dedekorkut1
Doçent
SOFİNİN DÜNYASI
SELİM GÜRBÜZER
Sofinin dünyası ilahi aşk ve muhabbetle yanıp tutuştuğundan içi dışına, dışı içine hâkim güzel ahlak olarak yansıyabiliyor. Ki, Arifler sofinin bu halini ‘Gel, gör, tat ve anla’ aşamalarından geçmek suretiyle idrak edilebileceğini belirtmişlerdir. Belli ki, dergâhın yolunu tutmadan, bu yolu gidip görmeden, görüp tatmadan sofinin dünyası öyle kolay kolay anlaşılamayacağı çok açık.. Hem, aşk-ı bendi yaşanmadan sofinin dünyası nasıl anlaşılsın ki. Kaldı ki bu iş öyle hariçten gazel okumaya benzemez. Hele hariçten gazel okuyan kişi değim yerindeyse gırtlağına kadar dolu riya, kibir, şirk ve haset türü hastalıklara bulaşmış biriyse Derviş Yunus’un “Gel gör beni aşk neyledi” haline hiç anlam veremeyecektir. Anlam verememesini kınamayız elbet, bilakis normal karşılarız. Çünkü sofinin dünyası lafla, kalemle, kitapla izah edilecek türden bir dünya değil ki anlayabilsin. Böylesi bir dünyayı ancak yaşayan idrak edebiliyor. Dolayısıyla işin bu tarafı (anlayamama kısmı) pek kınayacağımız durum değil, asıl bizi irrite eden taraf bir takım aklı evvellerin hariçten gazel okuyaraktan habire sofilere deli divane yaftası yapıştıraraktan alay konusu etmeleri anormalliğidir. Öyle ya, birilerinin illa deli divaneliği masaya yatırılacaksa asıl böyle anormal tutum ve davranışlar içerisine girenlerin ruh hallerinin psikolojik vaka olarak masaya yatırılması lazım gelir. Gerçektende masaya yatırıldığında atalarımızın deyişiyle ‘ak koyun kara koyun geçit başında belli olur’ misali asıl kendilerinin klinik vaka olduğu görülecektir.
Her neyse, sofilerin dünyasıyla alay ede dursunlar, şu bir gerçek, böylesi bir dünyadan nasiplenmek için illa ki dergâhın yolunu tutup ‘Gel, gör, tat ve anla’ safhalarından geçmek gerekir. Hatta bu safhalara ilaveten Gönül Sultanların sofilerine talim eyledikleri bu kutsi yolun tüm adap, usul ve talimatlarının da uygulanması icab eder. Aksi halde gerçek manada sofinin dünyasıyla boyanmamış oluruz. Öyle ya, nasıl ki zahiri hastalıklar için doktorun yazdığı reçeteyi harfi harfine uygulamaya çalışaraktan sıhhat buluyorsak, aynen Gönül Tabibi’nin taliplilerine uygulattığı manevi reçeteleri de harfi harfine uymak gerekir ki; her türlü manevi hastalıklardan kurtulup nefsi tezkiyemiz ve kalbi tasfiyemiz gerçekleşebilsin. İşte bu noktada Mevlana’nın “Ne olursan ol yine gel” çağrısını hatırlarız ki, ister istemez bu çağrı Gönül Tabiplerinin kapısında manen arınmak çağrısı olarak mana bulur da.
Bilindiği üzere iki türlü çağrı vardır; birincisi hayra çağrı, ikincisi ise şerre çağrıdır. Birincisinde başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Sahabe-i Kiram, Tabiin ve ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimlerin çağrısına icabet etmek vardır, ikincisinde şeytan ve nefsin telkinlerine yem olmak vardır. Hiç kuşkusuz bizim tercihimiz birincisinden yanadır. İyiki hayra çağrı yapan ışık kandillerimiz var da bu sayede ebedi saadete giden yolda kurda kuşa yem olmaktan kurtulmak mümkün olabiliyor. O halde bu noktada dualarımızda “Ya Rab! Şeytan ve nefsin şerrinden sana sığınırız” diye münacat etmeyi ihmal etmemekte gerekir.
Sakın ola ki, hazır önümüzde Asr-ı Saadet modeli dururken, başka modeller peşinden koşanlardan olmayalım, zaten başka model arayışına girmek boşa vakit kaybıdır. Nitekim Sahabe-i Kiramın bizatihi Allah Resulünün dizinin dibinde yetişerek Ümmet-i Muhammed’e örnek olmaları bizim en büyük avantajımızdır. Bu öyle bir avantaj kaynaktır ki, hangi sahabenin hayatına bakarsak bakalım bugün içinde yaşadığımız manevi hastalıkların pek çoğunun üzerlerine sirayet edemediğini görebiliyoruz. Hem nasıl sirayet etsin ki, bikere onlar manevi gıdalarını direk kaynağından alarak besleniyorlardı.
Peki ya, Asr-ı Saadet sonrası Müslümanlar? Malum, kaynaktan git gide uzaklaştıkça ister istemez pek çok manevi hastalıklar kalbe sirayet edip bu illetlerle uğraşmak mecburiyeti hâsıl oldu. Uğraşılması gerekir de. Ama nasıl? Hiç kuşkusuz Asr-ı saadet sonrasında Peygamberimizin varisi hükmünde ilmiyle amil Rabbani âlimlerin öğretilerine başvurup onların eşiklerini sürekli aşındırmakla elbet. Şimdilik ortada bunun dışında yaramıza merhem olacak pek çare yöntemde gözükmüyor. Aslında gönül isterdi ki başımız dara düşmeden zamanında Gönül Sultanların kapısını çalıp manevi ilacımızı alabilseymişiz bu çok daha iyi olurdu. Her neyse geçte olsa fark ettik ya, en azından zararın neresinden dönersek kârdır deyip şimdi önümüze bakma vaktidir. Yeter ki niyetimiz halis olsun bugün, yarın ve gelecek yıllarda hiç fark etmez her defasında başımız dara düştüğünde Hızır misali imdadımıza yetişeceklerine inancımız tamdır. Nasıl inancımız tam olmasın ki, hele bu gül bahçesine yolumuz bir düşmeye bir görsün, kendimizi sevda ateşiyle gül bahçesinin bahçıvanı elinde bir demet gül yaprak olarak yetişmiş görürüz de. Belli ki bir demet gül yaprak olabilmenin sırrı, Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ‘Levlâke levlâk lema halaktu’l eflâk-Ey Habibim! Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım’ fermanıyla cümle âleme duyurduğu ‘Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s.a.v)’in nübüvvet gül kokusunda gizlidir. Madem öyle, bize bu sırra ermiş olan erenlerin izinden yürümek düşer.
Şu bir gerçek, sofinin dünyasını zindana çevirecek risklerde sözkonusudur. Nedir o riskler derseniz, elbette ki nefis ve şeytanın birlikte kurguladıkları her türlü hile ve desiselere düşme riskidir. Ki, nefis ve şeytan daha çok takva üzere yaşayanlarla uğraşmaktadır. Bu demektir ki, şu fani dünyada takva üzerine yaşayanlara öyle kolay kolay rahatlık yok gibi, son nefese dek bu mücadele devam edecekte. Ama ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Yeter ki sofi, bu mücadelesine yılmadan usanmadan Sadatların aşkın mihrabında hazırlayıp önüne koyduğu nübüvvet gül kokusunu koklamaya devam etsin Allah’ın izniyle son nefesini hüsnü hatimeyle bağlarda. Anlaşılan önümüze iki seçenek konulmuş, ya Nübüvvet kokusunu koklayıp hayatımızı gül bahçesine çevireceğiz, ya da şeytan ve nefsin birlikte hazırladıkları pis kokuları koklayıp hayatımızı zindan çevireceğiz. Malum, gül kokusunda felaha ermek vardır, diğerinde ise azab. Şayet felaha ermek istiyorsak bir Gönül Sultanının zincir halkasına tutunmadan bu iş olmaz. İlla ki bir mürşidin halkasında pervane olmak gerekir ki o halkada 'Allah' deyip felaha erişilebilsin.
Tüm dert davamız ömürde bir kez olsun can-ı gönülden Allah diyebilmektir. Allah korusun ömürde bir kez olsun candan ‘Allah’ diyemediysek vay halimize. İşte bu noktada sofiliğin önemi ortaya çıkar ki, doğrusu buna kayıtsız kalmak bizim zararımıza bir durum ortaya çıkacağı muhakkak. Hem kâr ziyan muhasebesi yapma gibi bir hassasiyetimiz olmasa da zaten bu kapı herkese nasip olmayabilir de, Çünkü ruhların toplandığı elest meclisinde kimler hangi Gönül Sultanının ervahıyla kaynaşıp yâr olmuşsalar bu dünyaya geldiklerinde de yine aynı Gönül Sultanıyla ünsiyet kurup aynı halkada beraber olmak nasip olacaktır. Hakeza bunu genel anlamda düşündüğümüzde hangi ruhlar bezm-i elestte biri birine gönül muhabbetiyle kaynaşmışsalar yine aynı ruhlar anne karnında ete kemiğe bürünür halde dünyaya geldiklerinde de birbirleriyle dost olacaklardır. Nasıl dost olup ünsiyet kurmasınlar ki, bikere tutunacakları halka sıradan bir halka değil ki, ta ucu Peygamberimiz (s.a.v)’e kadar dayanan ahde vefa halkasıdır bu. Şimdi gel de bu durumda sofinin dünyasına heveslenme, ne mümkün. Düşünsenize sofi her defasında ‘Hatme-i Hacegan’ halkasına oturduğunda nübüvvet gül rayihasıyla tütsülenip üzerine siner bile. Tabi bu gül rayihası sadece hatme halkasında sinmez, vird örtüsünün altına girdiğinde başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere O’nun âline, ashabına ve Sadatların ruhlarına Fatihalar göndermesiyle birlikte kalben çekilen vird esnasında da gül rayihası üzerine siner elbet. Böylece o sofi vird örtüsü altında gül bahçesine girercesine gülfidanının gölgesinde vird çekmek sayesinde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura erer” (Ra’d, 28) ayeti kerimenin mana ve ruhunu iç dünyasında tadmış olur. Hakeza bu örtü sofiye Peygamberimiz (s.a.v)’in doğup büyüdüğü Mekke’de en çileli geçirdiği günlerinde vahy olunan “Ey örtünüp bürünen Resulüm! Gecenin yarısında, ister biraz sonra, ister biraz önce, bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku. Doğrusu biz sana taşınması ağır bir söz vahy edeceğiz. Şüphesiz ki, geceleyin kalkmak daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Zira gündüz seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır. Rabbinin adını an, her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel” (el-Müzzemmil,1-8) ayet-i celilerin mana ve ruhunu da hatırlatır.
Sofiye gül kokusunu hatırlatacak o kadar çok örnekler var ki, üstelik her hatırlayışında Yunus gibi “Her ne var ki onun sinesinde gizli, derdim var inlerim” demekten kendini alamaz da. Ancak bu inleyiş karşısında mesti hayran olduğu maşuk “Oğul hizmet” deyip aşıkını gayrete getirmeyi yeğleyecektir. Öyle ya, Yunus dergâhın kapısına vardığında ilk başta ‘Neydeyim nefesi bana buğday gerek’ demişti. Ama baktı maşuku habire hizmet diyor, en nihayetinde Âşık Yunus sofiliğin dünya malına tamah etmemek olduğunu idrak edip hizmete koyulur bile. Ki, bu hususta Bişr-i Hafi Hz.leri şöyle der: “Böyle bir zamanda sofinin ganimeti insanların onu tanımaması, yerini yurdunu bilmemesidir.” Ve sözlerine şöyle açıklık getirir de: “Hangi sofide dünya metası sevgisi var, ona sofi demek doğru olmaz..”
Hakeza İmamı Gazali Hz.leri de gerçek sofinin dünyası hakkını şöyle teslim eder: “Hakka süluk edenler ancak sofilerdir. Ki, onların ahlakları ahlakların en güzeli, öyle ki umum insanların arasından en keskin akıllıların akılları bir araya gelseler sofilerin siret ve ahlakından hayırlı bir hale muvaffak olamazlar. Çünkü sofilerin bütün hareketleri Nur-u Nübüvvetten mükteseptir.”
SELİM GÜRBÜZER
Sofinin dünyası ilahi aşk ve muhabbetle yanıp tutuştuğundan içi dışına, dışı içine hâkim güzel ahlak olarak yansıyabiliyor. Ki, Arifler sofinin bu halini ‘Gel, gör, tat ve anla’ aşamalarından geçmek suretiyle idrak edilebileceğini belirtmişlerdir. Belli ki, dergâhın yolunu tutmadan, bu yolu gidip görmeden, görüp tatmadan sofinin dünyası öyle kolay kolay anlaşılamayacağı çok açık.. Hem, aşk-ı bendi yaşanmadan sofinin dünyası nasıl anlaşılsın ki. Kaldı ki bu iş öyle hariçten gazel okumaya benzemez. Hele hariçten gazel okuyan kişi değim yerindeyse gırtlağına kadar dolu riya, kibir, şirk ve haset türü hastalıklara bulaşmış biriyse Derviş Yunus’un “Gel gör beni aşk neyledi” haline hiç anlam veremeyecektir. Anlam verememesini kınamayız elbet, bilakis normal karşılarız. Çünkü sofinin dünyası lafla, kalemle, kitapla izah edilecek türden bir dünya değil ki anlayabilsin. Böylesi bir dünyayı ancak yaşayan idrak edebiliyor. Dolayısıyla işin bu tarafı (anlayamama kısmı) pek kınayacağımız durum değil, asıl bizi irrite eden taraf bir takım aklı evvellerin hariçten gazel okuyaraktan habire sofilere deli divane yaftası yapıştıraraktan alay konusu etmeleri anormalliğidir. Öyle ya, birilerinin illa deli divaneliği masaya yatırılacaksa asıl böyle anormal tutum ve davranışlar içerisine girenlerin ruh hallerinin psikolojik vaka olarak masaya yatırılması lazım gelir. Gerçektende masaya yatırıldığında atalarımızın deyişiyle ‘ak koyun kara koyun geçit başında belli olur’ misali asıl kendilerinin klinik vaka olduğu görülecektir.
Her neyse, sofilerin dünyasıyla alay ede dursunlar, şu bir gerçek, böylesi bir dünyadan nasiplenmek için illa ki dergâhın yolunu tutup ‘Gel, gör, tat ve anla’ safhalarından geçmek gerekir. Hatta bu safhalara ilaveten Gönül Sultanların sofilerine talim eyledikleri bu kutsi yolun tüm adap, usul ve talimatlarının da uygulanması icab eder. Aksi halde gerçek manada sofinin dünyasıyla boyanmamış oluruz. Öyle ya, nasıl ki zahiri hastalıklar için doktorun yazdığı reçeteyi harfi harfine uygulamaya çalışaraktan sıhhat buluyorsak, aynen Gönül Tabibi’nin taliplilerine uygulattığı manevi reçeteleri de harfi harfine uymak gerekir ki; her türlü manevi hastalıklardan kurtulup nefsi tezkiyemiz ve kalbi tasfiyemiz gerçekleşebilsin. İşte bu noktada Mevlana’nın “Ne olursan ol yine gel” çağrısını hatırlarız ki, ister istemez bu çağrı Gönül Tabiplerinin kapısında manen arınmak çağrısı olarak mana bulur da.
Bilindiği üzere iki türlü çağrı vardır; birincisi hayra çağrı, ikincisi ise şerre çağrıdır. Birincisinde başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Sahabe-i Kiram, Tabiin ve ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimlerin çağrısına icabet etmek vardır, ikincisinde şeytan ve nefsin telkinlerine yem olmak vardır. Hiç kuşkusuz bizim tercihimiz birincisinden yanadır. İyiki hayra çağrı yapan ışık kandillerimiz var da bu sayede ebedi saadete giden yolda kurda kuşa yem olmaktan kurtulmak mümkün olabiliyor. O halde bu noktada dualarımızda “Ya Rab! Şeytan ve nefsin şerrinden sana sığınırız” diye münacat etmeyi ihmal etmemekte gerekir.
Sakın ola ki, hazır önümüzde Asr-ı Saadet modeli dururken, başka modeller peşinden koşanlardan olmayalım, zaten başka model arayışına girmek boşa vakit kaybıdır. Nitekim Sahabe-i Kiramın bizatihi Allah Resulünün dizinin dibinde yetişerek Ümmet-i Muhammed’e örnek olmaları bizim en büyük avantajımızdır. Bu öyle bir avantaj kaynaktır ki, hangi sahabenin hayatına bakarsak bakalım bugün içinde yaşadığımız manevi hastalıkların pek çoğunun üzerlerine sirayet edemediğini görebiliyoruz. Hem nasıl sirayet etsin ki, bikere onlar manevi gıdalarını direk kaynağından alarak besleniyorlardı.
Peki ya, Asr-ı Saadet sonrası Müslümanlar? Malum, kaynaktan git gide uzaklaştıkça ister istemez pek çok manevi hastalıklar kalbe sirayet edip bu illetlerle uğraşmak mecburiyeti hâsıl oldu. Uğraşılması gerekir de. Ama nasıl? Hiç kuşkusuz Asr-ı saadet sonrasında Peygamberimizin varisi hükmünde ilmiyle amil Rabbani âlimlerin öğretilerine başvurup onların eşiklerini sürekli aşındırmakla elbet. Şimdilik ortada bunun dışında yaramıza merhem olacak pek çare yöntemde gözükmüyor. Aslında gönül isterdi ki başımız dara düşmeden zamanında Gönül Sultanların kapısını çalıp manevi ilacımızı alabilseymişiz bu çok daha iyi olurdu. Her neyse geçte olsa fark ettik ya, en azından zararın neresinden dönersek kârdır deyip şimdi önümüze bakma vaktidir. Yeter ki niyetimiz halis olsun bugün, yarın ve gelecek yıllarda hiç fark etmez her defasında başımız dara düştüğünde Hızır misali imdadımıza yetişeceklerine inancımız tamdır. Nasıl inancımız tam olmasın ki, hele bu gül bahçesine yolumuz bir düşmeye bir görsün, kendimizi sevda ateşiyle gül bahçesinin bahçıvanı elinde bir demet gül yaprak olarak yetişmiş görürüz de. Belli ki bir demet gül yaprak olabilmenin sırrı, Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ‘Levlâke levlâk lema halaktu’l eflâk-Ey Habibim! Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım’ fermanıyla cümle âleme duyurduğu ‘Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s.a.v)’in nübüvvet gül kokusunda gizlidir. Madem öyle, bize bu sırra ermiş olan erenlerin izinden yürümek düşer.
Şu bir gerçek, sofinin dünyasını zindana çevirecek risklerde sözkonusudur. Nedir o riskler derseniz, elbette ki nefis ve şeytanın birlikte kurguladıkları her türlü hile ve desiselere düşme riskidir. Ki, nefis ve şeytan daha çok takva üzere yaşayanlarla uğraşmaktadır. Bu demektir ki, şu fani dünyada takva üzerine yaşayanlara öyle kolay kolay rahatlık yok gibi, son nefese dek bu mücadele devam edecekte. Ama ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Yeter ki sofi, bu mücadelesine yılmadan usanmadan Sadatların aşkın mihrabında hazırlayıp önüne koyduğu nübüvvet gül kokusunu koklamaya devam etsin Allah’ın izniyle son nefesini hüsnü hatimeyle bağlarda. Anlaşılan önümüze iki seçenek konulmuş, ya Nübüvvet kokusunu koklayıp hayatımızı gül bahçesine çevireceğiz, ya da şeytan ve nefsin birlikte hazırladıkları pis kokuları koklayıp hayatımızı zindan çevireceğiz. Malum, gül kokusunda felaha ermek vardır, diğerinde ise azab. Şayet felaha ermek istiyorsak bir Gönül Sultanının zincir halkasına tutunmadan bu iş olmaz. İlla ki bir mürşidin halkasında pervane olmak gerekir ki o halkada 'Allah' deyip felaha erişilebilsin.
Tüm dert davamız ömürde bir kez olsun can-ı gönülden Allah diyebilmektir. Allah korusun ömürde bir kez olsun candan ‘Allah’ diyemediysek vay halimize. İşte bu noktada sofiliğin önemi ortaya çıkar ki, doğrusu buna kayıtsız kalmak bizim zararımıza bir durum ortaya çıkacağı muhakkak. Hem kâr ziyan muhasebesi yapma gibi bir hassasiyetimiz olmasa da zaten bu kapı herkese nasip olmayabilir de, Çünkü ruhların toplandığı elest meclisinde kimler hangi Gönül Sultanının ervahıyla kaynaşıp yâr olmuşsalar bu dünyaya geldiklerinde de yine aynı Gönül Sultanıyla ünsiyet kurup aynı halkada beraber olmak nasip olacaktır. Hakeza bunu genel anlamda düşündüğümüzde hangi ruhlar bezm-i elestte biri birine gönül muhabbetiyle kaynaşmışsalar yine aynı ruhlar anne karnında ete kemiğe bürünür halde dünyaya geldiklerinde de birbirleriyle dost olacaklardır. Nasıl dost olup ünsiyet kurmasınlar ki, bikere tutunacakları halka sıradan bir halka değil ki, ta ucu Peygamberimiz (s.a.v)’e kadar dayanan ahde vefa halkasıdır bu. Şimdi gel de bu durumda sofinin dünyasına heveslenme, ne mümkün. Düşünsenize sofi her defasında ‘Hatme-i Hacegan’ halkasına oturduğunda nübüvvet gül rayihasıyla tütsülenip üzerine siner bile. Tabi bu gül rayihası sadece hatme halkasında sinmez, vird örtüsünün altına girdiğinde başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere O’nun âline, ashabına ve Sadatların ruhlarına Fatihalar göndermesiyle birlikte kalben çekilen vird esnasında da gül rayihası üzerine siner elbet. Böylece o sofi vird örtüsü altında gül bahçesine girercesine gülfidanının gölgesinde vird çekmek sayesinde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura erer” (Ra’d, 28) ayeti kerimenin mana ve ruhunu iç dünyasında tadmış olur. Hakeza bu örtü sofiye Peygamberimiz (s.a.v)’in doğup büyüdüğü Mekke’de en çileli geçirdiği günlerinde vahy olunan “Ey örtünüp bürünen Resulüm! Gecenin yarısında, ister biraz sonra, ister biraz önce, bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku. Doğrusu biz sana taşınması ağır bir söz vahy edeceğiz. Şüphesiz ki, geceleyin kalkmak daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Zira gündüz seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır. Rabbinin adını an, her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel” (el-Müzzemmil,1-8) ayet-i celilerin mana ve ruhunu da hatırlatır.
Sofiye gül kokusunu hatırlatacak o kadar çok örnekler var ki, üstelik her hatırlayışında Yunus gibi “Her ne var ki onun sinesinde gizli, derdim var inlerim” demekten kendini alamaz da. Ancak bu inleyiş karşısında mesti hayran olduğu maşuk “Oğul hizmet” deyip aşıkını gayrete getirmeyi yeğleyecektir. Öyle ya, Yunus dergâhın kapısına vardığında ilk başta ‘Neydeyim nefesi bana buğday gerek’ demişti. Ama baktı maşuku habire hizmet diyor, en nihayetinde Âşık Yunus sofiliğin dünya malına tamah etmemek olduğunu idrak edip hizmete koyulur bile. Ki, bu hususta Bişr-i Hafi Hz.leri şöyle der: “Böyle bir zamanda sofinin ganimeti insanların onu tanımaması, yerini yurdunu bilmemesidir.” Ve sözlerine şöyle açıklık getirir de: “Hangi sofide dünya metası sevgisi var, ona sofi demek doğru olmaz..”
Hakeza İmamı Gazali Hz.leri de gerçek sofinin dünyası hakkını şöyle teslim eder: “Hakka süluk edenler ancak sofilerdir. Ki, onların ahlakları ahlakların en güzeli, öyle ki umum insanların arasından en keskin akıllıların akılları bir araya gelseler sofilerin siret ve ahlakından hayırlı bir hale muvaffak olamazlar. Çünkü sofilerin bütün hareketleri Nur-u Nübüvvetten mükteseptir.”