Müzik dağarciğimiz

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
MÜZİKDAĞARCIĞIMIZ
ALPEREN GÜRBÜZER


Müzik en az insanlık tarihi kadar eski ve bir o kadar da kadimdosttur. Bu yüzden soluğunu derinlerde aramak gerekir. Kökleriöylesine derin ki, anne karnından ağlama inlemesiyle dünyayagelen bir bebek uyuyacağı zaman bile ninni müziği eşliğindeuyumaktadır. Buna şaşmamak gerekir, besbelli ki yaratılıştabezm-i elest’e ruhlar toplandığında Yüce Allah; “Ben sizinRabbiniz değil miyim” çağrısı kıyamete kadar tüm doğacakçocukların ruh dünyasında ilahi ses olarak yer etmiş gözüküyor. İşte bu sese özlem duymanın bir neticesi olarak dünyada tümicra edilen enstrümanların bezm-i elest kaynaklı olduğunusöyleyebiliriz. Madem öyle, bezm-i elesti hasretle yâd etmeanlamında ağlama ve ninni seslerin tümüne müzik dersek yeridir.Tabii, Âdemoğlu bunla da kalmadı, anayurt cennetten dünyaya ilkadım attığında sayısını bilemediği nice seslerin ortasındabuldu kendini. Öyle ki, her işittiği sesten kendince manaçıkarmaya çalıştı da. Derken cümle âlemde yankılanan hernesnenin bir ses ya da bir nefes olduğunu fark etti. Bundan dahasıkendi vücut kafesi içerisinde kalbine nakşedilmiş “Lafza-iCelal” ismi şerifince ve “Yere göğe sığmam müminkulumun kalbine sığarım” buyruğunca “Allah, Allah” diyetempo tuttuğunu (zikrettiğini) idrak etti.İcabında sükûtun bir lahza kelam olduğunu fark edip sükûtlehçesini ikrardan saydı. Öyle ya, madem dokunulan her şeyde birtılsım var, hem madem bu tılsım daha henüz konuşmayabaşlamadığımız sükût deminde doğmuş, o halde daha neduruyoruz gelin hep birlikte 'dem bu dem' deyip kendimizdengeçelim.
Evet, kâinat aşk üzerine yaratılmış, makamda aşk üzerinebestelenmiş, derken 'aşk olmadan meşk olmaz' gerçeğiyleyüzleşmişiz. Nasıl yüzleşmeyelim ki, bakın ecdadımız aşkgarip kalmasın diye müzik eğitimi veren meşkhâneler, yanibugünün diliyle konservatuarlar kurmuşlar bile. Madem öyle, bufani dünyada aşkı meşk, meşki aşk eylemeli ki; sevgilininbakışında makam ve usulünce aşkın gözyaşı çağlayabilsin.Olmadı, tıpkı meşkhânelerde (Mehterhâne, Mevlevihane,Enderun, mûsikî esnaf loncaları vs.) olduğu gibi her türdenenstrümanlarla üflemeli ki, aşk ziyan olmasın. Zaten aşkınasıl kıyıp ta ziyan ediliriz ki, bir kere aşk tarifi imkânsızbir haldir ki, gönülleri fethettiğinde;
—‘Yere göğe sığmam, mümin kulumun gönlünesığarım’ ilahi buyruğunca gönle üflenen 'ney' olur da.
—Âlem-i emirden gelen tılsımla yol alan erenler yücemakamlara edeple vardığında usulünce lütufla dönüşü vukubulur da.
—Seveni sevilenden ayırmaya her kim kalkışırsagönül ferman dinlemez buyruğunca gönül galebe çalar da.
—Yaşanılan şu dünyayı fani bilip kâlûbelâ’da verilen o sözü hatırlayanların gönlündesevgililer sevgilisine olan hasret hissi tutuşur da.
Malum, aşk ne kalemle ne de kitapla izah edilebilir, aşk ancakyaşanıldığında hissedilebilecek bir tutkudur. Bu yüzden aşktamana aranmaz, illa bir anlam yüklemek gerekiyorsa seveni sevilene,sevileni sevene mest eden nağmelerin dizelerine bakmak kâfidir.Baktığımızda, her nefesin nağmeyle nağmeleşip 'Hûş derdem’i soluduğu görülür de. O halde öyle derin bir nefesalmalı ki, her nefes gönül bestesi olsun ve her nefes alışımızbizi Hakka vardırsın.
Şu bir gerçek; duygular sese dönüşürken, seste notayla veçhekazanır. Öyle duygular vardır ki; kelimeler anlamlandırmaktanaciz kalırken, ses ise kelimelerin tam aksine bir duygu eşliğindecoşar da. Bu yüzden sesle tıpkı bir ressamın renklerle oynadığıgibi oynamak gerektir. Yeter ki, ses hakkıyla icra edilsin, bak ozaman müziğin ana sütü gibi işlenmiş pak maya olması bir yana 'müzik ruhun gıdası' sözü gerçek anlamda mana kazanırda. Nitekim müziğin dergâhlarda dervişleri cezbe ve aşkagetirmesi bunu doğrular da. Öyle ki ruhu terennüm eden her güzelbir ses (müzik) ilahi tefekküre vesile olmanın ötesindeŞeb-i Arûsa yol aldırırda. Şayet bir müzik ruh âlemindeyankı bulmuyorsa, anlayın ki, o müzik kuru gürültüden başkabir şey değildir. Bakın, batı eşyanın esaretine girdiğigünden bu yana icra ettikleri her tür müzik eskisi kadar ruhdünyalarında yankı bulmuyor. Nasıl bulsun ki, bir kere dünyevive şehvani arzularına yenik düşmüş durumdalar. Müzik artıkonlar için sadece bir kur gürültü ve eğlenme aracıdır. Her nekadar icra ettikleri müziğin köklerini kilise kaynaklı olduğunusöyleseler de, kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis icraettikleri müzik hiç kuşkuya mahal bırakmaksızın çılgıncaraks eşliğinde habire tepinip durmaktan başka bir şey değildir.Oysa boşa tepinip duruyorlar, dedik ya bugünkü çok sesli çalgıaletlerle tempo tutturdukları müzik kuru gürültüden başka işeyaramıyor. Böyle devam ederlerse oldukları yerde daha çokdebelenip duracaklardır. Aslında batı müziği on iki perdelikenstrüman üzerine kurulu bir müziktir. Bu demektir ki, bu on ikiperdede olmasa ortada müzik adına bir şey kalmayacak gibi.
Peki ya bizde durum vaziyet nasıl? Çok şükür bizimmüziğimizin böyle bir sıkıntısı yok, nasıl olsun ki, birkere bizim illa da çok sesli enstrüman olsun diye bir derdimiz yokki, bize tek başına insan sesi yetiyor. Bakın, Ezan-ıMuhammedi tek başına bunun en çarpıcı örneği zaten. Din’imusikimiz deseniz, o da malum kendi içinde cami ve tekke musiki diyeneşvünema bulmuş bile. Her iki tür arasında şöyle mukayeseyaptığımızda tekke müziğinde sesin yanı sıra enstrümanın(def) varlığı göze çarparken, cami musikisinde ise sadece sesinvarlığı gözlenir. Sonuçta ister defli, ister defsiz olsun farketmez her iki türde din’i kökenli ya, bu yetmez mi? Hiç kuşkusuzilahi soluk alma her şeyin üzerinde bir değerdir. Ama ne var ki;Bilal-i Habeşi'nin müezzin olarak seçilmesinde ki o ince değerianlayamamanın ortaya koyduğu tabloda, minarelerden yankılananezanların hangi vakte göre değişik makamlarda okunmasıgerektiğini fark edemeyecek haldeyiz. Öyle ki, değişik makamlarınolabileceğinden bihaberiz de. Hadi biz neyse de, müezzinlere nedemeli, gelinen noktada acaba ezanı vaktinde makamınca okuyanmüezzinimizin sayısı kaçtır? Belki de saymaya gerek yok, her şeyortada beşparmağın beşi geçmeyecek derecededir. Tabi durumvaziyet bu olunca minarelerimizde yankılanan salaların cuma salasımı, cenaze salası mı, haber salası mı, sabah salası mı, doğrusu ne okunuyor belli değil. Sadece tek tip sala bellenmiş ookunuyor, şayet buna da sala denirse. Kaldı ki, dini müzikte bileçeşitlilik söz konusudur. Hele bu çeşitlilik içerisinde endikkat çeken bir ilahi türü var ki, o da malum Ramazanilahisinden başkası değildir. Bilhassa Ramazan ayının ilk onbeş gecesinde “Merhaba Ey Şehri Ramazan merhaba” ilebaşlayıp, son on beş gecesinde ‘Elveda Ey Şehri Ramazanelveda’ ile yâd edilip uğurlanarak bestelenmiş ilahilermüminlerin gönlünde yankı bulur da.
Bir kere gelecek kuşakların bilmesi açısından şunu dilegetirmekte fayda var; Türk müziğinin en büyük bestekârlarıHammamîzâde İsmail Dede Efendi ve Zeynel Abidin’dir. Bakmayınsiz onların öyle imam ve müezzin olmalarına, onlar imam vemüezzin olmanın ötesinde besteleriyle de tüm müzisyenlere ilhamkaynağı olmuş müzik dehalarımızdır. Öyle ilham olmuşlar ki,mesela Hafız Post ve Itri'den tutunda daha nice birbirinden kıymetliustadlar bu ırmaklardan beslenip bize ışık saçmışlar bile.
Müziğimizin kendine has sound’u, yani ses tonu ve melodisininvarlığı o kadar dikkate şayan ki; yediden yetmişe her mizaçtaninsanı derinden etkileyebiliyor. İşte müziğimizin bu etkileyicitarzıdır ki:
Yeri gelmiş kâh padişahlarımızı dinlendirip sarayda 'KlasikTürk müziği'nin doğmasına vesile olmuş, yeri gelmiş savaşöncesi kâh askerimizi coşturup 'Mehteran orkestrası' sahnealmış, yeri gelmiş kâh halkımızın yüreğini dağlayıp 'HalkTürküsü' olarakTürkiye kilimine nakşolunmuş, yeri gelmiş kâh dervişleri dergâhlarda raks ettirip 'ilahimüzik' olarakgök kubbede yankılanan hoş sedaolmuştur.
Hiç kuşkusuz bu sıraladığımız müzik türleri arasında endikkat çekeni Klasik Türk müziği ve İlahi müziği dersekmaksadımızı aşmış sayılmayız. Bakın, her iki türdeçağların yıpratamayacağı bir dayanaklıkla bugünleregelebilmiştir. Nasıl gelmesin ki, her iki türde Horasankaynağından beslenmişlerdir. Mesela, Mevlevilik bunun en tipikmisalini teşkil edip bu anlamda ilahi müziğin Anadolu’yataşınmasında en büyük aracı rol üstlenmiştir. Keza mehteranmüziğine baktığımızda ise, bu konuda Prof. Dr. Osman Turan'ınTürk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi adılı eserinde şöyle bir ifadegeçmektedir; “Padişahın huzurunda on iki makam, yirmi dörtşube, yirmi dört usul, kırk sekiz musiki fasl edilip padişahmesrur olur, askeri ise cenge kaldırırdı. Mehteran’ın heybetlimüziği Beethoven’in senfonisine ve Mozart’ın Türk marşınagirip ihtişamını göstermiştir.” Evet, bu ifade müthiş vekayda değer bir tespittir. Düşünsenize mehteranda ki o coşturucuusul ve vuruşlar iki zamanlıdan başlayıp yüz yirmi zamanlıyakadar devam eder de. Sadece mehteran mı, elbette ki hayır,mehteranla birlikte tüm müzik türlerini birlikte ele aldığımızdabeş yüz civarında makamın varlığıyla karşılaşırız. Buarada müzik notalarının matematiksel mantık dizilimine dayandığıgözlerden kaçmaz da. Böylece bestekârlarımız bu matematikselnota donanımı sayesinde beynin sol lobunuçalıştırmaktapek zorlanmazlar. Yetmedi bestekârlarımız bu arada beynin duyguyüklü sağ lobunu da harekete geçirip bam teline dokunduklarındamüziğimizin o müthiş şaheser yüzü gün yüzüne çıkar da. Hele şöyle tarihin derinliklerine inip bir baktığımızdanerelerden nerelere gelmişiz gerçekten hayrete şayan gelişmelerkaydettiğimiz aşikâr. Şöyle ki;
İslam öncesi dönemimizde Orta Asya’da kopuz çalıpTürkü söyleyen ozanlarımız vardı. Tabii kopuz kopuzluğuylakalmayıp bir başka enstrümana kapı aralamıştır. Derkenmüziğimiz Orta Asya’dan kök salıp Göktürklerden BüyükSelçukluya, oradan Osmanlı’ya devir olunarak bugünleregelinmiştir. Hele dokuzuncu yüzyılda Orta Asya'da bir Farabi’mizvardı ki; onun ışığı günümüze kadar uzanmışta. İlginçtiro aydınlık dönemlerde müzikoterapi yöntemiyle hastalariyileştirilmeye çalışılmış bile. Zaten, o dönemde bir YunanMedeniyeti, bir de Türk medeniyeti vardı. Bu demektir ki, klasikmüziğin başlangıcı dokuzuncu yüzyıla dayanmakta. Mesela,Selçuklu’da Osmanlı’nın Mehteranına benzer Mevbethanesivardı. İyi ki de varmışlar, bu ikili orkestra Selçukluyakartal kanat ve Osmanlı’ya adeta can suyu Nizam-ı âlem olmuştur.Nasıl ki; Süleymaniye ve Selimiye iki eşsiz şahika eserimizse veyine nasıl ki tuğra ve fermanlar iki eşsiz yazı sanatımızsa,aynen öyle de ister Mevbethane olsun, ister Mehteran olsun farketmez her ikisi de tarihin en eski şaheser orkestraları olarakmührünü vurmuşlardır. Tabii bu mühür; saray ve ordugâhlardasınırlı kalmamış, tekkelerde dervişleri cezbelendiren ilhamkaynağı da olmuştur.
Peki, bu ilham kaynakların nefes pirleri kim? Hiç kuşkusuzengin müzik dağarcığımızın baş orkestra nefesleri (şefleri) Dede Efendi, Hafız Post ve Itri gibi mümtaz müzik pirlerimizdenbaşkası değildir. Bu müzik pirlerimiz yeri gelmiş bir aradabulunmuşlarda. Bilhassa bunlar arasında Zeynel Abidin EfendiKur’an-ı Kerimi okuduğunda, kıraatin hakkını veren bir zattır. Hakeza Hammamîzâde İsmail Dede Efendi ise Zeynel Abidin'e eşlikedip sarayın baş müezzini bir başka engin dehamızdır. Mademöyle, şimdi bir an kendimizi Zeynel Abidin Efendinin yerine koyuparkamızda saf tutmuş bu işin şuurunda beste yapabilecek düzeyeerişmiş bir padişah, bir baş müezzin Dede Efendi ve diğermüezzinlerin olduğunu düşünün. Sanırım hiç kimse böyle birhalde imamlık görevini yapmak istemez, ama o her şeye rağmenomzunda taşıdığı büyük sorumluluk gereği teravih namazıkıldırmaktan geri durmayacaktır. İyi ki böylesi başnefeslerimiz var, bu sayede Selçuklu coğrafyası vatanlaşırkenOsmanlı coğrafyası da cihangirleşmiştir. Ancak öyle bir dönemgelmiş ki, müzik anlayışımız artık din'in dışında vedin'in içinde (cami ve tekke musikisi) iki ana eksenüzerinde bir yol takip etmiştir. Neyse ki, bu yol ayrımındadini eksen üzere yol takip eden tekke musikisi sırf ilahiyleyetinmeyip semazen usulü bir tarzda ortaya koymuştur.Bilhassa bunda Mevleviliğin katkısı çok büyüktür. Tabii dahabaşka tarzlarda sahne almıştır. Şöyle ki, gün gelmişmüziğimizi yastığımıza kılıf yapıp kimler tarafındanbestelendiği bilinmeyen Türk Halk müziği adında halkınortak duygu seli diyebileceğimiz bir müzik ortaya çıkıpdamgasını vurmuşta. Öyle ki, bugün olmuş Türk halk müziğihalkın yüreğine merhem olduğu içindir saf duruşuyla hala dimdikayaktadır. Yeter ki, bu saf yürek aşağılanmasın daha niceyıllar Türk Halk Müziğinin ve diğer yerel müziklerin değerinedeğer katacağına inancımız tamdır. Bu arada şuna dikkatetmekte fayda var, yurdun dört bir yanında değişik lehçe veenstrümanlarla icra edilen Halk Türkülerini birbirineharmanlamaya gerek yoktur, aksi halde sapla saman birbirine karışmışhalde orijiniyle oynanmış olacaktır. Dolayısıyla orjinaliyleoynayanlara müsaade edilmemelidir. Hani meşhur bir söz vardır ya'meyve dalında güzeldir' diye, aynen öyle de her yörenin müziğide kendi yöresel dalında güzeldir.
Tolstoy bakın ne demiş; ‘Bir toplumu tanımak için önce oülkenin müziğini dinlemek yeterlidir.’ İşte, bu güzelveciz sözden hareketle bu toprağın bağrından çıkmış KlasikTürk müziği ve Türk Halk Müziğini tanıtmak hepimizin bir boyunborcu olmalıdır. Ancak tanıtım yaparken kaynağını belirtmektefayda var. Zira Bekir Sıdkı Sezgin bir gün yurt dışında konserverdiğinde yabancı dinleyiciler:
— Bu müzik Türk musikisi mi? diye sorduklarında;
—Evet, diyerek geçiştirmek istemiş ama tabii bu cevapkarşısında yabancılar şaşkınlıklarını gizleyemeyip;
— Nasıl olur, yoksa Türkiye’yi biz mi tanıyamadık?
Bunun üzerine Bekir Sıdkı Sezgin 'evet' dediğine bin pişmanolduğunun itirafını şu ifadelerle dile getirir:
—Aslında şu an seslendirdiğimiz eserler Osmanlı dönemine aitbeste eserlerdir.
Derken bu itiraf karşısında yabancı konuklar:
— Ha! Şimdi oldu, Osmanlı dedikten sonra artık ortada meselekalmamıştır derler. Ve böylece unutturulmaya çalışılanOsmanlı yabancıların bulunduğu mecliste bir kez daha gün yüzüneçıkmış olur.
Evet, güneş balçıkla sıvanamaz, Osmanlı ne kadar unutturulmayaçalışılsa da bir şekilde bir yerlerde kendini gösterebiliyor.Madem öyle, tarihimizle yüzleşmekten korkmamak gerekir. Dışarıdahangi tür müzik icra edilirse edilsin çok büyük beğeniylekarşılık buluyor zaten. Hele semazenlerimizin gösterisiyediden yetmişe cümle âlemi hayretler içerisinde bırakacakniteliktedir. Evet, müzik dağarcığımızın kökü derinlerde vebir o kadarda zengin ezgilerle dolu, ama ne var ki zenginliğimizinfarkında değiliz. Her ne kadar batı müziği bizim kadaretkileyici tonda olmasa da aynı şeyleri onlar içindesöyleyebiliriz. Yeter ki, doğu ve batı ekseninde birbirimize önyargı ile yaklaşılmasın, bir kere kendi toprağında doğan hangitür müzik olursa olsun sonuçta başka kültür coğrafyalarınenstrümanlarını bir şekilde etkileyebileceği gerçeğini gözardı edemeyiz. Bakın, Mısır ezgileriyle Türk müziğininezgileri Orhan Gencebay’ın müzik dağarcığında harmanlanıpadına arabesk dedikleri müzik ortaya çıkmıştır. Fakat gel görki, bu tür müzikler TRT'nin o dönemlerde tek tipçi müzikanlayışı engeline takılmıştır. Ancak o dönemin resmimakamları bu müziği arabesk yaftasıyla yasakladıkça halktainadına dört elle sarılıyordu. Derken arabesk dedikleri müzikhalk nezdinde en çok dinlenen müzik konuma gelmiştir. Düşünsenize, Orhan Gencebay o günden bugüne hala halkıngözde sanatçısıdır. Besbelli ki arabeskin halk tarafındantercih edilme sebebi halkın yaşadığı sosyal, kültürel veekonomik yapısıyla alakalı olması bir yana, çilesiz bülbülünötmeyeceği de bir başka gerçek payıdır. Sonuçta bu müzik hernedenle doğmuş olsa da 1940’dan bu yana kırsal kesimdenşehirlere göç etmiş yoksul halkımızı ortak çile paydasındabuluşturan bir müzik türü olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.Kaldı ki, bugün geldiğimiz noktada bile bu müzik türü halaetkisini sürdürmekte. İyi ki de etkisini sürdürmekte, bu aradaülkemizin bilhassa 2002 sonrası hızla gelişmişlik kaydetmesiylebirlikte zengin bir müzik yelpazesine yelken açtık ta. Yetmedi, bu topraklarda doğan her tür müzik icabında Eurovisionyarışmalarında başka ülkelerin dikkatini çekecek halegelmiştir. Hatta kimi zaman müziğimiz, onların diliyle de icraedilmiş olsa da bu böyledir. Ama şu da var ki, müziğimizinkimi zaman batı diliyle icra ediliyor olması Türk müziğininorijinalinden sapmaya onay verdiğimiz anlamına gelmez. Asıl bizimonay vermeyeceğimiz husus batı müziğinin halka bir seçkinlikunsuru olarak dayatılma gerekçesidir. Hani derler ya 'meyve dalındagüzeldir' diye, o halde hiç durduk yere yüzde yüz dış kaynaklıenstrümanları kendi öz müzik dağarcığımıza aktarmayakalkışmak faydadan çok zarar getirir. Çünkü her ülkeninmüziği kendi yerinde kıymetlidir. Yine de hangi müzik türündenhoşlanırsak hoşlanalım bu hoşlanmışlık bizim dışımızdakileriötekileştirmeye yol açmamalı, bilakis karşılıklı saygıçerçevesinde ve had hudut bilerek can kulağıyla birbirimizidinlemek gerektir.
Malum, şiir olsun, müzik olsun fark etmez her iki ezgi türü deİran taraflarından toprağımıza taşınmış durumda, amagelinen nokta itibariyle her iki türde İran’la olan bağlantısınıkoparıp halkın havasına bürünmüştür. Aslında bizimitirazımız müziğin hangi kökten olduğuna değil, bir takımhalktan kopuk kesimlerin icra edilen müziğin başına “Türk” ibaresi koymak suretiyle güya bizi temsil ettikleri görünümüvermelerinedir. Onlar bizi temsil ettiklerini düşüne dursunlar,bakın günlerden bir gün Piyano Hocası Azeri Profesör gitmişolduğu Klasik Türk Müziği konserinde bağlama, kabak, kemanegibi sazların olmadığını görünce “Klasik Türk müziğibu olamaz” şaşkın hali gözlerden kaçmaz, bunun üzerineetraftakiler bunu şu sözlerle kamuflaj etmeye çalışıp;
— O söz konusu enstrümanlar müziğimizin folklorik kısmınaait temalardır, demişlerdir.
Tabii karşılarında bu işin uzmanı Azeri Hoca var yutar mı? Vecevaben şöyle der;
— Madem öyle konserinizin ismini değiştirseniz daha mantıklıolmaz mı? Çünkü icra ettiğiniz müzik; Klasik Türk Müziğideğil ki, sunduğunuz düpedüz batı müziğidir. Böylece AzeriProfesör; Bach, Mozart, Beethoven müziği olduğunu belirterekfoyalarını ortaya sermiştir.
Musiki öyle paha biçilmez değerdir ki; Osmanlı şemsiyesi altındayekpare olan topluluklar özgürce icra ettikleri mensup olduklarıdin'in gereği olarak kilise veya cami kökenli müzikle iç içeyaşamışlardır. Ama gün gelmiş Türk müziğini Saray musikisi,Klasik müziğini de Türk sanat müziği olarak nitelendiripbirbirine zıt kutupmuş gibi lanse etmişiz. Oysa Klasik Türkmüziği tüm diğer müzikler gibi sarayın himayesinde boyvermiştir hep. Vaktaki Tanzimat'la birlikte batılılaşmahareketlerine bulaşıp Cumhuriyet dönemini de kapsayan bir sürecegirmişiz, işte o zaman Klasik Türk müziğini icra eden kurumlarınkapatılışına ve yok edilişine şahit olduk. Sadece kapatılsayine gam yemeyiz, adına bile tahammül edilememiştir. Bakın buhususta Ahmed Hamdi Tanpınar ne diyor; “Hâlbuki Türk musikisihiçte böyle bir akıbeti hak etmiyordu.” Evet, bu sözlerklasik müziğimizin düştüğü acı dramın bir göstergesidir.
Gerçekten de öyle bir acı tabloyla karşı karşıya kaldık ki, İstanbul’a gelen turistler dükkânlardan sokağa taşan müziğekulak verdiklerinde böyle bir tarihi dokuya sahip Türk insanınınmüziği bu olamaz dercesine hayretler içerisinde kalabiliyorlar.Tabii turistler bilemezdi Tanzimat'tan bu yana köklerimizdenkoparıldığımızı. Düşünsenize geçmişten bugüne kültüreldeğerlerimizi yok etmek için önce tarihi bestelere el uzatmaklaişe başlanılmış, sonrasında besteler dört satıra indirilmiş,en son gelinen noktada ise iki satırlık nağmeler içerisineserpiştirilmiş nakaratlar müzik diye piyasa sürülmüştür. Aslında Türk halkına reva görülen bu müzikte avazının çıktığıkadarıyla bağırmanın müzik olduğunu belletmek vardır. Oysamüzik bağırmak demek değildir, biz bu hallere düşmemeliydik,neydik ne olduk. Gerçekte Türk müziği genel hatları itibariyle;“klasik, folklorik, askeri ve dini musiki”olmak üzere dört başlıklı müziktir. Maalesef her yükselişindüşüşünde olduğu gibi müzikte de Sultan Mahmud dönemindekurulan Mızıka-yı Hümayun’la düşüş süreci vuku bulmuş,daha sonra Mehteran ve Enderun’un kapısına kilit vurularak budüşüş süreci hız kazanmıştır. Derken Cumhuriyet döneminegeldiğimiz süreçte ordumuzda sembolikte olsa bir müzisyengeneralin olmadığı noktaya demirledik. Düşünsenize TürkSilahlı Kuvvetler bünyesinde hemen hemen her branş var, sözkonusu müzik olunca bundan mahrumuz, elde avuçta kala kala bir tekCumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası kaldı, onun da akıbetimeçhul. Hani bizim bir meşhur Bayburt hikâyemiz var ya. İşte ohikâyenin yaşandığı bir zaman diliminde Bayburt’ta senfoniorkestrayı icra ettiklerinde Bayburt halkına nasıl buldunuz diyesormuşlar. Tabii verilen cevap çok manidardır: “BayburtBayburt olalı böyle zulüm görmedi.” Evet, köklerdenuzaklaşılırsa böyle beklenmedik cevapların gelmesikaçınılmazdır. Gerçekten de Cumhurbaşkanlığı köşkündeTürk Halk Müziği korosunun olmaması düşündürücü durumdur.Yeri geldiğinde cumhurun halk olduğunu der övünürüz, amagereğini yapmayız. Neyse ki, Rahmetli Turgut Özalköşkte tasavvuf müziği çaldırmakla bir ilki gerçekleştirmiştir. Bu arada Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'ın da hakkını yememekgerekir, onlarında bu anlamda öze dönüş gayretleri inkâredilemez. Ki, her üç cumhurbaşkanımız da biliyordu ki; müziğinkaynağı Horasan Erenlerin nefesinde gizli, o halde bu nefes niyeköşkten uzak tutulsun ki. Zaten köşke de bu nefesten ilham alıpyeniden öze dönmek yakışır. Hele halkın Cumhurbaşkanını ilkkez seçmesiyle birlikte yeni köşk anlayışımız daha da biranlam kazanıp, Cumhurbaşkanlığı Külliyesine dönüşmüştür.Böylece gerçek anlamada halkı temsil eden bir makam görünümüvererek Selçukluyu hatırlatan mimarisi ve birde camisiyle yüreklereadeta su serpmiştir.
Tabii bunlar güzel gelişmeler, ama daha yapılacak çok iş var, bakın adına Milli Eğitim Bakanlığı demişiz, ama hala bu günolmuş müzik dersi okullarda kırk beş dakikalık sürelerlegeçiştirilen konumdadır. Düşünsenize bir zamanlar rahmetli Özalöncesi Türkiye’de TRT’ye mahkûm kaldığımızdönemleri hatırladığımızda okullarımızın düştüğü buiçler acısı halini pekte garipsemiyoruz. Buna rehavet mi desek, ya da alışılmışlık mı desek, her neyse ortada asıl anormalbir durum var ki, o da malum, toplumun aynası olan müziğin halakendi öz yurdunda parya halde garip kalmasıdır. Hele bu aynakırılmaya dursun, bir daha özümüze dönmek mümkün olmayabilirde. Şayet tarihimiz ve kimliğimizle yüzleşmek diye bir derdimizvarsa bu aynayı göz bebeğimiz gibi korumamız gerekir, bunamecburuz da.
Köklerimize baktığımızda öyle anlaşılıyor ki, müzisyenlerimizin büyük çoğunluğu din adamlarıdır. Itri’denDede Efendiye kadar bir dizi kıymetlerimiz bunun tipikmisalini teşkil ederler. Bugün gelinen noktada ise eski müziktenhiç eser kalmamış gibi, oysa eskinin birikimini geleceğe aktarmakve bu arada batı müziğinin imkânlarını da kullanmak yerindeolurdu. Maalesef bu yapılamadı, dahası yapılmak istenmedi. Tabiisonuç ortada, gerçek anlamda musiki ustalarından yoksun haldeyiz.Ne zaman ki fason değil, hakiki musiki üstadları yetiştiriliphalkın aynası yapılır, işte o zaman müziğimiz maziden geleceğekanat çırpması an meselesidir diyebiliriz.
Velhasıl; müzik ruhun gıdası demekle mesele bitmiyor, onuyeşertmekte gerek, ancak doğru mecrasında işletilmek kaydıyla.
Vesselam.


http://www.bayburtpostasi.com.tr/muzik-dagarcigimiz-makale,7179.html
 
Üst