İsmail Kılıçarslan -Romantizmle gerçeklik arasında: Filistin ve TİKA

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
İSMAİL KILIÇARSLAN



Utanıyorum

Öncelikle kendi adıma utanıyorum. O insanlar orada, o kahredici dumanın altında can vermişlerken sorguya çekiyorum kendimi. Bu lanet olası düzenin değişmesi için elimden geleni yapmadığım için utanıyorum kendimden. Yere batası kapitalist düzenin kölesi olarak çalışmak zorunda olan milyonlarca insan adına gerçekten hiçbir şey yapmadım/yapamadım. Orada, yerin yedi kat altında 'ekmek' için savaşan insanlar için esaslı tek bir cümle kurmadım/kuramadım. Bir sürü şey engel oldu bana.
Utanıyorum. Daha oradaki insanların cenazesi soğuk hava depolarındayken işi gücü bırakıp siyasi kavgalara girdiğim için utanıyorum. Sağa sola laf yetiştirmeyi insanların hayatından daha çok önemsediğim için utanıyorum. Her seferinde kendime yakalandığım için utanıyorum.
Utanıyorum. Bir çeşit üzgünlük efektiyle ve bir çeşit çaresizlikle olanı biteni seyredip sonra sidikli hayatıma kaldığım yerden devam edebildiğim için utanıyorum. Kendimde olanı değiştirmeye uğraşmaktan çok başkalarını değiştirmeye uğraştığım için utanıyorum.
Sonra başkaları adına utanıyorum. Mesela bir genç adam var. Başbakan müşaviri imiş... Birini tekmeliyor. Haklı olabilir, haksız olabilir. Olayın iç yüzünü inanın bilmiyorum. Ama o genç adam kendine geldiğinde 'her ne olursa olsun yaptığım yanlıştı, bana düşen istifa etmektir' demiyor ya. Utanıyorum onun adına.
Mesela bir başka genç adam var. Bu olayın kahramanı olan müşaviri savunmak adına sosyal medyada 'her bir tekme bizim yerimize de atılmış bir tekmedir' yazıyor / yazabiliyor. Ya da bir başka genç kız 'Soma'da son seçimlerde AK Parti %43 oy almış. Bilmem anlatabildim mi?' cümlesini kuruyor. Utanıyorum her ikisi adına da.
Mesela bir sunucu var. 'Bu arada madenin sahibi de bu kazanın kurbanlarından biri oldu' cümlesini kuruyor yayında. Utanıyorum onun adına. Başımı çevirecek yer arıyorum.
Mesela bir bakan var. Denetlemesi bakanlığının sorumluluğunda olan bir madende 300'e yakın insan ölmüş. Hiç değilse o 300 insana saygısından 'zaten sağlığım da el vermiyor artık, benden bu kadar' demiyor ya. Utanıyorum onun adına.
Mesela kendini gazeteci zanneden biri var. Seçimlerdeki AK Parti başarısının hemen ardından 'Manisa, İzmir ve çevresinde kiraz ve üzümler dolu sebebiyle zarar gördü. Zarar yüzde 40. Bu daha başlangıç, ben deprem bekliyorum' yazmıştı. Şimdi, Manisa'daki felaketin ardından hükümeti bütünüyle suçlu ilan edip veryansın ediyor. Bir de yıllardır kendini gazeteci zanneden bir başkası... Köşesinin yarısını bir yıl önce 'yaşam odaları kurdum' yalanını söyleyebilen maden sahibini aklamaya, diğer yarısını hükümetin katilliğini ispata ayırıyor. 'İnsan mı acaba bunlar' diye soruyorum kendime. Utanıyorum.
Mesela güzel memleketimizde bin türlü hesabı bir kenara bırakıp 'saf insan' olarak Soma'dakilerle birlikte ağlayabilecek herhangi bir siyasi, herhangi bir gazeteci, herhangi bir uzman olmadığı için utanıyorum.
Ne ara, hangi kahredici aralıkta böyle insanlara dönüştük biz? Acıyı bile ortaklaşa hissedemediğimiz, acımızın üzerinden bile şu dünya denen meretin beş para etmez hesaplarını güttüğümüz bir düzleme ne zaman eriştik?
Daha cesetler kaldırılmadan, salaları verilip defnedilmeden 'kaza değil sabotaj' diyenlerle 'katil devlet' diyenlerin aslında 'aynı insanlar' olduğunu düşünmemem için bana geçerli bir sebep söyleyebilecek olanınız var mı?
Giderek aklıselimin terk ettiği çorak topraklarda yaşamaya başlıyoruz. Türkiye çölleşiyor ve bu çölleşmeden sen de kaçamıyorsun sevgili dostum, ben de kaçamıyorum. Kendimizi kandırmayalım boşuna.
Birbirimizi anlayabilecek, geçtik anlamayı, birbirimize tahammül edebilecek bir vasatımız kalmamış gibi davranmaktan özel bir zevk alıyoruz. Soma'daki faciada bu net şekilde anlaşıldı. O halde birbirimizi öldürmek için gerekli çalışmalara başlayalım. Bakarsınız daha güzel bir ülkemiz olur.
Ne diyordu Hesse: 'O gün gelecek. O gün geldiğinde hatırlayın lütfen: Allah iktidardan da, muhalefetten de büyük ve adildir.'


 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
İSMAİL KILIÇARSLAN



Utanıyorum

Öncelikle kendi adıma utanıyorum.




Sonra başkaları adına utanıyorum. Mesela bir genç adam var. Başbakan müşaviri imiş... Birini tekmeliyor.




Herkes kendi adına utansın. Başkasına değil kendine baksın. Sonra kendini düzeltsin.
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
O zaman kendi yazılarına bulaş ...
Önce kendi yazılarını düzelt sonra dön gene kendi yazılarını düzelt , yetmedi çek git ...
 

redyellow

Kıdemli Üye
Katılım
20 Nis 2010
Mesajlar
2,262
Tepkime puanı
875
Puanları
113
Konum
ankara
Web sitesi
redyellow.besaba.com
Herkes kendi adına utansın. Başkasına değil kendine baksın. Sonra kendini düzeltsin.

Yanlış... Bazen başkalarının adına da utanılır, utanılması gerekir.

Hele de o başkaları devlet yöneticisi ise, makam mevki sahibi ise HEPİMİZİ İLGİLENDİRİYORSA onun yaptığı utanılması gereken bir şey varsa ondan sadece o değil bizlerde utanırız, utanmalıyız.
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Utanmak nedir? Sahabe zamanında da fitne yapanları döven sahabeler çıkarmış. Acaba öbür sahabeler bundan dolayı utanmışlar mıdır?
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
İsmail Kılıçarslan - Hüdhüd'ün gözleri

Büyük filozof ve sufî Şihabeddin Sühreverdî'nin anlattığı bir Hüdhüd hikayesi vardır.
Hikayeye göre Hüdhüd'ün yolu bir gece baykuşların yurduna düşer. Malum, baykuşlar gündüz görmekte çok zorlanırlar. Oysa Hüdhüd'ün gözleri keskindir. Baykuşlar, kendileriyle gece boyunca sohbet eden bu kuşun bilgeliğine hayran kalırlar.
Gün ağardığında Hüdhüd, yola çıkmak için izin ister. Baykuşlar buna çok şaşırırlar. Derler ki: 'Gerçekten biz seni akıllı, bilgili, yetkin bir kuş sanmıştık. Oysa sen şaşkının tekiymişsin. Sabahın karanlığında yola çıkılır mı? Bilmez misin ki geceler çalışmak, gündüzler ise uyumak için vardır.'
Hüdhüd 'yanılıyorsunuz' der, 'geceleri uyumak, gündüzleri çalışmak içindir.' Baykuşlar itiraz eder: 'Deli misin? Gündüzün karanlığının nedeni olan güneş tepedeyken ve her yeri zifirî karanlık kaplamışken nasıl görebilir ve uçabilirsin?' Hüdhüd yine kendini savunur: 'Işığın kaynağı güneştir. Bütün varlıklar onun ışığıyla aydınlanır. Siz, herkesin size benzediğini sanıyorsunuz. Oysa sizden başka herkes sabahları görür.'
Bunun üzerine baykuşlar hiddetlenir. İddiasından vazgeçmezse Hüdhüd'ün gözlerini kör edeceklerini ve ona gündüzün ne kadar karanlık olduğunu göstereceklerini söyleyerek saldırmaya başlarlar. Hüdhüd sadece gözlerinden değil canından da olacağını anlayıp 'haklısınız' der; 'ben yanılmışım. Güneş doğup da her yeri kapkaranlık ettiğinde uyumak, gecenin aydınlığı her yana yayıldığında da çalışmak gerekir.'
'Gerçek-hakikat ayrımı'na ve 'hakikatin ifşası'na dair yazılmış en güzel öykülerden biridir Hüdhüd ile baykuşların hikâyesi.
Ancak benim bu güzel hikâyede 'hakikati sadece kendi gerçeklerinden ibaret sanan' baykuşların karşısında 'tornistan eden' Hüdhüd ile sorunlarım vardır. Her ne kadar Sühreverdî -sufiyane bir bakışla- meseleyi 'hakikat faş edilmediğinde de hakikat oluşundan bir şey kaybetmez' ilkesine yaslamış olsa da bu tornistanı hiç mi hiç yakıştıramam Hüdhüd'e.
Eleştirinin pek çok tanımı vardır elbet. Benim kişisel tanımım 'sorun-eksik-hata olarak gördüğüm her neyse onu dümdüz ve sonuçlarını hesaba katmadan söyleyebilmek'tir.
'Sonuçlarını hesaba katmadan' lafzıyla kastettiğim şudur: Ajandan olmayacak arkadaş. Eleştiriyi, basit gündelik ilişkilerin yedeğine almayacaksın. Dünyalık korkusu ya da beklentisi eleştirini şekillendirmeyecek.
Buna ek olarak ben, aynı zamanda 'içerden eleştiri'nin kıymetine sonuna kadar inanmış bir adamımdır. Mevzii terk etmeden, ısrar ve inatla 'kurşunu o yöne doğru atıyorsunuz, ama düşman orada değil' diyebilmektir 'içerden eleştiri.'
Elbette ben ya da bir başkası bunu böylece yaptığında 'kendi gerçeklerini yegane hakikat sayan' baykuşlar karşımıza dikilir ve gözlerimizi kör etmekle tehdit ederler bizi. Ne gam. Gözü veren Allah'tır; alacak ve/veya koruyacak olan da odur.
Şimdi memleketin önünde bir 'imkanlar koridoru' açılmışken eleştiri hakkımı kullanmayacağım da ne zaman kullanacağım? Aklımın erdiğini, gözümün gördüğünü şimdi söylemeyeceğim de ne zaman söyleyeceğim? Zaten -Allah sayılarını artırsın- yeni Türkiye'nin alkış tutanı çok? Ben 'mahallenizin çocuğu' olarak 'bi dakika yahu. Bu yeni Türkiye dediğimiz şeyin istikameti hakkında endişelerim var. Onları dile getirebilir miyim?' dediğimde gözlerimle alıp veremediğiniz nedir?
Mesela 'en kolayı eleştirmek' diyorsun. Gerçekten bilmiyor olabilir misin bizim mahallede eleştirmenin 'kelleyi koltuğa almak' olduğunu?
Mesela 'her şeyi bir tek sen biliyorsun' diyorsun. Her şeyi elbette bilmiyorum; lakin bildiğimi savunmakla mükellef olduğumu biliyorum ve yetiyor.
Mesela 'bu işler böyle başlar, ardından mahalleni satar gidersin' diyorsun. 'Mahallemi satmak için elime geçen fırsatların onda biri senin eline geçseydi' deyip susuyorum.
Mesela 'durum senin zannettiğin gibi değil, misal AK Parti gençliği acayip donanımlı, ultra bilgili' falan diyorsun. Bu gerçekten böyleyse buna deli gibi sevineceğimi de bil lütfen. Mesela Roboski'de, Gezi'de, Soma'da, Suriye'de, Mısır'da 'bağımsız tavır geliştirebilen ve böylelikle teşkilatını zorlayabilen bir gençlik' vardı da ben bunu görmediysem senden özür dileyeceğimi de bil. Aliya ile Kafka'yı, Elmalılı tefsiriyle Canetti'yi yan yana okuyup, okuduklarını yeni Türkiye'nin birikimine katmaya hevesli bir gençlik var da ben görmediysem son derece mahcup olacağımı bil lütfen.
Özetle söyleyeyim: Korkma kuzum. Belki 'faiz lobisi diskuru' çekemem, fakat aslında senden yana olan benim.
Ne diyordu Deleuze: 'Hacı abi haklısın. Ben elbette Hüdhüd değilim. Ancak bu mahallenin kuşlarından biri olduğum konusunda endişe edersen külahları değişiriz.'

İsmail Kılıçarslan
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Sorunlu din dersi

15 KASIM 2014
Sorunlu din dersi
Yargımı yekten söyleyeyim de arıza çıkmasın: Devletin herhangi bir dersi ‘zorunlu olarak’ verdiği her türden eğitim modeline şiddetle karşıyım. Dahası, devletin benim adıma çocuğuma ne öğreteceğine karar vermesine kılım. Zira modern eğitim modeli, devletin -elbette kendi lehine olmak üzere- insanı düzleştirilip sisteme entegre etmesine, eğitim verdiği bir çocuğu zaman içerisinde ‘makbul vatandaş’ haline getirmesine ayarlıdır.

Bu sadece Türkiye’de böyle değildir. Modern eğitim sisteminin yürürlükte olduğu her ülkede -o ya da bu oranda- böyledir.

Söz gelimi, 80’lerin başında ilkokul okuyan ve o darbe atmosferinde eğitimini Kemalizm’in bizatihi kendisinden almış bizim kuşak için Türkiye, 3 tarafı denizlerle, 4 tarafı düşmanlarla dolu bir kara parçasıdır. Komşumuz İran canavar, Yunanistan ejderha, sakallı sarıklı insanlar bilimin ve ilerlemenin düşmanıdır. Ezbercilik kötüdür, din Allah’la kul arasındadır ve tabii ki önemli olan kalp temizliğidir. Şair dediğin Kemalettin Kamu ile Behçet Kemal Çağlar’dır. Tarih dediğinse 19 Mayıs günü, ölmediği için kalbimizde yaşayan süper kahraman Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a ayak basmasıyla başlar. Osmanlı, tarih öncesi döneme ait, az gelişmiş insanların kurduğu bir devletçiktir.

Tüm o zorunlu derslerin ‘aptala çevirdiği’ bir kuşaktır benim kuşağım. Bize öğretilen neredeyse hiçbir ‘sosyal bilgi’nin doğru olmadığını anlamamız çok uzun zamanımızı almıştır. Hoş, bazılarımız hala o bilgilerin doğru olduğu hususunda ısrar etmektedirler. En basitinden, Mustafa Kemal’in Samsun’a, padişahın izni ve bilgisiyle değil, padişaha isyan ederek, üstelik pusulası bozuk bir gemiyle gittiği bilgisini doğru sayan bir sürü kuşakdaşım mevcutludur.

Hadi şuradan devam edeyim. Matematik, fizik, biyoloji ve sair ‘fen bilimleri’ni dahi öğretmesine karşı olduğum devletin ‘sosyal bilimler’ konusunda çocuğumu ‘belirli bir bakış açısının insanı’ haline getirmeye çalıştığı her türden müfredatı tiksindirici buluyorum.

Dikkat isterim: ‘Belirli bir bakış açısının insanı’ dedim. Dolayısıyla, her türden ‘belirli bakış açısı’nı kastettim. Aslına bakarsanız, eğitimimizi devletimiz vermiş olmasaydı bu dikkati çekmeme dahi gerek kalmazdı.

Gelelim yüce devletimizin çocuklarımıza zorunlu olarak verdiği din kültürü ve ahlak bilgisi dersine. Yukarıda sıraladığım gerekçeler bir yana, devlet okullarında ‘ilm-ül edyân’, yani ‘dinler tarihi’ dersinin bir şekilde okutulmasını savunuyorum. Yine devlet okullarında ‘ahlak yasaları’ isimli genel geçer bir ahlak dersinin de verilebilir olduğunu düşünüyorum. Lakin müfredatını devletin belirlediği bir ‘din eğitimi’ fikrine Katmandu kadar uzağım.

Niye uzağım? Çok basit: Devletin çocuğuma öğreteceği dine karşıyım. Bu, devletin karışması gereken bir alan değildir, olmamalıdır. Ve evet, devleti o esnada kim yönetiyor olursa olsun, böyledir bu.

Diğer yandan bir Alevi’nin, bir Caferi’nin, bir Ermeni’nin, bir Rum’un ya da kendisini ateist olarak tanımlayan bir anne babanın ‘çocuğumun sünni İslam anlayışının genel geçer kaidelerini öğrenmesini istemiyorum’ deme hakkı mahfuz ve saygıdeğer bir haktır. Diğer yandan da mesela bir baba olarak benim, çocuğuma -ne bileyim- 4 yaşından itibaren İslami eğitim vermeyi isteme hakkım da mahfuz ve saygıdeğer olmalıdır.

Zorunlu din dersi fikri, bana kalırsa, her bakımdan ‘sorunlu’ bir meseledir.

Peki, çözüm nedir? Bence basittir. Devletimiz, STK’lar vasıtasıyla çeşitli dinlerin öğretileceği çeşitli müfredatlar hazırlatıp çocuklarımıza istediğimiz dini, dilediğimiz şekilde öğretebileceğimiz bir ‘çoktan seçmeli din eğitimi’ programı hazırlayabilir. Hiç de zor bir şey değildir bu.

Söz gelimi ben, çocuğuma birinci sınıftan itibaren Kuran-ı Kerim, siyer ve peygamberler tarihi dersleri aldırabilmeliyim. Üstelik bunu da ‘falanca STK’nın hazırladığı din eğitimi müfredatı’nı tercih ederek yapabilmeliyim. Öte yandan, bir Alevi anne baba da dilerse çocuğuna ‘Alevi ibadetleri’, ‘Alevilik tarihi’ ve benzeri dersler seçebilmeli.

Peki, devletimiz bunu yapar mı? Yapabilir elbette. Fakat yapar mı bilmem. Zira devlet dediğin şey, onu yönetenden bağımsız şekilde kendi saçma kurallarını dayatan bir canavara benzer. Yöneten, yapılması gereken doğruyu bilse de o doğruyu yapmaya cesaret edemez bazen. Korkar o canavardan.

Ne diyordu Engels: ‘Çocukluğumun MHP ağırlıklı diyanetinin din dersleri kitaplarını hatırladım ya la yine. Kâbustan halliceydi yeğenim.’

İsmail Kılıçaslan
 

ömerusta

Kıdemli Üye
Katılım
16 Ocak 2012
Mesajlar
6,913
Tepkime puanı
239
Puanları
0
sizin bir kelamınızı bu yazarların eserine değişmezük
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Bana kimse çuvalla para vermiyor usta...
Kıymeti harbiyem olsa bozdurup bozdurup yerdik lakin ...
malum çulsuzuz ...
adam yazmış okudum okurmusunuz diye sundum yapabildiklerimiz bu kadar...
 

elbiss

Ordinaryus
Katılım
21 Kas 2013
Mesajlar
2,514
Tepkime puanı
43
Puanları
0
Konum
Türkiye
Var olan Din kültürü ve AHLAK bilgisi derslerinin aslında içerik zenginliği anlamında bir bijoloji bir kimya kadar çeşitlendirilemediğini söyleyebilirim.. Ama Kalkmasını ASLA istemem

Eğer Doğru güzel AHLAKLI ve EDEPLİ bir İNSANLIK yetiştirecek isek bu bölünerek değil aksine bir arada olarak olabilmeli..Var olan Din Kültür ve AHLAK bilgisi dersleri genel tüm dinler içierinde EVRENSEL dir..Yani hepimizin Kurana İnananların ortak Peygamberi HZ MUHAMMED S.A.V vardır...İçerik olarak aslında İNSAN VE AHLAK dersleri ek olarak işlenip eklenebilse bununla birlikte KULVARDA YARIŞ ERDEMLERİ gibi yeni engin bilgiler derlenip içerik zenginleştirmesi yaplırsa..sonrasında TOPLUM İÇERİSİNDE GÜZEL AHLAK DAVRANIŞLARI gibi ekstra bir yapısallıklarda eklense çocukların gelişimi anlamında oldukça zenginlik katacağı kanısındayım

Yeter mi ?....Hayır Eğer ALLAH ın Kutsal Dini anlatılacak ise sınır yoktur burada güzel ahlak ve erdemin yanı sıra istişarenin özverileride eklenmeleri önemlidir diye düşünüyorum...Ülkemizde uzun yıllardır Eksik olan DİYANET TV nin TRT DİYANET altında kurulabilmesi ne kadar dogru ise DİN KÜLTÜR VE AHLAK BİLGİSİ derslerinin kalkmaması aksine içerik zenginliğinin Modern Toplumsal yapılarına göre AHLAK EDEP GÖRGÜ gibi yukarıdaki verdiklerim kapsamında genişletilmesi gerektiği kanısındayım

Çocukların Dini eğitim alabilmeleri için bireyler olarak VATANDAŞLIK GÖREVLERİNİ iyi bilebilmeleri gerekmekte...Bununla birlikte DİN de İNSAN nedir?...DİN de Hayat ve Mücadelesi nedir nasıl olmalıdır gibi hayati kavramlarıda öğrenmeleri gerekiyor....Doğruluk ve güzelliğin yanı sıra bununla birlikte Yalancılığın kötü olması gibi etmenlerinde bilinmesi anlatılması içerik zenginliği geliştirilmesi gerekir diye düşünüyorum...Dinler Tarihinin Yaşanmışlıkları hataları ve dogruları ile birlikte anlatılması olması güzel olabilir

İnsanlığın Tarihine ve Gelişmesine YÖN VE ŞEKİL veren DİN İNANIŞI dır Sanıldığı üzere DİN BİLİMİN gelişimine engel değildir ve hiçbir zamanda olmamıştır..DİN anlayışına ve İnanışına Kötü bağlamda bakar iyi not vermezsek akılda hep gerilik hissiyatı vermiş olabiliriz ama DİN ler dünya tarihine gelmiş hiç biri Bütün halde olduğunda zarar ve etmen oluşturmamıştır zaten ALLAH her yeni 100 yıllık devirden sonra insanlığı yenileyip bir üst basamağa çıkartıyor yani, insan istesede istemesede bir üst basamağı görüyor nizam ve düzen bu yönde insanların bu zamana kadar bu olguları görebilmesi gerekiyordu

Hiç gördünüz mü?

2014 lü yılların 1955 li yıllara geri döndüğünü ..Hayır göremezsiniz .yıl 2015 oldugunda Dünya biraz daha teknolojik ve bir çok manada bir üst basamak için gelişim gösterecek yıl 2021 oldugunda dünya biraz daha ilerleyecek ...bu süreç yavaş ve bazen sancılı oldugu için insan yaşadığı süreç içerisinde Bilimin sanatın estetiğin mimarinin vb bir çok etmenin ilerlediğini göremez fakat zaman ne zaman 2050 li yıllara gelmiş olur işte o zamanın insanları der ki yaa bu 2014 yılındaki insanlar ne kadar ilkellermiş diye

Şimdi ki zaman 2014 ün insanları 1914 yılındaki insanlarına ilkel demiyorlar mı herşey zamanla ilişkili aslında Eınsteın ın izafiyet teorisi gibi birşey aslında bir zaman evvel zaman yaşanmıştı fakat aslında o yaşanan zamana ulaşamadığımız için henüz o zamanı yaşayamadık gibi. ...yani bir insanın 1.2 yada 3 saniyelik dilim içerisinde 15 yıl yaşam sürüp tekrar kendi zamanında olması ve bilmesi..

Yani aslında 2050 li yıllar yaşanmıştı fakat biz o yaşanmış zamanı henüz yaşayamadığımız için DİN kavramı hep engel gibi görebiliyoruz....Gerçek manada DİN insanların ilerleyişine engel değildir ve olmamıştır ...Ülkelerin gelişmişlik düzeyinin az yada engebeli olması ya dinlerden çok uzaklaşmışlardır ya bir arada bütünlük sağlayamayıp farklı fikirlerden beslenememişlerdir yada gerçek manada üretim anlayışı ile dinsel gelişimi ayırt edememişlerdir.bir çok manada fikirsel yazılar yazılabilir

Böyle.
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
İsmail Kılıçarslan - Cuma namazını VIP kılmak

Cuma namazını VIP kılmakVay arkadaş. Vay arkadaş. Vay arkadaş.
İş adamı ya da yüksek bürokrat falansanız Cuma namazlarınızı hünkar mahfilinde kılabiliyor, namaz sonrası o bahçede ne işi olduğunu kimsenin izah edemediği o zevksiz mavimsi lacivertimsi ‘çadır kafe’de karnınızı doyurup, kahvenizi yudumlayıp, nargilenizi çekiştirebiliyorsunuz.
Hem de hangi camide? Kanuni armağanı, Mimar Sinan emaneti mübarek mabedimiz Süleymaniye’de...
Kim yapıyor bunu? Caminin ve türbelerin restorasyon işini üstlenen firmanın sahibi.
Hadi Kanuni’ye saygınız yok, Sinan’a sevgisizsiniz falan. Anladık. Itri’nin bestelediği tekbire; Yahya Kemal’in yazdığı şiire nasıl kıydınız be? Bu nasıl bir edepsizlik biçimi, bu ne aymaz bir ahmaklıktır?
Önce hikâyenin gelişimini anlatayım. Sosyal medyada gezinirken ‘Süleymaniye Camii bahçesinde bir bölgenin sadece iş adamı, siyasetçi ve bürokratlara ayrıldığını biliyor muydunuz?’ cümlesiyle karşılaştım. Cümlenin altında da, Süleymaniye Camii’nin bahçesinde hazırlanmış beyaz masaların yer aldığı bir fotoğraf vardı. Ben, derhal birkaç kaynağa ulaşıp fotoğrafın aslını sordum. Aldığım cevap ‘bahçedeki bir iftar programının hazırlığı’ oldu. Bir camii bahçesinde iftar etmekten daha doğal ne olabilirdi?
Bu bilgi üzerine ben de o sosyal medya mesajını, yani Süleymaniye Camii’nin bahçesinin bir kısmının özel bir takım insanlara ayrıldığı iddiasını, aynen paylaşıp şöyle yazdım: ‘Şuna inanacak zekâda birileriyle aynı havayı soluyoruz. Eh, ceza olarak bize yeter.’
Bu mesajı atmamdan on dakika sonra peş peşe iki telefon konuşması gerçekleştirdim. İki dostumla görüştüm. İlki şöyle dedi: ‘Haklısın, o fotoğraf bir iftar ya da toplu yemek hazırlığına ait. Ancak, Süleymaniye Camii’nde mesele başka... Caminin hünkâr mahfili, Cuma namazını ‘VIP’ kılmak isteyen isimlere ayrılmış durumda. Oraya, güvenlik görevlileri marifetiyle, bu isimlerden başkası alınmıyor. Bunu da, Süleymaniye’nin restorasyonunu alan firma yapıyor.’
İkinci dostumun anlattıkları ise daha vahimdi: ‘Caminin bahçesinin Haliç’e bakan kısmında, niçin çevrili olduğunu kimsenin bilmediği bir alanda 2010 yılından beri kaçak bir çadır kafe var. Özellikle Cuma namazlarından sonra iş dünyasından ve bürokrasiden bir takım ekâbir buraya alınıyor, yemeklerini yiyip çaylarını içiyorlar. Nargilenin gözüne vurmayı da ihmal etmiyorlar.’
Son can alıcı bilgi ise bir ‘ağabeyim’den geldi. Dedi ki ‘İsmail, o Süleymaniye’nin restore işini üstlenen firmanın sahibi böyle işler yapmayı pek sever. Feshane restorasyonu sırasında da oraya bir kaçak kafe yapmıştı. Dostlarını ağırlıyordu. Camii bahçesi olmadığından okey falan da oynanıyordu.’
Ol hikayât bundan ibaret.
İmdi, gelelim iki önemli meseleye.
Birincisi, İstanbul İl Müftülüğü, İstanbul İl Kültür Turizm Müdürlüğü, Vakıflar Bölge Müdürlüğü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Fatih Belediyesi Süleymaniye Camii’ndeki bu ‘VIP namaz’ ve ‘çadır kafe’ olayından haberdar mıdırlar? Haberdarlarsa gerekeni yapma konusunda bir inisiyatif almışlar mıdır? Haberdar değiller idiyseler, şimdiden sonra bu konuda gerekeni yapacaklar mıdır?
İkincisi ve daha da önemlisi şu...
Efendiler! Bizler. Yani siz ‘medeniyet tasavvuru’ dediğinizde heyecanlanan, ‘yeni Türkiye’ dediğinizde destekleyen, ‘paralel çeteyle mücadele’ dediğinizde ‘hay hay’ diyen bizler... Cumalarını VIP kılmayı hayal etmeyen, cami bahçesinde nargile çekiştirmeyen bizler. Bizler, kendini bir şey yapıyorum zanneden müteahhitlerin, ‘yahu şu kadarcık şeyden ne olur’ diyen bürokratların, yiyeceği üç kap sulu yemek için ‘ooo, Hasan bey güzel mekan yapmışsın’ diyerek yılışan siyasilerin hatalarını savunmak zorunda değiliz. Onların bu güzelim memleketi zor durumda bırakan her eylemini ‘kol kırılır yen içinde kalır’ diyerek sineye çekmek zorunda değiliz. Doğrunuzda da yanlışınızda da sizinle birlikteyiz. Bunu biliyor olmalısınız. Ancak şunu da bilin lütfen: Sizinle ettiğimiz kader birliği ne doğrunuzu alkışlamamızı engeller, ne yanlışınızı yüzünüze vurmamızı...
Ne diyordu Shelley: ‘Bizim memleketteki katedralin yanına da bir yoga salonu açsak mı yeğenim? Hiç değilse Hıristiyan olmayanı da mekana çekeriz.’

İsmail Kılıçarslan
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
senelerdir atikali caminin kıble tarafındaki avluda, cafe işletiliyor, karı kız erkek, nargiler sigara ne isterseniz var.... şaşırmayın böyle şeylere...
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Romantizmle gerçeklik arasında: Filistin ve TİKABiri bana ‘büyük lokma ye, büyük konuşma. Günün birinde gurur duymak zorunda kalacağın bir devlet kurumu ile karşılaşabilirsin’ dese muhtemelen terslerdim onu. Ama işte büyük lokma yiyip büyük konuşmamak lazımmış. Zira TİKA, kelimenin gerçek manasıyla ‘gurur duyduğum’ bir devlet kuruluşu.
Belki haberdarsınızdır. Nablus’ta bir okulun ve kıymetli Osman Suroğlu’nun bir sergisinin açılışını takip etmek için 4 gün boyunca Filistin’de idim. Nuri Pakdil ustanın da hayatında ilk kez Aksa’yı gördüğü bu gezinin benim açımdan önemli yanlarından biri de, Türkiye’nin burada yapıp edebildiklerini yerinde görmekti.
‘Ne kadar az bürokrasi o kadar çok iş’ mantığıyla hareket eden TİKA Başkanı Serdar Çam’ın ve onun zımba gibi ekibinin Filistin’de ‘her türlü zorluğa rağmen’ başarabildikleri işler kelimenin gerçek anlamıyla olağanüstü.
TİKA’nın Filistin’de en rahat çalıştığı bölge Batı Şeria. Filistin yönetiminin kalkınma ve insani yardım istekleri belirli bir plan dâhilinde sürekli hayata geçiriliyor. Mesela adı tatlı bir sürpriz ile ‘Nuri Pakdil Okulu’ yapılan ve açılışına katıldığımız Nablus’taki okul, TİKA’nın bu bölgede açtığı beşinci okul. Altıncısı bitince bir altı okul daha yapılacak. Bu okulları yapıyor, bayrağımızı göndere çekiyor ve gerisini tamamen Filistin Milli Eğitim Bakanlığı’nın uhdesine bırakıyoruz. Sadece seçmeli Türkçe dersler konuluyor okulların müfredatına.

Altyapı, sağlık ve eğitim alanlarında gerek sıfırdan, gerekse yenileme yoluyla pek çok projeye imza atılmış durumda bu bölgede. Mesela yapımı yeni bitirilen 35 yataklı Tubas Hastanesi ‘sıfırdan’ inşa edilen bir proje. Diğer yandan, bölgedeki pek çok hastane için de yenileme çalışmaları yapılmış.
Kudüs’te yapılanlara gelince… Müslümanların ev ve işyerlerinin restorasyonundan ecdad yadigarı Yusufiye Mezarlığı duvarının onarımına, yaşlı insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasından Kubbetus Sahra’nın aleminin yenilenmesine değin bir dünya güzel iş başarılmış. Üstelik, İsrail’in çıkarttığı türlü zorluklara ve çektiği bin türlü numaraya rağmen… Mescid-i Aksa için yapılması planlanan pek çok TİKA projesi var. Özellikle Aksa yerleşkesinin içinde bulunan İslam müzesine dair. Ancak, yönetimi Ürdün’de bulunan Aksa Vakfı’nın bürokrasisini aşmak hayli zor oluyormuş.

Şöyle anlatıyor TİKA Kudüs Koordinatörü Bülent Bey: ‘Ortada Mescid-i Aksa’nın her bir taşına edilecek hizmet bizim için şereftir’ diyen bir irade var; ama bürokrasi bizi çok yıpratıyor. Aslında bunu aşmak için ‘Kudüs İzleme Komitesi’ ve ‘Kudüs Çalışmaları Merkezi’ isimlerini taşıyan iki aktif ve uluslararası yapı oluşturup bu girişimlere öncülük etmek en doğru çözüm.’
Ve gelelim Gazze’ye. Şu an Gazze’de çalışma sürdürebilen tek kalkınma ajansının TİKA olduğunu söylemekle başlayalım işe. Bir kere, süregiden ambargo ortamında en önemli şey oraya insani yardım ulaştırmak ki TİKA bunu zor da olsa sistematik hale getirebilmiş. Son zamanların en önemli hamlesi olarak da Hamas’ın bir süredir maaş veremediği memurlara da insani yardım paketleri ulaştırılmaya başlamış.
Tabii, Gazze’de son derece önem verilen iki proje var. İkisi de hayata geçirilmek üzere. İlki, 176 yataklı Gazze Türk Filistin Dostluk Hastanesi. Yaklaşık 40 milyon dolara mal olan bu şahane hastanede son aşamaya gelinmiş. İkinci proje ise canlı yayın bağlantıları ile Gazze’deki tüm kültür sanat hadiselerini dünyaya aktarabilecek bir kültür merkezi. Gazze ile ‘uzaktan ve ortak kültürel etkinlik’ yapmak isteyen herkese bu imkânı sağlayacak merkezin hayata geçmesi çok yakın…
Gazze’de Türkiye ve TİKA demek, ‘umut ve güven’ demek. Tüm dünyanın gözü önünde bir açık hava hapishanesine çevrilen Gazze için TİKA eliyle yapılanlar gerçekten gururlandırmalı bizi. 2 milyona yakın insana sürekli umut taşımak, sürekli yara sarmak büyük başarı zira.
Bir de ‘şimdilik’ yardım ulaştırmanın yasal bir zemini bulunamayan ’48 Arapları’ meselesi var elbette. Bu uzun ve çetrefilli konuya derinlemesine girmeden, TİKA’nın ’48 Arapları’ için de elinden geleni yapmaya çalıştığını söyleyeyim.

Şimdi geldik işin püf noktasına. Biri Kubbetus Sahra fotoğrafı tweetleyince -üstelik yanlış bir bilgiye dayanarak- ‘orası Mescid-i Aksa değil ki yaa’ yazarak Filistin meselemizi çözeceğini düşünen; Hanzala’ya bayılıp Nuri Pakdil’den haberdar olunca İsrail sorununu bitirdiğini varsayan ‘çakma romantizm’e inat, ‘hakiki bir romantizm’ ile Aksa için, Kudüs için, Filistin için elinden gelenin de fazlasını yapan gerçek insanlardan kurulu bir yapı TİKA... Hepimiz adına gece gündüz ‘burada olmanın hakkını nasıl veririm’ diye düşünen insanlar onlar. Ve bizden sadece basit bir talepleri var: ‘Farkındalık.’
Mesela şöyle diyorlar: ‘İsrail’den vize almam’ şımarıklığını bir kenara bırakıp insanlarımız akın akın Filistin’e gelsinler ve ‘biz buradayız’ desinler Kudüs’ün çocuklarına. Çünkü kendisine sarılan kanlı canlı bir Türkiyeli Müslüman gördüğünde bir Filistinli Müslüman’ın yaşayacağı sevinci hiçbir para ile satın alamayız.’

Hadi hiç olmazsa buradan başlayalım. Bu kadarını TİKA’ya, o iyi insanların yönettiği o iyi kuruma borçluyuz zira.
Ne diyordu Borges: ‘Delikanlı, Filistin’e mutlaka git. En azından Mescid-i Aksa’nın bir mescidin değil, koca bir alanın yani Harem’in adı olduğunu öğrenir, Kıble Mescidi’nde iki rekat namaz kılarsın. Gerçek olana bir yerinden başlamak lazım değil mi?’
 
Üst