Seyyid Abdulkadir Geylâni(k.s.) Hz.lerinin Hatem-i Veli hakkındaki ifşaatları

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Seyyid Abdulkadir Geylâni(k.s.) Hz.lerinin Hatem-i Veli hakkındaki ifşaatları

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA
RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (21)



Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni -Kuddise Sırruh-


Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektûbât-ı Geylânî” adlı eserinin 5. Mektub’unda Allah-u Teâlâ ile kulun arasındaki gizli hâli açıklamaktadır. Bu ifşaatının daha iyi anlaşılması için izahı ile beraber arzediyoruz:
“Ey Aziz!
Mârifet güneşinin doğuşunu bekle...”
Allah-u Teâlâ bu güneşi doğduracak. O biliyor.

“O güneş sırlar semâsı canibinden doğacaktır...”
Yani Allah-u Teâlâ tarafından doğacak.

“O güneş doğduktan sonra kalp bostanları nura gark olacaktır...”
İnşaallah... Tabii ki nasipdar olana. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir beyanında: “Ben sizin aldığınız kadarını satarım.”buyurmuştur. Yani benim mağazam zengindir, malı çoktur, satmakla bitip tükenmez. Fakat alıcı müşterilerim peşin paraları kadar mağazamdan mal alabilirler.
Diğer bir beyanları ise şöyledir:
“Ben sizin yalnız zâhirinizi süslemeye değil, amma gönül arazinize mârifet fidanlarını dikmeye ve onları sulayıp yetiştirmeye memurum.”
Buradaki mârifetullah da aynıdır, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile irtibatlı olduğu için ayrı bir nezâfeti vardır.

“Bu nurları getiren güneşin esas merkezi:
“Yer Rabbinin nuru ile aydınlanır.” (Zümer: 69)
Âyet-i kerime’sinin özlü mânâsıdır.”
Allah-u Teâlâ onu o nura mazhar edecek ki, o nurla kabre gitmiş olsun ve ebedî saâdete nâil olsun. Dünyada kazanılan nur ahirete intikal eder.

“Bu aydınlığa kavuşan sâlikin, elbet gönlü rûşen olacaktır. Ve özünün derinliğinde saklı âlemleri seyre dalmak da, onun hakkıdır.”
En güzel hayat Hakk ile olmaktır. En güzel konuşma Hakk ile mülâkattır. En güzel nefes Hakk ile alınan nefestir. O’nunla meşgul olan, hayat-ı hakikinin içindedir.
O’nun içindir ki bazen: “Yâ Rabbi! Rahmetinin içine al!” diye niyaz ederiz, bir küpün içine girer gibi gireriz.

“İşte bu dalış sonundadır ki, cehalet örtüleri, akıllara has basiret gözlerinden kalkar. Amma nasıl bilir misin? Hangi kalp gözüne? Anlamayı arzular mısın? Elbette arzularsın. O halde oku:
“İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık.” (Kaf: 22)
Âyet-i kerime’sindeki mânâ sürmesi çekilen kalp gözüne. Ne saâdet, ne saâdet!..”
Allah-u Teâlâ oraya tecelli edip nurlandığı zaman, hakikat pınarlarını oraya akıtır. Saâdeti orada bulursun. O’nunlasın çünkü. O’nunla olduğun için asıl saâdet.
İnsan gözünü kapattığı zaman birşey görmez, açtığı zaman nasibi kadar görür. Mâneviyat da böyledir. Allah-u Teâlâ’nın kişiye duyurduğu esastır, o zaman hakikatı görür ve anlar. Ondan evvel gördükleri zandan ibarettir.

“Neleri görmez ve neleri müşahede etmezsin ki! Ve bâtın gözlerine o ilâhî sürme çekilince ne müşahedeler olmaz ki! Yeter ki, o sürme bir defa mânâ gözüne çekilsin.”
Yeter ki Allah-u Teâlâ’nın lütfu üzerinde olsun.

“Ondan sonra, bâtın anlayışları gözün bir başka şeyler görmeye başlar. Öyle acaip işler görür ki, hayretten hayrete geçer. Müşahede ettiği mukaddes nurların parıltısı onları öyle kamaştırır ki, açmakta zorluk çeker.”
Fakir der ki: Tarikat-ı aliyede seyr-ü sülûk esnâsında her gün ayrı bir tecelliyât husule gelir. Kişi o esrâr-ı ilâhîyi nefisle seyrettiği için ve her bir tecelliyat birbirinden üstün olduğu için herşeyi bildiğini zanneder. Vaktaki hakikat tahsili başlayınca hiçbir şey bilmediğini öğrenir. Çünkü hiçliğe doğru gidiyor artık. Marifetullaha alındığında da hiç olduğunu görür ve bilir. Burada Hakk’a vâsıl olur, Hakk’ın göstermesi ile hakikatı görür.

“Ya fikre gelen hatıralar... Onlar da bir başka acaip işlerdir. Ona da âlem-i melekûtun sırları çözülür. Kuvve-i fikriye, seyrettiği şeylerin o kadar tesirinde kalır ki, düşünemez, edemez olur.”
İlâhî tecelliyât karşısında insanın kendisinden geçmesi mânâsına geliyor. İlâhî tecelliyâtların karşısında bir bocalama geçirir, mânevî sarhoşluk olur, âcizliğini idrâk eder.

“Belki de oraya bir talep için gelmişti. Amma bilmeden aşk vâdisine daldı. Zaten bu hale gelen, bilerek neyi yapabilir ki? O aşk heyecanına kapılan talep vâdisindedir, amma bilemez, hayrandır. Kendini orada kaybetmiştir.”
Herkesin yaratılışı ayrı ayrıdır. Yüzler birbirine benzemiyor, sesler, tabiatlar birbirine benzemiyor. Herkesin tecelliyâtları ve terakkiyatları da ayrı ayrıdır. Herkes nasibi kadar payını alır. Birine tecelli ettiğini diğerine etmez.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm’da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz.” (Deylemî)
Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığında verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.
Bunlar İnsan-ı kâmil olanlardır. Hazret-i Allah’ın huzur-u ilâhîsine kabul ettiği kimselerdir.

“Bu hâl içinde, onu bir başka kuvvet harekete getirir. Ne olduğunu anlamadan, bir de bakar ki, Hakk yakınlığı vatanında.”
Allah-u Teâlâ onu cezbe ile kendine çeker.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Kimi sevmişse onu seçmiş, kimi de seçmişse onu kendisine çekmiştir. Huzur-u ilâhisine ancak sevdiğini seçtiğini alır. Bu sevgili kullarını dâire-i saâdetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.
O kendisini boş vâdide zannederken, o anda Allah-u Teâlâ onu alır, huzuruna kadar getirir. O anda dilerse onu çektiğini, huzurda olduğunu ona bildirir. Ve bu onlara sık sık tecelli eder. Dilediği zaman Cenâb-ı Hakk tecelli eder.

“Nasıl oldu bu iş?” diye soramaz da.
Aslâ!.. Mahlûk ne yaptığını, ne yapacağını, ne olanı biteni, hiçbir şeyi sormaya da öğrenmeye de sâhib-i salâhiyet değildir. Çünkü O’nun kudret elindedir. Bir çöpün ne kadar hükmü varsa, onun da o kadar hükmü olur.

“Neredeydim, nereye geldim?” de diyemez.
Katiyyen!... O bir boşlukta idi, çekiverdi onu.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu noktada buyurur ki:
“O zât bu yolda murad olarak seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu kemâlâta kavuşturulmuştur.” (260.Mektup)

“Şevk hâli onu o kadar sarmıştır ki, ne edip ne eylediğini anlayamaz. Hatta, hangi işlere âlet olduğunun bile farkında değildir.”

Çünkü o bir robot mesabesindedir, o Hakk’ın robotudur, Allah-u Teâlâ onu nasıl dilerse öyle kullanır, nasıl kullanırsa öyle olur. O robot nereye kullanılacağını bilmez. Kendi arzusu ile hiçbir iş yapmaz, salâhiyeti de yoktur.

“Olagelen bu haller içinde, onu bir korku sardığı da olur. Öyle ya, belki bir an ayıkır, o baş döndürücü güzellikler için: “Ya bunlar elimden alınırsa?” diye düşünebilir.”
Lütfeden Hazret-i Allah murad ettiği zaman bir anda alır. Hep O’nun hep O’nun...
Rivayete göre Musa Aleyhisselâm zamanında İsrâiloğullarından Bel’am bin Baura adında bir âlimin bazı ilâhî kitaplar hakkında bilgisi vardı. Aynı zamanda duâsı makbul bir veli idi.
Bu mertebede olduğu halde Arz-ı mukaddes’e girme meselesinde Yuşâ Aleyhisselâm’ın aksine dünya sevgisi ile zorbalara arka çıkmıştı.
Bir takım ilimlere, hidayet vasıtalarına nâil olduğu halde, dünya menfaatlerine, şöhret, nam ve makam arzularına meylederek şeytana tâbi olan; o hidayet vasıtalarını elden çıkararak yoldan sapan, kendisi saptığı gibi başkalarını da saptıran bu kimsenin çirkin âkıbetini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde beşeriyete ilân etmektedir.
“Onlara o kimsenin haberini anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu.
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü.
Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.
İşte âyetlerimizi yalanlayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünüp ibret alırlar. Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden bir topluluğun misali ne kötüdür!” (A’raf: 175-177)
Hidayet yolunu bırakıp Hakk’tan uzaklaşmaktan daha çirkin, hevâ ve hevesine uyarak dalâlete sapmaktan daha kötü bir sapıklık tasavvur edilemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bir duâları şöyledir:
“Ey Allah’ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma.” (Bezzâr)

“Her zaman sarhoş olmaz ya. Ayıktığı da olur. İşte o ayıktığı zamandır ki, Allah’ın mekrinden emin olmamak aklına gelir ve mey’ûs olur. Belki de bir yalnızlık duyar, içi burkulur.
Amma onu, o makama kadar çıkaran Hakk Teâlâ, nasıl mey’ûs eder ki? Elbette etmez. Onu nasıl gama boğar ki? Elbette boğmaz. Yalnızlık duygusu ha! İşte bunu hiç vermez.”
Çünkü sen O’nunla mısın? Herşeylesin.
Fakir çok evvel şöyle söylemişti:
“Eğer Hakk ile isen, yalnız da olsan, sen cemaatlasın. Nasıl bir cemaat? Bulunmayan bir cemaat. Çünkü sen Hakk ilesin, Hakk ehli ilesin. Yalnızsın amma, en büyük cemaatlasın. Hakk ile değilsen, en büyük cemaatla da olsan yalnızsın, yapayalnızsın.”
Allah-u Teâlâ herkese âile vermiş, çoluk-çocuk vermiş. Fakire ne kadar büyük lütufta, ihsan ve ikramda bulunmuş ki bunlarla meşgul ettirmemiş, bulandırmamış, oyalamamış, bizi yalnız yaşatıyor. Zât’ı ile meşguliyeti sevdirmiş. Hâlâ o sevgi duruyor.
Onun içindir ki: “O’nunla olmak hayattır, O’nsuz hayat vefattır.” sözü ile bu noktaya işaret etmiştik.
Yıllar önce bir defasında Hacc’dan dönüyorduk. Boludağı’ndan iniyoruz, hava çok soğuk. O anda gönlüme bir gariplik çöktü. “Şimdi herkes evine çoluk-çocuğunun yanına gidecek, sobası yanıyor, sıcak çorbası var. Bizim evde ne soba yanıyor, ne sıcak çorba var, ne de âile var.” diye hafif bir garipseme durumu oldu.
O anda:
“Amma senin evinde Allah ve Resul’ü var.” buyurdular.
Bunu o anda yanımızdaki kardeşlere söylemişiz, fakat söylediğimi hatırlamıyorum, bize daha sonraları bir kardeş hatırlattı. “Böyle söylemiştiniz.” dedi.
Rabbime sonsuz şükürler olsun ki bana o hayatı yaşatıyor, hiçbir şeyle meşgul ettirmiyor. O’nunla olmak hepsinden güzel.
“O’nunla mülâkat mülâkatların en güzelidir. O’nunla nefes, nefeslerin en güzelidir.” dememizdeki sır, O’nunla beraber yaşanan hayatın hâlâtıdır, gizli bir hâldir.
Bu Zât-ı muhterem bu beyanları ile iç hâli belirtmiş oluyor. Özden bahsediyor, sözden değil.
İnsan zannediyor ki hayat çoluk-çocuğu ile yaşadığı hayattır. Hayır! Gerçek hayat budur. O hayat eğlencedir, hayat-ı hakiki budur. Çünkü onlar belki kabre kadar bile gelmezler.

“Ayıktırdığı bir anda, o kulunun gönlüne şu ilâhi hitapların ılık sesini duyurur:
“Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır.” (Mümin: 61)
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadid: 4)
Beraberlik ha! Hakk’ın kulu ile beraberliği. O’nun kuvveti, kudreti karşısında, kulun ne kıymeti var ki...”
Yalnız şu var ki, tecelli ettiği zaman Allah-u Teâlâ o kulu ile halleniyor, kul da ondan istifade ediyor. Çünkü Mevlâ onunla meşgul olmasa o meşgul olamaz ki... Mevlâ onunla meşgul, o da O’nunla mest oluyor.

“Hava boşluğunda bir zerre.”
Havayı da O yarattı, zerreyi de O yarattı. Sen nesin? Hiç!

“Koca sahrada bir milcik. Bu kadar da olamaz. Belki de: “O halde, bu beraberlikte kulun değeri ne?” diyeceksiniz. Amma sakın şaşmayın ve gerçek olduğunu bilin. Şayet bu sorunuza karşılık ağzımdan bir: “Hiç” çıkarsa, doğruluğunu derhal kabul edin.”
Bu hâl karşısında mahlûk tamamen hiç olur, O kalır.
Bu noktayı şöyle arzedelim.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Bakara: 255)
Âyet-i kerime’de geçen “Hû” maskedir. Şu gördüğünüz bütün âlemler “Hû”dan ibarettir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Herşey O’na perdedir.
“Lâ” dediğin zaman, o “Lâ”lar yok olduğu zaman, O’ndan başkası kalmaz.
“O Hayy ve Kayyûm’dur.” (Bakara: 255)
O var, yarattığı şeyler O’nunla kâimdir. O’nunla kâim olan zerreyi de attığın zaman O var.
Onun içindir ki O’na karşı; değil bir sivrisinek kanadı, bir zerre dahi perdedir. Cenâb-ı Hakk onu yok ederse, o yokluk içinde Var husule gelir.
Eğer bu Âyet-i kerime’nin aslını bir kavrayabilirseniz, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle birçok gizli kapıları açabilirsiniz.
O çok lütufkâr, mahlûkun aklı ermeyecek kadar lütufkâr...
Fakir bir noktada der ki: “Allah’ım! İhsan ve ikramlarının zerresinin idrâkinden âcizim. Şükür değil idrâkinden bile âcizim.” O öyle bir Allah’tır. Yalnız kendi kendini bilir ve kendi kendini metheder.

“Kulun bir varlığı olacak ve bir şey yapmaya kalkacak ha! Hem de Hakk’ın kudreti karşısında. Hayır, hayır... Hepsi silinecek. Kulda varlık vehmi ölecek.”
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de aynı noktaya işaret etmiş ve:
“Onun iradesi kendi elinde değildir.” buyurmuştur. (260. Mektup)
Allah-u Teâlâ onu bizzat dilediği şekilde idare eder. Bir yaprak kadar hükmü yoktur. Denize düşen bir zerreyi, deniz istediği gibi sürüklediği gibi, o da ilâhî hükümler karşısında öyle çalkalanır.

“Hele:
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmeyin.” (Zâriyat: 51)
Emrini duyan kul tümden erir. Fenâya varır. Ve; vehmettiği varlığın zerresi bile kalmaz.”
Zerre dahi Hakk’a perdedir. Zerreyi de O yarattı. Yaratan’ı düşündüğü zaman, yaratılmış şey hükümsüz kalır.
Fakir bu hususta her zaman için şöyle der: “Elhamdülillâh hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum.”
Hepsi bunun içinde. “Hükümsüz”, hiç hükmü yok. “Değersiz”, hiç değeri yok.
Hükümsüzün, değersizin lâfı bile olmaz. Çünkü yok oldu. Bir şey olacak ki, değeri olsun. Bir şey olmadığı için, hükmü de yok, değeri de yok.
Kelime-i Tevhid’de “Lâ” dediğimiz zaman, kâinatı bir bez gibi atıyoruz. Çünkü O’ndan başka hiçbir şey yok.
Allah-u Teâlâ o lütfu bahşetmiş, o basireti ihsan buyurmuş ve korumayı murad etmiş. Hiçbir şey gizlenmiyor.
“O’nu görüyorum, başka bir şey görmüyorum.” diyorum. Fakat halk orada duruyor. İleriye de gidemiyor, geriye de gidemiyor. “Evet” diyemiyor, “Hayır” diyemiyor. Evet diyemeyişi, havsalası almıyor; hayır diyemeyişi hep Âyet-i kerime var.

“Bunu kim anlar ve kim bulur?” diyebilirsiniz. Gerçekten bu söz çok önemli. Öyle ya, kim anlar, kim bulur?
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta:
“Onu söylesem bile, kim anlar, kim idrâk eder?”buyurmuşlardır. (317. Mektup)

“Bu soru çok mühimdir. Üzerinde durmaya değer. İnsanda, onu bulmaya bir güç vehmederek söylüyorsan, çok yanılıyorsun. Sonra şimdiye kadar anlatılan hallerden bir şey anlamadığın anlaşılıyor. Yazık! Bu hale göre önce:
“Bu işten dolayı senin yapacağın hiçbir şey yoktur.” (Âl-i imran: 128)
Âyet-i kerime’sinin mânâsını düşünmelisin.”
Halka hitap ediyor ve bu sözleri söylüyor.
Bu kadar kitaplar yazılmış, ilm-i ilâhî husule gelmiş, Hakk’tan, Mârifetullah’tan bahsedilmiş; amma sen bir tanesine eğilememişin, anlayamamışsın ve sen bundan mahrum kalmışsın. İlâhî lütuf çeşmesi akmış, su boşa gitmiş, sen bir şey alamamışsın. Bu şekilde gidersen hâlin nice olur?

“Ne demek istediğini, bir daha, bir daha okuyarak anlamaya çalışmalısın.”
Allah-u Teâlâ’ya teslim olan bir kimsenin yapacağı hiçbir iş olamaz.
Şöyle der:
“Allah’ım! Hayır senin kudret elindedir. Benim yaşamam mı hayırlı, yalnız kalmam mı hayırlı, başka türlü mü hayırlı, ölüm mü hayırlı ancak sen bilirsin.”
O kul Allah-u Teâlâ’dan hayır ister, amma katiyyen: “Şunu istiyorum.” demez. Niçin? Çünkü istemeye sâhib-i salâhiyet değildir, Allah-u Teâlâ’ya kendisinden fazla güveniyor. O’nu kendisinden fazla seviyor. Allah-u Teâlâ onu kendisini sevdiğinden daha çok sevdiğini biliyor.
Beni Rabbim kendimden çok fazla seviyor. Ben uçurumdan aşağıya gidiyorum O beni kurtarıyor. Hep O kurtarıyor, hep O kurtarıyor, hep O kurtarıyor.
Onun için katiyyen bir arzusu olmaz, istek yaşamaz. “Arzum senin arzundur, hükmündür, emrindir. Dileğim dileğindir.” Bundan başka ikinci söz söylemeye sâhib-i salâhiyet değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)
Bu Âyet-i kerime en bâtınî Âyet-i kerime’lerden birisidir.
Hazret-i Allah kişinin içinde olursa, o onu söylerken Allah ile konuşur.
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyât: 21)
Bunu görenler göre göre söyler. Çünkü o içindekini görüyor ve biliyor, kendisinin bir maske olduğunu biliyor. İyiliklerin ancak Allah’tan olduğunu çok iyi biliyor. Allah-u Teâlâ’yı bilerek, görerek o sözü söyler. Diğerleri ise zanla söyler.

“Sakın bunu da kendi gayretinle bulacağın vehmine kapılmayasın. Orası bir tevhid denizidir. Kim kendi gayretiyle oradan bir şey almaya dalarsa, derhâl Hakk’ın gayret dalgaları ona çarpar ve azamet bahr-i muhitine atar.”
Siz ne kadar okusanız okusanız alabilir misiniz? Amma bir söz söylenirse, herşey anlaşılır.
Yani sen bir şey anlarsan ancak zannın kadar anlarsın. O hakikat deryasından bir damla erişirse seni aşar. Amma sen ne kadar okusan perdeyi aşamazsın.

“Şayet hali böyle olan kul; bu bahri muhitten kurtulmak ister, çırpınmaya kalkar ve bütün bunlarla sahile çıkmak dilerse, o zaman hayret ve dehşet girdabına düşer. Şayet Hakk Teâlâ ona gerçeği anlamayı nasip etmişse, o zaman şöyle yalvarmaya başlar:
“Rabbim! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla!” (Kasas: 16)
İşte bundan sonradır ki, o kula lütuf yardımı binekleri gelir.
“Onları karada ve denizde taşıdık.” (İsrâ: 70)
Fermanı ile, bütün tehlikelerden kurtarır.”

Meselâ Cenâb-ı Hakk fakiri bir anda dilediği yerde bulundurur. Hazret-i Süleyman’ı taşıyan Hazret-i Allah, gönül yolculuğu ile dilediğini taşıttırır. Bir anda istediği yere gider gelir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın izni ve emriyle olur. O bunlara yol verir.

Ve:
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)
“Fermanı gereğince, en beğendiği sahil yurduna çıkarır.
Bu haller olup biterken, artık kulda varlık kalmamıştır. Tamamen Hakk’a teslim olmuştur.”
Vallahi kendimi bazen bir balık pulu kadar görürüm. Balıkta pul olur ya, ne kadar değersiz ne kadar kıymetsiz değil mi? Pulun ne hükmü var? Ne kıymeti var? Onu gözümle görüyorum. Değer ve kıymet yalnız O’nundur.

“İyi bil ki O herşeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (Fussilet: 54)
“Emri gereğince, o kulun da nasibine bir şeyler düşer.”
Dilediğine. Ve siz de bunları duymuş oluyorsunuz.

“Sırlar âlemine âit kapı anahtarları ona teslim edilir.”
Nitekim Bâli-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli’nin imdad ve istimdâdından haber verirken: Zâtiyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulundurduğunu” söylemiştir. (Fusûsu’l-Hikem Şerhi. Sh: 39)
O zaman görmüşler.
Bunun mânâsı; Allah-u Teâlâ dilediği esrârını ona bildirir, o da o hazinedekileri görür. Göre göre bilir, amma söyler amma söylemez. Amma görüyor, anahtar elinde çünkü.

“Bundan sonra onun için hedef gözükmüştür:
“Gidilecek yerin en güzel olanı Allah katındadır.” (Âl-i imran: 14)
Cümlesi, onun için bir işarettir. Bu işareti o artık çok iyi anlar.”
Geçen gün bir kardeşe dedik ki: “Canım hep O’na gitmek istiyor, O’na kavuşmayı istiyorum.”
Amma buna rağmen istemeye hakkım yok, hüküm O’nundur, beni istediği tarafta bulundurur.

“Çünkü ona, mânâları çözme usulü talim edilmiştir. İlhamın ne olduğu, vahyin ne mânâ taşıdığı onun bildiği şeydir.”
Nitekim İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
“Yine o, meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar.” (İhyâu ulûmiddin)

“Çünkü:
“O anda kuluna vahyedeceğini vahyetti.” (Necm: 10)
Âyet-i kerime’sindeki mânâ ona öğretilmiştir.”
Elhamdülillâh... Çünkü o oradan alıyor.
Nitekim Muhyiddin İbnül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri:
O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır.” buyurmuşlardır. (Fusûlü’l-Hikem)
Allah-u Teâlâ murad ettiğini bildirir ve öğretir.
Hep O’nun bildirmesi, O’nun göstermesi ile olur. Çünkü bir kere insan kendisinin maskeden ibaret olduğunu bildi mi, içinde O olduğunu bilir. O’ndan konuşur, O’nunla konuşur, işi bitirir.

“Sonra, evet sonra:
“Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (Necm: 18)
Âyet-i kerime’sinin özünde saklı işaretleri fehhetmeye, anlamaya başlar.”
“O Hazret-i Allah’ı gördü.” buyuruyor.

“Cenâb-ı Hakk cümlemize bu hallere ermeyi nasib eylesin. Âmin.”



 
Üst