Osmanli ülküsü

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
OSMANLI ÜLKÜSÜ
SELİM GÜRBÜZER

Osmanlı’da asla ‘Kültür ırkçılığı’ söz konusu değildir. Senelerce bağrında taşıdığı toplumların ne diline, ne dinine, ne de kültürüne müdahale etmiş, hiç şüphe yoktur ki tüm milletlerin kendi kültürleri doğrultusunda yaşamalarının önünü açmıştır. Tabiî ki bu engin hoşgörünün temelinde İslâm vardır. Osmanlı bu sayede kesretten vahdete (çokluk içinde birliğe) bir yol takip ederekten Nizam-ı âlemce hareket edebilmiştir. Zaten İslam’ın aksine bir yol izleseydi asla cihanşümul bir devlet olamazdı. Düşünsenize döneminde milliyetler tezadı oluşturmaksızın çokluk deryası içinde birliği gerçekleştiren tek cihangir devlet Osmanlı imparatorluğudur. Zaten farklı kültürleri ayrılık olarak görmeyip zenginlik olarak telakki eden Osmanlı’ya da bu yakışırdı.
Evet, Devlet-i Aliye-i Osmaniye hiçbir topluluğun kültürünü kendi lehinde istismar etmediği gibi dışlamamışta. Bilakis yediden yetmişe her topluluğu içten kucaklayışla bağrına basmıştır. Hatta Osmanlı’da batı’da görülen menfaate dayalı bir çıkar ilişki ağı da görülmez. Nasıl görülsün ki, bikere cepheden cepheye koşup zaferler kazanmasının temelinde İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ülküsü, yani Osmanlı ülküsü vardır. Dolayısıyla bu ülküde menfaat ve istismar koşusunun görülmemesi gayet tabiidir. İlla görülecek bir adresi arıyorsak bunun adresi hiç kuşkusuz talan ve yağmacılıkta ün salmış batı dünyasından başkası değil elbet. Besbelli ki yeryüzünde onlar bozgunculuk ve çıkar için varlar, bizler de nizam ve adalet tesis etmek için varız. Ki; varlık nedenimiz vahdet sırrında gizlidir.
Bakınız Osmanlı özünde Türk kanı taşımasına rağmen vahdet sırrın gereği soysop faslına girmemiştir. Üstelik buna ihtimam gösterirken de kuruluşundan yükselişine ve yükselişinden yıkılışına dek sürdürmüştür. Öyle ki; Orta Asya ve Selçukludan devr aldığı kültür harcına yeni anlamlar yükleyip ‘Kesret içinde vahdet deryasına’ (çokluk içinde birlik deryasına) dalabilmiştir. Osmanlı her ne kadar Türkçe konuşur, Türk müziği dinler, Türk besteler yapıp icra etse de sonuçta bunu bağrında taşıdığı toplumlarla birlikte ‘Vahdet şuuru’ çerçevesinde gerçekleştirirdi. İşte bu yüzden Namık Kemal’in ifadelerinde yer alan “Biz Osmanlıyız” sözü bizim için çok kayda değer ifadedir. Ama ne zaman ki 1897 Fransız ihtilalinden sonra tüm dünyada hızla menfi milliyetçilik rüzgârları yayılıp toprağımıza sıçrar, işte o zaman Mehmet Emin Yurdakul’un dilinden sadır olan; ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur” ifadesiyle artık Osmanlı ibaresi telaffuz edilmeyecektir. Oysa Mehmet Emin Türk’ün ululuğunu ifadelendirse ne ifadelendirmese ne. Allah aşkına sanki bunu bilmeyen mi vardı, öteden beri biz zaten necip bir millettik. Kaldı ki Peygamber dilinden Fatih Sultan Mehmed’in nezdinde öven övmüşte, Osmanlı bu yüzden Türklüğünden şüphe duymadığı gibi dile vurmaya da pek ihtiyaç duymazdı, yaşayarak mührünü vurmayı yeğlemiştir hep. Ta ki imparatorluk dönemlerinden uluslaşma çağın eşiğine geldik, işte o zaman ihtiyaç hâsıl olup artık bu ifadeleri dillendirir olduk. Bu arada tekrar etmekte fayda var, sakın ola ki Osmanlı altı asır boyunca Türk ifadesini pek sık dile getirmedi diye Türklüğünden vazgeçmiş ya da şüphe duymuş bir düşünceye kendimizi kaptırmayalım. Gerçek şu ki; Osmanlı vahdet sırrının gereği Türklük kavramını kullanmamıştır. Pekâlâ, Osmanlı da biliyordu ki çok milletli bir geniş coğrafyada etnik ifadelerin sıkça kullanılması bağrımızda taşıdığımız milletlerin etnik duygularını tahrik etmekten başka bir işe yaramayacaktı. Dolayısıyla Osmanlı etnik kimliğini izhar etmemekle ne milliyetini unuttu, ne soyunu unuttu, ne de ceddini. Tam aksine mehteran eşliğinde ceddin deden, neslin baban deyip atalarının yolunu yol bilip cepheden cepheye öyle ilerledi hep.
Bakmayın siz öyle batının insan haklarından, eşitliklerinden ve özgürlüklerinden dem vurmasına, gerçekte Beyaz ırkın üstünlüğü ilkesi batı’ya has bir vebadır. Örnek mi, işte Adolf Hitler bunun tipik misali. Nasıl liderse, tek adamcılık rolüyle ırkçılığın zirvesine eriştiği gibi ‘Kavgam’ ismi kitabıyla bütün siyasetini ırk temelleri üzerine oturtmuş bile. Ne diyelim vahşi batı bu, bikere adamların cibilliyetleri bunu gerektiriyor, hoşgörüden bihaber oldukları gayet net açık ortada. Düşünsenize insanların ten rengine bile tahammül edemeyecek kadar tıyneti bozuk güruhturlar. Batının sicilinde siyah beyaz ayırımından yola çıkarak sürekli beyaz ırk üstünlüğü tezini ileri sürmek vardır. Sözün özü dünden bugüne ırkçılık vebası genlerine işlemiş bir batı cenahı var karşımızda. Madem öyle Osmanlıyı batıyla mukayese etmek abesle iştigal olsa gerektir. Sanmasınlar ki tarihte olan biten her şeyi unuttuk. Hadi unuttuk varsaysak bile bu kez tarih unutmaz. Nitekim tarihte Afrikalı siyahîlerin ötekileşmekten kurtulmaları ancak uzun mücadeleler sonucu vuku bulabilmiştir. Osmanlı tarihine baktığımızda ise değil ırkçılığın izlerine, üstünlük taslayıp hor görmenin izlerine bile rastlayamazsınız. Ama ne var ki birtakım aklı evvel çevreler hala bugün olmuş tarihimize kılıç kalkan tarihi ve Osmanlı’ya da “barbar” yaftası yapıştırmaktan geri durmamaktan imtina etmiyorlar. Oysa biz biliyoruz ki; barbar kavramı Romalı olmayan unsurlar için kullanılan bir yafta olduğuna bizatihi tarih şahittir. Zira Batı Roma imparatorluğunu istila eden barbarlar kendi barbar usullerini Roma hukukuna uyarlamışlardır. Hakeza ‘Emperyalizm’ kavramı da öyle olup zaman içerisinde Roma’yla özdeşleşmiş durumda. Şimdi gel de Kenan Doğulu’nun “Yakarım Roma’yı da yakarım” şarkısı bu özdeşleşmenin ifadesi olarak anlam kazanmasın. .
Peki, geçmiş batıyı anladıkta bugünün dünyasında acaba barbarlıkta durum vaziyet nasıldır derseniz, sanırım şöyle etrafımıza bakmak yeterli olacaktır. Malum yine eskisi gibi yakıp yıkmalarından hiç ders almamışçasına bu kez barbarlıklarını değişik kılıflar altında sürdürmekteler. Üstelik bu cürümü işlerken de tüm dünyanın gözünün içine baka baka yapmaktalar. Öyle anlaşılıyor ki vahşi batı bu emperyal yağmacılık huyundan vazgeçmeyecek gibi. Barbarlıktan çok büyük haz aldıkları o kadar besbelli ki dünyayı parmaklarında oynatmakta mahirler de. İşte bu tür sinsi barbarsı uygulamalardan rahatsızlık duyan Fransız düşünürü Reny Brague; “Bir an evvel Avrupa’nın Romalı tavrına dönüp kendi dışındaki toplumlara kapılarını açması gerektiğini, ya da tüm kültürleri dışlamamasını” tavsiye etmiştir. Hatta tavsiye etmekle kalmaz; “şayet Avrupa böyle giderse kendi içine kapanıp karanlık çağına dönecektir” uyarısında bulunmayı da ihmal etmez. Keza Joseph Fontana’da buna benzer şu ifadeleri dillendirir: “Şayet kendimizi duvarların gerisine hapsetmekte ısrar edersek hem içerden hem de dışardan can vereceğiz, yarattığımız uygarlıklar yok olacak ve bir yeni sayfa açılacaktır.
İşte Avrupa’da sağduyu sahip aydınların ifadelerinden de anlaşıldığı üzere Avrupa geleceğini ötekiler eksenine göre ayarlamış gözüküyor. Oysa tarihte Avrupa’nın kuruluş ve yükselişinde bugün öteki gördüğü İslam medeniyetinin katkı payı çok büyüktür. Bu arada farklılıkları zenginlik gören Osmanlıyı ne çabuk unuttular bunu anlamak mümkün değil. Bakın İtalyan Tarihçi Cardini; gerek Sicilya’da gerekse Napoli’de İslam Medeniyetinin köklerini takip ettiğinde Napoli şehri yöneticilerinin Bizanslıların ve Longobardi Prenslerinin baskısından korunmak için Müslümanlardan yardım talep edip ülkelerine çağırdıklarının kayıtlarını görüyor, böylece Endülüs İslam Medeniyetinin Avrupa’nın şekillenmesinde rol oynadığı kanaatine varıyor. Cardini’ye göre; Avrupalıların XVIII. yüzyıla kadar Müslümanlara bakışı önyargılı değildi, ne var ki XIX. ve XX. yüzyıllarda Avrupalıya bihaller oluyor ve Müslümanlar artık bundan böyle onların gözünde öteki toplumdur. Tabii İtalyan tarihçinin tespitleri bunlarla sınırlı değil elbet dahası var, tespitlerine ilaveten İslam’ın Avrupa’nın doğrudan doğruya kurucu unsuru olduğunu söylemekten çekinmez de. Batılılar her ne kadar bu tespitlere kulak tıkayıp inkâr etseler de gerçek şu ki, İslam’ı aradan çıkardıklarında hem Avrupa tarihinin geçmişini koparmış oluyorlar hem de bugünlerini ve yarınlarını linç etmiş oluyorlar. Böylece ortada içi boş bir kilise ve boş bir kuleli Avrupa görürsünüz. İşte bu gerçeklerden hareketle İslamsız Avrupa düşünülemez diyoruz. Nasıl böyle düşünmeyelim ki, şöyle VII. ve VIII. Yüzyıllara bir bakın Hıristiyan Roma imparatorluğunun büyük bir kısmını fethettiğimizde kendi medeniyetimizi inşa ettiğimiz gibi kilise’lerini havra’larını da inşa etmişiz. .
Evet, Avrupa bu ya, İslamsız Avrupa düşünülemez desekte geldiği noktada hala bağrında taşıdığı Müslüman topluluklarıyla barışık değil. Belli ki bir takım ön yargılı yaklaşımlardın sıyrılamayacaklar. Olsun yinede biz bize yakışanı yapıp yeniden Avrupa’nın İslam’la yüzleşmesini sağlamak olmalıdır. Ah bunu bir yapabilirsek, bak o zaman Batı ve Doğunun adeta beynin iki yarım küresi gibi bir bütünlük teşkil ettiğini onlarda farkına varacaklardır. Nitekim şöyle geriye dönüp bakıldığında batı ve doğu birbirlerine ekonomik, kültür ve sosyal bakımdan birbirlerine hem vererek hem de alarak eksikliklerini gidermişlerdir. İşte bu nedenle Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri; “Avrupa Osmanlı’ya, Osmanlı da Avrupa’ya gebe” demekten kendini almaz da. Öyle ya, batıda teknoloji varsa doğuda da ruh ve insaniyet vardır. Dolayısıyla ne ruhsuz madde ne de maddesiz ruh tek başına işe yaramayacaktır, mutlak her ikisi bir arada olmalı ki “Hiç ölmeyecekmiş dünyaya yarı ölecekmiş ahrete” denen haleti ruhiye iklimi oluşabilsin. Ne var ki şimdiye kadar bu iklim daha henüz oluşmuş değil. Hem nasıl oluşsun ki, Dün Roma’sı nasıl ki kendini efendi görüp diğerlerine köle gözüyle baktıysa, bugün de ABD ve Avrupa aynı refleksle kendi dışında ki toplumlara öteki gözüyle bakmakta. Yine dün nasıl ki Roma efendilik taslayıp toplumları istismar ettiyse, bugünün ABD’si ve batısı da aynı yaklaşım çerçevesinde yeni istismar alanları oluşturup kültür emperyalizmle toplumları kuşatmaktadır. Artık dünün efendileri günümüzde yerli kültürleri esir alarak sürdürmek davasındalar. Hele ki bugünün kitle iletişim araçları sınır tanımıyor ya, değme keyiflerine kültür ihracı noktasında işleri çok daha hızlı bir şekilde hal yoluna koyabiliyorlar. Böylece Üçüncü dünya gözüyle baktıkları ülkeler yoğun kültür ihracı karışsında kendi yerli kültürlerini koruyamaz hale gelebiliyor. Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez Amerika hayranlığı ya da Avrupalı gibi yaşamak meziyet telakki edilebiliyor. Her şeye rağmen yinede kendi yerli kültürümüzü koruyup geliştirmek mecburiyetimiz var. Aksi halde kitle iletişim araçları marifetiyle gece gündüz kesintisiz kültür ihracı hız kesmeyecektir. Zaten Amerikan Hollywood filmleri hor gördükleri dünyayı esir almak için vardır. Habire dünya toplumlarını sinema sektörü yoluyla kültür ihraç edip esir almak amacındalar. Onlar bu amaçla kültür ihraç ede dursun bize de bu oyunu bozmak düşmeli. Ama nasıl, bizde ‘Yedi Güzel Adam’, ‘Sevda Kuşun kanadında’, ‘Diriliş Ertuğrul’, ‘Payitaht Abdulhamid’, ‘Mehmetçik Kut’ül Amare’ gibi film dizilerimizle dirilişe geçip var olacağız. Aksi halde kimlik krizi meselesiyle karşı karşıya kalırız.
Avrupa öteden beri Osmanlı’nın tam aksi bir yol izleyerek kendi dışındaki toplumları kültür potası içinde eriterek modernlik taslamakta. Dahası kendi dışındaki kültürlere habire müzelik olarak bakmayı marifet sanmakta. Derken içimize sirayet eden bu kültür asimilasyonuyla hayatımızı karartmaktalar. Nitekim her geçen gün kimlik krizinin ortaya koyduğu bir takım sancıları derinden hissediyoruz da. Bu kültür tahribatı nereye kadar devam eder bilinmez ama şu bir gerçek yerel kültürüne kıymet vermeyen toplumlar eski dinamizmini yitirip eninde sonunda emperyalist ülkelerin hegemonyası altına gireceği muhakkak. Bakın Beyaz adam aç kurt misali hiç boş durmuyor habire etrafı kokluyor, teknolojik üstünlüğünü kullanıp kendi dışındaki toplumlar üzerinde sürekli kuşatma alanları oluşturmakta. Şimdi ne yani buna seyircimi kalalım, seyirci kalırsak dün barbarlıklarıyla insanlığa kıydıkları gibi bugünde kültür ırkçılıklarıyla hükümranlıklarını sürdüreceklerdir. Madem öyle, bize düşen yerellikten evrenselliğe giden yolda bir yandan yerli kültürlerimizi korurken diğer yandan da Fırat Kalkan Harekâtı, Irak Harekâtı ve Zeytin Dalı Harekâtımızla zinde güçlere dünya beşten küçüktür deyip Osmanlının torunları olduğumuz yeniden hatırlatmalıyız. .Buna mecburuz da, çünkü tarihi misyonumuz bunu gerektiriyor. Aksi halde dün nasıl ki bir zamanlar imparatorluğumuz şemsiyemiz altında beraberce yaşadığımız toplumlar, dünya çapında etnik milliyetçilik rüzgârlarının esmesiyle birlikte tek tek kopup kanayan yara hale getirdiyseler, Allah korusun son bağımsız kalemiz Türkiye’mizi de hem kültür kuşatmasıyla hem de FETÖ, DEAŞ, PKK, PYD, YDP, DHKPC gibi terör maşaları yoluyla içten çökertebilirler de. Şemsiyemiz altında yaşayan topluluklar bağımsız devlet oldular da ne oldu, şu an her biri bölük pörçük halde kaynayan kazan durumdalar. Acı ama gerçek, maalesef yıllar boyu bağrımızda taşıdığımız topluluklar bilhassa XIX. ve XX. asırlarda Osmanlıyı yıkmaya çalışan güçlerle işbirliği içine girerek tam zayıf düştüğümüz dönemde can evimizden vurmuşlardır. Düşünsenize yükseliş dönemimizde beraberce hareket ettiğimiz unsurlar, bir bakıyorsun düşüşe geçişle birlikte ayaklanır hale gelebilen topluluk olabiliyor. İşte bu durum halk dilinde “Attır teper, cinstir çeker cinsine” tarzında anlamlandırılır da.
Bilhassa Fransız ihtilali sonrası gelişen menfi milliyetçilik rüzgârları sadece bağrımızda yaşayan toplulukları koparmadı, bizde de büyük bir yara açıp biryandan etnik Türkçülük cereyanının filizlenmesine zemin hazırlarken, diğer yandan da içimizde beslediğimiz Hıristiyan unsurların ayaklanmasına yol açmıştır. Böylece vahdet şuuru yerle bir edilmiştir. Hatta pek çok katliamlara da girişmişlerdir.
Şüphesiz bir düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır, insan sadece beşer olması hasebiyle düşer kalkar da, keza devletler de öyledir. Nitekim devletler düşüş sürecinde dengeyi kaybettikleri gibi birliği ve dirliği sağlamakta da acziyet gösterebiliyor. Zira Osmanlı ihtişamındaki dengeyi ancak Kesretten vahdete’ (çokluk içinde birlik stratejisi) bir yol takip ederek sağlayabiliyordu. Vakta ki dengesini yitirip etrafında curcuna hâkim olunca ister istemez XIX. yüzyılla birlikte çöküşe geçmiştir.
İşte Batının içimize attığı Truva ırkçılık tohumu bu kez işe yaradığı besbelli ki, nihayet bağrımızda taşıdığımız toplumlar bir bir ayrılıp Osmanlının sonunu beraberinde getirmiştir. Hele birde tüm bu olup bitenlere şu hazin yıpratıcı Balkan savaşları da eklenince artık yaşamak adeta işkence halini alır da. Neyse ki, o çöküş sürecinde topyekûn yaşlı genç, çoluk çocuk demeden verdiğimiz o müthiş Kuvay-ı Milliye harekâtı sayesinde çiçeği burnunda yeni bir devlet kurarak Türkün yenilmezliğini birkere daha tüm dünyaya göstermiş olduk. Şunu iyi bilsinler ki biz bir ölürüz bin diriliriz, İcabında dirilmekle kalmayız, Fırat Kalkanımızla, Zeytin damızla Nizam-ı alem oluruz da.
Hâsılı; Her dem canlar yeniden doğar.
Vesselam.


http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1925/osmanli-ulkusu.html
 
Üst