suretiyle kar elde etmesi)[15]
Osmanlı vakıflarında en çok kullanılan fon işletim yöntemi murabahadır. XV. Yüzyıldan itibaren para vakıflarının gelişme tablo 1’deki gibidir:


Tablo 1:Osmanlı para vakıflarının gelişim süreci
Tarih
Adet
Toplam nakit ( akçe)
1456 - 1494
41
728 600
1495 - 1519
244
3 594 125
1520 - 1546
653
13 253 736

Kaynak: Döndüren, Hamdi (2008), “Osmanlı Tarihinde Bazı Faizsiz Kredi Uygulamaları ve Modern Türkiye’de Faizsiz Bankacılık Tecrübesi, T.C. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.17, S.1, s.4.
XVI. yüzyıldan başlayarak Osmanlı topraklarında nüfusun daha da artması ile birlikte giderek büyüyen mübadele ağları ve işlem hacmi, işlemlerin daha sık ve daha küçük miktarlarda yapılmasına yol açmış, bunun sonucunda insanların nakit tutma talebi düşerek paranın tedavül hızı artmıştır.[16] XVI. yüzyıldan itibaren para vakıflarının Osmanlı sahasında önemli hale gelmesi ve orta ölçekli mevcut kredi ilişkilerinin hızlanması, bu düşünceye bağlı olarak açıklanabilir.
Para vakıflarının, aynı yaşam ve faaliyet alanına sahip olan ve benzer risklere maruz kalan grupların fertleri arasında bir yardımlaşma kurumu olarak da görev yaptığı görülmektedir. Özellikle yeniçerilerin Orta Sandıkları, esnaf birliklerinin kendi arasında oluşturduğu Esnaf Sandıkları ile mahalle ve köylerde kurulan Avarız Vakıfları toplumun belli kesimlerinin kendi aralarındaki ortak faaliyetlerinin yürütülmesi, ortak ihtiyaçlarının karşılanması ve mali sıkıntıya düşen mensuplarına ya da ailelerine yardım edilmesi gibi hizmetler görmüşlerdir. Bu yönüyle para vakıflarının, sosyal güvenlik ve işsizlik sigortası gibi fonksiyonlar icra ettikleri söylenebilir. Öte yandan para vakfı olmakla beraber benzer prensiplerle işletilen Eytam Sandıkları da toplumun zayıf ve korunmaya muhtaç bir kesimini oluşturan yetimler için bir güvenlik şemsiyesi oluşturmuştur. Buna ilaveten çiftçilerin kredi ihtiyacını karşılamak için para vakıfları örnek alınarak oluşturulan Memleket Sandıkları da çiftçiler için benzer bir fonksiyon icra etmiştir.[17]
Osmanlı devlet idaresindeki merkezileşme eğilimi, Evkaf Nezareti’[18]nin kuruluşundan sonra vakıfların nezaret idare ve denetimine geçmesi ve merkezi bir yönetim tarafından işletilir hale gelmesine sebep olmuştur. Evkaf nezaretinin hazinesinde toplanan vakıflara ait paraların bazı zamanlar devlet hazinesinin açıklarını kapatmak için müracaat edilen bir fona dönüşmesi vakıf sisteminin işleyişinde ciddi sıkıntıların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
II. Meşrutiyet döneminde nezaret bünyesinde para vakıflarının doğrudan yönetimi için Terekat ve Nukud-ı Mevkufe Kalemi gibi birimler oluşturulmuştur. Nukud-ı Mevkufe sandıklarında 1908 yılında 90.000 Osmanlı lirası bulunduğu kaydedilmiştir.[19]
II. Meşrutiyet döneminde vakıf arazilerin satışında elde edecek para ile bir “evkaf bankası” kurulması kararlaştırılmış, 1913’te kurulan bankanın hisse senetlerinin ise para vakıfları ile satın alınması düşünülmüştür. Ancak 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bu teşebbüs yarım kalmış, banka faaliyete geçememiştir. [20]
Para vakıfları Cumhuriyet döneminde de varlıklarını ve faaliyetlerini Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’nin, daha sonra da Evkaf Umum Müdürlüğünün yönetiminde sürdürmüştür. 1954 yılında kurulan Türkiye Vakıflar Bankasının kuruluş sermayesinin önemli bir kısmını para vakıfları oluşturmuştur.[21]


Emel İŞTAR


[1]Müslim, Vasiyyet 14. Ayrıca bkz. Ebu Davud, Vasaya 14; Tirmizi, Ahkam 36; Nesai ,Vasaya 8.

[2]Özsoy, Özel Finans Kurumları(1997), Asya Finans Kültür Yayınları, İstanbul., s.14.

[3]Kur’an, Maide Suresi, 5/2.

[4]Kur’an, Al-i İmran, 3/ 92.

[5]Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, (1974), D.İ.B. Yay. C.8, Ankara, s.221-222.

[6]Kur’an, Bakara, 216.

[7]Bayındır, Servet, (2005), İslam Hukuku Penceresinden Faizsiz Bankacılık, Rağbet Yayınları, İstanbul, s.36.

[8]Gürdoğan, Ersin Nazif, (14.02.2000), “Para Vakıfları”, Yeni Şafak Gazetesi.

[9]Çağatay, Neşet, (1971), “Osmanlı İmparatorluğu’nda Riba- Faiz Konusu Para Vakıfları ve Bankacılık”,VD., C.IX, Ankara, s.47.

[10]Akgündüz, Ahmed, (1996), İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, İstanbul.

[11]Özcan, Tahsin, (2003), Osmanlı Para Vakıfları Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Türk Tarih Kurumu, Ankara.

[12]Özcan, Tahsin, a.g.e..

[13]Uzunçarşılı, i. Hakkı, (1988), Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları I. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, s.254

[14]Döndüren, Hamdi, (07.06.2008), “Osmanlılarda Para Vakıfları Konuşması”, UTESAV Ekonomik Kalkınma ve Değerler Konferansı, MÜSİAD Genel Merkezi, İstanbul.

[15]Döndüren, Hamdi, “Osmanlı Tarihinde Bazı Faizsiz Kredi Uygulamaları ve Modern Türkiye’de Faizsiz Bankacılık Tecrübesi”,T.C. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.17, S.1,2008, s.1-4.

[16]Pamuk, Şevket, (1999), Osmanlı İmparatorluğu'nda Paranın Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.127.

[17]Özcan, Tahsin, a.g.e., s. 28 – 50.

[18]Tanzimat devrine kadar, Osmanlı Devleti’nde vakıflar, kendilerine vakıf hukukunun verdiği geniş yetkilere dayalı olarak, kurucuların hükümleriyle, mütevelli ve nazırlar tarafından yarı özerk bir statü ile idare edilmişlerdir. II. Mahmut döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin idarî yapısında takip edilmeye başlanan merkeziyetçi siyaset, vakıfların idaresine de yansımıştır. İmparatorluk bünyesinde önce başkentte Evkaf Nezareti kurulmuş, daha sonra bu nezarete bağlı olarak, eyaletlerde Evkaf Müdürlükleri teşkilâtlandırılmıştır. Bu merkeziyetçi yapılanma ile vakıfların özerk yönetimlerine son verilerek, onlar da merkezî yönetim ve denetime alınmışlardır. Bkz. Ortaylı, İlber, (2003), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Sena Ofset, İstanbul, s. 123-167.

[19] Öztürk, Nazif, (1995), Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, s. 138.

 
Üst