Muhterem ilmin hakkı odur ki karşında kim olursa olsun hakikati beyan etmektir amma maalesef Muhterem Reis Efendi devletlilerin beddua iddialarına karşı çıkamadığı için ilmine rağmen onlarla aynı hataya düştü.İstersen tekrar kaynaklarıyla oku:
Mübâhalenin bir çözüm şekli olduğu, ashap tarafından da kabul edilmiştir; onlar çözümsüzlüğe maruz kaldıklarında, zaman zaman bu yola müracaat etmişlerdir. Nitekim İbn Abbas: "Ben, cariyede zıhar olmayacağı konusunda dileyen kimseyle mübâhalede bulunabilirim."demiştir. İbn Abbas'ın (r.a.) bu sözü, mübâhalenin meşru olduğuna delalet etmektedir.
[FONT=goudy_old_stylebold]Beyhakî, Sünen, 7/383.[/FONT]
Yine İbn Abbas Hazretleri'nin, ferâiz konusunda çıkan bir tartışmada, mübâhalede bulunabileceği rivayeti nakledilmektedir. O bu konuda: "İnsanlar isterlerse biz çocuklarımızı, onlar da çocuklarını, hanımlarımızı, onlar da hanımlarını, kendimizi, onlar da kendilerini ortaya koysunlar da sonra Allah'ın lâ'netinin yalancıların üzerine gelmesini isteyelim!"demiştir.
[FONT=goudy_old_stylebold]Bkz: İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/191; İbn Âbidin, Hâşiyet-ü İbn Âbidin,5/501.[/FONT]
İslâm âlimleri mübâhalenin sadece Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ehl-i kitapla yapmasına has olmadığını, Müslümanların kendi aralarında yapabileceklerini, ashabın en önde gelen fukahasından İbn Mes'ud, İbn Abbas ve başkalarına dayandırarak delillendirir ve sahabilerden pek çoğunun da, aynı şekilde çözüme kavuşturamadıkları ve karşısındakini bütün delillere rağmen ikna edemedikleri konularda, mübâhaleye davet ettiklerini belirtirler.
Nitekim önemli İslam âlimlerinden İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye de mübâhalenin Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ehl-i kitapla yaptığı özel bir muamele olmadığını belirterek, böyle bir meşruiyeti, "Necran hadisesinden çıkarılacak dersler" başlığı altında şu gerekçeye bağlar: "Allah Teâla Resûlüne, "Senden sonra ümmetin için mübâhale geçerli değildir." dememiştir. Aksine Resûlullah'tan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra İbn Abbas Hazretleri, füruata ait konularda bile mübâhale yapmıştır. Bunu da ashaptan hiç kimse yadırgamamıştır. Meselâ İmam Evzai Süfyan es-Sevri'yi namazda ellerin kaldırılması konusunda mübâhaleye davet etmiş ve buna da kimse karşı çıkmamıştır.
[FONT=goudy_old_stylebold]İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd, 3/561.[/FONT]
Hadîste önemli bir yeri olan İbn Hacer el-Askalani de: "İnsanlar arasında herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıktığında, bütün deliller de ortaya konduğu hâlde, muhalif olan kimse kendi düşüncesinde ısrar ediyorsa, karşı tarafın onu mübâhaleye davet etme hakkı doğar." diyerek, böyle bir ilkeyi, İbn Abbas (r.a.) ve daha sonraki fukahadan İmam Evzai gibi simaların uygulamalarına dayandırır.
[FONT=goudy_old_stylebold]Bkz: Askalânî, Fethu'l-Bârî, 7/697.[/FONT]
Müteahhirûn Hanefi fukahasından İbn Âbidin de, mübâhalenin, mülâane mânâsında olup, günümüzde de meşru olduğunu bildirerek, bunun aslının Âl-i İmran Sûresi 59-62 âyetlerine dayandığını belirtir.
[FONT=goudy_old_stylebold]Bkz: İbn Âbidîn, 2/541, 589.[/FONT]
Konuyla alâkalı Cemalüddin el-Kâsımî, Mehâsinu't-Te'vîl adlı eserinde Allame Devvâni'nin, Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra mübâhale'nin caiz olup-olmamasıyla alâkalı müstakil bir eser yazdığını, bu eserinde konuyu, âyetler, hadîsler ve müctehidlerin görüşleri doğrultusunda ele aldığını söyler ve netice itibariyle bunun caiz olduğunu belirtir. Aynı zamanda bu eserde mübâhalenin hangi şartlarda caiz olduğunun çerçevesi de belirtilmiştir. Buna göre, mübâhale yapılabilmesi için, üzerinde uzlaşılamayan hususun, meşru, önemli ve taraflarca da çözüme kavuşturulamayan bir özelliğe sahip olması, mübâhale yapılmadan önce, delillerin ortaya konulmuş, bütün şüphelerin ortadan kaldırılmış ve bütün gayretin sergilenmiş olması gibi detaylara da girilmiştir.
[FONT=goudy_old_stylebold]Bkz: Kâsımî, Mehâsinu't-Te'vîl, 2/330.[/FONT]
[FONT=goudy_old_stylebold]Hattâ İslâm âlimleri mübâhaledeki duanın kabul şartlarına varıncaya kadar üzerinde durmuşlar, buna dâir bazı ilkeler de belirlemişlerdir: Bunlar: Niyetin samimi olması, sadece hak düşüncesinin esas alınması, bütün gayretin ortaya konarak delillerin güçlü olarak karşı tarafa anlatılmış olması, samimi kimselerin mübâhalede dua etmesi, sonuna kadar bütün şartların zorlanmış olması, mübâhalenin Müslümanların çok hayatî bir meselesiyle ilgili olmuş olmasıdır.
[/FONT]Hocaefendi’nin duası, mübâhele ve mülâane olarak görülse bile burada üç husus çok önemlidir: Birincisi, Hocaefendi önce kendisini ve gönüllüler hareketini de işin içine katarak dua etmiş, sonra muhataplarını zikretmiştir. İkincisi, isimler üzerinden değil sıfatlar üzerinden dua etmiştir. Öyleyse kim bu sıfatlara sahipse, o duaya muhataptır.Üçüncüsü, bu duayı etmeden önce Hocaefendi yıllarca bütün aklî ve naklî delilleri ortaya koymuş, fakat muhataplar delilden anlamayınca, bütün büyüklerin yaptığı gibi, o da halini Allah’a arz etmiştir. Nitekim hem mübâhele ayetinde Efendimiz’in hem de mülâane ayetinde zikri geçen sahabinin, delilleri ortaya koyduktan sonra başka çareleri kalmamıştır.Kur’an’da zulmeden, haksızlıkta direnenlere karşı peygamber duaları zikredilmektedir. Misal olarak, Nuh Suresi baştan sona kadar okunabilir. Bu surede muhataplar, inkâr edenler olsa da bazen mü’minlerle mü’min olmayanlar, zulüm ve haksızlık gibi aynı sıfatları taşıyabilirler. Allah isimlere göre değil, sıfatlara göre muamele eder.
Duada bahsedilen sıfatlara sahip olmayanlar, bu duadan rahatsız olmamalı. Fakat üzerinde bu sıfatları fazlasıyla taşıyanlara gelince onlar da Allah’tan korkmalı; devletin, milletin malını deniz gibi görmemeli; masum niyetler, masum dualar, masum gayretlerle inşa edilmiş bir hizmetin önüne geçmeye çalışmamalı; halisane hizmet edenleri ezilecek civcivler gibi görmemelidirler. Unutmamalıdırlar ki, mazlumun sahibi Allah’tır.