MODA

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
MODA

SELİM GÜRBÜZER

Latince modo (hemen şimdi) kökünden türeyen toplumsal beğeni ya da bir şeye aşırı düşkünlük anlamında kullanılan bir kavramın adıdır: Moda. Bir başka ifadeyle sanattan siyasete, spordan kültüre, giyimden düşünce dünyasına hemen her alanda imaj yenilemenin adı olarak da tanımlanabilir pekâlâ. Şayet ‘moda’ deyince sırf kavram olarak değil de sıfat olarak anlam yüklenildiğinde bu kez şık manasına gelen etken mod ve etkilenen mod olarak da anlam kazanır. Nitekim değişik türden bir takım düşünce ve fikir akımlarının ortaya koyduğu her mod tasarım aslında ‘etken mod’ olarak karşılık bulurken, bu etken mod’dan etkilenenler ya da takipçileri ise ‘etkilenen mod’ olarak karşılık bulur. Böylece bu karşılıklı etken ve etkilenin birlikte estirdiği moda akım aynı şıklıkta etrafını da kuşatıp etkisi altına alabiliyor.

Tabi bu arada şıklık derken hemen ilk etapta sırf kılık kıyafet akla gelmesin, giyimin dışında herhangi film senaryosu, herhangi bir albüm ya da herhangi bir kitapta grafik tasarımı bakımdan bu şıklığa dâhildir elbet. Ancak ortaya konan her bir şıklık (tasarım, ürün, eser vs.) birbirinin aynısı oranda etkisini göstermeyebilir, bu tamamen alıcı verici arasındaki etkileşime bağlı olarak şıklığın ya zayıf ya da kuvvetlilik şeklinde ortaya çıkacak bir durumdur. İşte bu noktada ne diyelim moda bu ya, bir bakmışsın nerden ne zaman eseceği bilinmeyen bir rüzgârın hiç umulmadık bir anda esmesiyle de moda akım tüm toplum kesimlerinin ilgisini üzerine çekebilecek bir güç olarak da sahne alabiliyor. Mesela öyle de tasarımlar vardır ki, başlangıçta hiç dikkat çekmezken, ancak sonradan şartların yerli yerine oturmasıyla birlikte bir bakmışsın dikkatlerden kaçan o söz konusu tasarım bir anda toplumun ilgisini çekecek popüler moda akım bir ürün hale gelebiliyor. Zaten modanın gücü kendisinde değil etkisinde gizlidir. İşte bu yüzden modanın, hangi şartta ortaya çıkıp hangi zaman diliminde dalga dalga gün yüzüne çıkacağını önceden kestirmek hiçte öyle kolay bir iş değil elbet. O halde moda deyip geçmemek gerekir, bikere insanların bakış açılarından tutun da, düşünce, ruh ve sosyal ilişki biçimlerine kadar hemen her şey modanın kapsam alanına girebiliyor. Moda, kaldı ki değil her alanda kendi hareket alanı içinde bile çeşitliliği söz konusudur. Örnek mi? İşte renk, uyum, biçim, en, boy, mini, klasik, pop ve spor tarzı tüm modeller bunun tipik misallerini teşkil eder.

Klasik Moda

Adı üzerinde klasik, yani bizi biz yapan değerlerimizdir. Her ne kadar klasiklerimizi unutur olsak da her halükarda bizi engin kültür kodlarımızla bizi buluşturacak olanda yine klasiklerimiz olacaktır. İşte bu perspektiften bakıldığında öyle anlaşılıyor ki, klasiklerimiz hem geçmişimizin kültür kodlarıyla yüzleşmenin adresi hem de geleceğe ışık saçacak tasarımlarımız da. Mesela geçmişimizin giyim klasiğimize baktığımızda sadelik ve aşırılıktan uzak, pek göze batmayan ‘klasik moda’ tasarımı olarak addediliriz pekâlâ. Bir başka ifadeyle tek düzelik ve sadelik üzere ilerleyen bir tasarımın adıdır klasik model. Günümüz popüler moda tasarım ise klasik modelin tam aksine giyimde daha çok çeşitlilik, daha çok renklilik, daha çok ton, daha çok düzeliği bağrında taşıyan bir tasarım şeklidir. Oysa modada çok düzelik her zaman avantaj teşkil etmeyebiliyor. Bakınız şöyle vitrinlere popüler ürünlerin onca çeşitliliğine rağmen bir bakıyorsun alıcısı olarak toplum nezdinde ancak bir iki ürün kabul görebiliyor. Belli ki popüler tarz ürünlerinin alım noktasında sıkıntı yaşaması toplumun temel dinamikleri ile alakalı bir husus olup kabullenmesi zaman alabiliyor. Dedik ya, moda bir rüzgâr misali nerede hangi yönde eseceği belli olmaz, bir bakmışsın moda dalgası toplum kesimlerinin tamamını etkisi altına alabileceği gibi belli bir kesimle de sınırlı kalabiliyor.

Batıya Endekslenmek

Bir zamanlar hem yerel bazda hem dünya ölçeğinde model bizken gerek ekonomi alanında, gerek kültür alanında gerekse sosyal alanda artık batı dünyası bize model olmakta. Öyle ki, hemen her alanda batıya göbekten bağlanmış bir hale düşüverdik. Sanki kendimize ait bilgi donanımız, kendi giyim tarzımız, kendi stilimiz, kendi öz modelimiz yokmuşçasına davranıp bir anda batı modellerine tav olmuşuz. Zira bunun ilk adımını II. Mahmut’la birlikte kendi dünyamıza sokmuşuz. Derken II. Mahmut Arapların tarbuş bildiği fesi yenilik diye sunmuştur. Ve bu sunuşla birlikte artık sarayda bile Osmanlı giysilerinin yanında ceket ve pantolonda yer almıştır. Aslına bakarsak ortada doğru dürüst ne elle tutulur bir reform ne de gerçek anlamda yenilik vardı, sadece ortada satıh üstü bir takım modelleri yenilik diye takdim etmek vardı. Tabii halkta ister istemez bu durumda alınganlık gösterip kendi padişahına, yani II. Mahmud’a ‘Gâvur Padişah’ diyerekten tepkisini ortaya koymuştur. Ancak bu gâvur yakıştırması hâşâ tekfir etmek anlamında bir yaftalama değildi elbet, toplum dokusuyla oynamanın dışa yansıyan tepkinin ifadesi bir yakıştırmaydı bu. Belli ki halk kendi alışık olduğu kalıplarıyla oynandığında başında padişahta olsa kendi hal lisanı yaftalamasıyla neye tepki duyduğunun mesajını inceden inceye verebiliyor. Ne var ki, verilen bu mesaj yerini bulmaz, belirli bir zaman diliminde halk alıştırılaraktan Cezayirlilerin ve Tunusluların giydikleri o kırmızı püsküllü tarbuş denen fes toplum hayatına girer de. Toplum hayatına girdide ne oldu, şu bir gerçek her takdim edilen yenilik gönüllerde ve vicdanlarda ‘yenilik’ olarak yer etmeyecektir, şayet öyle olsaydı felaketler ve başımıza gelen her musibetler de vicdanlarımız da yenilik olarak yankı bulması gerekirdi. Dolayısıyla halkın vicdanında kabul görmeyen yenilik diye takdim edilen hemen her şekli değişikliği reform olarak değil sembolik değişiklikler olarak addetmemiz icab eder. Bikere takdim edilen herhangi bir şekli değişimin yenilik olması için içerik olarak da bir anlam ifade etmesi gerekir. Kelimenin tam anlamıyla içi boş icili bicili göz boyayıcı yenilikler simgesellikten öte bir anlam ifade etmez. Nitekim II. Mahmut döneminde getirilen fes bu kez cumhuriyet dönemine geldiğinde kaldırıp yerine Avrupa şapkası takdim edildiğinde fesinde akıbeti aynı olur, yani değer ifade etmediği için toplum vicdanında ve gönlünde içerik olarak asla taht kurmayacaktır. Üstüne üstük Atatürk, II. Mahmud’un tam aksine Osmanlı giyimiyle birlikte karma bir stil karma bir değişiklik öngörmemiş, tamamen tek tip batı tarzı giyim modelini öngörmüştür. İlginçtir bu tek tip değişimin bir istisnai durumu vardı ki, o da malum Atatürk’ün hiçbir şekilde kadınlara yönelik herhangi bir giysisinde değişikliğe gitmediği gerçeğidir, hatta buna peçe ve çarşafta dâhildir. O halde, şimdi tamda zamanı, hele bilhassa 28 Şubat sürecinde başörtüsüne öcü olarak ya da irticacılık gözüyle bakan zihniyete sormak gerekir: Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanımın çarşaflı giyinmesi de mi öcülüktü ya da irticacılıktı? Cevap veremeyecekleri çok açık, suspus olmayı tercih edeceklerdir.
 

Ekli dosyalar

  • KENDİMİZ OLMAK.jpg
    KENDİMİZ OLMAK.jpg
    6.3 KB · Görüntüleme: 0

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
MODA*2

SELİM GÜRBÜZER
Anlaşılan o ki, tarihten bugüne ilk önce Fransızları örnek almışız, sonra Alman üniformasını benimsemişiz. Derken Almanlar savaşta yenilince, bu kez Amerikan giyim tarzına yönelmişiz. Böylece Fransız, Alman ve Amerika’yı örnek almakla bir türlü iç dinamiklerimizi ve kültürel zenginliklerimizi hayata geçirememişiz. Birde yetmemiş tüm bu yaşananların üstüne batıdan ithal kopya modelleri almak sanki çağdaşlığın gereği bir işmiş gibi insanımıza sunmuşuz. Öyle ya, Türk'ün kendisine has giyim tarzı yokmuş gibisine habire dışarıdan sürekli moda ithal eder olmuşuz. Allah’tan toplumumuz kendisine tepeden enjekte edilmeye çalışılan her türlü satıh üstü sembolik yenilikleri büyük bir sabırla sinesine çekip bu sayede bizi birbirimize düşürecek iç ve dış mihrakların gazına gelinmemiş olur. Dahası toplumun bir süre sessiz kalması oyunlarını bozmaya yetmiştir. Peki, oyun bitti mi dersiniz, ne mümkün oyun içinde oyun devam eder de. Hiç kuşkusuz bu necip millet hippiliğin moda akımı hale geldiğini gördüğünde de metanetini koruyup ‘Allah’ım, Ya sabır’ diyerekten sinesine çekecektir. Öyle ki toplum bir gönül yanması diyebileceğimiz halet-i ruhiye içerisinde örf ve adetlerimize işlerlik kazandıracak ve kendi kültürüne gerçek anlamda ivme kazandıracak tam manasıyla muktedir olmuş yöneticilerin iş başına geleceği günlerin hasretini sabırla bekleyecektir. Ve bu öyle sabredilmesi gereken bir halet-i ruhiye halidir ki; ta ki bir Fransız askeri Maraş’ta kadının başörtüsüne dokunuyor, işte o zaman sabrın taştığı noktada milletin şahsında Sütçü İmam adında biri çıka gelerekten o orada sinesinde sakladığı o cevheri ortaya çıkararaktan o askere haddini bildirmiş olur. İşte sabrın sonu selamettir denen bacımızın giysisine uzanan kirli elleri kırma hassasiyeti budur. Hiç kuşkusuz bu dışımızda ki Fransızlara bir cevaptı, birde içimizde Fransızlar vardı ki, onlarda malum 28 Şubat sürecinde genç kızlarımızın başörtüsüne kirli ellerini uzatarak bizi birbirimize düşürmeye çabaladılar. Buna da milletçe çok büyük sabırla karşılık verip bin yıl bitmeyecek dedikleri zulüm genç kızlarımızın ahu figanları Sütçü İmamın kemiklerini sızlatmış olsa gerek ki; çok şükür özgürlüğümüzün sembolü diyebileceğimiz başörtümüz üniversite kapılarında engele takılmıyor artık.

Taklit

Besbelli ki moda sektörünün gözü hep dışarıda, öyle ki kendi öz moda tasarımlarımız üzerine odaklanmak yerine batı tasarımlarına odaklanmış durumdalar. Sadece odaklanmakla yetinseler belki bu kadar dert edinmeyiz, içimizden biri yerli bir model ortaya koyacaksa da hemen buna mani olunaraktan batı patentli olması gerektiğini şart koşan bir anlayışla da karşı karşıyayız. Dahası sanki içimizden biri hiçbir model üretme becerisi gösteremezmişçesine kendi girişimcimize tepeden bakan bir zihniyette var karşımızda. Bu nasıl çarpık bir zihniyetse kendi girişimcilerimizin özgüvenlerini boşa çıkartmak için kendilerini bizatihi batı modellerini pazarlama ajansları bir konumda konumlanmalarından hiçbir şekilde beis duymamaktalar. Oysa kendilerini bu şekilde konumlandırma mankurtlaşmanın ta kendisi bir konumlandırmadır. Onlar mankurtlaşa dursunlar önemli olan halkımız ve halkımızın içerisinden çıkacak girişimcilerimizin kendi özgüvenini yitirmemesi çok mühimdir. Nitekim halkımız şimdiye kadar onların her dediğine baksaydı havasını soluduğumuz şu güzelim cennet vatanımızda bize ait ne yerli kilimimiz, kendi modelimiz kalırdı. Gerçekten de mankurt kafalar kendilerini tuhaf bir batı imajına kaptırmışlar. Hatta işi daha da vahim boyuta taşıyıp batıyı körü körüne taklit eder hale gelmişlerdir. Körü körüne taklit ettikleri şundan belli, batı kadınlarının pek çoğununun sanıldığının tam aksine aşırılıktan uzak modayı tercih ettikleri görüyoruz. Hatta bunu sade giyinme tarzlarından, bakımlarına önem vermelerinden ve aşırı makyajlanmadıklarından da pekâlâ anlayabiliyoruz. Madem öyle, şimdi tamda bu noktada içimizdeki taklitçi satıh üstü batı hayranlarına sormak gerekir, sadeliği ilke edinmiş batıcılık mı bize model, yoksa satıh üstü yutturmaya çalıştıkları batıcılık mı model? Bu sorular karşısında daha şimdiden terler gibi olduklarını görüyoruz da. Neyse bu sorularla daha çok fazla sıkıştırmadan “siz kim, batıcı olmak kim” demekle yetinelim, sanırım anlayana bu kadarını söylemek kâfidir.

Belli ki bizde her alanda aşırıya kaçma batıcılık sanılmış hep. Şayet dert dava kılık kıyafetimize dikkat etmekse bu da ancak halkımızın iç dünyasını yansıtacak bir modeli giyim kuşamımıza yansıtmakla mümkündür. Baksanıza bir takım aklı evveller modern görüneceğim diye âdeta kırk takla atarcasına kılıktan kılığa, renkten renge girmekteler habire. İcabında daha da hızlarını alamayıp bir bakıyorsun tüm azalarını baştan aşağı boyayıp, değim yerindeyse zıvanadan çıkar bir hale de bürünmekteler. Aslında bu düpedüz modernlik kisvesi altında yıkım faaliyetidir. Şimdi gel de toplumumuz bu zıvana hale gönlü razı olsun, ne mümkün. Bu gördüklerimiz tam tamına mankurtlaşma rezaletidir. Her neyse bikere daha belirtmekte fayda var, şu bir gerçek batıda kadınlar bizim yerli mankurtların tam aksine aşırılıktan uzak bakımlılık, sağlıklı bir hayat ve sade ve güzel giyinmeyi ilke edinmişlerdir. Bizim batıcılarımız ise batı kadınlarına taş çıkarırcasına kendi giyim tarzından ödün vermeyi çağdaşlık olarak ilke edinmişlerdir. Batıda nerede birkaç uçuk moda örnekleri varsa onları bulup buluşturup işte çağdaşlık budur demeye getiriyorlar hep. Dedik ya, oysa bu yaptıkları modernlik kisvesi ve çağdaşlık kılıfı altında iç dinamiklerimizi dinamitlemekten başka bir şey değildir.

Orta Yol

Hey gidili günler. Şöyle tarihe uzandığımızda bizim bir zamanlar yol yordam öğrenme, adab, usul ve erkân yolunda derin bir duruşumuz vardı. Aynı yer sofrasında birlikte bir sini etrafında yeme adabımız vardı. Aslında bizi biz yapan tüm bu adab ve erkânlarımız bugünkü çarpık modalaşmanın tam aksine büyük bir medeniyetin temel dinamosunu oluşturan kültürel kodlarımızdı. Zaten birçok araştırmacılar kültürel kodlarımıza deryayı umman gözüyle bakmışlardır. Gerçektende bizim kültürel kodlarımızın içine dal dalabildiğin kadar diyebileceğimiz nitelikte deryayı umman misali enginlere sığmaz nitelikte deruni korlarımızdır. Ama gel gör ki bize sonradan her ne olduysa geldiğimiz noktada böylesi engin kültürel derya kodlarımızdan bir katre damla olsun istifade etmeksizin batı tarzı bir hayat yaşıyoruz. Her nedense o muhteşem köklü gelenek ve göreneklerimizi günümüze uyarlamayı pek akıl edemiyoruz. Her alanda aşırılığa kaçmaya meftun bir anlayışla kendi kültür kodlarımızı yok varsayıp, pejmürde ve dağınık vaziyette sokak sokak, cadde cadde gezinmeyi modernlik olarak algılar haldeyiz. Oysa her alanda itidal bir yol (orta yol) takip etmek varken, yani tefrit ve ifrattan uzak durmak varken kendimizi ölçüsüz yol yordam bilmez bir hayat tarzına adamak neyin nesi doğrusu şaşmamak elde değil. Nasıl şaşmayalım ki, baksanıza temizlik desen hak getire, necis filan demeden ayakkabılar çıkarılmadan ulu orta her yerde hatta evlerin odalarında bile destursuz bir şekilde gezinir olduk. Oysa biz böyle miydik, biz ki yedi düvele temizlik nedir, yol yordam nedir, adab usul erkân nedir öğretmiş bir millettik, gayri artık kendi öz kodlarımıza dönme vaktidir. Tez elden nerede ne şekilde nasıl davranacağımızı, nasıl yiyip içeceğimizi, nasıl giyinip kuşanacağımızın adab ve usullerini öğrenip uygulamamız gerekir. Tüm bunları öğrenmeye mecburuz da. Çünkü öyle kendi öz kaynaklarımızdan uzaklaşmışız ki, düşünsenize bize has hamam kültürümüzden, gül kokumuzdan kıyafet tarzlarımızdan bihaber bir haldeyiz. Öyle ki ata yadigârlarımızdan bir tane olsun üzerimize sirayet etmiş numune-i imtisal bir iz bile kalmadı dersek yeridir. Neredeyse tüm değerler hiçe sayılıp özgürlük ve moda adına adeta yarı çıplak sokağa çıkıyoruz artık. Üstelik yarı çıplak sokağa dökülmekten, miskin miskin soluklamaktan, pejmürde ve dağınık giyinmekten imtina etmiyoruz da. Yukarıda dedik ya, oysa bizim giyim adabı denen bir usulümüz vardı, bilmem iç dinamiklerimizi ve değerlerimizi ne çabuk göz ardı edip uyuşur olduk. Böylesi gaflet ve delalet halimiz nereye kadar sürdürülebilir ki, neydik edip mutlaka uykudan uyanıp kendi modamızı, kendi giyim sektörümüzü bir an evvel harekete geçirmekte yarar vardır.

Bakınız şalvarımızla alaya edenler, batıda bir zamanlar moda şeklinde giyinilmeye başlanınca, her nedense sus pus oldular. Dahası, şalvar batıda giyilince moda, bizde giyilince irtica muamelesi görüyor. Oysa Batı, Mevlevi kıyafetlerine büyük bir gıpta ile bakıp hayran kalıyorlar. Gerçekten de Mevlevi kıyafetleri başlı başına kıymet tacımızdır, ama bu kıymet tacımızı ortaya koyacak ajanstan mahrumuz. Belli ki klasiklerimizi günümüzde gün yüzüne çıkarıp zihniyetten yoksun durumdayız. Varsa yoksa taklitçilik tek geçerli akçemiz olmuş, üreticilik hak getire, yerlerde sürünür yanımız söz konusu maalesef. Bir türlü başımızı gömdüğüm kumdan çıkarıp kendimiz gibi olmayı akl edemiyoruz. Akl etmiş olsaydık taklitçilikten kurtulup şimdiye kadar çoktan üretir konuma geçmiş olmamız icab ederdi. Nasıl üretir konuma geçelim ki, tek tip düşünmekten, batı tipi giyim anlayışından bir türlü vazgeçemedik ki. Habire batı değirmenine su taşımakla meşgulüz. Elbette ki yeniliğe açık olacağız, bu kaçınılmaz. Ama bu demek değildir ki yeniliğe açık olacağız diye kültürel değerlerimizle ve geçmişle bağımızı koparmış olalım, oysa asıl yenilik kökü mazide olan ati olabilmektir, yani geçmişle gelecek arasında köprü olabilmek asıl yeniliktir. Umulur ki, geçmişten geleceğe uzanan köprü olunacak günler çok çabuk gele. O günler geldiğinde Yahya Kemal’in kökü mazide olan atiyiz dediği o güzel veciz söz bir temenniden ziyade hakikatin ta kendisi kendi modamız olacaktır elbet, her şeye rağmen umut var olmakta fayda var, umudumuzu yitirirsek hiçten toparlanamayız zaten. Umut var olalım ki, bir zamanlar bu topraklarda, bize ait makramesinden kanaviçesine, tığından sırma işlemesine, ehramından kilimine kadar kendine has orijinal motiflerimizi gün yüzüne yeniden çıkarabilelim, neden olmasın ki. Aksi halde birçok konuda olduğu gibi, moda da taklitçi modundan çıkamayız. Taklitçilik ve mankurtlaşma modundan çıkmanın tek yolu kökü dışarıdaki modlara payanda olmadan, kendi motiflerimizi gün yüzüne çıkarıp geleceğe taşımak olmalıdır. Ki asırlara sığmayan köklü modlarımızın varlığı bunu gerektirir zaten. O halde ne duruyoruz, gün köklü kültür kodlarımızı ve modlarımızı gün yüzüne çıkarma günüdür deyip geleceğe kanatlanmak gerektir. Hiç kuşkusuz mod kavramından kastımız sıfat olarak kullandığımızda kendi öz şıklığımızdır.
 

Ekli dosyalar

  • MODA.jpg
    MODA.jpg
    6.5 KB · Görüntüleme: 0

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
MODA-3

SELİM GÜRBÜZER

İlm-i Kıyafet

Osmanlı'da üst baş deyince ‘ilmi kıyafet’ akla gelmiştir hep. Bu demektir ki kendi giyim tarzsımızda bile bir ilmilik sözkonusudur. Düşünsenize bir zamanlar tulumbacısından tutunda hizmetkârına, sakasına varana kadar her bir meslek erbabının kendine has giyim tarzı vardı. Batı belli ki bir zamanlar bizim bu giyim tarzımızdan etkilenmiş olsalar gerek ki, iç çamaşır ve gömleği bile bizden almaktan imtina etmemişlerdir. Şimdi gel de gelinen noktada düştüğümüz hale eseflenme, ne mümkün. Öyle ya, bir zamanlar veren eldik şimdi ise alan eliz. Mankurtlaşmamız yetmemiş gibi birde bunun üstüne üstük Osmanlı’nın neyi var neyi yok hepsini bir çırpıda silip kenara atmışız. Neymiş efendim ıslahat yapmamız gerekmiş. Oysa ıslahat dedikleri şey köklü geleneklerimizi yıkmaktan başka bir şey değildi, nitekim öyle de oldu. Nasıl ki Tanzimat döneminde liberalizm modası bu ülkeye ne kadar çok zarar verdiyse, cumhuriyet döneminde de yenilik adı altında özümüzle barışık olmayan bir takım sembolik değişiklikler aynı ölçü de zarar vermiştir. Bakınız, Japonlar kendi hiyeroglif alfabesine ve kendi Şintoizm inancına dokunmaksızın tüm dünyada geleceğin süper gücü bir devlet olarak adından söz ettirebilmiştir. Elbette ki Osmanlı tamamen de sütten çıkmış ak kaşık değildi, bir takım hataları olmuş olabilir, hele ki Osmanlının gerileme, düşüş ve yıkılış dönemlerinde yapılan bir takım hatalar bize pahalıya mal olurda. İşte tüm bu acı gerçeklere rağmen o koca çınarın bütününü hiç kimseye inkâr etme hakkını vermez. Sonuçta hatasıyla sevabıyla, eğrisiyle doğrusuyla biz Göktürk’üz, biz Selçukluyuz, biz Osmanlıyız, biz Türkiye Cumhuriyetiyiz, on altı devletimizi inkâr etmek kendimiz inkâr etmek demektir. Hele ki on altı devlet arasında bilhassa Osmanlı’ya karşı bu denli husumet, bu denli öfke duymak değil ecdadımıza nankörlük etmek asla insanlıkla bağdaşmaz bir tutumdur bu. El insaf, hiç mi elle tutulur kayda değer kıymetlerimiz yokmuşçasına ikide bir Osmanlıya ait her ne var ne yok reddiye döşeyip kökü dışarıda başka akımlara kendimizi kaptırabiliyoruz. Tanzimat’tan bugüne neredeyse hemen hemen denemediğimiz hiçbir yol, yöntem model kalmadı, öyle ki batı patentli modelleri deneye deneye bize bihaller oldu. Ülkemiz deneme tahtasına dönüştürülerekten adeta başıboş serseri mayın misali bir oradan bir buraya sürükleniverdik. Her iş başına gelen yönetici bir bakıyorsun batı patentli eline tutuşturmuş çözüm paketlerle bir bakıyorsun yapılan satıh üstü sembolik değişimleri reform olarak takdim edebiliyorlar. Oysa asıl değişim ilim, teknik ve zihniyette yapılan değişimdir. Epey zamandır malum ülkemiz tarım toplum modundan bir türlü çıkarılamamıştı, yani dünyada birçok ülke sanayileşmesini tamamlayıp bilgi çağına, hatta ötesine sıçrarken ülkemiz ise satıh üstü sembolik değişimleri reform olarak niteleyen idareciler yüzünden tarım toplumu ile sanayileşmiş bilgi toplumu arasında ‘geçiş süreci sancısı’ içerisinde kıvranmıştır habire. Tâ ki; 2002 yılına geldik artık eline suni reçete tutuşturulup gündemi belirlenen ülke değil mesela savunma sanayinde kendi İHA ve SİHA’larını üretecek konumda gündem belirleyen ülke hale nihayet gelebildik. Tabii tüm bunlar onca çamlar devrilip onca yıkılan tüm maddi ve manevi değerlerimiz bir bir tamir edildikten sonra ancak gerçekleşebildi, bir sabah uyandığımızda bir çırpıda asla yüzümüz gülmedi. Bilakis leş kargalarının Türkiye semalarından çekilmesiyle birlikte nihayet aydınlık günlerle yüzleşebildik. Derken Cemil Meriç’in ifadesiyle ‘bu ülke’ kendine yabancı olmayan kendinden yöneticilerini seçme dirayetine kavuşabilmiştir. Ne kadar şükretsek azdır.

Kıymet değerlerimiz

Her nedense modacı denildiğinde abuk-sabukluk akla geliyor. Acaba hiç düşündünüz mü niçin bu gözle bakılıyor diye. Demek ki; bir yerlerde aksayan bir şeyler var ki bu kanaat ortaya çıkmış. Belki de köklerimizle bu denli oynanmayıp geçmişle olan bağlarımız koparılmasaydı, modacı denildiğinde ilk evvela "medeniyet kurucuları" akla gelecekti. Dahası modacı dendiğinde dünü bugüne, bugünü yarına taşıyan, zenginliklerimize kıymet kazandıran medeniyet muştularımız olarak algılayacaktık. Ama gel gör ki, kazın ayağı hiçte öyle değil, bu ülke insanına yenilik getireceğiz kılıfı altında getirdikleri tek şey kökü dışarıda modacılık akımıdır. Dikkat edin akım dedik, niye derseniz çünkü bu ülkede bir zamanlar Mao tipi ceket, Castro tipi sakal veya şapka, Stalin tipi bıyık, Karl Marks tipi sakal, ya da bıyık veya giyim tarzları bizim bariz modalarımız olmuştu. Daha sonraki evrelerde de malum üm dünyada komünizmin çökmesiyle birlikte hızımızı alamayıp bu kez moda diye hippi giyim tarzı, aşırı makyaj, yarı çıplak veya tam çıplak giyim tav olmuşuz. Nasıl mı? İşte bir zamanlar televizyon kanallarında allandıra ballandıra sunulan moda defileleri bunun tipik örneği zaten. Oysa tüm bu satıh üstü sunumlar bu ülke insanına zulmetmekten başka bir şey değildi elbet. Hani şu meşhur son derece gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı Bayburt halkına sunulan cumhurbaşkanı senfoni orkestrasının ardından “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi” denilen hikâyesinde olduğu gibi bu ülke insanından ne istiyorsalar doğrusu anlamış değiliz. Yetmedi halkımıza tepeden bu zihniyet bu ülkenin evlatlarına kimlik krizi denen bir belayı sardılar da. Tabii özümüzle bu denli destursuz bir şekilde oynanırsa Bayburt anekdotunda olduğu gibi böyle manzaralarla karşılaşmamız gayet tabiidir, buna şaşmamak gerekir. Düşünsenize Batının teknolojisini örnek alacağımıza, gitmişiz satıh üstü giyimini, kuşamını, yaşam biçimini almışız. Batının zaten işine gelen bir durum, nasıl olsa tüketim çılgınlığına dayalı bir ekonomiyi kendi kurdukları tekeller, tröstler, holdingler vasıtasıyla kontrollerinde tutmak suretiyle gelsin paralar gitsin paralar şeklinde gözümüzün içine baka baka zenginliklerine zenginlik katmaya devam ediyorlar da. Böylece bu aç gözlülük moda rüzgârı şeklinde batıdan doğuya doğru bir sektör halde yayılabilmiştir. Her ne kadar doğu toplumları batı yakasından esen moda akımı karşısında ilkin direnç gösterseler de, bir süre sonra bir bakmışsın o moda akımının esiri olunabiliyor.

Uyumsuzluk tepki doğurmakta

Modanın toplum tarafından kabul görmesi için, toplumun doku yapısıyla uyuşması gerekir. Zira temel iç dinamiklerle uyumsuzluk tepki doğurabiliyor. Nasıl tepki doğurmasın ki, bir an camii imamına papaz kıyafeti, hakanlarımızın başına fötr şapkası, gömleğine de kravat takıldığını tasavvur edelim, olacak iş mi hiç kuşkusuz böyle bir durumda ne kadar akıl tutulması uyumsuz bir manzarayla karşılaşacağımız muhakkak. Bikere uyumluluk her alanda olmazsa olmaz şart unsur olarak görüldüğü gibi giyim ve kuşamda da durum aynıdır. Hele işin içinde manevi değerler söz konusu olunca mukaddesatımıza herhangi halel getirecek en ufak bir fiili teşebbüs uyumsuzluğu anında toplumun tepkisini karşısında bulur. Nitekim bu hususlarda köyler muhafazakâr tutum takınırken, şehirlerde de tıpkı 28 Şubat sürecinde başörtülü kızlarımızın sivil inisiyatif direnişlerinde olduğu gibi direnç bir tutum sergilenir. Şehirler malum, köylere nispetle sosyal değişmenin en hızlı yaşandığı yerler olmaları hasebiyle kökleriyle bağını koparmama noktasında büyük bir hassasiyet içerisinde direnç göstermeleri son derece gayet tabii bir durumdur. Ama direncinde belli bir noktaya kadar mukavemet sınırı var, bu sınır aşıldığında artık direnme takat kalmayınca kültürel yozlaşma galebe çalabiliyor. Zira sanayileşmiş bilgi toplumları, tarım toplumları gibi statik ve durağan yapıda değillerdir, bilakis daha dinamik daha değişken yapıdadırlar. İşte bu nedenledir ki kırsal alanlar örf ve adetlerin en çok korunduğu veya yaşandığı alanlar olarak tanımlanırken, şehirler ise sosyal ve ekonomik değişikliklerin yaşandığı merkezler olarak tanımlanır. Dolayısıyla bu tanımlardan hareketle şehirlerde kültürel yozlaşmaların önüne geçebilmek için her şeyden önce kültür kodlarımızı gün yüzüne çıkaracak kültür faaliyetlerine hız kazandırmamız lazım gelir. İcabında bu da yetmez iç dinamiklerimizi diri tutmak içinde "sosyal meteoroloji" merkezleri iri ve diri tutmamız gerekir. Aksi takdirde ne kültürel yozlaşmanın önüne geçilebilir ne de sosyal patlamaların önüne sed çekilebilir. O halde neydik edip bir yandan ekonomik sosyal iyileştirmeleri artırırken diğer yandan da kültürel faaliyetlere de hız vermek gerekir ki özümüze dönüşümüz kolay olsun. Zira özümüz sözümüzün garantisi kutsi değerimizdir.

Sosyal Değişim

Gerçektende moda deyip geçmemek gerekir, besbelli ki sosyal değişme alanında en hızlı değişimin yaşandığı sektör moda dünyasıdır. Hele bilhassa büyük şehirlerde moda rüzgârının dalga dalga büyümesi tekstil sektörüne can simidi olacağı muhakkak. Tabii tekstil sektörü kapsamında onca giyim mağazaları arasında tesettür giyimin de kendine yer bulması doğrusu sevindirici bir gelişmedir. Nasıl sevindirici bulmayalım ki, tesettürün tekstil dünyasına girmesiyle birlikte kendi model arayışımız yolunda yeniden özümüze dönmenin bir işareti olarak görmekteyiz. Her ne kadar başörtülü hanımların tesettür giyim mağazalarına ilgi duymaları bazı çevreleri tedirgin etse de artık korkunun ecele faydası yoktur, zira başörtü zulmüyle özdeşleşen 28 Şubat postmodern darbe zihniyeti, başörtü mağdurlarının ahu figanlarıyla çoktan tarihin çöplüğüne gömüldüler bile. Tıpkı bu milli mücadele yıllarında Sütçü İmamla simgeleşen ninelerimizin örtüsüne uzanan elleri tarihin çöplüğüne gömdüğümüz gibi tecelli etmiştir.

Evet, gün gelir 28 Şubat postmodern darbenin o ikna odalarında evlatlarımızın başörtüsüne uzanan o eller ‘Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ misali tarihin çöplüğüne gömülerekten karşılık bulur. Hele şükür geldiğimiz noktada artık başörtülü hanımların üniversitelerde ve her alanda bilgisayarlarının başında pek çok başarılara imza attıklarına şahit oluyoruz da. Üstelik Japon’un kimonosu nasıl ki kendi ülkesinde nasıl moda olarak karşılık buluyorsa, onca badireler atlattıktan sonra artık başörtüsü de Türk’ün kendi öz modası olarak karşılık bulmuş durumda.

Zaten asıl moda da kendimiz olmaktır.

Vesselam.
 

Ekli dosyalar

  • KENDİMİZ OLMAK.jpg
    KENDİMİZ OLMAK.jpg
    6.3 KB · Görüntüleme: 0
Üst