Fatih ve Fetih
Muzaffer Taşyürek | Mayıs 1999 | SEMERKAND DERGİSİ
Onüç yaşında ilk taht tecrübesi edinmiş, onaltı yaşında II. Kosova zaferinde mücahid bir şehzade ve cephe komutanı. Ondokuz yaşında genç bir padişah. Yirmibir yaşında “Fatih” ünvanını kazanmış, tarihçilerin “Sultanül Guzâti vel Mücahidin” (Gazilerin ve Mücahidlerin Sultanı) ve “Hakanül Berreyn ve’l Bayreyn” (Karaların ve Denizlerin Hakanı) diye andığı II. Mehmed, matematik, felsefe ve mühendislikte alim. Balistik, mekanik ve dinamik dallarında kaşif. Devlet yönetiminde “Kanunname” sahibi. Edebiyatta “Avnî” müstear ismiyle şair… Arapça, Farsça, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca, İbranice dilleri ile Uygur-Çağatay lehçelerini bilen, mütefekkir, devlet adamı ve kumandan. Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarıydı.
30 Mart 1432’de Edirne’de dünyaya geldi. Daha çocukluğundan itibaren emin ellerde talim ve terbiyesine itina gösterilerek yetiştirildi. Hocaları arasında devrin meşhur alimlerinden Molla Güranî, Akşemseddin, Molla Hayreddin gibi isimlerin yanında, yabancılardan Ankonalı Griaco ve Giovanni Maria bulunuyordu.
Devrin Mürşid-i Kamili Ak Şemseddin Hazretlerinin bir numaralı müridi, madde ve manada fatih olmaya aday. Tahta oturduğunda hemen yanıbaşında Çandarlızade Halil Paşa ile İshak, Sarıca, Zağanos, Şehabeddin Paşalar gibi engin devlet tecrübesine sahip gazi devlet erkanı bulunuyordu.
Büyük dedesi Osman Gazi’nin kulağına söylenen “İstanbul’u aç, gülzar yap” sözleri ona da söylenmişti. Gözü, Doğu Roma’nın son kalıntısı ve başkenti “Konstantiniyye”de idi. Bu şehir çocukluğundan beri rüyalarına giriyordu. Kulaklarında yankılanan “Konstaniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden, ne güzel kumandan ve o asker ne güzel askerdir” hadis-i şerifinde geçen “güzel kumandan” muştusuna erişmek için yanıp tutuşuyordu. Peygamber övgüsüne mazhar olmaktan yüce daha ne olabilirdi? Bu sevda onda adeta aşka dönüşmüştü.
Edirne’de toplanan ve İstanbul için tarihi kararın alındığı meşveret meclisinde yaptığı tarihi konuşma bu aşkın bir tezahürüydü:
“Elimizde bulunan bu devlet, ecdadımızın nice cihad ve emekleri ile kazanılmış ve bize miras kalmıştır. Bu uğurda pek çok yiğitler ebedî aleme göçtü; fakat onların kahramanlık hatıraları içimizde yaşamaktadır. … Şimdi bize düşen vazife, atalarımıza hayırlı halef olduğumuzu meydana koyarak ruhlarını şâd etmektir. Hepiniz biliyorsunuz ki, İstanbul memleketimizin ortasında eşsiz bir beldedir. Uzun müddet bizlerle savaşarak zayıflamış ve nüfusu boşalmıştır. Bizans hükümetinin bize verdiği zararları, çıkardığı zorlukları ve çevirdiği dolapları bilirsiniz. Dedem Bayezid’e karşı Fransız, Germen, Macar ve Ulah Krallarını kışkırtmadı mı? Askerlerini Tuna’dan gemilerle geçirip devletimizi yıkmak, bizi Rumeli’den ve hatta Anadolu’dan çıkarmak istemedi mi? Bereket versin, dedem onları, Allah’ın yardımı ile, Tuna’nın dalgalarına dökerek devletimizi kurtardı. Daha dün babam hakana karşı yaptığı hilelere hâlâ devam etmekte ve fırsat kollamaktadır. Bu şehir fethedilmedikçe Bizans’ın fesadı ve bize karşı çıkaracağı tehlikeler devam edecektir. Zira memleketimizi ortadan parçalayan bu şehir Rumlar elinde kaldıkça devletimizin güvenliği tehlikede olacaktır.”
Fetih için hazırlıklar başladı. Bu hazırlık içinde çağı aşan çalışmalar vardı. Metalurji alanında o güne kadar görülmeyen imalat ile yeni toplar dökülmeye, roketler ve havan topları icad edilmeye başladı.
Diğer taraftan 1452’de dedesi Yıldırım Bayezid Han’ın yaptırdığı Güzelce (Anadolu) Hisarı’nın karşısına, Boğazın Rumeli yakasında “Boğazkesen (Rumeli) Hisarının temellerini attı.
Hisarın planı, “Muhammed” isminin karaya atılmış bir imzası şeklinde çizilmişti. Planları, mimar Muslihiddin tarafından çizilen bu kalenin inşaatına Padişah ve vezirler bizzat nezaret etmişti.
Hisarın yapılmasından rahatsız olan Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes, Sultan’a elçi göndererek, inşaattan vazgeçilmesini isteyince Sultan Mehmed’in cevabı şöyle oldu:
“İmparatorunuz Macarlar’la birleşip de babamın Rumeli’ye geçmesini engelledikleri zaman ne kadar güç bir durumda kaldığımızı unuttunuz mu? Kadırgalarınız Boğaz’ı kapadı. Babam Sultan Murad, Cenevizliler’den yardım istemek mecburiyetinde bırakıldı. Ben o zamanlar henüz pek genç olarak Edirne’de idim. Müslümanlar da, o zamanlar dehşetten titriyorlardı. Siz, onların musibetlerine karşı hakaretlerde bulunuyordunuz. Babam, Rumeli yakasında bir hisar yapmaya, daha Varna Savaşı’nda and içmişti. O andı şimdi ben yerine getiriyorum. Kendi topraklarım üzerinde gönlümün istediği şeyi yapmama karşı gelmek için elinizde ne hak, ne de güç vardır. İki yaka da benimdir. Anadolu sahili benimdir, çünkü siz savunmasını bilmiyorsunuz. Gidiniz, efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı Padişahı kendinden öncekilere hiç benzemez. Şimdi benim iktidarımın eriştiği yerlere, İmparatorunuzun hayalleri bile yetişemez.”
Kuşatma planı bizzat Sultan tarafından çizilip, uygulamaya konulmuştu. Şehrin haritasını eline alan Fatih, topların ve kuşatma araçlarının nerelere konulacağını, nerelerden lağım açılarak, yerin altından şehre hücum edileceğini, hendeklerin nerelerine merdiven dayanacağını, kara ve deniz birliklerinin yerlerini bizzat tespit edip, harekatı başlattı.
Maddi hazırlıkları bu şekilde tamamladıktan sonra, sıra manâ Sultanı Mürşidi’nin kapısını çalmaya geldi. Bizansı tir tir titreten Sultan Mehmed, Akşemseddin’in huzurunda edep tutuyordu. Ak Şemseddin Hazretleri, Kâmil bir insandı. Müridini, Padişah olmasına bakmadan terbiye sisteminde bir gevşeme, bir iltimas, bir hatır-gönüle yer vermeyecek kıvamda yetiştirmişti. Mürid de o mürid idi ki, hükümdar olması, mürşidin varlığında tecelli eden Rabbanî işaretleri fani bir kul olarak kabullenmesine engel değildi. Tarihe “çadır gecesi” olarak geçen o vuslat gecesinde Ak Şemseddin, müridini olması gereken makamlara ulaştırmış, gönlünü aşk iksiriyle yıkamış, kalbini ateşlemiş ve “Cihada var!. Ben de seninle bileyim…” diyerek gazâ meydanına salmıştı.
Medine’nin İstanbul’daki misafiri Hz. Peygamber (A.S.)’ın ev sahibi Eyyüb el-Ensari’nin (R.A.) kabri şerifinin yeri tespit edilerek, Konstantiniyye’nin İstanbul olması için son hazırlık da tamamlanmıştı.
53 gün süren kuşatma, 28 Mayıs 1453’te fetihle neticelendi.
29 Mayıs günü Topkapı’dan merasimle şehre giren 21 yaşındaki Fatih’in yüzünde “ne güzel kumandan” övgüsüne mazhar olmanın mutluluğu vardı. Ayasofya’ya yönelen Sultan Mehmed, bu büyük mabede doluşmuş ve akibetlerini bekleyen ahaliye ve patrike:
“
Ayağa kalk, ben Sultan Mehmed; sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayın” dedi. Sonra ordusunun kumandanlarına dönerek askerin halka hiç bir fenalık yapmamalarını emretmelerini ve herhangi birisi bu emre itaat etmezse ölümle cezalandırılacağını bildirdi.
Bu esnada Akşemseddin Hazretleri askere doğru dönerek: “
Ey gaziler bilin ki cümleniz hakkında ahir zaman peygamberi, ol serveri kainat ‘Ne güzel askerdir onlar’ buyurmuştur. İnşaallah cümlemiz mağfuruz. Fakat gazâ malını israf etmeyip, İstanbul içinde hayır ve hasenata sarf ve padişahınıza itaat ve muhabbet ediniz.” dedi. Sonra da padişahın başına iki çatal ablak sorgucu takmış ve “Padişahım, bütün Âl-i Osman’ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücahid-i fi sebilillah ol!” diyerek gülbank-ı Muhammedî çekmiştir.
İki çatal sorguç ile Şark ve Garb’a, aynı zamanda madde ve manaya işaret etmiş olduğu anlaşılan mürşidin, her fırsatta teyid ettiği “fi sebilillah mücahid” olmak fikrini böyle bir zevk ve sürur anında bile tekrar etmesi, prensiplerinin asli kıymetlerle ne derece aynîleşmiş olduğunu gösteriyordu.
Fatih, şehrin binalarının kendisine ait olduğunu ilan ettirerek, tahribatın önüne geçti. Verdiği bir emirle Ayasofya’ya minber ve mahfil yapılarak Cuma namazına yetiştirilmesini istedi. Ayasofya’da ilk cuma namazı 1 Haziran 1453’te kılındı. Mücahid gaziler büyük bir manevi coşku ile fethin sembolu Ayasofya’yı doldurmuşlardı. Akşemseddin Hazretleri, Sultan Mehmed’in koltuğuna girip, hürmetle minbere çıkardı. Fatih, elinde seyf-i Muhammedî ile yüksek ve heybetli bir sesle “Elhamdülillah, Elhamdülillah” diye hutbe iradına başladığında, Ayasofya’yı dolduran mücahid gazilerde acayip haller zuhur edip, neşe, zevk ve cezbe içinde gözlerden yaşlar dökülmeye başladı.
Hutbeden sonra minberden inen Fatih,
Akşemseddin Hazretlerini imamete geçirerek, İstanbul’un manevi fatihi arkasında İslam mücahidleriyle birlikte saf tuttu.
İstanbul’un fethi, başlangıçta Avrupa’da büyük bir korku uyandırdı. Osmanlılar’ın bütün Avrupa’yı istila edeceğinden korkan Hıristiyan aleminde siyasetten sanata; günlük yaşantıdan toplum hayatına kadar, cemiyetin ve ferdin sorgulaması yapıldı. Rönesans ve Reform hareketleri ile Avrupa’nın siyasi ve kültürel coğrafyasında büyük değişiklikler görüldü. Bu sebeple İstanbul’un fethi, batılılar nazarında bir çağın kapanıp, yeni bir çağın başlangıcı sayılır.
Papalık yeni haçlı seferleri peşine düştü. Fatih Avrupa haçlı birliği bozmak için Ortodoksların ruhani liderini Patrik’e yeni bir statü tanıyarak, İstanbul’u bir dünya başkenti haline getirmek için yeni stratejiler geliştirdi. Pây-i taht, Edirne’den İstanbul’a taşındı. Fatih, harab olmuş, ahalisi boşalmış şehri “İslambol” yapmak için yeni imar ve iskan politikaları uyguladı. Bir taraftan Rumeli ve Anadolu’dan beş bin ailenin İstanbul’a naklini sağlarken, diğer taraftan fetih sonrası şehirden kaçan Rum ve Yahudileri geri çağırarak onlara ekonomik haklar verdi.
İstanbul’a, kendi adıyla anılan Fatih Camii ve Semaniye medreselerini kurdurarak, devrin alim ve fazıl kişileriyle ilim ve irfan meclisleri oluşturdu. İlmi tartışmalar başlatarak kendisi de “ulema sarığı” ile bu toplantılara katıldı.
İslami bilgilerin yanı sıra, Hıristiyan kültürünü de öğrenmek isteyen Fatih, Patrik’ten bu konuda bir risale isteyince onun bu davranışı, Avrupa’da şaşkınlık ve hayranlıkla karşılandı. Papa, Fatih’e bir mektup yazarak “Hıristiyan olursanız, bütün Hıristiyan dünyası ve İtalya senin malındır” deme gafletine düştü. Fatih bu küstah mektuba cevap yerine, Gedik Ahmed Paşa’yı İtalya’nın fethine memur ederek, kendisi de gizlice İtalya seferine hazırlandı. Ama ömrü vefa etmedi.
Fatih’in 30 yıl süren hükümdarlığı 3 Mayıs 1481’de sona erdiğinde İslam dünyasında büyük bir elem ve acı, Hıristiyan aleminde bayram vardı. Avrupa kiliseleri çanlarını şükür ayinleri için çalarak La Grande Aguila e Morta! (Büyük Kartal öldü) diye bayram ettiler.
Hıristiyan tarihçisi Trabzonlu Georgios’un onun hakkındaki hükmü şöyleydi:
“II. Mehmed, şüphesiz Kirus’tan, Büyük İskender’den ve Sezar’dan büyüktür. Hatta bir kelimeyle söylemek lazım gelirse, gelmiş geçmiş bütün hükümdarların üstündedir.”