Kütüb/hanemden

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
KÜRESEL DÜNYANIN,BÖLGESEL DİNDARLARI!.-2





262089_218861884819352_136100379762170_638414_4582421_n.jpg

Mesela “Allah bizimle beraberdir ve inanıyorsak güçlüyüz” diyerek tağutları yıkmaya çalışan müslümanların,kulluk mükellefiyetlerini Allah'ın yardımına değil öncelikle kendilerine,kendi durumlarına,kendi imkanlarına ve kendi güçlerine göre belirlemeleri gerekir.Çünkü Rahman olan Rabbimiz biz müslümanlara kulluk mükellefiyetimizi beyan ederken İlahi yardımı esas alsaydı,Kur'an-ı Kerim'de “Allah hiçbir nefse güç yetiremeyeceği şeyi yüklemez...” buyruğunu zikretmezdi.Çünkü Rabbimizin İlahi yardımı ile güç yetiremeyeceğimiz hiçbir şey olmazdı.Oysa Kur'an-ı Kerim'de cahiliyede yaşayan bir müslümanı muhatap almaktan başlayıp,güç ve iktidar sahibi olan müslümanları muhatap almaya kadar uzanan bir tevhidi hareket süreci ve bu sürecin fıkhını bildiren hükümler vardır.Geniş bir yelpazede yer alan bu hükümlere “Allah bizimle beraberdir ve inanıyorsak güçlüyüz” diyerek yaklaşırsak,hiç kuşkusuz ki yüklenmekten sakınacağımız hiçbir hüküm ve hiçbir mükellefiyet yoktur.Ne var ki Rahman olan Rabbimiz bu önemli meseleye lutfuyla yaklaşmış ve “Allah hiçbir nefse güç yetiremeyeceği şeyi yüklemez...” buyurarak,kulluk mükellefiyetimizi öncelikle bizim durumumuza,bizim imkanlarımıza ve bizim gücümüze göre belirlediğini beyan etmiştir.
Diğer tarafta “Her doğruyu söylemek doğru değildir” ve “Allah hiçbir nefse güç yetiremeyeceği şeyi yüklemez...” diyerek tağuta karşı dilsiz veya dinsiz bir suskunluk içine girenler ise daha farklı ve daha vahim bir yanılgı içindedirler.Çünkü İslam,bazı durumlarda ameli ertelese bile itikadı ertelemez.Kalbi bir yükümlülük olan itikad,kişisel güçle ilgili olmadığı için “Güç yetirememe!.” gibi bir mazereti de kabul etmez.Tağutları inkar ve Allah'ı tasdik etmek üzere kurulan tevhidi itikad,İslam'a talip olan her insanın mutlaka sahiplenmesi gereken bir itikaddır.Tağutları inkar etmeden Allah'ı tasdik etmek ve Allah'a inanmak Kur'an-ı Kerim'e göre müslümanların değil müşriklerin vasfıdır.
Ayrıca şu gerçeğin de bilinmesi gerekir ki ,
kelime-i tevhidin bir gereği olarak tağutu inkar etmek,bu inkarı yapan müslümanlara illa ki tağutu yıkma mükellefiyetini getirmez.Çünkü tevhidi itikadın önemsediği öncelik,putları veya tağutları yıkmak değil onları inkar etmek,haktan uzak birer batıl olduklarını kabul etmektir.Dolayısıyle Allah'a,Resulune ve Kur'an-ı Kerim'e iman eden müslümanların “Tağutu ya inkar eder ve yıkmaya çalışırsın,ya da inkar etmez ve onunla dost olursun!.” ikileminden çıkmaları gerekir.Zaten günümüz müslümanlarını ifrat ve tefride sürükleyen,onları farklı yolların yolcuları yapan bu ikilem değil midir ?
Oysa Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde ve bu bütünlükte ele alınması gereken tevhidi süreçte,müslümanları ifrat veya tefride sürükleyecek böyle bir ikilem yoktur.:Mesela cahiliyenin yerleşip-kökleştiği Mekki bir dönemde yaşayan Resulullah (s.a.v.) Efendimizin “Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim.Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.Sizin dininiz size,benim dimim bana.109/4...6)” tavrı,bu ikilemin dışında kalan ve hiçbir kuşku duymadan örnek almamız gereken tevhidi bir tavırdır.Çünkü bir imtihan dünyasındaki bu kulluğumuz,tağutların yıkılıp-yıkılmamasına veya yaşadığımız ülkenin İslam olup-olmamasına bağlı bir kulluk değildir.Nitekim uzun yıllardır bu Kur'ani tavrı örnek alan müslümanlar olarak,tağutu inkar etmemize ve tağuti görüşlerden sakınmamıza rağmen tağutu yıkmayı değil insanların kurtuluşunu önemsiyor ve bir insanın kurtuluşuna vesile olmayı,bin devrim sevinciyle yaşıyoruz.
Fakat ne yazık ki bizler özelde,
özeldeki küçücük dünyamızda bunları yaşamamıza rağmen geneldeki durum Kur'an'dan ve Kur'ani gerçeklerden çok uzaktır.Rahman olan Rabbimiz cahiliyenin yerleşip-kökleştiği toplumlara dünyevi sıkıntılar göndermesine ve “Belki dönerler diye onları sıktık...(32/21),(43/48)” buyurmasına rağmen;Allah'ın rahmet ve merhamet dolu bu sünneti hiç dikkate alınmamakta ve politik yollarla iktidara gelinerek,batıl bir yaşantı içinde olan insanların refah seviyesi yükseltilmeye çalışılmaktadır!.Oysa bizlere ne bunu,ne de bunun aksini emreden Kur'an-ı Kerim,vaktin az kaldığı bu dünya hayatında bütün güç ve potansiyelimizi insanların öncelikle ahiret kurtuluşları için harcamamız gerektiğini bildirmektedir.Ancak “Önce insan” diyen İlahi vahyin aksine “Önce vatan” veya “Önce devlet” denilmekte ve uzun yıllardır böyle bir hedef için milyonlarca insan telef edilmektedir!.Helal veya meşru yollardan bile böyle bir iktidar mücadelesi yükümlülüğü yokken;bunu İlahi vahye göre kesinlikle meşru olmayan politik yollardan yapmaya çalışanlar,Allah için mücadele ettiklerini zannetmekte ve “Müslümanım” diyen milyonlarca insan,cihat heyecanıyla bu partilere oy vermektedir!.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımız zaman,
cahili toplumlarda insanları tağuttan sakınmaya ve Allah'a kulluğa davet eden bütün peygamberler,müstekbirleri kendileriyle değil Allah ile tehdit etmelerine ve onları Sünnetullah ile karşı karşıya getirmelerine rağmen;günümüzde İslam adına kurulan birçok örgüt,dünya müstekbirlerini Allah ile değil kendileriyle karşı karşıya getirmişler ve tehdit olarak Sünnetullah'ı değil,kendilerini öne sürmüşlerdir!.İlahi vahye göre haksız yere bir mü'mini değil,bir insanı öldürmek bile bütün bir insanlığı öldürmek gibi tanımlanırken ve Rabbimiz katında bir müslüman,dünya ve içindekilerden çok daha değerli iken;uzun yıllardır yaşadıkları zulüm nedeniyle cinnet geçiren toplumlarda,gencecik müslümanlar canlı bomba haline getirilmekte ve bu gençler yanlış olduğunu bilmedikleri bir eylemle,Hak olduğunu bildikleri Allah için canlarını vermektedirler!.
Şimdi sizlere sormak istiyoruz.,
Çok konuşanların suskun olduğu,kelime-i tevhidin bile yeterince anlatılıp-anlaşılmadığı,tevhidden habersiz kitlelerin camileri doldurduğu,müstekbirler ve çağdaş tağutlar için dua edildiği,şeyhlerin özenle kutsandığı,türbelerin medet duygusuyla dolup taştığı,mezhep ve meşrep farklılıklarının bir üstünlük,bir ayrıcalık olduğu,sokak ve meydanlara dökülen kadınlarını geri çağıran evlerin boş ve çocukların garip kaldığı,dini duygularla dinsiz partilerin kurulduğu,dünya için mal ve makam yarışına girildiği,silahlı örgütlerin kurulduğu,dünya müstekbirlerinin Allah ile değil kullar ile tehdit edildiği ve canlı bombalarla parçalandığı bu ümmet,sizlere umud veren bir ümmet midir?Bu ümmet insanlık için kurtarıcı olmak bir yana,
kendileri kurtulmuş,
kurtulabilmiş bir ümmet midir?
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
400352_207217799363980_100002272844564_458645_1523976383_n.jpg


"Salyangoz (Bir Casusun Günlüğü)" adlı kitabın yazarı Suriyeli Mustafa Halife'nin kitabından yazmış olduğu bir bölüm;

Sabah saat sekiz. Sahra hapishanesinin önüne vardık. Onlarca polis memuru, küçük bir kapı. Kapının üzerinde taş levhaya siyah kabartmayla yazılmış bir yazı dikkat çekiyor: “Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır.”
Güvenlik görevlileri bize kapıyı açıyor. Bir süre önce bize kaba saba ve oldukça sert davranan memurların ta kendileri. Ama bu defa bizi arabadan şefkatle, acıyarak indiriyorlar. Hatta içlerinden biri: “Allah kurtarsın” bile diyor. Onlar aralarında sessizce konuşurken etrafımızda daire şeklinde dizilen polisler dikkat çekiyor. Hepsinin aynı pozisyonda durduğunu fark ediyorum. Ayaklar hafif açık. Omuzlar geride, sol el bele dayanmış, sağ elde ya kalın bir sopa, ya elektrik telinden örülmüş bir zincir ya da kemere benzeyen siyah plastik bir şey var. Bir süre sonra o şeyin tank motorunun kayışı olduğunu öğrenecektim. Bize ve güvenlik güçlerine alaycı bakıyorlar. Hareketlerinden teslim işlemlerinin yavaş olmasından dolayı sabırsızlandıkları belli oluyor. İçlerinde en rütbeli olan müdür yardımcısı. O da teslim listemizi imzalıyor.
Bizi meydanın bir köşesine yığdılar. Hepimizin elinde giysilerimiz var. Müdür yardımcısının sesi gittikçe yükseliyor. Belediyeler (asker mahkumlar – suçlu asker olup cezalarını gardiyan olarak yapanlara deniliyor) meydanın öteki tarafında duruyorlar. Bazılarının elinde kalın değnekler var. Falaka değnekleri. Uclarından kalın bir ip sarkıyor. Müdür yardımcısı mahkumlara dönerek bağırıyor:
İçinizde subay olan var mı? Subaylar buraya gelsin!
Mahkumlardan iki kişi öne çıktı. Biri orta yaşlı diğer ise genç.
-Rutben ne?
-Yarbay
-yarbay?!
-Evet
- Senin rütben ne?
-Üsteğmen
-Hmmm
Tekrar mahkumlara dönerek daya yüksek bir sesle:
İçinizde doktor, mühendis ya da avukat olanlar öne çıksın. Ondan fazla kişi öne çıktı.
-Burada durun.
Sonra tekrar mahkumlara döndü: Üniversite mezunu olan herkes sıranın önüne geçsin. Aralarında benimde bulunduğum otuzdan fazla kişi öne çıktı. Müdür yardımcısı uzaklaştı. Lağım borusunun yanında durdu. Polise seslendi:
-Bana önce yarbayı getirin!
Ondan fazla memur yarbayın üzerine çullandı. Saniyeler içinde yarbay müdür yardımcısının önündeydi.
-nasılsın yarbay?
-Elhamdulillah…
-Yarbay susadın mı?
- Hayır teşekkür ederim.
-Ama bir şeyler içmen lazım. Biz Arabız. Bildiğin gibi Araplar cömertlikleri ile meşhurdur. Yani sana ziyafet çekmemiz lazım.
Alaycı ve küçümser ifadelerden sonra bir an sustular. Sonra müdür yardımcısı şöyle bir silkinip bağırdı: Lağımı iç! Eğil ve susuzluğun gidene kadar lağımı iç. Haydi köpek!
-Hayır içmek istemiyorum.
Müdür yardımcısı adeta elektrik çarpmış gibi oldu. Şaşırdı ve bağırdı:
-Bak bak bak.. demek içmeyeceksin.
Suratından dehşet akarak askeri polislere döndü: - İçirin. Kendi yönteminizle içirin. Haydi köpekler kımıldayın!
Yarbayın üzerinde sadece iç çamaşırı vardı. Saniyeler içinde tüm vücudu adeta kırmızı ve mora boyandı. Onu aşkın polis yarbayın üzerine çullandı. Ellerindeki kalın sopalar, zincirler ve tank kayışları ile dövmeye başladılar. Her biri başka bir taraftan üzerine çöküyordu. Yarbay başlangıçta direnmeye çalıştı. Önüne çıkan polisi eliyle yumrukluyor. Bir kaçına yumrukları isabet ediyor. Tekmeliyor.. Tokat atıyor.. İçlerinden birini yakalamaya çalışıyor.. Ama onlar kendilerine doğru uzanan ellere acımasızca vuruyorlar. Dayak artıyor. Vücüdunun her yerinden kan akıyor. İç çamaşırı yırtılıyor. Yarbay tamamen çıplak kalıyor. Her hareketinde, yediği her darbede sarsılıyor.. Biraz sonra iki eli de titreyerek yana düşüyor.Arkamda mırıldanma sesi duyuyorum:
Elleri kırılasıcalar! Tek bir yarbaya bunca adam! Çıldırmışlar.
Sesin geldiği tarafa dönmüyorum. Yaşananlardan kendimi alamıyorum. Bir darbe daha ve polisler yarbayı yere yatırmaya çalışıyorlar. Yarbay direniyor. Elleri arasından sıyrılıyor. Vücudunu yapış yapış yapan kanı ellerinden sıyrılmasını sağlıyor. Tekrar üzerine yürüyorlar. Ne zaman yakalayacak gibi olsalar yarbay doğruluyor ve ellerinden kaçıyor. Her defasında darbeler daha bir şiddetleniyor.Gözleri
Yarbayın arkasından yukarı doğru yükselen kalın bir sopa görüyorum. Ve şimşek hızıyla aşağı doğru iniyor. Yarbayın kafasına çarpış sesini duyuyorum. Öyle bir ses ki hayatta hiçbir sese benzemiyor! Hatta polisler bile çıkan sesten afallayıp birkaç saniye öylece kalıyorlar. Sopayı vuran adam iki adım geriye çekliyor. Gözleri donuk donuk bakıyor. Yarbay kendi etrafında yarım daire dönüyor. Kendisine vuranı görmek için arkaya dönmeye çalışıyor gibi. Bir adım atıyor, diğer ayağını atmak için kaldırdığında beton zemine yığılıp kalıyor..
Meydanı büyük bir sessizlik kaplıyor. Müdür yardımcısının gür sesi sessizliği bozuyor:
Haydi! Onu sürükleyin ve içirin!
Polisler yarbayı sürüklüyor. İçlerinden biri müdür yardımcısına dönüp: Efendim. Bu bilincini kaybetmiş. Nasıl içereceğiz?
-Kafasını lağıma daldırın. Ayılsın. Sonrada içirin!
Yarbayın başını lağıma daldırıyorlar ama o uyanmıyor.
-Efendim. Allah onun ömrünü size versin!!
-Gebersin.. Meydanın ortasına sürükleyip atın!
Ellerinden çekerek sırtüstü sürüklüyorlar. Kafası sallanıyor. Yüzündeki kanlar üzerine sürülen siyah beyaz pisliklerle karışmış. Asfalt zemin üzerinde, lağım borusunun yanından yarbayın cesedinin sürüklendiği meydanın ortasına kadar kırmızı bir çizgi oluşuyor.
Müdür yardımcısı iyice sinirlenmiş, boynundaki damarlar ortaya çıkmış bir halde bağırıyor:
Bana üsteğmeni getirin!
Teğmen huzuruna gelir gelmez:
-Seni sefil herif… İçmek mi istersin yoksa?
-Başüstüne efendim. Baş üstüne. İçerim.
Teğmen lağım borusunun önüne eğildi. Ağzını lağım sularına daldırdı. Müdür yardımcısı ayağını teğmenin kafasına koydu ve taa dibe ininceye kadar kafasına bastırdı<
Bu yetmez. Doyana kadar içmen lazım! Dedi sonra polise dönerek:
-Şu köpeği alın. Karşılama töreninin tamamlanmasını istiyorum. Dedi
İçinde balgam, idrar ve bir sürü pisliğin bulunduğu suyu içen teğmen şaşılacak bir hızla sırtüstü yere yatırıldı. Belediyelerden ikisi ayaklarını falakaya koydu. İpi ayaklarına doladılar ve ayaklarını havaya kaldırdılar.
Ayaklar havada. Üç polis memuru ayakların önüne ve iki yanına geçtiler< Kırbaçların hiç biri diğerine engel olmadan uyumlu bir şekilde havalanıyor ve iniyordu. Teğmenin sesi yükseldi. Kurtulmak için kıvranıyordu. Ama nafile.
Teğmenin bağırmaları ve yardım çığlıkları müdür yardımcısını rahatsız etti. Süratle ona doğru yürüdü. Bir futbolcu gibi botunun ön tarafını teğmenin başına doğru çevirdi ve topu fırlattı. Teğmen acı acı daha fazla bağırdı. Müdür yardımcısı daha fazla rahatsız oldu. Botuyla teğmenin ağzını ezdi. Bu arada polisler kırbaçlamaya devam ediyordu. Müdür yardımcısı ayağıyla teğmenin başını, göğsünü ve karnını tekmelemeye devam etti.. Ve belini.. bir yandan histeri nöbeti geçiriyor bir yandan neredeyse anlaşılmaz ifadelerle haykırıyordu:
Al sana… aşağılıklar. Devlet başkanına karşı çıkmak sizin neyinize! Casuslar.. başkan sizin karnınızı doyuruyor ama siz onun aleyhine çalışıyorsunuz öyle mi? Amerikan casusları… İsrail casusları… O. Çocukları.. Neden titriyorsun? Bu adamların aleyhine çalışıyordunuz ya.. Korkaklar.. Neden bağırıyorsun rezil!
Teğmene attığı tekmeler ve bağrışları üzerine polisler de daha şiddetli ve acımasızca kırbaçlamaya başladılar. Teğmenin haykırışları yavaş yavaş kayboldu.
Biraz sonra teğmen de yarbayın yanına uzatıldı. Hala ona ne olduğunu bilmiyorum. Öldü mü yoksa ölmedi mi? Acaba hapishane yönetimi karşılama sırasında subayların öldürülmesini mi emretmişti?
Şimdi bizim sıramız gelmişti.. Üniversite mezuniyeti, diploma, mastır, doktora. Sinama yönetmenleri..
Hepsi birer birer eğildi ve lağımı içti.. Tarif edilemez! İlginç olan içenlerden hiç biri kusmadı.
Bunca insanın artık iki ortak noktaları vardı: Üniversite diploması ve lağım içmeleri…
Otuzu aşkın kişi falakaya yatırıldı. Belediyelerden ikisi ayaklarını tutuyor, üç memur kırbaçlıyor.. Daha çok. Daha çok. Kasvet. Acı… Çığlıklar…
Acziyet… Kahır… Üzüntü.. ve Ölüm!

(Salyangoz - Mustafa Halife, Mana Yayınları)

 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
getimageV3.asp



“12 Eylül, 1980… Saat: 03.00. Şiddetli bir depremle bütün Türkiye sarsıldı… Ülke alabora oldu. Kimi yaralandı, kimi öldü, kimi sakat kaldı… Psikolojik rahatsızlık geçirdi kimileri. Bazısı işinden oldu. Nice yuvalar yıkıldı; ocaklar söndü… Siyasi, sosyal, ekonomik yapı çöktü. Toplumun hayat tarzı büyük bir yara aldı. Yöneticilerin haksız, acımasız ve keyfi yönetimleriyle herkes tedirgindi. Canından ve malından emin değildi kimse. Memleket karanlığa gömüldü. Önünü göremiyordu kimse. İşsizler çoğaldı. Hırsızlıklar, haksızlıklar, ahlaksızlıklar arttı bu korkunç depremden sonra… Temel ihtiyaç malları bile bulunmaz oldu. Karaborsa oldu her şey. Her yerde kuyruklar uzayıp gidiyordu…” diyor Adil Akkoyunlu. Onun12 Eylül anılarına girişten bu cümleler. Daha ilk satırdan insanı, bir askeri darbe döneminin o ürpertici iklimine sokacak ve karnına bir yumruk gibi yerleşecek kadar gerçek...
12 Eylül’de yapılacak anayasa referandumunun 1980 askeri darbesinin 30. yılında “ağır baskı ve acı dolu anıları tekrar canlandırdığı” bir gerçek.12 Eylül’le ilgili bir söz patlaması yaşanıyor. Bu söz patlamasından çıkan sonuç şaşırtıcı değil aslında: "Ordunun 'demokrasiye bağlılık' söylemleri gerçekliğe kavuşturulmalı ve bu söylemler hukuken, siyaseten teminat altına alınmalıdır. Bunun için de kurumun geçmişe yönelik somut bir özeleştiri yapması gerekiyor. 12 Eylül'ler ancak böylece son bulabilir ve geleceğimize umutla bakabiliriz.”12 Eylül'e şöyle ya da böyle 'bulaşmış' ünlü ya da 'ünsüz' insanların yazı, karikatür ve fotoğraflardan oluşan kitapların yayımlandığı süreçte Adil Akkoyunlu’nun Bir İslamcının 12 Eylül Hatıraları adlı kitabı yayımlandı. Daha ilk satırlardan dehşete kapılmak mümkün kitabı okurken. Yaşanan her an, öyle büyük ustalıkla aktarılmış, öyle zengin ayrıntılarla bezenmişti ki, kitap insanı bir anda içine alıyor, 12 Eylül’ün ürpertici iklimine sokup sarsıyordu. Kitap Çıra Yayınları'ndan çıktı. Darbe yapıldığında Malatya Hasırcılar Köyünde öğretmenlik yapmaktadır Adil Akkoyunlu. Kitap 12 Eylül Sabahı, İslam,Müslümanlar ve Türkiye tarihine Malatya’dan hareketle ışık tutmayı amaçlıyor.

Adil Akkoyunlu, Bir İslamcının 12 Eylül Hatıraları,Çıra Yayınları,128 sayfa.
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Pakia Mektupları, Pakia’lı Tian’ın dünyanın çeşitli ülkelerinde bulunan arkadaşlarına yazdığı mektupları ihtiva etmektedir. Bunlar dikkatlice okunacak olursa, ne Batılılaşabilmiş, ne de Müslüman kalabilmiş fakat folklorik ve geleneksel olarak bile olsa, İslam’dan bazı değerleri muhafaza etmiş, halkının büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülkenin hal-i pür melali ortaya çıkar. Özelde Pakia müslümanları ile, ülkenin sosyal yapısın anlatan mektuplar, genelde tüm halkı müslüman ülkelerin durumuna da ışık tutmaktadır.
Yeni Baskının Önsözü
Bundan senelerce önce, İslam coğrafyasında cereyan eden müessif olayları anlatan “Pakia Mektupları”m yayınladığımızda büyük rağbet görmüş, defaatla yeni baskıları yapılmıştı.
Aradan seneler geçti; İslâm Dünyası daha bit zor günler yaşamaya başladı. Amerikan emperyalizmi onları her taraftan kuşatmış, hayat hakkı tanımıyor.
Bütün bu olaylara seyirci kalmayı bile beceremeyen Müslümanlar, Amerikalıların emrine girmiş, bütün cinayetlerine ortak oluyorlar!
Hal böyle olunca, Müslümanlara faydalı olur diye, “Pakia Mektuplarını tekrar yayınlıyoruz. Çünkü ne emperyalistler değişti, ne de Müslümanlar intibaha geldi!
Allah bütün Müslümanlara akıl fikir; imân, iz’an versin!
“Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et” (K.K. Bakara Sûresi, 286).

Viyana, Ramazan 1426/ Ekim 2005
İhsan Süreyya SIRMA

Takdim
ileride okuyacağınız sahifeler, Pakialı Tian’ın, dünyanın çeşitli ülkelerinde bulunan arkadaşlarına yazdığı mektuptan ihtiva etmektedir.
Tian’ın mektupları dikkatlice okunduğunda, görülecektir ki, üç aşağı beş yukarı, halkı Müslüman olan bütün ülkelerde, Müslümanların durumu aynıdır.
İnsanlar, değişik toplumları etüd ederek, kendi toplumlarını daha sağlıklı analiz edebilmenin yollarını ve yöntemlerini bulur; ona göre toplumlarına yararlı olmanın en güzel bir biçimde gerçekleştirmesini sağlamaya çalışırlar.
Bu kabil sosyolojik denemelerde esas, makro plânda toplumları kendi benliklerini anlamaya doğru sürüklemektir.
Toplum analizleri, bu toplumlar üzerinde yapılacak sosyolojik araştırmaların neticesinde ortaya çıkacak olan veriler esas alınarak yapılır; veya öyle yapılmak gerekir
Ne var ki biz Müslümanlar, toplum bilim dediğimiz sosyoloji alanında araştırmalar yaparken; Batı’nın pozitivist/materyalist ya da ateist dünya görüşüyle hareket yerine, vahye dayalı bir dünya görüşü ile hareket ederiz.
Batılı anlamındaki sosyolojide, materyalin tamamı, toplum ve toplumun öğeleri olmasına karşın; bizde materyal ayet ve hadis, ve bunların ışığında oluşmuş, toplumun kültür birikimleridir.
Batı’da sosyoloji, salt toplum analizleri, makro ve mikro planlarda toplum problemlerinin ele alınması demektir. Ve adeta sosyolojiyi toplum, toplumu da sosyoloji oluşturuyor. Ve bu mânâdaki bir sosyolojik anlayışta, insanın dışında hiçbir müdâhaleye yer yoktur
Bizde ise durum farklıdır. İslami toplumlarda, toplumun değerlerini insan değil, vahiy tesbit eder İnsan ise, vahyin ışığında ve ona ters düşmeyecek şekilde kendine uygun yeni değerler oluşturur.
Ancak bunu derken, toplumu oluşturan insanın fonksiyonunu sıfıra indirgemiyoruz. Bilâkis, Allah’ın en güzel surette yaratıp, yaratıkların en şereflisi kıldığı insan, vahiy gibi yüce bir öğretinin taklitçisi konumunda olduğundan, Allah’a ve topluma karşı büyük bir sorumluluk içerisindedir.
Batı analitikleri, isterseniz sosyologları diyelim, kendi toplumlarını daha müreffeh bir biçimde oluşturmak için sosyolojik etütler yapıp; bu refahı sağlayacak öğelerden sömürüyü mubah, hatta 19. ve 20. yüzyıllarda bunu zaruri görüyorlardı. Onlara göre en Önemli öğe olan maddeyi elde edebilmek için; diğer ülkelerin nasıl sömürülmeleri gerektiğinin tesbiti için de, sömürülmesi plânlanan ülkeler üzerinde sosyolojik araştırmalar yapmayı meşru, hatta Batı düşüncesi doğrultusunda, zorunlu görüyorken; vahye dayalı bir İslâm düşüncesinde, bu kabil sömürü sosyolojisine yer yoktur/olmamak lâzımdır Mamafih 20. yüzyılın başlarından itibaren İslâm dünyasında yer alan “ulusçuluk hareketleri” neticesinde, Müslüman toplumlar, bizzat kendilerim idare eden ve isimleri Müslüman olan mütegallibe tarafından sömürülmüşlerdir.
İslam toplumunda insanlar, Batı’da olduğu gibi sadece belli bir kültürün sarışın çocukları değil; rengi ve ırkı ne olursa olsun tüm insanlardır. Ve bu insanların sosyal eşitlikleri vahiy dediğimiz ilahi kanunla sağlandığından, hatta garantiye alındığından; Fransa’da, İsviçre’de, Amerika’da olduğu gibi, islâm ülkelerinde, bir lokantanın kapısında, yâ da bir parkın girişinde “buraya Araplar, Türkler, İranlılar, Çinliler giremez” diye levhalar göremezsiniz. Meğer ki böyle İslami toplumlar içerisinde, kendi değer yargılarını tamamen unutmuş, çağdaşlaşmayı sigara içip dumanını anne ve babasının yüzüne savurmada; milyonlarca Kızılderili’yi yakan Amerika kovboylarına kuru bir özenti olarak, yine ayak tabanları babasının yüzüne gelecek şekilde oturmada gören, mürted sınıflar, islâm toplumlarını işgal etmiş olmaktadır.
Biz, rengini Kur’an’dan, Resûlullah(s.a.s)’den, onun Sünneti’nden olan bir sosyoloji’ye talibiz. Onun, vahyin ışığında kurmuş olduğu sosyal toplumdan arz edeceğimiz bir tek örnek, ne biçim bir toplum, ne kıratta bir Devlet Başkanı, ve hangi anlayışta toplum bireylerine özlem duyduğumuzu gösterir.
Bir gün Adiy b. Hatim adında bir Hıristiyan, islam Devlet Başkanı olan Hz Peygamber (s.a.s)’i görmek için Medine’ye geldi. Hz. Peygamber (s.a.s), onu evine götürdü.
Koca Devlet Başkanı olan Resülullah (s.a.s)’in evinde bir tek minder vardı. Onu da misafiri olan Adiy b. Hatim’in altına koyarak, kendisi toprak üzerinde olurdu.
Vahiy dışında hangi öğreti, hangi değer ölçüleri, hangi felsefeler oluşturabilir böyle bir insanlığı?
Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliğim görmeye gelmiş olan o Hıristiyan, “böyle hareketi ancak peygamberler yapar” diyerek Müslüman oldu
Kendi reayası bir kaşık yağ bulamazken, devlet başkanları her gün bir uçak, yâ da Mercedes değiştiren toplumların sosyologları, diledikleri kadar tezler yapıp analiz etsinler toplumlarımız; netice değişmez. İnsana, layık olduğu şeref ve haysiyeti vermeyen zihniyet, dilerse, sosyoloji tezlerinden piramitler oluştursunlar, vahyin verdiği değeri esirgerseniz insandan, insan hiçbir zaman insanlığını bulamaz.
Yalnız İslâm toplumu derken de, bugün yüzüne gözüne bulaştırarak “batılılaşma” hastalığına yakalanmış bu çağdaş İslam ülkelerini kastetmediğimizi belirtelim…

Pakia. bu şekilde ne batılaşabilmiş, ne Müslüman kalabilmiş ve fakat folklor ve gelenek dahi olsa, islâm’dan bazı değerleri muhafaza edebilmiş, halkının %90′ı Müslüman olan bir ülkedir
Size sunduğunuz ilerideki sahifelerin ilk bölümünde, genel olarak Pakia Müslümanları ele alındıktan sonra, bu ülkenin sosyal yapısını kısmen de arkadaşlarına anlatan Tian’ın mektuplarını okuyacağız.
Tian’ın mektuplarını, bize yazılmış düşüncesiyle okursak, daha iyi anlarız Pakia Müslümanlığını…
Allah bizi, aşağıda meallerini verdiğimiz ayet i kerimelerin tavsif ve tarif ettiği Müslümanlardan etsin; bizi şirk oyunlarından, münafık desiselerinden muhafaza buyursun. Âmin.
“Meğer ki (şirkten) tevbe ve imân edip iyi amel (ve hareket) de bulunan kimseler ola. İşte Allah bunların günâhlarını sevaplara çevirir. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Kim (günâhlardan) tevbe (ve rûcu) eder, güzel amel (ve hareket)de bulunursa muhakkak o, Allah’a tövbesi kabul edilmiş ve (Allah’ın) rızasına erişmiş olarak döner. Onlar ki yalan şahitlik etmezler, boş ve kötü lâkırdıya rastladıkları vakit şerefli (insanlar) olarak (ondan yüz çevirip) geçerler Onlar ki kendilerine Rabbinin ayetleri okunduğu zaman, bunlara karşı (münafıklar gibi) kör ve sağır (yıkılıp) düşmezler. Onlar ki “Ey Rabbimiz, derler bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak (salih çocuklar) ihsan et. Bizi takva sahiplerine rehber kıl. İşte bu (sıfatları kendilerinde taşıyan) kimseler, sabırları sebebiyle (cennetin) yüksek makamlar(ıy)la mükafatlanırlar. Ve onda (meleklerden) bir tahiyye ve (Allahu Te’âlâ’dan) bir selam ile karşılanırlar. Onlar onda ebedi kalıcıdırlar. O, ne güzel karargâh ve ikâmet yeridir” (Furkân Süresi, 70 76).

ERZURUM, Şubat 1989
İhsan Süreyya Sırma

Pakia Müslümanları
Yokohama Üniversitesi dinler tarihi profesörü Dr. Akiko Miyahara, komşuları olan Pakia Devleti’nin vatandaşları olan Müslümanların dinini araştırmakla görevlendirilmişti. Pakia insanlarının % 90ı kendilerine Müslüman diyorlardı.
Prof. Miyahara, Arapça’yı, Kur’an’ı ve İslam esaslarını senelerce etüd etmiş, çoğu Müslüman aliminden daha çok biliyordu İslâm’ı… Ne var ki o, kendilerine Müslüman diyen insanların ne derecede islâm’ı tatbik ettiklerini merak ediyor ve o gayeyle Pakia’ya gidiyordu.
Pakia Hava Yollan uçağıyla Maviköy hava meydanına inen Prof. Miyahara. bir taksiye atlayarak, kendisini bir otele götürmesi için şoförü tenbihledi Prof. Miyahara, Pakia dilini de çok iyi biliyordu. Yolda giderlerken, aynı zamanda sosyolog olan bu bilgin, şoföre sordu:
Şu göğe doğru yükselen ince uzun yapılar nedir? Şoför,
Minare! dedi. Prof. yine sordu:
Ne için kullanılır bu minareler? Şoför,
Ezan okumaya, dedi. Miyahara sordu:
Ezan ne için okunur?
Namazı bildirmek için, dedi şoför.
Namaz Müslümanlığın “olmazsa olmaz” şartlarından biridir…

 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
392785_296090577092467_201852973182895_959135_2131395374_n.jpg


ÇİN İŞKENCESİ - EMİNE ŞENLİKOĞLU

Ahh Çin İşkencesi ah! Bana beni gösteren Türk devletlerindeki kardeşlerimi ihmal ettiğimi yüzüme haykıran Çin İşkencesi. Öyle bir kitap ki, okuyucusundan önce yazarının gözünü açtı... Sorguya çektirdi, yazara kendi kendisini gösterdi.

Yıllardır Çin’deki komünist devriminden sonra Türkistan, Doğu Türkistan (Neden batı Türkistan’ı düşünmediğmi düşüneceğim)ı, oradaki kardeşlerimizin çektiklerini düşünür fakat hiçbir şey yapamazdım. (Gerçi yine de yapamadım ya, en azından adım attım.) Sadece orası değil tabiî, Azarbeycan’dan Kazakistan’a kadar, burunlarından kan fışkırtılan kardeşlerimizle ilgilenemedik. “İslâmî kesimde” yadırganacak bir durum var. Hâlâ orta çizgide yürüyemiyoruz.

Türklerin çilesini dile getirenler, Kürtlerin çilesiyle ilgilenmedi. Kürtlerin çilesiyle ilgilenenler de Türklerin çileleriyle ilgilenmedi. Bu bir gerçek. Düşünür olan hiç kimsenin inkar etmesi mümkün değil.

Bu girişten sonra Çin İşkencesi’nin yazılış hikâyesine gelelim.
Avustturalya’nın Melbourn şehrinden çok uzakta bir şehire konferansa gittim. Benim yanıma bir hanım verdiler, onunla biz uçakla gittik. Bizden önce yola çıkan ekibimiz, içlerinde eşimde vardı, aynı günde konferans vereceğimiz yere gelmişler. Hava alanından bizi aldılar. Bizi bekleyen kardeşler bize kırda yemek hazırlamışlar. Yemek hazırlığı yapılan yere gittik. Hârika bir yer. Her taraf ağaçlarla donatılmış. Beni bekleyen onlarca kadın ve genç kızda yemeğe davetliler. Bir ağacın altında hazırlanmış sofra. Sofra dikkatimi pek çekmez ama öyle farklı ortamda hazırlanmış ki insan âdeta dinlenmiş hissediyor kendisini.

Kızlar geldiler, onlarla sarıldık, hoşbeş ettik, tam sofraya oturacağım ki, bizden sanıyorum 30-40 metre ötede, bir ağacın altında beyaz şapkalı kadınların hepsi aynı anda bana baktılar. Ben de onlara el salladım. Öğrendiğim Helloyu da söylemeyi ihmal etmedim.

(Dikkat. Çin İşkencesi romanının yazılış hikayesini okuduğumuzu unutmayalım. Burada detaylar önemli.)
Beyaz şapkalı kadınlar- kızlar bana el işaretiyle “Buraya gel.” dediler. Gittim konuştukları dil yabancı ama arada bir Türkçe sözler var cümlelerin arasında.

Beyaz şapkalı kadınlar da bizimkiler gibi uzun bir masa hazırlamışlar. Şuraya otur dediler oturdum. Bir taraftan da düşünüyorum, “Bunlar Hırıstiyandır ve yemeklerinde domuz eti vardır. Şimdi ye derlerse ne yapacağım. Yemiyeceğim kesinde, onları kırmadan bunu nasıl ifade edeceğim! Derken, “Biz” dedi biri “Doğutürkistan Türklerindeniz.”
Bir taraftan bizimkiler, (henüz tanışmadık bile) ısrarla “Yeter artık gel.” diyorlar.

Sağımda bulunan yaşlı kadın, yüzüme baktı baktı (tercumanımızda var) “Sen, dün akşam Avustural’ya devlet televizyonu 2. kanalda konuşan kadına ne kadar benziyorsun, yoksa o musun?”
“Evet” deyince kadın boynuma sarılıp hüngür hüngür ağladı. “Oy balaam! Oy balaaam.” Dün gece, Allah’a seni bana göstersin, diye yalvardım, bu gün karşımdasın.” diye ağlamasını ağıtla sürdürdü.

O zamanlar Teslime Nesrin orda da modaymış. İngiliz komşusu haber vermiş bu teyzeye “Televizyonu açın, bakın Türkiye’den gelen bir Müslüman yazar Teslime Nesrin’in dinini bilmediğini söylüyor.” şeklinde bildirmiş. Boynumuz bükülüyordu onun dinimize hakaretlerinden. İngiliz kadın bile ‘Meğer Teslime Nesrin İslâm’ı bilmiyormuş.’ dedi.
Duygularını uzun uzun anlattı.
Bu arada bizim sofradakiler bir genç kız gönderdiler. Genç kız bana “Hadi abla gel artık.” deyince, Türküstanlı bir hanım

“Neden bu kadar ısrar ediyorsunuz, bırakın bizimle yemek yesin.” Beni çağıran genç kız, birazda onur duyarak, “Onu seviyoruz, o bizim mücahide ablamızdır, tam 2,5 yıl cezaevinde yattı.” diye cevap verdi. Solumda oturan genç kız “Benim ablamda on yıl cezaevinde yattı.” deyiverdi. İşte o anda, bizim kız için iftihar ve mücahid vasıtası olan 2,5 yıl hapis cezası balon gibi patladı. Ellerde ne ablalar varmış meğer, anlamında şaşkın şaşkın baktı gösterilen hanıma.
Hemen sordum:

— Hayırdır, neden o kadar büyük ceza aldınız?
— Domuz eti yemediğim için.
— Nasıl yani? Domuz eti yemeyen cezamı alıyor!
— Evet aldım. Çin’e komünizm’in geldiği ilk dönemlerdi. Tıpta okuyordum, ikinci sınıftaydım. Baktım, yemeklerimizdeki et, beyaz beyaz. “Bu nasıl et, neden beyaz? dedim. ‘Domuz eti.’ dediler. Arkadaşlarla beraber çok sarsıldık. ‘Biz domuz eti yemeyiz.’ dedik. Bir kaç gün sonra tüm okuldaki öğrenciler meydana davet edildik. Mikrofonda konuşan adam, aranızda casus biri var. Düşmanlarla bir olup vatanımızı düşmanlara peşkeş çekmek için çalışıyor vb. deyince, ben de içimden ‘Vay hain vay elime geçse o kişi de ona bunun hesabını ellerimle sorsam,’ dedim.

Mikrofondaki adam, ‘Şimdi aranızda bulunan casuzun ismini okuyorum.’ dedi. Okudu. Benim kanım dondu çünkü okunan benim ismim ve numaramdı. Ortaya çıkmam istendi, çıktım. O milletin gözü önünde kamçıladılar, kamçıladılar ne halk mahkemesi vardı, ne hukuk... kendimden geçmişim.”
Gömleği kamçıyla yırtılmış. O gömlek (şu satırları yazdığım sırada) bende bulunmakta.
Dedim ben sizin hayatınızı roman yapabilir miyim? “Tabi olur” dedi. Çevrede soruşturdum hanımefendiliğiyle tanınan bir hanım. Anlaştık, yemekten sonra onun evine gideceğiz. Tercümanda bulunacak. Ben soru soracağım o cevap verecek. Benim soramadıklarımı da anlatacak. Sormak, bilmenin yarısıdır. Herkes bildiği kadar sorar. Onun her şeyini sormam mümkün değil.

Her şey güzel gidiyor. Ben bizim masaya döndüm. Yemeğimizi yedik. Biraz sohbet ettik. Hanımlara konuyu anlattım. Onlarda çok ilgilendiler. Akşama da konferans var ama yerimde duramıyorum, on yıllık cezaevi hikayesini öğrenmek istiyorum. Kadıncağızın yüz hatlarına milim milim hüzün işletmiş. On yılın hikayesini dinleyeceğim. Bir kardeşimle eşime not gönderdim. Durumu anlattım, yanımda bizim kızlar olacak üç saat sonra gelirim.
Eşime de haber gönderdim ya, bende bir rahatlama oldu tabiî şimdi daha rahat sohbet edeceğiz.

Sevimgül’ün evindeyiz.
Konuşmaya başladık. Onu dinledikçe halden hale geçtim.
Ruhum komaya girdi.
Saatler sonra vedalaştık. Yanımdaki dostlarla beraber eşimle buluşacağımız yere geldik, orda yoktu biraz aradık, sonunda onu (sanıyorum kahve gibi bir yerin önünde) buldum. Eşim beni görür görmez, gözleri dönmüş halde üzerime yürüdü. Sen nerde kaldın?” dedi ve kaşlagöz arası vurmaya başladı.
Hiç bir şey sanıldığı gibi kolay değildir. O kadar utandım o kadar utandım ki, bunu kelimelerle anlatamam. Saatlerdir seni arıyorum başına bir iş geldi sandım sen nerdesin?”

Anında kararımı verdim, konferansı verip, beni böyle bir ortamda utandıran adamla beraber geri dönemem ondan gizli uçağa binip döneceğim. İyi ya diyorum içimden, madem saatlerdir beni arıyorsun korktun bulunca sevinmen sarılman lâzım değil mi? İçimden düşünüyorum. Hâlâ bağırıyor “Ne bağırıyorsun? Sana not gönderdim ya! Madem kızacaktın neden “Gitme.” demedin. İçimden “Sen görürsün, seni burda bırakıp döneyim de, kadın dövmek neymiş gör.” diyorum. “Ne haberi, kimse bana birşey söylemedi. Söylese neden çılgına döneyim ki.” dedi. Zaten depresyondaydı. Çok büyük dolandırılmıştık. On altı sene durmadan borç ödedik. Bundan dolayı zaten ikimiz de depresyondaydık. Ya da daha beter bir şeydik. Baktım eşim resmen anlık çıldırma geçiriyor. Biraz zaman geçtikten sonra, not göndermiş olmam sebebiyle yumuşadı. Bu defa çok üzüldü. “Afedersin muhterem. Vallahi kendimi kaybettim özür dilerim.” dedi. Ama sormayı da ihmal etmedi.

— Peki nereye gittiniz?
— On yıl hapiste yatmış bir kadının hayatını dinlemeye gittim. Hemde Çin’de yatmış, deyince, minibüs kullanan şahıs hemen dikkatini bize çevirdi ve bana sordu:
— Hangi cezaevinde yatmış? Çin’de ben de cezaevinde yattım da. Allah Allah! Allah’ın hikmeti değil mi bu?! Bir kadın bir erkek. İkisi de Çin’de ve aynı dönemde cezaevinde yatıyorlar. Onların birbirinden haberi yok, yediğim tokatlar sonucu mahkûm arkadaşını benden duyuyor hem de Avusturalya’da. Olay nerde yaşanmış Çin’de. Ben nerden gelmişim? Türkiye’den.

Aman Allah’ım öyle iç içe bir olay örgüsü ki, romanını yazmak istesem bir değil iki üç roman çıkar bu üç kişinin hayatından...
Bu erkek, yazar Ahmet İgamberdiy’miş. Onun hapsedilişi de çok ilginç. Ama başlı başına onun hayatı roman olmalıydı. Ama ben yetiştiremedim.
Recep Bey hâlâ üzgün. Bu gün vurduğunu hatırlamıyor. Ama o gün, al bir sandalyede sen bana vur ödeşelim. Yeter ki affet, yemin ediyorum aklım başımdan gitmişti. Israrla bunu söyledi. “Sende bana vur” sözü beni yumuşattı. İnandım ki aklı başından gitmiş. Yoksa neden bu kadar mahcup olsun.
Bunu yazma sebebim her çilede böyle şeylerin olabileceğini ama insanların hatalarını telafi ederek, evliliklerini sürdürdüklerini anlamaktır. Eğer insan insanı en kötü durumunda anlamıyorsa, o dostluktan o hayat arkadaşlığından ne hayır gelir. Bu sözü, sakın kızdığında hanımını dövenlere de götürmeyin, o konu ayrı bu konu ayrıdır.

Daha sonra Ahmet Beyin evine eşimle beraber gittik ve onu dinledik.
Her şey burda bitmedi.
Türkiye’ye geldikten sonra, Mektup Dergisi’nde biraz da olsa Çin işkencesi konusundan bahsettim. Bir gün bir telefon gelmez mi? Bu kim? Bu da aynı yıllarda aynı cezaevlerinde yatmış Kaan. Hayatı özetle bir anlattı, ruhumun sarsıldığını hissettim.

Karar verdim, Kaan’ın hayatını roman yapacak Sevimgülle Ahmet İgamber Beyi de romandan koparmıyacağım.
Kararımdan sonra Çin’e komünizme ve Doğu Türkistan’a döndü gözlerim. 1992 yılında yazmaya karar verdiğim romanı, 1997’de Mısır’da yazdım. Roman demek dertli insanların hayatını yazmak demek değildir. Romanın bir ruhu vardır. Çekilen çile okuyucuyu boğmadan verilmeli... Kurgusu güzel olmalı. Psikolojik mesajı ince ince işlenmeli satır aralarında. Alt yapısını oluşturmadan roman yazınca, o roman macera romanı olur bence. Çin komünizmi hakkında kitaplar okudum. Ölüm tarlalarından kurtulmuş insanlar dinledim. Yani uzun soluklu bir koşudur roman, yazarkende, kimi bir yılda, kimi bir ayda yazar. Artık yazarın beyninin seriliğine bağlıdır ordan ötesi.




 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Şafak Mektupları - 4

148344_165446000160941_136100379762170_311988_594943_n.jpg

Mektuplar 4

Abdullah gibi bir kardeşi olduğu için gurur ve se­vinç duyan Salih'ten, Abdullah Yakub'a
Muhterem kardeşim
Göndermiş olduğun mektubunu aldım. Seni kutluyor ve sana teşekkür ediyorum. Salih kardeşine, bir beşerin yaşayabileceği en güzel duygulan yaşattın.
Batı felsefesini ayakta tutan, kulağa ve nefse hoş ge­len bazı kavramlar vardır. Sözlerden ve kitaplardan yaşan­tıya aksetmeyen bu kavramlar, İslam'ın özünü kavramamış geleneksel veya modemist müslümanlar tarafından da be­nimsenmekte ve İslam'a maledilmeye çalışılmaktadır.
Bu kavramlardan birisi de özgürlüktür.
Özgürlüğün ne olduğu ve hangi manada kullanıldığı birçok insan tarafından bilinmektedir. Bu hayali kavram üzerine bir hayli eser yazılmıştır. Hayali kavram diyorum, çünkü bu kavramın içerdiği manada tek bir özgür insan yoktur.
Bir saatlik ömrü olan idam mahkumunun, hücrede volta atarak ve ellerini havaya kaldırarak "Ben Özgürüm" demesi ne kadar saçma ise, herhangi bir insanın veya dev­let başkanının yaşam karşısındaki acizliğini ve çaresizliğini unutarak "Ben Özgürüm" demesi de, o kadar saçmadır. Çünkü yaşama şartlan ve yaşama süreleri ne kadar farklı olursa olsun, temelde aynı şeylere muhtaç ve neticede aynı akibete mahkumdurlar.
Bir yaratık, bir mahluk olan insan hangi konuda öz­gürdür?
Sıhhatli yaşamak ister, hastalığa mahkumdur. Mala sahip olmak ister, terketmeye mahkumdur. Doğru düşün­mek ister, yanlışa mahkumdur. Yaşamak ister, ölüme mahkumdur. Ve bunca mahkumluk arasında özgürlük is­ter, kulluğa mahkumdur.
Muhtaç olmak ile mahkum olmak arasındaki izdivacı ve mahkum olmak ile özgür olmak arasındaki katedilmez mesafeyi anlatacak değilim.
Hayal dünyasında "Ben özgürüm" diyen her insan, gerçek dünyada tercih ettiği bir kulluğu yaşamaktadır. Ki­misi şeytana kulluk yapmakta, kimisi Allah'a isyan eden fi­ravunlara kulluk yapmakta, kimisi nefsine kulluk yapmakta ve kimisi de sen canım kardeşimin yaptığı gibi zillet verici tüm kullukları reddederek sadece Allah'a kulluk yapmakta ve bu kulluk ile şeref kazanmaktadır.
"La ilahe illa Allah, Muhammedun Resulullah" haykı­rışını duydum. Allah için ölüme verdiğin değeri ve şehidlik arzunu saygıyla karşılıyorum. Ancak öyle bir yerde öl ki, senin öldüğün yerde birkaç insan dirilsin. Hz. Hüseyin efendimizin şehadeti bizlere örnek olmalıdır. Böylesi şeha-detler Yezid ve Yezid gibilerinin, Firavun ve Firavun gibile­rinin tanınmasına en büyük vesile olmuştur.
Zamanımızdaki firavunların da tanınması ve tanıtıl­ması gerekmektedir.
Kimdir bunlar?
Nerelerde bulunmaktalar ve ne yapmaktadırlar?
İnsanların bunu anlamalan ve tesbit edebilmeleri ger­çekten zordur. Çünkü bu firavunlar, ezdikleri ve sömürdük­leri insanlar çağdaş köleliklerini birlik ve beraberlik içinde yaptıkları sürece bu zavallı kölelere dost gözükmektedirler. Bunların tanınması ve tanıtılabilmesi için bulunulan bölge­lerde ayağa kalkılması ve Hz. Musa tavrının gösterilmesi gerekmektedir.
Müminler Hz. Musa tavrını gösterdikleri zaman bil ki onlar kızacaklar, köpürecekler ve maskeleri düşerek adi ve çirkin olan firavunîaşmış yüzleri meydana çıkacaktır. Başla­yacaklardır Firavun gibi konuşmaya, taviz vermeye, tehdit etmeye..
Sen ise alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın seni gör­düğünü, seni işittiğini ve seninle beraber olduğunu idrak ederek elindeki mucizeyi,
Kur'an-ı Kerim'i göstereceksin.
"Kuvvet ve kudret sahibi Allah'dan korkun, O'na yö­nelin, O'na kulluk edin" diyeceksin.
"Ey insanlar! Firavunlara kulluk ederek Rabbinizi ga-zaplandırıyor, kendi kendinizi ateşe sürükiüyorsunuz. Kul­luk ettiğiniz bu firavunlar sizleri Allah'ın azabından kurtara­bilirler mi?" diyeceksin.
Onları kurtuluşa,
onları hidayete ve Allah'a kulluğa davet edeceksin. Çağdaş büyücülerin ve tüm büyülerin karşısında Kur'an-ı Kerim ile dimdik duracaksın.
Atın" diyeceksin, ."Atın ortaya elinizdekileri". Ve Kitab'ındaki gerçeklerin,
Kitab'ındaki hakkın, ortaya atılan modern büyüleri, ileri sürülen batıl görüşleri yerle bir ettiğini göreceksin.
Bütün bunları yaparken, yapmaya hazırlanırken kız­mayacaksın, korkmayacaksın, hüzne kapılmayacaksın,.
Firavunun ve firavunların gerçek yüzü meydana çık­tıktan sonra ise, hidayete tabi olanlarla birlikte ve Rabbi-nin gösterdiği yolda sabır ile, sebat ile, teslimiyyet ile yürü­yeceksin.,
Belki Kızıldeniz'e, belki kıyamete fakat mutlaka Allah'a ve O'nun hoşnutluğuna doğru yürüyeceksin..
Salih
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Sibel Eraslan, “Cennet’in Sultanları” adlı dörtlemesinin sonuncu kitabını da tamamladı.
Çok yakında okurlara sunulacak olan dörtlemenin son kitabı “NİL’İN MELİKESİ HZ. ASİYE” adını taşıyor.
Hz. Yusuf’un dördüncü nesilden torunu olan Hz. Asiye, Mısır Krallığı’nda hizmet etmek üzere seçilmiş dört çocuktan biri… Diğerleri Pare-aton, Haman ve Karun…
Mısır Kralı’nın ölümü üzerine Pre-Aton’un tahta geçmesi uygun görülünce, Ana-Kraliçe’lik vasfını üstlenmek de Asiye’ye düştüğünden onunla evlenmek zorunda kalan Asiye, “Haniflik” inancından asla taviz vermeyerek, Pre-Aton, Haman ve Karun’un iktidar hırsıyla şekillenen taşkınlıklarına alet olmamış, eşi Pre-Aton’la bile arasına önemli bir mesafe koyarak adeta kendi halinde bir yaşayışı tercih etmiştir.
Çocuğu olmayan ve kibrin, taşkınlığın mekanı olan sarayı evi olarak benimseyemeyen Asiye, peygamber olacak bir çocuğun (Hz. Musa’nın) annesi olmayı üstlenmiş ve “Rabbim, bana katından bir ev ver” duasına mazhar kılınmıştır.
nmic.jpg

Sibel Eraslan, “NİL’İN MELİKESİ HZ. ASİYE” kitabında, vehimden şiddetle uzak duran bir mümin diliyle, Efendimiz tarafından “cennet sultanları”ndan biri olarak gösterilen Hz. Asiye’nin kayıp dünyasına “hüsn-ü tahayyül” yoluyla nüfuz etmeye çalışarak, O’nun gönlünü, aklını, kadınca hüzünlerini, başarılarını ve güçlüklerini idrak etme ve bunları kendi zamanının insanlarına anlatma niyeti içinde olmuştur.
Kuşkusuz Hz. Fatma, Hz. Hatice ve Hz. Meryem kitaplarında olduğu gibi, Nil’in Melikesi: Hz. Asiye kitabında da “Müslüman bir kadın yazar” olmanın avantajlarını iyi kuşanan Sibel Eraslan, hatıraları bile Allah tarafından korunan mezkur kadınların dünyasını bugünün diliyle ve renkleriyle görünür kılmayı sağlamıştır.
Sibel Eraslan’ın “NİL’İN MELİKESİ HZ. ASİYE” adlı kitabını, insanlık hallerine ilişkin çok ilginç tablolar eşliğinde, hüzün içinde ama yeni bilgileri de yüklenerek okuyacağınıza eminiz.
KİTAPTAN BİR ALINTI:
Merhaba Söz, yaratılmışların ilki ve evi olan Söz, merhaba,
Merhaba Nur, Yaratıcının sanatı, Sözün sırrı sende saklıdır merhaba,

Merhaba ey Nur-u Ahmed, merhaba,
Merhaba aynı nurun kurduğu ey Kainat ve Zaman, merhaba,
Merhaba altı günde yaratılmış yerler ve gökler merhaba,
Merhaba, bu ikisinin arasından çıkan sular merhaba,
Merhaba o suların ve o denizlerin evladı merhaba…
Merhaba Söz’ün izni ve kaderiyle doğmuş çocuk merhaba,
Merhaba Söz’ün denizlere bıraktığı küçük yolcu merhaba,
Merhaba ey Nur-u Muhammed’in yoldaşı aziz kimse, merhaba,
Merhaba o Nur’un aydınlattığı güzel sözleri söyleyecek çocuk merhaba,
Merhaba Cennet’ten fışkıran dört nehire merhaba,
Merhaba dördün biri olan Nil Nehri’ne ve onun getirdiği bebeğe, merhaba…
Merhaba, Rahman ve Rahim olan Allah’ın kulu, merhaba,
Merhaba, Nil’in parmak uçlarında yükselttiği Lotüs Çiçeği, merhaba…
Merhaba, Allaha emanet edilmiş kutlu çocuk, merhaba…
Merhaba denizlerin kutsal yükü merhaba…
Merhaba, Allah’ın gözettiği merhaba…
Merhaba, meleklerin yoldaşı, dua süvarilerinin koruduğu güzel ruh, merhaba…
Merhaba anasının ağzı süt kokan kuzusu merhaba,
Merhaba bir anneden diğerine kurulmuş salıncağın gülü merhaba,
Merhaba, filizim, ilk yaprağım, merhaba, çiçekler tacı, merhaba…
Merhaba, hoş geldin kucağıma, şakayık da sensin bülbül de sen, merhaba,
Merhaba ruhum, merhaba içimden ılık ılık geçen analık sütünün çağrıcısı, merhaba.
Merhaba, rüyalarımın gözü aydınlık tabiri merhaba…
Merhaba hediyem, merhaba kucağıma bırakılan sevinç, merhaba,
Merhaba Rabbim tarafından bana bahşedilen armağan merhaba…
Merhaba dua fısıltıları taşıyan minik elli güzel merhaba,
Merhaba yağmur kokan toprağın tebessümünü getiren merhaba,
Merhaba alnında nuruyla gelen parlak bebek merhaba,
Merhaba gökteki yıldızları gözlerine takmış güzel çocuk merhaba,
Merhaba çelikten yalnızlığımı eriten merhamet körüğü merhaba,
Merhaba sevgi örtüsünden başka elbisesi olmayanım merhaba,
Merhaba Allah ile arasında hiçbir manisi olmayanım merhaba,
Merhaba garip yoldaşım merhaba
Merhaba sahibi Allah olanım merhaba
Merhaba kimsesizim, yetimim, bana benzeyenim merhaba
Merhaba kaderi kaderim olan merhaba,
Merhaba gözyaşlarımın sırdaşı merhaba,
Merhaba kimseyle paylaşamadığım kederimin gidericisi merhaba
Merhaba sızlayan kalbimin avutucusu merhaba,
Merhaba tesellim, merhaba
Merhaba denizlere yazılmış ah dolu mektubum merhaba
Merhaba uçan kuşların kanadından sorduğum merhaba
Merhaba beklediğim gün ışığı merhaba
Merhaba kapımı çalan güzel yüzlüm merhaba
http://www.edebistan.com/wp-content/uploads/2011/02/se.jpgMerhaba suların efendisi merhaba
Merhaba denizlerin incisi merhaba
Merhaba çileli hayatımın güzel süsü merhaba
Merhaba reyhanım, merhaba
Merhaba yeryüzüne inmiş yedi renklerin taşıyıcısı, siyahımı giderenim merhaba
Merhaba yasımı bitiren müjde merhaba,
Merhaba kalp atışlarım merhaba,
Merhaba analık alfabem, kadınlık sözlüğüm merhaba,
Merhaba narinim, merhaba küçüğüm merhaba,
Merhaba hüznümün dayanacağı asa merhaba,
Merhaba kuyulara eğilerek tuttuğum dilek ettiğim dua merhaba
Merhaba can suyum merhaba
Merhaba şükür secdem merhaba
Merhaba binlerce kere hamd ettiğim heyecanım merhaba,
Merhaba sevinç titreyişimle dökülen temenna yapraklarım merhaba,
Merhaba hayatımın ılıklığını bana yeniden bahşeden bebek sıcaklığı, merhaba
Merhaba yumuk ellerinden tuttuğum gelecek merhaba,
Merhaba gece duam, inşırahım merhaba,
Merhaba dolunay gibi gecelerime doğarak aydınlığım olan çocuk merhaba,
Merhaba, Allah’ın bana dost kıldığı insan merhaba,
Merhaba, çatımın altına giren güzel emanet merhaba,
Merhaba kainat pencerem merhaba,
Merhaba her birinden çifter Nil’in aktığı gözlerime sürur, merhaba,
Merhaba ismi kürek kemiğimde yazılı yavrum merhaba,
Merhaba, dilimin ucundadır şeker tadın, merhaba,
Merhaba, tenimde ve ruhumdaki rıza merhaba,
Merhaba bükük boynumun altın kolyesi merhaba,
Merhaba başımdaki yakut tac, zebercetim merhaba,
Merhaba kendisi için kucağımı sahtiyan beşiğe çevirdiğim bebek merhaba,
Merhaba kalbimde ipekten şallarla kurduğum salıncağın sahibi merhaba,
Merhaba damağımdaki lezzet merhaba,
Merhaba balım, incirim, zeytinim, buğdayım merhaba,
Merhaba, sözverişim merhaba,
Merhaba yüzünde evimin yolunu gördüğüm güzel habercim merhaba,
Merhaba yol haritam merhaba,
Merhaba yol azığım merhaba,
Merhaba üzerinden ağaçlar fışkıracak bereketli toprak merhaba,
Merhaba yol göstericim merhaba,
Merhaba işaret fişeğim merhaba,
Merhaba yelkenlerimi dolduran güzel rüzgar merhaba,
Merhaba Nil Nehrinin sırrını tutan çocuk merhaba,
Merhaba, kadınlık harflerim,merhaba
Merhaba, analık kelimelerim, merhaba
Merhaba, insanlık sayfam merhaba,
Merhaba, kulluğa dair tanıklığım merhaba
Merhaba borcum ve kefaletim merhaba,
Merhaba ücretim, bedelim, alınterim merhaba,
Merhaba hayatım, bugünüm ve yarınım merhaba,
Merhaba ağaç dallarının ve asaların piri merhaba,
Merhaba ejderler şahı, pehlivanlar başı merhaba,
Merhaba dokuz belanın savıcısı, merhaba,
Merhaba on iki çeşmenin güzeli merhaba,
Merhaba denizlerin yarılıp da yol vereceği güzel sözlü merhaba…


Sireti Meryem-Asiye bunları okumayı çok istiyorum
Çöl/Deniz Hz Hatice yi okudum...Güzeldi..
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
102865.jpg


Namaz; fiili bir dua ve niyaz, eyleme dönüşmüş bir tevhid, Allah huzurunda huşu ve hudu dolu bir boyun eğiş ve Allah’ın düşmanlarına karşı nefret dolu bir kıyam vebaşkaldırıdır

Namaz, sürekli bir yüceliş ve yükseliştir: Münker’den Ma’ruf’a, kötülüklerden iyiliklere, zulumattan nur’a, tekebbürden tezellüle, dünyevilikten uhreviliğe, nefsin ve Şeytan’ın esaretinden ilahi hürriyete doğru bir yüceliş, bir geçiş ve bir inkılabtır.

Namaz kılan bir Mü’min, bir bakıma günde beş kez muharebe meydanına çıkmakta ve Allah’u ekber sloganını dilinden düşürmeyerek nefsiyle ve Şeytan’la kıyasıya savaşmaktadır. Zaten; ilahlaştırılmaya meyyal olan nefisleri ayaklar altına almadan, putlaştırılan dünyaya ve onun nimetlerine karşı ahreti tercih etmeden, şeytanın ve onu askerlerine kin duymadan, Allah’ın dışında ilahlık ve rablık iddia eden bütün otoriteleri reddetmeden kılınan namaz beyhudedir.


Abdullah Yıldız /Namaz bir tevhid eylemi
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
33905_165556520127183_2622686_n.jpg



O`na Secde Yaki$iyor
Ben $unlari Ögrendim anne: O`na Kul olmak icin, insana inanc,
Kalbe adani$, dile dua ve yakari$ yaki$iyor...
Ibadetler arasindan ise O`nun azameti kar$isinda kula saygiyla egili$
ve daha´da önemlisi,
... O`na Secde etmek yaki$iyor!...Bunun icin`de kitaplarin en sonuncusu
olan Kur`an`a ve son Peygamber olan Hz. Muhammed Mustafa`ya ( S.A.V)
kalbi bir adani$ gerekiyor. Islam sonrasi, geriye dönü$lerin isyan
oldugunu onaylayan yüregime ne olur müdahale etme anne!
Sende gel, vallahi bütün ibadetlerin arasinda O`nun azametine en yaki$anin
Secde oldugunu ögrendim...

Günbay Yıldızın Günahın Rengi (olması lazım )de dahil eserlerini hep okudum bu yenilerden
akıcı bir üslübu var,yazarlığın emeklemeleri yıldızın kalemiyle beslenmiştir diyebilirim.
Tek gecede okuduğum kitapları vardır.Lise yıllarının vazgeçilmez yazarlarından biri idi
ne zaman ki fikri eserlere dönüş yaptık, romanlar rafa kalktı... tavsiye ederim yaşanmışlığın içinden
kesitlerle hayata dair çok derin ipuçları var satırlarında...
 
Üst