Manevi büyüklerden olan Hazretin bir hatırası:
Biz oraya gittiğimiz zaman zannediyoruz ki sadece Beytullah’ı, mukaddes toprakları göreceğiz. Esasında o mübarek beldelerde, Bütün enbiyânın (a.s.); başta Resûl-i Ekrem Efendimiz olmak üzere, âl ve ashâbının ruhaniyetleri, cismaniyetlerinden çok daha güçlü. Dolayısıyla oralarda çok edepli olmak lazım. Başımdan geçen bir hadiseyi anlatayım:
Ben görevli olarak gittiğim için -Ten’im’e de yakınız- cemaatim “Hocam umre yapalım” diyorlar; umreye gidip geliyoruz. Giderken Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in doğduğu evin yanından otobüsler kalkıyor, oradan bindik arabaya, gittik Ten’im’e. Giderken de hep Cennetü’l-Muallâ kabristanlığının yanından geçiyor otobüsümüz. Benim mutadım, otobüs oradan geçerken cemaati, “Hz. Hatice validemizin ruhu için bir Fâtiha üç İhlâs-ı şerif okuyalım” diye ikaz etmek. Bir defasında aynı güzergâhtan giderken Fâtiha’yı okuttum gelirken başka bir otobüse bindik, bindiğimiz otobüs geldiğimiz yoldan değil de başka bir yoldan; Hafair tarafından geldi, ben fark edemedim, Cennetü’l-Muallâ’nın arkasından geçmişiz, Harem-i Şerif’e yaklaşıyoruz. “Arkadaşlar! Cennetü’l-Muallâ’nın yanından geçtik Fâtiha okuyamadık birer Fâtiha okuyalım” dediysem de artık Harem’e gelmiş bulunduk. Herkes inmeye başladı ben de Fâtiha’yı doğru dürüst okuyamadan inmek zorunda kaldım.
Şimdi o gece rüyamda görüyorum; kıyamet kopmuş, mahşer kurulmuş, büyük muhakeme başlamış, insanların hesabı görülüyor. İnsanlar, hep böyle vapur iskelelerindeki turnikeler gibi bir turnikeden geçiyorlar. Hesabı görülüp de turnikeden geçenlerin bir kısmı bir tarafa, diğer kısmı başka bir tarafa ayrılıyorlar. Onların cennetlikler ve cehennemlikler olduklarını düşünüyorum. O esnada sıra bana geldi; ben turnikeden geçerken kimse benden bir hesap sormadı, ben de hemen cennete girecek olanların tarafına geçtim, oraya ayırdılar. Şimdi bu iki grup arasında çok sağlam çelikten bir perde var; o taraf ayrı bu taraf ayrı. Öyle ki o perdeyi ne delmek mümkün ne de aşmak. Bir de baktım ki birisi diğer taraftan yüksek sesle benim ismimi söylüyor, Arapça olarak elinde bir kâğıt onu okuyor: “Kemalettin Altıntaş, turnikeden geçerken gerekli itinayı göstermediğinden dolayı büyük bir ceza ile cezalandırılmıştır.” Hemen ne olduysa, nasıl olduysa ben de bilmiyorum, aslında cennetlikler arasında iken bir anda kendimi cezalıların arasında buldum, o kısma düştüm. Devamında: “Büyük bir ceza ile cezalanmıştır, ceza infaz aleti hazır, şimdi cezası verilecek” deniyor. Baktım ki iki ayaklı yazı tahtası ve arkasında büyük bir televizyon ekranı gibi bir şey var, onu bana doğru getiriyorlar. Ben de herhalde şimdi bu elektrikli bir şey, bunu benim göğsüme tutacaklar ve beni o şekilde cezalandıracaklar diye düşünüyorum. O alet biraz bana yaklaşınca kendi kendime dedim ki “Nasıl olsa öleceğim, bir İsm-i Celâl’e başlayayım.” Başladım “Allah! Allah! Allah! Allah!” demeye, bağırıyorum ama sesimi de kendim duyuyorum. Getirdiler o aleti benim göğsüme dayadılar; baktım ki o İsm-i Celâl’in tesirinden o alet bana işlemiyor. Buradan cesaret alınca bu sefer daha da kuvvetli, var gücümle “Allah! Allah!” diye bağırıyorum. Böyle bağırırken Hacı Teyzeniz’in karyolası hafif ilerde, telaşla yanıma geldi. Meğer odanın ortasında “Allah! Allah!” diye bağırıyor, feryat ediyormuşum. Uyanınca sükûnet buldum. “Yâ Rabbi! Ben ne yaptım? Bir suçum var ama, ne olursun suçumu bileyim de tevbe edeyim” diyorum ağlıyorum. Kalktım, abdest aldım, gittim Harem-i Şerif’e, tavaf ettim, neticede vardım Mültezem’e yapıştım; “Hiç olmazsa suçumu bileyim Yâ Rabbi, bilmiyorum, ne yaptım ben acaba?” derken, sanki birisi kafama vurarak “Sen, bütün her şeyini Resûlullah’a feda eden Hz. Haticetü’l-Kübrâ’nın huzurundan geçerken, cemaatine Fâtiha okut, sen Fâtiha okumadan geç. Bundan daha büyük suç mu arıyorsun?” dedi. Hemen oradan çıktım, doğru Cennetü’l-Muallâ’ya gittim “Ey Vâlide-i Muazzamam bağışla beni, ne olur affet!” diye dua ettim, yalvardım yakardım.