Süleyman Kuku / Mülakat

Kadir Razlık

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Ağu 2014
Mesajlar
2,280
Tepkime puanı
35
Puanları
0
Konum
manisa
Nadir risaleler

NADİR RİSALELER








“Önsöz mahiyetindeki bu kısa sohbetten sonra, diyelim ki, bu NÂDİR RİSÂLELER isimli mecmuamızda çok fâideli bilgileri hâvî risâleler okuyacaksınız.Azîz kardeşlerim! Elli küsür senedir masa başında, mubârek dînimize yardım için çalışmaktaydım. Günlük işler, memuriyet vazîfeleri dışında ömrümün nasıl seksene dayandığını anlamadım. Birçok fâideli eserleri bugünkü dilimize kazandırmağa çalıştım. Arabî, Fârisî, Urduca, Osmanlıca kitablardan irili ufaklı kırk civârında eser oldu. Son olarak ulema ve evliyâdan intihabla bu NÂDİR RİSÂLELER adlı eseri telif, tercüme ve tertib edip size arz ettim. Çeşitli çiçeklerin bulunduğu bir demet yapıp kitab vazosuna yerleştirdim. İnşaallahü teâlâ kokladıkça hoşunuza gidecek. İçinize çekerseniz, kokusu ve tesiri beyninize ve kalbinize ulaşacak ve inşaallah yoktur, var ise, oralardaki eksik ve kusurları düzeltip içinizi temizleyecek ve sizi ma’nevî sıkıntılardan kurtarıp rahatlatacak. Ben bu ihlâs, his ve niyyetle yazdım. İnşaallahu teâlâ okuyup istifâde edersiniz de bizim ve sizin maksadımız hâsıl olur. Bu kitabın ve diğer kitablarımızın neşrinde maddî ve ma’nevî yardımda bulunan arkadaşlara hususan, bütün müslümanlara umûmen dua ederim."Süleyman Kuku ( A. Faruk Meyan)
 

Kadir Razlık

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Ağu 2014
Mesajlar
2,280
Tepkime puanı
35
Puanları
0
Konum
manisa
Süleyman Kuku / İmam-ı Rabbani ve Yolundakilerle Namaz

rabbani_01-600x600-148x222.jpg
İşbu müminin mir’âcı olarak târif edilen namaz, Peygamber Efendimizden (sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem) bin sene sonra gelen, İslâm dininin kuvvetlendiricisi ve nurlandırıcısı İmam-ı Rabbânî hazretleri ile, Mir’ac gecesi feyizlerini, ihtiva bakımından Asr-ı Seâdetteki hakîkî namaz hâline getirildi. Suretini en güzel şekilde muhâfaza ile, ma’nâ ve hakîkatinde bulunan sırları ortaya çıkardı. Ya’nî namazın güzelliğinin, îmanın güzelliği gibi zâtî ve aslî [kendinden] olduğu, uzun asırlar boyunca örtülmüşken, bu defa İmam-ı Rabbânî hazretleri ile Resûlallah’ın asrındaki hâline geldi. İşte bu kitabda, fıkhın ötesindeki namazı bulacaksınız; namazın şekline ilâveten ma’nâsını ve bildirdikleri kadar hakîkatini bulacaksınız. Malûmdur ki, hakîkatler yazı ile, söz ile anlatılmaz, ancak tadılırlar. Namazın hakîkati de, kulun arada hiçbir şey olmadan Rabbine ibâdetinin zevkini tatması, o yüce huzûrdan haz alıp, ayrılmak istememesi, kısaca Rabbine en yakın bulunmakla şereflenmesidir. Bu sözler o hakîkati tattırmaz, ama yine de şekerden bahsetmekle, ağız biraz sulanır ve sanki tat almağa başlar misâli, kimsenin el atmadığı bu mevzûya dokunmağa câhil cesâreti ile giriştik.Namazın hakîkati, ma’nâsı ve feyizleriyle alâkalı velâyet kemâlâtının üstünde ve ötesinde nübüvvet kemâlâtı ile alâkalı olduğundan ve dinin esası mezkûr nübüvvet kemâlâtına dayandığından ve bu kemâlât bunda büyük mertebe ve söz sahibi olan İmam-ı Rabbânî hazretleri ile tekrâr ortaya çıktığından, kitabın ismini İMAM-I RABBÂNÎ VE YOLUNDAKİLERDE NAMAZ verdik.
İmam-ı Rabbânî hazretlerinin hocalarından, asrımızdaki Seyyid Abdülhakîm Efendi [vefâtı h.1362 – m.1943] hazretlerine kadar elde edebildiğimiz küçük büyük, az çok, yazılı sözlü bütün vesîka ve ma’lûmâtı bu kitaba derc eyledik. Mevzûyu tamamlamak ve yeri gelmişken mütemmim bilgi vermek için, zaman zaman bu hududun dışına çıkmış olsak da, çok faydalı bilgiler olduğu için takdire şayan karşılanır ümidindeyiz. Kısaca şöyle diyebiliriz ki, namaz hakkında bu kitabda çok şeye mutalli’ olacaksınız.
İşâret ettiğimiz gibi, bu kitabda namazın ilmî ve fıkhî yönünden ziyâde, hakîkatini konu edindik. Elbette istifade ettiğimiz kitablar ve kaynaklar neyi yazmışsa, onları aldık. Ya’nî namazın ilmî ve amelî kısımlarına da işâret edilecektir. Ama maksadımız, bu zamana kadar dağınık halde, çeşitli yerlerde ve kitablarda bulunan ve bir araya getirilmemiş olan fıkhın ötesindeki namazdır. Bununla beraber abdest, gusül ve namazın daha çok ilmî tarafını da merak edenlere tavsiyemiz, İbni Âbidin, Halebi-i Sağîr, Mîzan-ül Kübrâ, Tam İlmihal ve Şir’at-ül İslâm kitablarından bu bahisleri okumalarıdır. Bu saydıklarımız içinde en kısa ve öz Şir’at-ül İslâm şerhidir.
Bizim maksadımız ise, namaz emrinin idrâki, kullukla bir olduğunun izâhı, rubûbiyyet ve ubûdiyyet ma’nâlarının birleştiği bir ibâdet olmasıdır. İftitah tekbiri ile en yüce ve mukaddes huzûra girerken, dünya, hattâ âhiret düşüncelerini geriye atıp, Allahu teâlânın hususî huzûr ve hizmetinde, sadece Allahu teâlâ ile olmak ve bu huzûrda riâyeti vâcib olan edeblere, niyyet ve iftitah tekbiri ile birlikte olan ahdinde durmak ve sırası ile kıyâm, kırâat, rukû’, sücûd ve teşehhüdden oluşan en mükemmel hürmet ve kulluk ma’nâsını taşıyan namaz ibâdetini o huzûrdan selâmla ayrılıncaya kadar, bütün inceliklerine dikkat ederek bitirmektir. Namazda dünyayı, daha doğrusu gayrullahi ne kadar bırakırsak, o kadar Hak ile oluruz. Tersi de doğrudur. Ya’nî ne kadar Hak ile olursak, o kadar gayrullahdan uzak oluruz. Birincisinde sülûke, ikincisinde cezbeye işâret vardır. Cezbe yolu ise, Nakşî -Müceddidî tarikatının esasıdır. Nitekim buyurmuşlardır:
Kimin kalbinde var ise Allah,
İki cihandadır muîni Allah,
Kimin kalbinde varsa gayrullah,
İki cihandadır hasımı Allah.

Namaz cândır, cân ile kılmak gerek,
Namazda kul rabbiyle olmak gerek,
Girerken dünyaya elveda’ edip,
Bitirdikte tertemiz çıkmak gerek.

Süleyman Kuku
DAMRA YAYINLARI

ISBN No: 978 975 450 380 7
16,5 x 23,5 cm,
400 sayfa,
Türkçe, Sert kapak Ciltli,İpek sırt dikişli
İstanbul, 2011
 

Kadir Razlık

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Ağu 2014
Mesajlar
2,280
Tepkime puanı
35
Puanları
0
Konum
manisa
Süleyman Kuku ile mülakat...

skuku_2.jpg

Hayatını, İslam literatürünün klasik eserlerini bugünkü neslin irfanına kazandırmaya adayan Süleyman Kuku (Ahmed Faruk Meyan) "Bütün insanlar Peygamberimizin ümmetidirler" diyor
(O, bütün peygamberlerin toplamıdır!)
Mülakat • Dündar Alikılıç
Okurlar onu Ahmed Faruk Meyan olarak tanıdı. Ahmed Faruk Meyan ismi "tarihin derinlik*lerinden gelen" "bilgelik çağrıştıran" bir isim olarak çok sevildi.
Türk-islâm kültürünün temel eserlerinin çevirisi ve bugünkü Türkçe'ye kazandırılmasın*da
"A. Faruk Meyan" imzası daima bir kalite simgesi oldu.
Belki de bir çok A. Faruk Meyan okuru, bu ismin mahlas bir isim olarak Süleyman Kuku ya ait olduğunu bu söyleşi vasıtasıyla öğrenecek.
İslam literatürüne ait onlarca eseri 1966'dan beri Türk milletinin irfanına kazandırma faaliyeti içerisinde olan değerli alîm Süleyman Kuku beyefendi*den istifadeye medar olacak bilgiler aldık.
- A. Faruk Meyan ya da Süleyman Kuku kimdir?
- İsmim Muhammed Süleyman'dır.Trabzon vilâyetinin Sürmene kazası Baştımar köyünde dünyaya gelmi*şim. İlk tahsilimi köye en yakın okul*da, ortaokulu Sürmene'de bitirdim.Bu okullarda okurken okumaktan ve öğrenmekten başka bir şey düşün*mezdim. Bundan dolayı çalışkan ola*rak bilinirdim. Sonra Kuleli Askerî Lisesi'ne kaydoldum. Oradan da iyi derece ile mezun oldum. Bir iki ay Harb Okulu’nda okuduktan sonra Dil Ta*rih Coğrafya Fakültesi'nin Rusça Bölümü'nde 4 sene yüksek tahsil edip oradan "pekiyi" derece ile mezun ol*dum. Rus Dili ve Edebiyatı dışında İngilizce ve Tarih Bölümü'nün "Orta Çağ" kısmından sertifikalarım vardır. Bundan sonraki hayatım hep aske*riyede "Rusça öğretmenliği ve tercü*manlığı" ile geçti. İki yıl Rusya sınırın*da sınır çalışmalarında bulundum.
- Fakat siz Rusça ve İngilizce'den çevirilerinizle değil, Türk-İslâm klasik metinlerinin yazıldığı dil olan Osman*lıca, Arapça ve Farsçadan yaptığınız çevirilerle tanınıyorsunuz. Türk-İslâm kültürünü oluşturan bu dillere, usta*lıkla tercüme yapabilecek ve bugünkü kuşaklara aktaracak düzeyde alakanız nasıl doğdu?
Temiz hocalarımız oldu
-Askerî Lise'de iken temiz hocaları*mız oldu. Onların elinde ve terbiye*sinde bir başka hayata girdim diye*bilirim. Yani din, tarih ve edebiyat duygularımızı okşayan, okşadıkça geliştiren ve kuvvetlendiren nadir sa*yılabilecek askerî öğretmenlerin reh*berliğinde hayatıma yeni bir şekil ve düzen verdim. Onların sohbetlerinde ruhumu okşayan, kalbimi Rabbime ve sevgili kullarına çeken ilim ve ma*rifetlere şahit oldum. Bu vesile ile Arapça ve Farsça öğrenmenin lazım geldiğini anladım. Önce birkaç sene Osmanlıca ile meşgul oldum. Sonra elimden geldiği kadar bu dillere vâkıf olmaya çalıştım. Yaptığım birçok telif ve tercümede, bilhassa İslâm âlemin*de ve Osmanlılar'da klasik sayılabile*cek eserleri ön planda tuttum. Din*deki samimiyet ve hüsnüniyetimin neticesi olarak ilmimi ve boyumu aşan kitapların dilimize aktarılması benim için zor olmadı. Halen aynı gayretle Türk-İslâm gençliğine ve bü*tün Müslümanlara bilmeleri ve bul*maları zor sayılabilecek olan eserleri kazandırmakla meşgulüm.
mulakat.jpg
Bir ömrün muhassılası ;

- Ahmed Faruk Meyan imzalı telif ve ter*cüme eserler 1966 yılından başlayarak 2011 yılına kadar devam ediyor. Bunların bir hulasasını yapar mısınız?
-Rusça'dan yaptığım tercümeleri ha*riç tutarsak çalışmalarım üç sınıfta toplanabilir. Osmanlıca'dan yapılan sadeleştirmeler, Arapça'dan tercüme*ler ve Farsça'dan tercümeler.
Osmanlıca'dan;
Kadızade'nin Amen-tü Şerhi, Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi, Dürr-i Yekta Şerhi, İbrahim Hakkı haz*retlerinin Marifetname'si, Hamza E-fendi'nin Bey ve Şir'a Risalesi. Taşköp-rüzade hazretlerinin Mevzuat'ül Ulum'u (oğlunun şerhi), Abdulkadir Geylani hazretlerinin Gunyetüt Talibin'i (Os*manlıca metninin bugünkü dile ak*tarımı), aslı Farsça olan Mearicün Nü-büvve'nin Osmanlıcası olan Altıpar*mak Peygamberler Tarihi kitabı, Ni-şancızade Mehmed Efendi'nin iki cilt*lik Mir'at-ı Kainatı. Mehmed Efendi'*nin Akaidi.
Arapça'dan;
İbni Kemal Paşa hazret*lerinin Risale-i Münire'sı, Taşköprüza-de hazretlerinin Şakaik-i Numaniye-sinden bazı bölümler. İmamzade Mu*hammed bin Ebü Bekir hazretlerinin Şir'at-ül İslâm'ının Seyyid Ali Şerhi. Ab-dülvehhab-ı Şarani hazretlerinin Mi-zanül Kübra'sı.
Farsça'dan;
Kimya-yı Saadet, İmâmı Rabbani hazretlerinin menakıbını an*latan Berekât kitabı, Vehhabilerle alâ*kalı Seyfül Ebrâr El Meslül alel Füccar ve Tashih-ül Mesail kitabı. Bunlardan Seyfül Ebrar Urduca yazılmış beş-altı sayfalık bir makaleye cevaptır. Bunu tercüme edebilmek için bir zaman Ur*duca da çalıştım. Yine Farsça'dan Mev-lana Muhammed Rebhami'nin Rıyad-ün Nasihin'i, "Dört Mezhebin Dört Bü*yük İmamı". Muhammed Fadlullah hazretlerinin Umdet-ul-Makamatı. İmâm-ı Rabbani hazretlerinin Mebde ve Mead'ı. İmam-ı Türpişti'nin "El Mutekat" Akaid Risalesi. Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin eshabından Ahmed Rauf hazretlerinin Dürr-ül Mearifin. Ab*dullah-ı Dehlevi hazretlerinin Mekatib-i Şerife'si. Mevlana Halid-i Bağdadi haz*retlerinin Mektupları, tercüme-i hâli ve eshâbıru anlatan "Necd-i Tâlid: Menâ-kıb-ı Mevlânâ Hâlid gibi birçok kıy*metli eser...
Telif ve derleme ;
"Kutb-ul Evliya Mu*hammed Masum" ve yine derleme Ve siletün Necat. İslâm Meşhurları Ansiklo-pedisi'ni te'lif ederken isim ve sayı*larını zikredemeyeceğim kadar çok kitaptan bugünkü dile uyarlamalar yap*tım. 2500 sayfayı aşkın üç büyük cilt halinde neşredilen İslâm Meşhurları Ansiklopedisi kitabı da senelerimi alan bir eser olmuştur.
Bütün bu eserleri bugünkü dilimize çevirerek milletime bir parça hizmet etmenin hazzını duyuyorsam da bu beni şımartmasın diye bir küçücük zaman dilimi sayılan ömrümde oku*duklarımla ameli ve inandığım gibi yaşamayı düstur ve şiar edindim. İn*şallah o büyüklerin kervanının uzak*tan da olsa çıngırak sesleri kulağımagelerek ruhumu imanla teslim ede*rim de okuyacağınız fatihaların fayda*sına kavuşurum.
- İslâm devletlerinin bugün içinde bu*lunduğu durum için ne dersiniz?
Hak birdir
-İslâm devletleri olmaz. İslâm, bir dev*lettir. Küfür, bir devlettir. Ne zaman dinden uzaklaşmalar olur, o zaman nefisleşmeler olur. Bu nefisleşmeler; önce şahıslar, sonra aileler, cemiyet*ler ile sonra da kavimlerle olur. Ne*ticede, birer küçük kavim ya da dev*let hâlini alır. Bu şekilde dünyevî menfaatler işin içine karışır. Hak birdir, teaddüd etmez. Birden fazla Hak olmaz. Birden fazla Hak olma-dı-gına göre birden fazla da İslâm dev*leti olmaz. Mademki hepsi Hak yoldadır, o halde ayrılık nerdedir ki, ay*rılık konuşulsun, hudut konuşulsun, bayrak konuşulsun. Bunlar, ayrılığın alâmetleridir. Bayrakların ayrıldığı, hudutların ayrıldığı gibi şeyler, ayrılı*ğın alâmetleridir. Gaye bir olunca ve millet de bir olunca o zaman İslâm bir millet ve küfür de bir millettir. Kü*für kendi arasında taksim edilirse o ayrı!.. Kimi Komünist, kimi Ateist, ki*mi Hıristiyan, kimi Yahudi, kimi Budisttir. İslâm bir millet olduğu hâlde, kendi içinde ayrılıkları yok mu den*diğinde, o zaman İslâm'dan maksadı Ehl-i Sünnet olarak aldık deriz. Yoksa İslâm'ı Ehl-i kıble olarak alırsak, yet*miş üç fırkadır, deriz. Bu yetmiş üç fırkadan bir tanesi, kurtuluş fırkasıdır. O da ameli bilgileri dört mezhep ile itikadi bilgileri iki büyük imamın bildir*mesi ile günümüze kadar gelmiştir.
- Son olarak günümüzde çok konuşulan bir mesele olan "Dinler Arası Diyalog" için ne dersiniz?
Hepsi nesh olundu
-İmâm-ı Rabbani hazretleri bunu yet*miş sekizinci mektubunda çok güzel açıklıyor. Bunu her Müslüman'ın çok iyi okuması lazımdır. Peygamberi*mizin, bütün peygamberlerin toplamı olduğu; peygamberimizi inkârın bü*tün peygamberleri inkâr olduğu; İs*lâm'ı inkârın bütün dinleri inkâr oldu*ğu göz önüne alınırsa dinler arası diyalogun mümkün olmayacağı anlaşılır. Eski dinler, hükmü geçmiş din*lerdir. Onların yerine İslâm dini gel*miştir. "İslâm'dan başka din edinenden bu din kabul edilmez" âyetini hatır*layınız. Şu anda başka bir din yoktur. O halde başka dine "din" denmez. Hatta Âmentü Şerhi'nde der ki: "Şimdiki Hıristiyanlar, İsa aleyhisse-lâm'ın ümmetidir, diyenin küfründen korkulur." Niye? Çünkü şu anda bü*tün insanlar, peygamberimizin üm*metidir. Ya "ümmet-i icabet'tirler, ka*bul etmişlerdir; ya da "ümmet-i dâ-vet'tirler. Davet makamında kalmış*lar, kabul etmemişlerdir. Artık, diğer hiçbir peygamberin dini devam et-miyor. Şu anda dünyada başka bir din yok. Dolayısıyla neyin diyalogu yapılacak. Eğer bir takım azaltmalarla yapılacaksa, Peygamberin ve Kuran'-ın dışında olur. O da olmaz. Yani, ye*ni bir din mi ortaya çıkarılacak. Eski dinlerin müşterek taraflarını mı ortaya çıkaracaklar. Bu da zaten diyalog de*ğildir. Eski dinler, yürürlükten kalk*mıştır. Allahü teâlâ, Peygamberimizi bütün kâinata göndermiştir. Peygam*berimiz, bütün insanlığın peygambe*ridir. O halde bu iş mümkün değildir. İslam itikadına göre eski dinlerin hiç biri kalmadı. İslâm, hepsini nesh etti.
skuku_1.jpg
-İslâm tarihine vukufiyetiniz, sizi tanıyan herkesçe malum.Muhakkak ki İslâm tarihi içinde çok etkileyici ve günümüz insanına yol gösterici, binlerce anekdot bulmak mümkün.

Bunlardan sizi en çok hangisidir?
-Belki sualinizin en zoru budur. İslâm tarihinin hangi sa-hifesinde biz sona kalmışlar için ibret, hayret hasret ve göz yaşı dökmeyeceğimiz bir menkıbe bulunmasın!
Büyüklerimiz buyurular ki, Eshab-ı kiramın menkıbelerini konuşmak imanı kuvvetlendirir. Evliya menkıbelerinden konuşmak muhabbeti artırır, imanın takviyesine çok muhtaç olduğu*muz şu zamanda Eshâb-ı kiramdan bir menkıbe arz edeyim:
Hicretin 20. senesi... Adalet davulunun ismine çalındığı, Hazreti Ömer'in güzellik ve insanlık numunesi devri. Amr İb*ni As (radıyallahü anh) şimdi Füstat denen yerde çadırlarını kurmuş (zaten "füstat", "büyük çadır" demektir.
Bu şehrin ismi de buradan kalmıştır), sekiz bin askerle Mısır'ı fethe niyetli, koyun sürüsü kadar çok. Çadırlar halinde sahrayı süslemiş, asgari yüz bin asker, iki kumandan karşı karşıya gelir.
Amr İbni As, Mukavkıs'a "Müslüman ol, harp etmeye*lim!" der.
Mukavkıs, "olmazsam?" deyince Amr İbni As: "İslamiyet! ve hakimiyetini ka*bul et, harp etmeyelim!".
Mukavkıs yine di*retip "etmezsem" deyince Amr İbni As: "O zaman tebanızdan Müslüman olacaklar vardır.
Harp kaçınılmaz hâl alır. Çünkü biz Allah'ın askeriyiz. Allah'ın kullarına Allah'ın yeni gönderdiği İslâm dinini tebliğ etmekle vazifeliyiz. Kulların dünya ve ahiret saade*tini temin etmek bizim canımızdan da kanı*mızdan da evvel gelir. Onun için biz sizi öl*dürmeğe değil, kurtarmaya, oldurmaya geldik.
Eğer bu sözümü şimdi anlamazsan sonra anlayacaksın.
" Mukavkıs cevap verir: "Kaç askerin var? Neyine güveniyorsun?"
Amr İbni As: "Sekiz bin askerim var" deyince Mukavkıs sahrayı gösterir ve "şu sahraya bak, yüz bini aşan bir orduyla karşına çıktım. Korkmuyor musun da bu kadar cü*ret gösteriyorsun" der.
Amr İbni As: "Hayır biz sizden çoğuz." Deyince Mukavkıs "Nasıl olur? O zaman sen hesap bilmi*yorsun.
Sekiz bin, yüz binden nasıl çok olur?" Amr İbni As: "Çoğuz, çünkü bu sekiz bin kişiden her biri evin*den çıkarken bir daha geri dönmemek üzere ve geri dön*ersem rabbime karşı ne günah işledim de, bana şehadeti nasip etmedi diye üzülecek olanlardan oluşuyor. Eğer sizin içinizde böyle sekiz bin kişi varsa o zaman hesap yanlış ola*bilir.
Yoksa biz, sizden çoğuz." (Nitekim daha sonra Mukav*kıs, "Müslümanlar tarafındaki her kişi bizim yüz askerimize bedeldi" demiştir.)
Harp olur ve Amr İbni As'ın askeri galip gelir. Mısır Müslüman olur. Roma İmparatoru Heraklius, Mu-kavkıs'ı tecziye etmek ister ama o sırada ölür. işte bu hadise senelerdir islam'da cihadın manasını taşı*makla içimde hep taze durur.
Madem ki derginiz 'Tarih ve Düşünce" dergisidir, önceki menkıbe tarih kısmına ait olsun da düşünce kısmından size Fahreddin-i Razi hazretlerinden (ki düşünce, tefekkür ehli büyüklerindendir ve kendinden evvelki islâm'ı kendinden son*rakilere, sonrakilerin dili ile aktaranların büyüklerindendir.) bir menkıbe arz edeyim.
Fahreddin-i Razi, Rey şehrinden Merv şehrine gider. Şehrin ayanı yani ileri gelenleri kendisine hoş âmediliğe (hoş gel-dine) gelip eşsiz ders ve sohbetlerinde bulunur. Bulunurlar da sanki Merv'de yeni bir sahife açılır. Herkes Fahreddin-i Razi hazretelerinin ilminden, büyüklüğünden konuşur.
Bir gün Fahreddin-i Razi, "bu şehirde olup da bize hoş âmediliğe gelmeyen var mı?" Der. "Herkes geldi, bir tek filanca gelmedi" derler. "Ona da söyleyin, onun da gelmesi vacip idi" buyurur. Gidip söylerler. Kendisine gelene, "siz söyleyeceğinizi söyledi*niz, buyrun gidebilirsiniz" der o zat. Fakat yine gitmez. Şehirde bir şuriş (karışıklık ve dalgalanma) sezilir.
Eşraftan biri bu fit*neyi önleyeyim der ve bir ziyafet verir. Bu ziyafette birçok kim*seler çağrıldığı gibi Fahreddin-i Razi ve onu ziyaret etmeyen kişi de davet edilir. Her ikisi de davete gelip baş köşeye otur*tulurlar. Fahreddin-i Razi, o zata "herkes bizi ziyarete geldi de, siz niye gelmediniz", diye sorar. O zat, "niçin gelecektim", diye buyurur.
Fahreddin-i Razi, "zamanın şeyhülislâmı olarak bizi seçtiler, sizin de bizi ziyarete gelmeniz hoş âmediliğe gelmeniz gerekirdi", der. O zat, "bu kadar insan sizi ziyaret etti de bir ben gelmedim. Niçin bunun üzerine bu kadar durdunuz? Ben gelseydim, Allah katındaki mertebeniz mi yükselecekti? Gelmedim de dereceniz mi düştü? Niçin bunun üzerine bu kadar durdunuz anlamadım." der Fahreddin-i Razi, "sizin verdiğiniz bu cevap ehli dîl'in cevabıdır. Ben ise esas sebebi öğrenmek istiyorum. Dedim ya bizi zamanın şeyhülislamı seçtiler." O zat, "o halde siz âlimsiniz. Size bir sual sorabilir miyim?" Fahreddin-i Razi, "estağfirullah, buyrun" der. O zat: "Allahü tealayı marife*tiniz nasıldır?" der.
skuku_3.jpg

Fahreddin-i Razi, "yüz delil ve burhan iledir" der. Bunun üzerine o zat: "delil ve burhanın çokluğu, şüphelerin çokluğundan ileri gelir. Demek ki marifetiniz, yakin mer*tebesinde değildir. Allahü teâlâ benim kalbime öyle bir yakinnuru ihsan etti ki, rabbimi, delilsiz ve burhansız biliyorum", buyurup, kimya nazarları ile Fahreddin-i Razi'nin yüzüne bir nazar edince Fahreddin-i Razi titremeye başlar ve gayr-ı ihti*yari ellerine ve ayaklarına kapanıp özür diler. Sonra yemek yenir, sohbet edilir ve herkes dağılır. O zat da kendi evine gider. Fahreddin-i Razi'nin ardından cahil ve arzulu bir talebe gibi geldiğinin farkındadır veya değildir, kapıdan içeri girer.
Arkadan kapı çalar, döner, kapıyı açar.
Fahreddin-i Razi ile yüz yüze gelir. Fahreddin-i Razi "efendim, anladım ki siz, Cenâb-ı Hakk'ın sevgili kulusunuz. Bizim bilmediğimiz nice marifetlere sahipsiniz.
Biz zahir ulemasına eğer merhamet edip böyle beyanlarda bulunmazsanız, sizi tanıyamazdık, anlayamazdık. Bütün varlığımla kapınıza irşâd olmaya geldim. Beni irşâd edin", deyip ellerini öper ve on beş gün sohbetlerinde bulunur.
Halbuki o zatın bir nazarı "avam"ı "veli" yapacak kadar tesirli idi.
İşte Fahreddin-i Razi, 'Tefsir-i Kebirini bu muameleden sonra yazmıştır.
Şimdi diyeceksiniz ki, Fahreddin-i Razi'yi dahi terbiye eden bu büyük zat kim idi?
Gelin hep birden ruhuna Fatiha-yı şerife okuyarak, o kimya nazarlarından bir zerre umarak, Necmeddin-i Kübrâ hazretlerini, sevmek ile emr olunduğumuz evliya ordusunun büyük kumandanlarına hususi yer verdiğimiz kalbimizin mutena köşesinde muhabbetle saklayalım.
SÜLEYMAN KUKU’NUN ESERLERİ
1. Gün Batarken Gördüğüm Son Işık
2. Birgivî Vasiyetnâmesi
3. Riyad-ün-Nâsıhîn Tercümesi
4. Büyük Amentü Şerhi (Feraid-ül fevaid fi beyân-il Akaid)
5. Tashih-ül-Mesâil: Vesikalarla Vehhâbiliğin İç Yüzü
6. Zûbde-tül-Makâmât [Berekât]: İmâm-ı Rabbani ve Yolundakiler
7. Altı Parmak: Peygamberler Tarihi
8. Gunyetü-t Talibin: İlim ve Esrar Hazinesi
9. Kimyâ-yı Seâdet Tercümesi
10. Tarık-un-Necât Tercümesi: Kurtuluş Yolu
11. Dürr-i Yekta Şerhi 12. Şir‘at-ül İslâm Tercümesi
13. Seyfül-Ebrâr: Mezhebsizlik ve Vehhabilik
14. Mîzân-ül Kübrâ: Dört Hak Mezhebinin Büyük Fıkıh Kitabı
15. Evliyanın Kutbu Muhammed Masum Farukî
16. Vesilet-ün-Necât
17. Mârifetnâme
18. Menkıbelerle İslam Meşhurları Ansiklopedisi (3 cilt)
19. Son Halkalar (2 cilt)
20. Mevzuat-ul Ulum (2 cilt)
21. Mir’at-i Kâinât (2 cilt)
22. Keşf-üz Zünun ve Zeyli (4 cilt)
23. Gülzâr-ı Saminî (Mektubat) (2 cilt)
24. Dört Büyük İmam
25. Mebde ve Mead Tercümesi
26. Mekâtib-i Şerife Tercümesi
27. Necd-i Talit Tercümesi
28. Dürr-ül Mearif Tercümesi
29. Reşahât
30. Ehl-i Beyt ve Bazı Şecereler
31. Umdet-ul Makamât Tercümesi
32. Türpüştî Risalesi
33. Ziyaeddin Mevlânâ Halid
34. Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Divânı
35. Divânçe ( Çeşme-i Muhabbet)
36. İksir-i Muhabbet
Bunlarla beraber, Süleyman Kuku, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektublarından bazılarını, Kısas-ı Enbiya ve Mir’at-i Hakikat gibi eserlerin bazı bölümlerini tercüme etmiştir. Eserlerinden bazıları A. Farûk Meyân, bazıları da dostlarının isimleriyle neşredilmiştir.
 

Kadir Razlık

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Ağu 2014
Mesajlar
2,280
Tepkime puanı
35
Puanları
0
Konum
manisa
abi bilmiyorum ama bu kitapda bazı mektupları yazıyor fiyatı 10 tl
 

Kadir Razlık

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Ağu 2014
Mesajlar
2,280
Tepkime puanı
35
Puanları
0
Konum
manisa
abi menzilciler muhammed masum faruki hazretlerinin mektuplarını tercüme etmisler öyle duydum
 

Kadir Razlık

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Ağu 2014
Mesajlar
2,280
Tepkime puanı
35
Puanları
0
Konum
manisa
benimde tam bilgim hakikat kitapevi bastırdığı kitaplarına muhammed masum faruki hazretlerinin bazı mektuplarını eklemiş bakabilirsiniz
 

Kadir Razlık

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Ağu 2014
Mesajlar
2,280
Tepkime puanı
35
Puanları
0
Konum
manisa
1-. [Muhammed ma’sûm-i Fârûkî, ikinci cildin 80. ci mektûbunda buyuruyor ki, (Belâlardan, sıkıntılardan kurtulmak için, istigfâr okumak çok fâidelidir ve tecribe edilmişdir. Ölümden başka, her derdden kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölümüne yardım eder. Her sıkıntıdan kurtaracağı ve rızkı artdıracağı, hadîs-i şerîfde bildirildi. Her farz nemâzdan sonra, bunu üç kerre okumalı ve yalnız (Estagfirullah) diyerek yetmişe temâmlamalıdır 2-Muhammed ma’sûm-i Fârûkî, (Mektûbât-i ma’sûmiyye) kitâbının ikinci cildi, yüzonuncu mektûbunda, (Bid’at sâhibinin meclisinde bulunma! Gâfil din adamlarından, yaltakcı hâfızlardan ve câhil tekke şeyhlerinden kendini koru! İslâmiyyete uymakda gevşek davranan [meselâ, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan, karısını, kızını açık gezdiren, çalgı, içki kullanan mezhebsiz, sapık olan] din adamlarına yaklaşma! Onların sözlerini işitme! Hattâ onların bulunduğu şehrden uzak ol ki, zemânla kalbin onlara kaymasın! Onlara uymamalıdır. Onlar din adamı değil, din hırsızlarıdır. Şeytânın tuzaklarıdır. Onların yaldızlı, acıklı sözlerine aldanmamalı, arslandan kaçar gibi, yanlarından kaçmalıdır) buyurmakdadır. Bid’at yayıldığı ve zararının çoğaldığı zemân, bunu red etmek, bunun kötülüğünü müslimânlara duyurmak farzdır. Hattâ, farzların mühimlerinden olduğunda icmâ’-i ümmet vardır. Selef-i sâlihîn ve bunların halefleri hep böyle yapdılar. Bu farzı terk eden, icmâ’dan ayrılmış olur. Hadîs-i şerîfde, (Fitne veyâ bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zemânda, hakkı bilen, bilgisini müslimânlara duyursun! Hakkı, ya’nî doğru yolu bildiği hâlde, müslimânlara duyurmayanlara, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net eylesin! Allahü teâlâ, bu kimsenin farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez) buyuruldu 3-24 — BEŞİNCİ CİLD, 36. cı MEKTÛBEshâb-ı kirâm arasındaki muhârebeler ictihâd yüzünden idi. Döğüşenler de, birbirini çok seviyordu. Ananın, babanın çocuğunu döğmesi gibi idi.
Ehl-i sünnet âlimlerinin, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü, üstünlüğünü bildiren sözlerini, yazılarını, kitâbımızın birkaç yerinde açıkladık. Kayyûm-i rabbânî, Muhammedma’sûm-i Fârûkî Serhendî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildi, otuzaltıncı mektûbunda, sekizinci süâlin cevâbında buyuruyor ki:
Tepeden tırnağa kadar rahmet olan hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh”, hâşâ ve kellâ, bir müslimâna bile la’net etmedi. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına ve hele çok kerre hayr düâ etdiği hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” la’net etmiş olsun. Hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye ve yanında bulunanlar için (Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İctihâdları ile hareket etdiler) buyurdu. Bu sözü, onlara küfrü ve fıskı yaklaşdırmamakdadır. O hâlde, hiç la’net eder mi? Hiç beddüâ eder mi? İslâm dîninde, hiç kimseye, hattâ frenk kâfirlerine bile la’net etmek, ibâdet değildir. Beş vakt nemâzdan sonra, düâ etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için, düâ yerine, beddüâ eder mi? Tesavvufdaki fenâ derecelerinin en yükseğine ve itmînânın sonuna ulaşmış ve şahsî arzûlarından geçmiş olan hazret-i Alînin nefsini, kendi nefs-i emmâreleri gibi kin ile, inâd ile, düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek zâta, böyle bir bühtânda, böyle alçak bir iftirâda bulunuyorlar. Hazret-i Alî, Fenâ-fillâh ve muhabbet-i Resûlillah makâmlarının en son derecesine ulaşmış, cânını, malını, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna fedâ etmişdir. Niçin, bu düâ zemânında, her iki cihânın sultânı olan Peygamber efendimize, envâ-ı ezâ ve cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düşmanlarını söyleyip, onlara la’net etmesin de, kendi düşmanlarına la’net etsin? Hâlbuki, hazret-i Alînin (İctihâdları ile hareket etdiler) sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor.İşin içi, özü şöyledir ki, bu muhârebeler, bu çarpışmalar düşmanlıkla, kin gütmekle olmadı. Hep, ictihâd ile, din bilgisi ile oldu. Bunun için, ayblamanın yeri yokdur. Nerde kaldı ki, beddüâ, ve la’net edilsin. Bir kimseyi kötülemek, ona la’net etmek ibâdet olsaydı, İblîs-i la’îne, Ebû Cehle, Ebû Lehebe ve Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” inciten, Ona cefâ ve ezâ eden ve bu hak olan dîne, düşmanlıklar, ihânetler, hıyânetler yapan, Kureyşin azılı kâfirlerine la’net etmek, islâmın îcâblarından olurdu. Düşmanlara la’net etmek emr edilmeyince, dostlara la’net sevâb olur mu? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, şeytâna la’net ederse, ben zâten mel’ûn oldum. Bu la’netin bana zararı olmaz der. Yâ Rabbî! Beni şeytândan koru derse, eyvâh bel kemiğimi kırdın der). Bir başka hadîs-i şerîfde, (Şeytâna söğmeyiniz! Şerrinden, Allahü teâlâya sığınınız) buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, hazret-i Alîye iftirâdır. Onu kötülemekdir. Bundan başka, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Alîye ve hazret-i Hasene ve Hüseyne ve diğerlerine “radıyallahü anhüm ecma’în” la’net etmeğe başladı demek de, Mu’âviye hazretlerine iftirâ olur. Birbirlerine, aslâ beddüâ, la’net etmediler. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi şöyledir ki, Mu’âviyeye “radıyallahü anh” dil uzatmak câiz değildir. Bu söz, ona bir iftirâdır. Hem bunu bildiren, doğru bir haber de yokdur. Târîhciler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir? Dînin temel bilgileri, târîhcilerin sözleri üzerine kurulamaz. Burada, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve onun eshâbının sözlerine bakılır. Târîhcilerin sözlerine ve Keşşâf tefsîrinde yazılı olan haberlere bakılmaz. Keşşâfda, hazret-i Alînin ve hazret-i Mu’âviyenin ismleri geçmiyor. Bu iki din büyüğünün birbirine la’net etdiğini gösteren bir işâret bile yokdur. Bununla berâber (Keşşâf)daki o yazılar doğrudur. Ehl-i sünnetin bildirdiğine uymıyan birşey yokdur ki, iyi ma’nâ çıkarmağa çalışmak lâzım gelsin. Evet, Emevî halîfeleri, minberlerde, Ehl-i beyte yıllarca la’net etdirdi. Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi aleyh” buna son verdi. Allahü teâlâ, bizim tarafımızdan, ona bol bol mükâfât versin! Fekat, Mu’âviye de “radıyallahü anh” Emevî halîfelerinden ise de, ona dokunulamaz. Eğer, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” söğülürse, kötülenirse bu ayrılıkda ve muhârebelerde, onunla birlik olan, çok sayıda Eshâb-ı kirâm, hattâ aşere-i mübeşşereden birkaçı da mel’ûn olur. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onlardan bize gelmiş olan din bilgilerini bozmağa sebeb olur. Hiçbir müslimân, bunu uygun görmez ve kabûl etmez.
Ba’zıları, üç halîfeyi ve hazret-i Mu’âviyeyi ve ictihâdda ona uyanları “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülüyor, bunlara söğüyor, Peygamber efendimizden sonra “sallallahü aleyhi ve sellem”, birkaçından başka, Eshâb-ı kirâmın hepsi mürted oldu diyorlar. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebine göre, Eshâb-ı kirâmın hepsine, iyilikden başka birşey söylenmez. Hiçbiri fenâ, kötü değildir. İmâm-ı Yahyâ bin Şeref Nevevî,(Müslim) hadîslerini açıklarken buyuruyor ki, o muhârebelerde, Eshâb-ı kirâm üçe ayrılmışdı: Bir kısmının ictihâdı, hazret-i Alînin ictihâdına uygun oldu. Bunlara kendi ictihâdlarına uygun yol tutmak vâcib oldu. Bunlar, hazret-i Alîye “radıyallahü anhüm” yardım etdi. Eshâb-ı kirâmın ikinci kısmı, ictihâdda, doğru olanı ayıramadı. Bunların, kimseye karışmaması vâcib oldu. Üçüncü kısmın ictihâdı, hazret-i Alîye karşı gelenlerin ictihâdları gibi oldu. Bu ictihâdda olanların karşı tarafa yardım etmesi lâzım oldu. Demek ki, her biri, kendi ictihâdına uygun iş yapdı. Bunun için hiçbirini ayblamak doğru değildir. Bununla berâber, hazret-i Alî ve onun ictihâdında olup, ona uyanlar, ictihâdda doğruyu bulmuşlardı. Karşılarındakiler, ictihâdda yanılmışlardı. Fekat, ictihâdda yanılma olduğu için, kötülenemez. Yanılanlar bir sevâb aldı. Doğruyu bulanlar, on sevâb aldı. Yanıldılar demek bile, doğru değildir. Yanılanları da iyilikle anmak lâzımdır. Demek ki, Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” sevmiyen, ona la’net eden bir kimse, bütün Eshâbı iyi bilip sevse de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atden olamaz. Böyle kimseyi, Şî’îler de sevmez. Bu kimse, Ehl-i sünnet olmadığı gibi, Şî’î de değildir. Üçüncü bir mezhebden olur. 4- Muhammed ma’sûm-i Fârûkî“rahmetullahi aleyh” üçüncü cildin yüzkırkikinci mektûbunda buyuruyor ki, (İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” kabr-i şerîfini ziyâret niyyeti ile Serhend şehrine gelmeniz çok iyi olur. Buradaki feyzlere ve bereketlere kavuşursunuz. Medîne-i münevveredeki menba’dan buraya gelen nûrlardan ve esrârdan istifâde edersiniz. Hindistândaki küfr ve isyân zulmetleri, kalbleri karartmakda, rûhları hasta yapmakda ise de, rûhlara hayât veren ve kalbleri temizliyen şifâlı su, karanlık ormanlarda bulunduğu gibi, bugün Serhend şehri, Medîne-i münevveredeki kaynakdan [Evliyânın mubârek kalbleri vâsıtası ile] gelen feyzlerin, nûrların yayıldığı yerdir. Burasını Hindistânın küfr, zulm yerleri gibi sanmayınız. Burası, [insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduran] vilâyet yolunun kapısıdır. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden gelen envâr ve esrâr, buradan fışkırmakdadır. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak istiyenler, inanarak bu mezârı ziyâret ediyor, sevgileri nisbetinde, bu feyzlere, bereketlere kavuşuyorlar. Bu mubârek makâmda bulunanların çoğu, inanmadıkları, kıymetini bilmedikleri için, bu ni’metden mahrûmdurlar. Misk bulunan odaya giren, güzel kokuyu duyar. Miski, nezle hastasının burnuna soksan, kokusunu duyamaz.)
 
Üst