Nizam-i âlem’e sosyolojik bakiş

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
NİZAM-I ÂLEM’E SOSYOLOJİK BAKIŞ

ALPEREN GÜRBÜZER

Hemen her milletin bir takım değişik evreler sürecinden geçtiği bir sır değil elbet. Hiç kuşkusuz geçirilen değişim evrelerin ilk aşaması göçebeliktir, ikincisi yerleşikliktir, üçüncüsü sanayileşmek, dördüncüsü bilgi toplumu olmaktır.
İşte bu sosyolojik değişim evrelerin ilk aşamasına kendi açımızdan ister adına bozkır, ister yaylak-kışlak, ister göçer-konar densin sonuçta tıpkı diğer toplumlarda olduğu gibi bizimde bir göçebe evremizin olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Bu arada sakın ola ki, böyle bir tasniften hareketle göçebe hayat tarzımızı hafife aldığımız sanılmasın, bikere birinci aşama zor şartların doğurduğu bir yaşama biçiminden kaynaklanan bir evremizdir. Zaten ilk evrede çetin coğrafya şartları karşısında bir ‘Alp’in avını avlamak için büyük bir mücadele içerisine girmek gerektiği gayet net açık ortada. Bu yüzden göçebe üretimimiz avcılık üzerine dayanmaktadır. Yani göçebe toplum nizam anlayışımızın ‘bozkır kültür’ ekseni üzerine seyretmesi gayet tabiidir. Ama yinede sanmayalım ki bozkır kültürümüz sadece at üzerinde göç ederek şekillenmiştir, unutmayalım ki kültür kodlarımızda atla birlikte demiri dövmekte vardır. Keza bozkır hayat tarzımızda yine “Bey” olabilmek için aç’a aş, çıplağa bez giydirmekte vardır. Ancak bunu yapmak içinde avını iyi avlamak gerekir. İşte böylesi bir kültürde avını iyi avlamanın ya da gücün göstergesi diyebileceğimiz bozkurt’u simge seçmemiz elbette ki tesadüfü olamaz. Dahası ‘Bozkurt’ çetin coğrafyamızın bize kazandırdığı sembolümüzdür. Nitekim bugüne dek yiğitliğimizin sembolü olarak koruduk da. Her ne kadar ‘Bozkurt’ göçebe toplum yapımıza uygun bir simge gözükse de Türk’ün asla vazgeçemeyeceği bir sembol olmuştur. Kaldı ki bu sembolün dışa karşı hâkimiyet anlamı da söz konusudur. Zaten kabile kültür kodunun kökeninde de dışa karşı savaş ve hâkimiyet söz konusudur.
Anlaşılan bozkır kültür kodumuzda baskın biricik unsur bilek gücüdür. Dolayısıyla göçebeliğe dayanan toplum evremizin destanî kültürün de yer alan “Baş kesip kan dökmek” yiğitliğin şanından sayılan bir kahramanlık olarak karşılık bulmuştur. Zira göçebe dinamizminin devamı için o devrin şartları gereği kan dökmek, avını en iyi şekilde avlamak, tabiata hâkim olmak gerekir. Buna iyi bir savaşçı olmakta dâhildir. Dolayısıyla müesseseleşmek, ilim, aşk, üretim gibi yerleşik değerler göçebe dinamizmine yabancı öğelerdir. Şimdi gel de bu dinamik yapı içerisinde göçebe üretim tarzınca ‘yerleşik’ düşün, ne mümkün. Bikere bu eşyanın tabiatına uymaz, ne zaman ki tarihi süreç içerisinde savaştan üretime, çadırdan eve, bozkurttan koyuna, kan dökmekten ilme ve aşka geçiş yapmışız işte o zaman ancak yerleşik düşünebilme melekesi kazanmışız. Sadece düşünce melekemiz mi yerleşik oldu, hiç kuşkusuz buna simgesel değişimler de eklendi. Nitekim bozkurt, koyun, bilgisayar temaları her devrin gelişme evrelerine uygun simgesel temalardır. Nasıl ki bozkurt göçebe dinamizmi simgeleyen sembolse, Yunus’un şiirine konu olan koyun ve Mevlana’nın Mesnevisine konu olan zanaat, alet ve adavetler de yerleşikliğimizin göstergesi simgesel temalarımızdır. Yine nasıl ki bilgisayar adı üzerinde bilgi çağına özgü bir simgeyse bilgi çağı öncesi devirlerde de ilim, aşk, toprağı işlemeye dayalı üretim, sanat gibi unsurlarda yerleşikliğin kültür kodu simgeleri olarak karşımıza çıkar.
Tabii tüm bu değişim ve dönüşümler her toplumda olduğu gibi bizde de pek kolay gerçekleşmedi. Nasıl kolay gerçekleşsin ki, bikere at üstünde dur durak bilmeksizin ordan oraya göç ederek habire koşturmuşuz, dolayısıyla bozkır kültüründen yerleşik kültüre geçişte bir takım geçiş sancıların yaşanması elzemdir. İyi ki de yerleşikliğe geçiş yapmışız, bu sayede bir baktık kendimizi camiler, külliyeler, saraylar ve hamamların boy verdiği bir ortamda bulduk. Böylece göçebe hayat tarzımızın yerini yerleşik değerler tarzı aldı. Hele Türk’ün ‘Alp’i yerleşik olmaya görsün, tüm dünyaya yerleşikliğin gereği ‘Alperen’ olarak adını duyurur bile. Hiç kuşkusuz tüm bu değişim ve dönüşüm aşamaları bir takım geçiş sancıları yaşandıktan sonra ancak gerçekleşebiliyor. Tıpkı doğum sancısı ardından gelen bir değişimdir bu. Hani doğum sancısı nur topu bir çocuğun dünyaya gelişinin muştular ya, aynen öyle de her bir sosyolojik evre sancısı da yeni bir hayata evirilmenin muştusudur elbet. İlla ki bir takım sosyolojik geçiş sancıların yaşanması gerekir ki bir üst sosyolojik aşamaya geçilebilsin. İcabında bu da yetmez yeni bir hayat için bir takım bedeller ödemekte gerekir. Nitekim “Baş kesip, kan döküp ün kazanmayı” kahramanlık sayan destanî kültürümüzden, “Ne olursan ol yine gel” diyen yerleşik kültüre geçiş sürecinde yaşanan sancılar bunun teyidi zaten. Besbelli ki bir üst evreye bir anda geçiş yapıp intibak etmek hiçte kolay olmuyor, zira biri göçebe hayat tarzımıza uygun modelin adı, diğeri ise yerleşiklik tarzımıza uygun müesseseleşmenin ifadesi modeldir. İşte göçebe dinamizmin gereği çevikliğin ve atak olmanın göstergesi Bozkurt, Yunus’un değişlerinde yerleşikliğe geçişte:
Derviş bağrı baş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyun’dan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın’ mısralarıyla koyuna evirilip durulabiliyor. Böylece bozkır kültürümüzün destanî havası Yunus’un yerleşik sözlerinde narinlik ve incelik kazanıp medeni bir havaya bürünür.
Evet, atak ve çevik olmanın sembolü Bozkurt’umuz yerleşikliğin gereği durulup koyunla özdeşleşebiliyorsa, pekâlâ baş kesen kan döken alp ve beyler de, gözü yaşlı gönül adamı olarak özdekleşebiliyor. Bakın Oğuz Kağan Destanına tüccar, çiftçi ve zanaatkâr kavramlarını bulamazsınız. Niye derseniz gayet her şey net açık ortada, o zamanki kağanlarımız yerleşik düzen kağanları değil de ondan elbet. Yerleşik temaları ancak Mesnevinin sahifelerini çevirdiğimizde sıkça görebiliyoruz. Çünkü birinde göçebe hayat tarzının ürettiği destanı hüviyet var, diğerinde ise yerleşik hayatın ürettiği değerler söz konusudur.
Bu demektir ki; tarihte geçirdiğimiz her değişim aşamalarını kendi kahramanlarımızın omuzlarına üstlendikleri misyonlarından, destanlarımızdan, yazılı eserlerimizden ve kullanılan mimari figürlerimizden anlayabiliyoruz. Nasıl mı? İşte Bozkır kültür kodlarımızda lider adları bir bakıyorsun göçer konar hayat tarzımıza uygun Başbuğ, Kağan, Alper Tunga ve Kürşad diye ad alabiliyor. Yine bir bakıyorsun her sanat eseri ve yaşayış tarzı bir kültürün mahsulü olarak tarihi süreçte bir başka biçim alabiliyor. Böylece göçer konar hayat tarzımızla yerleşik hayat tarzımız arasında ki farkı da idrak etmiş oluruz. Dedik ya, yerleşik hayat, adından da anlaşıldığı üzere yerleşik kalmak demektir. Peki, yerleşik kalınca ne olup bitiyor derseniz, ister istemez av avlamak yerine toprağı işleme, üretim ve müesseseleşmek gibi unsurlar devreye girecektir. Bakın Resûlullah (s.a.v); “Bedeviliği bırakın medeni olun” beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v.) işaret etmese de kendisi bizatihi âlemlere “Çöle inen nur” olarak gönderilmesi başlı başına medeniyete çağrı işaret elçisidir. O’nun gelişiyle birlikte sadece Arap toplumu değil tüm insanlık medeni olma gerçeğiyle yüzleşmiştir. Ve bu yüzleşmenin geçiş sancısı da ağır oldu elbet. Ve bu ilk çağrıyı doğduğu topraklarda yaptığında kabulü hiçte kolay olmadı. Öyle ki bedeviler çölde başsızlığa, nizamsızlığa, teşkilatsızlığa alışık topluluklardı. Onların dünyalarında devlet başkanı (ul’ul emr), müessese, devlet gibi yerleşik kavramlarına yer yoktur, olamaz da. Nasıl olsun ki, bu kavrama tâ baştan yabancıydılar. İster istemez tepkileri de büyük olacaktı. Hadi bu uğurda yapılan savaşlar neyse de çölde yaşayıp kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar yürekleri katılaşmış toplumdan ne beklenirdi ki. Allah’tan İslâm bir güneş gibi doğdu da tüm insanlık bir süreç dâhilinde yerleşik değerlerle yumuşayıp ‘medeni’ kimlik edinebildi. Düşünsenize 'Yesrib’de üzerine düşen güneşten payını alıp şehirleşmenin ifadesi olarak 'Medine' ismiyle şereflenir bile. Sadece şereflenen Medine’mi, bizde Medine’yle birlikte şehirleşme şerefine erdik.
Sakın ola ki şehirleşmeyle de şereflenmek mi olur demeyin, aksi halde bizimde Moğollardan, barbarlardan farkımız kalmaz. Zaten bizi onlardan farklı kılacak yanımızı İbn-i Haldun’un bedevi Araplarına yönelik eleştirilerinde ve Mevlâna’nın da göçebe Türkmenlere yönelik eleştirilerinde görmek mümkün. Maalesef bu farkı iyi göremeyenler milliyet düşmanı eleştiri olarak algılamışlardır. Oysa her iki düşünüründe eleştirisi Türklüğe ve Araplığa karşı bir eleştiri değildi, bilakis göçebeliğe ve bedeviliği terk edin manasına bir öğüttür, yani yerleşik hayata, şehirleşmeye ve ‘Medeni’ olmaya çağrıdır. Derken her iki bilge dehada yaşadığı toplumun alışılmış olan kalıplarından sıyrılma noktasında kayda değer bir duruş sergilemişlerdir.
Şayet Osmanlı devleti de, tıpkı Cengiz Han, Hulagular gibi yakıp yıkıp dökmek için bir kuru kavga uğruna seferden sefere koşsaydı ‘devlet-i ebed müddet’ cihangir devlet olamayacaktı. Ne diyelim birinde anti şehir tutum takınaraktan yüz seneyi bulmayan hâkimiyet söz konusu, diğerinde şehirleşme ve medenileşme tutum takınaraktan altı yüz seneyi bulan bir hâkimiyet sözkonusudur. Belli ki Moğolların bir kasırga misali kısa bir zaman diliminde tarih sahnesinden çekip gitmelerinde en büyük etken unsur anti şehir tavır takınmalarıdır. İyi ki de Türk’ün Alp’i kendini dönüştürebilmiş, işte bu sayede Alper Tunga’dan Alperene, Deli Dumrul’dan Yunus’a, Mevlâna’ya, Şeyh Edebali ve Akşemseddin’e Moğollaşmadan terfi edebilmişiz. Cengiz ve Hülagolar yakıp döktüler de ne oldu, sonunda tarihin harabelerine gömüldüler. Düşünsenize onlar yüz seneye sığmayan bir hâkimiyetle çökerken Osmanlı 600 senelik ömrün sonunda dünyanın altıncı devleti olarak yıkılmıştır. Hiç kuşkusuz 600 sene ayakta durabilmenin sırrı ileri derecede “Nizam-ı âlem” ve ‘Medeniyet perspektif” şuuruna sahip bir devlet olmasından ötürüdür. Her ne kadar kimileri gücümüzü kılıca dayandırsa da kazın ayağı hiçte öyle değil elbet, sanılanın tam aksine gücümüz İ'lay-ı Kelimetullah için ‘Nizam-ı âlem’ kaynaklı güçtür. İslâm öncesi Türklüğün “Cihan hâkimiyeti mefkûresi”, İslâm’ı kabul etmiş Türklükte “Nizam-ı Âlem Ülküsüne” dönüşmesi manidardır elbet. Nasıl manidar olmasın ki, Nizam-ı âlem davası Selçukluda vatanlaşıp, Osmanlı’da doruğa ulaşan bir cihanşümul meşalemiz olur bile.
Demek oluyor ki; Cihan hâkimiyeti mefkûremiz Nizam-ı âlem ülküsüne dönüşebiliyormuş. Keza Türk’ün Alp’i erenlikle kaynaşıp Alperenlikle şereflenebiliyor. Derken İslam’ın kazandırdığı dönüşümler sayesinde kabalığın yerini zarafet, çadırın yerini han, kervansaray, ev, camii, medrese ve külliye gibi yerleşik kurumlar alabiliyor.
İşte hem madde planında hem de mana planında dönüşüm böyle bir şeydir. Öyle ki Türk’ün aksiyon hamlesinde simgeleşen alp yanımız erenliğin inceliği ve üretim değerleriyle birleşince ‘Beylikten Devlete, Devletten İmparatorluğa ve İmparatorluktan Nizam-ı âlem’e kanatlanmamız bir hayal değil hakikatin ta kendisi oldu. Madem öyle, o halde gelinen noktada tekrar devlet’ten beyliğe geçiş hülyasına kendimizi kaptırmak yerine çağı iyi okuyup kökü mazide yeni dönüşüm öncüsü medeniyet olarak damgamızı vuralım.
Gerçektende tarihi süreç içerisinde geçirmiş olduğumuz evrelere baktığımızda kabalıktan estetikliğe doğru ilerleyip şehirleşmişiz, müesseseleşmişiz, saraylaşmışız, tüm bunların üstünde ‘medeniyet’ olmuşuz da. Yetmedi şahıs bazında da Bilge Kağan’ın “Ey Türk titre ve kendine dön” seslenişi Fatih’e gelen süreçte “İ'layı Kelimetullah için Nizam-ı âlem” fikriyatına dönüşüm yaşanmıştır. Öyle ya madem değişim ve dönüşüm sosyolojik bir realite, o halde bu çağda da çağlar üstü bilgi ötesini gerçekleştirecek yeni hamlelerde neden mührümüz olmasın ki. Türk’ün mizacında bu dönüşümü ve değişimi gerçekleştirecek o azim ve ruh kökü ziyadesiyle mevcut zaten. Yeter ki Nizam-ı âlem ülküsüne inancımız tam olsun, gerisi gelir elbet. Her ne kadar Nihal Atsız; “Din Arab’ın, hukuk Roma’nın, kahramanlık Türk’ündür” demekle kahramanlığı tek övünç kaynağı olarak piramidin tepesine oturtsa da bu fikriyat Atsız’ı bağlar, bizim için asıl olan tarihimizin bütününde, yani kahramanlıkta da, din’e bağlılıkta da ve hukuk alanında da var olmak esastır. Sırf kahramanlıkla kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Şayet tereyağından kıl çeker misali sırf kahramanlığı cımbızla çekersek geriye elde avuçta hiç bir şey kalmayacağı malum. Biz yinede Atsız hakkında iyi niyetimizi koruyup onun kahramanlığı birinci plana alan bu öngörüsünü tarihimizin bir kesitine hayranlıktan kaynaklanan bir heves ya da sürçü lisan bir beyan olarak varsayalım. Bikere lider ülke olacaksak kahramanlık yetmez, hepsinde öncü olmak mecburiyetimiz vardır. Zira Nizam-ı âlem ülkümüz bunun gerektirir. Kuru cihangir davasıyla bir yere varmayacağımız muhakkak, illa ki İ'lay-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ülkümüzle ancak ötelere kanatlanabiliriz, bunun dışında hepsi lafı güzaftır.
Nasıl ki bozkır kültür kodumuzda “cihangirlik” anlayışımız kahramanlık üzerine kurgulanmışsa, yerleşik kültür kodumuzda üretim, kurumsallaşmak ve medeniyet hamlesi üzerine kurgulanmıştır. Madem öyle, günümüz dünyasında bize düşen “Bir elde Kur’an, diğer elde bilgisayar” düsturunca hareket edip Nizam-ı âlem öncüsü olmaktır. Dün nasıl ki, göçer konar dinamizme dayalı toplum yapımızda avını avlama veya baş kesip kan döküp bey olmak vardıysa, bugünde bilgi çağında tüm dünyaya “Bir elde Kur’an, bir elde bilgi teknolojik” donanımla dünya lideri olmak vardır. İşte bu anlayışa engel olmak, sanayileşmiş bilgi çağında göçebeliğin galebe çalması demek olacaktır. Bunun böyle bilinmesinde fayda var.
Malumunuz ulvi davalar hem yürek ister, hem de bilgi ve hukuki donanım ister. İşte bu yüzden tam teçhizatlı bir şekilde insanlığın özlediği nizamı tesis edecek bir gaye için bilgi çağının tüm enstrümanlarını bir ibadet şuuru içinde kullanmayı vazife bilmeli. Gelin sözde değil, yenidünya düzeni dedikleri düzeni özde biz kuralım. Şayet bu davete icabet edeceksek yüreğimizi, bilgimizi, ufkumuzu şimdiden ortaya koymalı. Zira büyük davalar kürek işi değil yürek işidir.
Vesselam.
 
Üst