dedekorkut1
Doçent
NEBİ VE RESUL
SELİM GÜRBÜZER
Peygamberlik makamı beşeri taifesine has Allah vergisidir elbet. Malum, cin taifesinden hiçbir peygamber tayin edilmemiştir. Bu demektir ki, peygamberlerde bizim gibi beşer sınıfından olup cinsiyet bakımdan ise erkektirler. Keza beşeri sınıftan hemen herkesin başına gelebilecek sıcaklık ve soğuktan etkilenme, hastalık, susuzluk, çile çekme gibi pek çok fiziki hadiseler peygamberler içinde vakidir. Düşünsenize beşeri sınıf içerisinde peygamberlik makamı en üst mertebe bir makam olmasına rağmen hiçbir peygamber asla el bebek gül bebek bir hayat yaşamamışlardır. Bakınız şöyle insanlık tarihine en çok çileyi peygamberlerin çektiğini görürsünüz. Öyle ki, peygamberlerden kimi testere ile biçilmiş, kimi ateşe atılmış, kimi zehirlenmeye maruz kalmış, kimi de şehit edilmiştir. İlginçtir onca çilelere maruz kalmalarına rağmen fiziki heybet hallerinden hiçbir şekilde kayba uğramamışlardır. Her hal ve şartta Yüce Allah’ın koruması altında onların görünümlerinde ne bir çirkinlik hali, ne bir bitkinlik hali, ne bir miskinlik hali, ne bir ürkeklik hali, ne de elden ayaktan düşmüş yatalaklık bir hal vaziyet görülmüştür. Delil mi? İşte Hz. Eyyub (a.s)’ın vücuduna kurtçuklar musallat olduğu halde onu bu halde görenler ondan asla tiksinip kaçar hal vaziyete girmemeleri bunun en bariz delilidir zaten. Ancak bu delilin aksini savunan hepinizin tahmin etmekte güçlük çekmediği malum Yahudi tayfası da var. Baksanıza adamlar tarihten bugüne tüm insanlığın hafızasında öyle unutulmaz kötü izler bırakmışlar ki, hangi taşı kaldırsan altından hep onlar çıkmakta. Üstelik bu taifenin sapkınları işleyecekleri her türlü zulmü ve cinayeti tüm dünyanın gözünün içine bakıp öyle işlemekteler de.
Her neyse, onlar hiç utanma arlanma bilmeden fitne ve fesatlıklarıyla insanlık suçu işlemeye devam ede dursunlar, en iyisi mi biz peygamberlik konusunu işleyerekten ve Enbiyanın ruhaniyetlerinden istimdat dileyerekten gönlümüzü ferah tutmanın yoluna bakalım. Malumunuz ‘Peygamber’ ibaresi farsça bir kavramdır. He ne kadar Arapçada bu ibare ‘Nebi ve Resul’ olarak karşılık bulsa da yine de her iki kavramda tanımlanmaya muhtaçtırlar. Şöyle ki; ehlisünnet akaid kitaplarında ‘Resul’ kavramı kendilerine kitap verilen peygamber olarak anlam kazanırken, ‘Nebi’ kavramı da kitap verilmeyip ancak kendinden önceki peygamberin şeriatı üzere irşad eden peygamber kavramı olarak anlam kazanır. Anlaşılan o ki, irşad ve tebliğ için görevlendirilmiş bir peygamber ister ‘Nebilik’ sıfatıyla, isterse ‘Resullük’ sıfatıyla misyon üstlenmiş olsunlar, hiç fark etmez sonuçta her iki nişanede isim olarak ahirette intikal edip ebediyete mal olacak sıfatlardır. Bu sıfatlar hüküm olarak ise dünya ile sınırlı kalacak sıfatlardır. Nitekim dünya hayatında peygamber kavlince ortaya konulan hükümler sadece dünya hayatını bağlar, ahret hayatını asla bağlamaz. Ahirette sadece dünyada ne ekildiyse onu biçmek vardır, derken mizan terazisinde ölçüp biçmenin akabinde ya cennet hayatı yaşamak vardır, ya da cennet hayatı. Bu arada yeri gelmişken Peygamberimiz (s.a.v)’in hem sıfat olarak hem de hüküm olarak Risaletinin diğer peygamberlerden ayrı konumda olduğunu belirtmekte fayda var. Zira Peygamberimiz (s.a.v) ne herhangi bir peygamberin şeriatı üzerine gelen bir elçi peygamber, ne de her hangi bir peygamberin ümmetine tabii bir peygamberdir. Hadis-i Kutside de zikredildiği üzere âlemlere rahmet olarak gelmekle şereflenmiş ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ bir peygamberdir. O’nun dâr-ül bekâya irtihaliyle birlikte kıyamete dek iman edecek tüm insanlık ise O’nun son ümmet neslidir. Bitmedi tabi, dahası var elbet, bikere O’nun hükmü ahrette şefaat yetkisini kullanana dek devam edecekte. Hatta Peygamberimiz (s.a.v), her ne kadar peygamber halkasının en son halkasında yer alsa da, aslında O (s.a.v) sonun başlangıcı bir peygamberdir. Öyle ya, âlemler O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığına göre sonun başlangıcı bir peygamber olması gayet tabiidir. İşte bu nedenledir ki Peygamberimiz (s.a.v) peygamber silsilesinde yer alan tüm peygamberlerin reisi Ulu’l-azm bir peygamber olarak anılır hep. Her ne kadar Kuran’da bildirilenlerin haricinde tüm peygamberlerin sayısını ve isimlerini bilmesek de sonuçta Allah Teâlâ (c.c) peygamber reisi kıldığı Habib’i aracılığıyla ümmetine vahy ettiği “And olsun ki senden öncede Peygamber gönderdik. Onların içinden sana kıssalarını bildirdiğimiz kimselerde var” (Mü’min, 78) ayetiyle varlıklarından haberdar edilmişiz ya, bu bize yeter artar da. Gayrı ne kadar şükretsek azdır.
Peki, Peygamberimiz (s.a.v)’in peygamber reisliği iyi hoşta, bu reislik sadece tüm peygamberlerle mi sınırlı, hiç kuşkusuz Adem (a.s)’dan kendi devrine kadar ki tüm iman getirmiş kavimlerin, kendi devri ve kendi devrinden sonra gelen tüm iman etmiş insanlığında reisidir O. Öyle ya, Allah Resulü tek bir kavmin değil tüm insanlığa gelmiş bir peygamber olduğuna göre dünden bugüne, bugünden yarına, yarınlardan kıyamete kadar ki insanlığın da davetçi reisidir. Hatta ve hatta cin âleminin de davetçi elçi reisidir O. İşte gerçek anlamda elçilik budur. Elçiye zeval olmaz elbet. Dolayısıyla en son halkada insanlar davetine icabet ettiyse ne ala, icabet etmediyse vay haline. Ki, İslam’da Allah Resulünün davetine uyanlar ‘İcabet-i İmamet’ olarak addedilirken, davetinden haberdar olup da uymayanlar ise ‘Davet-i Ümmet’ olarak addedilirler. Hiç kuşkusuz gönül ister ki tüm insanlık davetine icabet ede hep. Hadi varsayalım ki, icabet etmedi, kaybeden taraf din olmaz ki, kaybeden inanmayan tayfa olacaktır elbet. Sonuçta bu dinin sahibi Allah’tır, koruyacak olan da O’dur. Buna inancımız tamdır. Nitekim Allah Teâlâ; “Artık kim İslam’dan başka bir din arayışına girerse, o bulacağı şey kesinlikle kabul edilmeyecektir ve o kimse ahrette hüsrana uğrayanlardan olacaktır” (Al-i İmran, 85), “Allah katında geçerli olan tek din İslam’dır” (Al-i İmran,19) diye beyan buyurmakta. Hakeza Rasulullah (s.a.v)’de “Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, peygamber olarak gönderildim bu ümmetin Yahudi olsun, Hıristiyan olsun, Allah’ın benimle gönderdiği dine iman etmeden ölen kimse muhakkak cehenneme girecektir” (Nevevi, Müslim Şerhi2,186) diye beyan buyurmakla da bu gerçeğe işaret etmiştir.
Evet, tüm peygamberler şu bir gerçek ki, Rasulullah (s.a.v)’in risaleti döneminde yaşamış olsaydılar hiç tereddütsüz O’na hem tabii olacaklardı hem de taşın altına elini koyup var güçleriyle yardımcı olacaklardı. Zira Hz. İsa (a.s), adını ‘Faraklit ve Ahmed’ ismiyle anaraktan “Ona yetişen davetine uysun, tabii olsun” deyip geleceğini muştulamış bile. Hakeza Hak Teâlâ Hz.leri de (c.c) Kur’an’da “Size verdiğim kitabı ve hükümleri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz ve sözü yüklendiniz mi? Peygamberler: Ya Rabbi! Kabul ettik dediler. Bunun üzerine Allah: O halde şahit olun, bende sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” (Al-i İmran,81) diye beyan buyurduğu ayetiyle Habib’inin gıyabında tüm peygamberlerin de iman ettiklerini muştular.
SELİM GÜRBÜZER
Peygamberlik makamı beşeri taifesine has Allah vergisidir elbet. Malum, cin taifesinden hiçbir peygamber tayin edilmemiştir. Bu demektir ki, peygamberlerde bizim gibi beşer sınıfından olup cinsiyet bakımdan ise erkektirler. Keza beşeri sınıftan hemen herkesin başına gelebilecek sıcaklık ve soğuktan etkilenme, hastalık, susuzluk, çile çekme gibi pek çok fiziki hadiseler peygamberler içinde vakidir. Düşünsenize beşeri sınıf içerisinde peygamberlik makamı en üst mertebe bir makam olmasına rağmen hiçbir peygamber asla el bebek gül bebek bir hayat yaşamamışlardır. Bakınız şöyle insanlık tarihine en çok çileyi peygamberlerin çektiğini görürsünüz. Öyle ki, peygamberlerden kimi testere ile biçilmiş, kimi ateşe atılmış, kimi zehirlenmeye maruz kalmış, kimi de şehit edilmiştir. İlginçtir onca çilelere maruz kalmalarına rağmen fiziki heybet hallerinden hiçbir şekilde kayba uğramamışlardır. Her hal ve şartta Yüce Allah’ın koruması altında onların görünümlerinde ne bir çirkinlik hali, ne bir bitkinlik hali, ne bir miskinlik hali, ne bir ürkeklik hali, ne de elden ayaktan düşmüş yatalaklık bir hal vaziyet görülmüştür. Delil mi? İşte Hz. Eyyub (a.s)’ın vücuduna kurtçuklar musallat olduğu halde onu bu halde görenler ondan asla tiksinip kaçar hal vaziyete girmemeleri bunun en bariz delilidir zaten. Ancak bu delilin aksini savunan hepinizin tahmin etmekte güçlük çekmediği malum Yahudi tayfası da var. Baksanıza adamlar tarihten bugüne tüm insanlığın hafızasında öyle unutulmaz kötü izler bırakmışlar ki, hangi taşı kaldırsan altından hep onlar çıkmakta. Üstelik bu taifenin sapkınları işleyecekleri her türlü zulmü ve cinayeti tüm dünyanın gözünün içine bakıp öyle işlemekteler de.
Her neyse, onlar hiç utanma arlanma bilmeden fitne ve fesatlıklarıyla insanlık suçu işlemeye devam ede dursunlar, en iyisi mi biz peygamberlik konusunu işleyerekten ve Enbiyanın ruhaniyetlerinden istimdat dileyerekten gönlümüzü ferah tutmanın yoluna bakalım. Malumunuz ‘Peygamber’ ibaresi farsça bir kavramdır. He ne kadar Arapçada bu ibare ‘Nebi ve Resul’ olarak karşılık bulsa da yine de her iki kavramda tanımlanmaya muhtaçtırlar. Şöyle ki; ehlisünnet akaid kitaplarında ‘Resul’ kavramı kendilerine kitap verilen peygamber olarak anlam kazanırken, ‘Nebi’ kavramı da kitap verilmeyip ancak kendinden önceki peygamberin şeriatı üzere irşad eden peygamber kavramı olarak anlam kazanır. Anlaşılan o ki, irşad ve tebliğ için görevlendirilmiş bir peygamber ister ‘Nebilik’ sıfatıyla, isterse ‘Resullük’ sıfatıyla misyon üstlenmiş olsunlar, hiç fark etmez sonuçta her iki nişanede isim olarak ahirette intikal edip ebediyete mal olacak sıfatlardır. Bu sıfatlar hüküm olarak ise dünya ile sınırlı kalacak sıfatlardır. Nitekim dünya hayatında peygamber kavlince ortaya konulan hükümler sadece dünya hayatını bağlar, ahret hayatını asla bağlamaz. Ahirette sadece dünyada ne ekildiyse onu biçmek vardır, derken mizan terazisinde ölçüp biçmenin akabinde ya cennet hayatı yaşamak vardır, ya da cennet hayatı. Bu arada yeri gelmişken Peygamberimiz (s.a.v)’in hem sıfat olarak hem de hüküm olarak Risaletinin diğer peygamberlerden ayrı konumda olduğunu belirtmekte fayda var. Zira Peygamberimiz (s.a.v) ne herhangi bir peygamberin şeriatı üzerine gelen bir elçi peygamber, ne de her hangi bir peygamberin ümmetine tabii bir peygamberdir. Hadis-i Kutside de zikredildiği üzere âlemlere rahmet olarak gelmekle şereflenmiş ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ bir peygamberdir. O’nun dâr-ül bekâya irtihaliyle birlikte kıyamete dek iman edecek tüm insanlık ise O’nun son ümmet neslidir. Bitmedi tabi, dahası var elbet, bikere O’nun hükmü ahrette şefaat yetkisini kullanana dek devam edecekte. Hatta Peygamberimiz (s.a.v), her ne kadar peygamber halkasının en son halkasında yer alsa da, aslında O (s.a.v) sonun başlangıcı bir peygamberdir. Öyle ya, âlemler O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığına göre sonun başlangıcı bir peygamber olması gayet tabiidir. İşte bu nedenledir ki Peygamberimiz (s.a.v) peygamber silsilesinde yer alan tüm peygamberlerin reisi Ulu’l-azm bir peygamber olarak anılır hep. Her ne kadar Kuran’da bildirilenlerin haricinde tüm peygamberlerin sayısını ve isimlerini bilmesek de sonuçta Allah Teâlâ (c.c) peygamber reisi kıldığı Habib’i aracılığıyla ümmetine vahy ettiği “And olsun ki senden öncede Peygamber gönderdik. Onların içinden sana kıssalarını bildirdiğimiz kimselerde var” (Mü’min, 78) ayetiyle varlıklarından haberdar edilmişiz ya, bu bize yeter artar da. Gayrı ne kadar şükretsek azdır.
Peki, Peygamberimiz (s.a.v)’in peygamber reisliği iyi hoşta, bu reislik sadece tüm peygamberlerle mi sınırlı, hiç kuşkusuz Adem (a.s)’dan kendi devrine kadar ki tüm iman getirmiş kavimlerin, kendi devri ve kendi devrinden sonra gelen tüm iman etmiş insanlığında reisidir O. Öyle ya, Allah Resulü tek bir kavmin değil tüm insanlığa gelmiş bir peygamber olduğuna göre dünden bugüne, bugünden yarına, yarınlardan kıyamete kadar ki insanlığın da davetçi reisidir. Hatta ve hatta cin âleminin de davetçi elçi reisidir O. İşte gerçek anlamda elçilik budur. Elçiye zeval olmaz elbet. Dolayısıyla en son halkada insanlar davetine icabet ettiyse ne ala, icabet etmediyse vay haline. Ki, İslam’da Allah Resulünün davetine uyanlar ‘İcabet-i İmamet’ olarak addedilirken, davetinden haberdar olup da uymayanlar ise ‘Davet-i Ümmet’ olarak addedilirler. Hiç kuşkusuz gönül ister ki tüm insanlık davetine icabet ede hep. Hadi varsayalım ki, icabet etmedi, kaybeden taraf din olmaz ki, kaybeden inanmayan tayfa olacaktır elbet. Sonuçta bu dinin sahibi Allah’tır, koruyacak olan da O’dur. Buna inancımız tamdır. Nitekim Allah Teâlâ; “Artık kim İslam’dan başka bir din arayışına girerse, o bulacağı şey kesinlikle kabul edilmeyecektir ve o kimse ahrette hüsrana uğrayanlardan olacaktır” (Al-i İmran, 85), “Allah katında geçerli olan tek din İslam’dır” (Al-i İmran,19) diye beyan buyurmakta. Hakeza Rasulullah (s.a.v)’de “Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, peygamber olarak gönderildim bu ümmetin Yahudi olsun, Hıristiyan olsun, Allah’ın benimle gönderdiği dine iman etmeden ölen kimse muhakkak cehenneme girecektir” (Nevevi, Müslim Şerhi2,186) diye beyan buyurmakla da bu gerçeğe işaret etmiştir.
Evet, tüm peygamberler şu bir gerçek ki, Rasulullah (s.a.v)’in risaleti döneminde yaşamış olsaydılar hiç tereddütsüz O’na hem tabii olacaklardı hem de taşın altına elini koyup var güçleriyle yardımcı olacaklardı. Zira Hz. İsa (a.s), adını ‘Faraklit ve Ahmed’ ismiyle anaraktan “Ona yetişen davetine uysun, tabii olsun” deyip geleceğini muştulamış bile. Hakeza Hak Teâlâ Hz.leri de (c.c) Kur’an’da “Size verdiğim kitabı ve hükümleri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz ve sözü yüklendiniz mi? Peygamberler: Ya Rabbi! Kabul ettik dediler. Bunun üzerine Allah: O halde şahit olun, bende sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim” (Al-i İmran,81) diye beyan buyurduğu ayetiyle Habib’inin gıyabında tüm peygamberlerin de iman ettiklerini muştular.