TARİKAT-I ALİYYE

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
TARİKAT-I ALİYYE

SELİM GÜRBÜZER

Tarikat yol demektir. Bakın, Çinliler yol'a ‘Tao’ derken Hıristiyanlarsa mistik yol manasına ‘Via Mystica’ (mistisizm) demişlerdir. Biz ise ‘Tarikat’ deriz. Ancak, İslâm ümmetinin tarikat anlayışıyla, diğer dinler arasında derin farklar söz konusu. Dolayısıyla Tarikat-ı Aliye’yi Hıristiyanların mistik anlayışıyla ya da Yahudi kabalizmle bağdaştırmak isteyenler, büyük bir yanılgı içerisindeler. Nitekim İmamı Rabbani (k.s.) şeriatın ve tarikatın bölünmez bir bütün olduğunu ve tarikatın ancak şeriat çizgisinden yürüyebileceğini beyan buyurmakla İslâm âlemini uzun süre meşgul eden şeriat ve tarikat tartışmalarına son vermiştir. Ayrıca İmam-ı Rabbânî (k.s) tarikatta görülebilen kerametle gayrimüslimlerde görülen olağanüstü hallerin farkını da ortaya koymuştur. Kaldı ki tarikatta vuku bulan haller, daima şeriata arz olunmakta. Yani, şeriata esastan ters düşen hiçbir hal durumu kabul görmez. Zira şeriatın dışında görülen hallere istidraç olarak nitelendirilir Hatta bu konuyla alakalı hususu Şah-ı Nakşibend (k.s.)’e sorduklarında:

"-Efendim bazıları havada uçuyor, veli midir?"

Cevaben:

"-Kuşlarda uçuyor " der.

Yine sorarlar:

"-Pekâlâ, Efendim bazıları da su üzerinde yürüyor, buna ne buyurursunuz?"

"-Balıklarda gece gündüz su da yüzüyor. Bu durumda onlar da benim nazarımda veli değildir."

Sorular devam eder:

"-Efendim bazı kimseler bir burada, bir orada, bir şurada, hatta aynı anda birkaç yerde bulunabiliyor, veli midir?"

Şah-ı Nakşibend (k.s) derki:

"-Hayır, onlarda benim nazarımda veli değildir. Bakın şeytan da ismi Azam duasını okuyunca bir anda doğu batı arasında mekik dokuyabiliyor (gidip gelebiliyor), bu da ölçü değildir. Nitekim şeytan dergâhı ilahiden kovulmuştur" cevabını verir.

En nihayet can alıcı soru sorulur:

''- Madem öyle, Efendim veli kimlere denir?''

Şah-ı Nakşibend (k.s.) bunun üzerine en nihai cevabı verir:

''-Peygamber (s.a.v)’in şeriatına ittiba eden, onun yolundan ayrılmayan kimseler velidir.."

İşte Bu kıssadan da anlaşıldığı üzere bir insanda olağan üstü haller görülse bile o insanda şayet şeriatı-garra (parlak İslami hayat-insanların kalbî-ruhî derinlikleriyle bâtınî televvünlerin ifadesi) üzerine yaşamıyorsa bütün bunlar bir hiçtir. Kaldı ki Hindistan’da, Çin'de ve dünyanın çeşitli yerlerinde nefislerine bir takım terapiler uygulayarak, mesela çivilerin üzerinde yürüme gibi haller zuhur edebiliyor. Sanki bu durum ilginçmiş gibi lanse edilmekte. Oysa İslâm’ın dışında görülen bu durumlar ‘istidraç’ kavramıyla örtüşen bir durumdur. Hakikat şudur ki ancak İslâm'ı yaşama neticesinde meydana gelen haller ‘keramet’ olarak addedilebilir. Demek oluyor ki; şeriat ve sünneti seniyye yaşantısını uygulamaksızın meydana gelecek her hal istidraç kapsamına girmekte. Dolayısıyla, İslâm tasavvufunu Hıristiyan mistisizmiyle karıştırmak ya da ilişkilendirmeye kalkışmak abesle iştigaldir.

Tarikat-ı Aliyye’de asl olan müminin istikametidir. İstikametten maksat ise şeriata ve sünneti seniyyeye sıkı bağlı kalmaktır. Bilindiği üzere şeriat; Allah (c.c.) ve Resulünün beyan buyurduğu hakikatlerdir. Tarikat ise, Allah'a ulaşmak için takip edilen yoldur. Şeriat ve tarikat iç ve dış gibidir, ayrılmaz bir bütündürler. Tıpkı şeriat gibi tarikat da haktır. Resûlüllah (s.a.v) bizzat hayatında hem şeriatı hem de tarikatı tatbik etmiştir. Allah Resulü değim yerindeyse gündüz tebliğ ve irşat faaliyeti, gece ise tarikat hayatı yaşadı. Öyle ki; gecenin alaca karanlığından sabahlara kadar ibadetten dizlerinin şişmesi bunun en bariz göstergesidir. Geceleyin Ümmet-i Muhammed için yalvarır, yakarır ve kurtuluşu için dua ederdi. Böylece niyaz edilen o dualar hürmetine Ashabı kiram da onun yolunun takipçisi olup, iç dünyaları Peygamber sevgisiyle dolup taşıyordu. Onlar Allah Resulünde ne görüyorsalar yaşadıkları ruh ikliminin yansıması olarak Peygamberimizde buna karşılık her bir sahabeye aynı ölçüde meşreblerine uygun ayna oluyordu. Üstelik dört büyük halifesinin de birbirinden farklı kendilerine has meşreb ve kabiliyetleri sözkonusuydu Nasıl mı? İşte Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’da teslimiyet, Hz. Ömer (r.anh)’da heybet hali, Hz. Osman (r.anh)’da yumuşaklık, Hz. Ali (k.v.)’de ise coşkunluk halinin hâkim olması bunun bariz işaretidir zaten. Besbelli ki Peygamberimiz (s.a.v.), her bir müstakbel halifesinin bu özelliklerini göz önünde bulundurarak her birinin mizacına uygun seyr-u süluk yolu göstermiştir. Yani dördüne de ayrı ayrı tarikat öğretmiştir. Malum, Resûlüllah (s.a.v.) dar’ul bekaya intikal edince Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) biat edilmek üzere Sakife’de toplanılmıştır. Ve kendisine "elini uzat" denil diginde ilk biat eden Hz. Ömer (r.anh) olmuş, akabinde ise tüm Ashab biat etmiştir. Böylece ilk halife olarak irşada koyulma vuku bulur.

İlginçtir Peygamberimiz (s.a.v) zikir yönünden de sahabeleri arasında zikri hafiyi (gizli zikir) Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’a has kılmıştır. Aslında buna şaşmak gerekir. Çünkü Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) öyle Allah'a (c.c.) yalvarırcasına içten zikredermiş ki, arkadaşları evinin önünden geçtiklerinde zikir kokusunu et kokusu olarak algılamışlar Tabii bu durum Resûlüllah (s.a.v.)’e şöyle intikal ettirilir:

-Ya Resûlüllah! Ebû Bekir-i Sıddık evinde et pişiriyor da komşulara dağıtmıyor. Bunun üzerine Allah Resulü:

"-Hayır, o et kokusu değil. O, bizatihi Ebû Bekir-i Sıddîk’ın zikreden kalbinin kokusudur" der. İşte Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) bu özellikleriyle, "Sıddıkıyet" makamına ulaşmıştır. Böylece Sıddık-ı Ekber, Allah Resulünden öğrendiği hafi zikir metoduyla Nakşibendî Tarikatının önderi (Piri) olmuştur.

Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’dan sonra hilafet Hz. Ömer (r.anh)’a geçti. Hz. Ömer (r.anh.) kendi yaptığı yolun zorluğunu bildiği için, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’ın yoluna girmeyi işaret etti hep. Keza Hz. Osman (r.anh)’da Hz. Ömer (r.anh) gibi kendi izlediği yolu (tarikatı) göstermedi. Yani her ikisi de birtakım sebeplere dayanarak, kendi takip ettikleri tarikatın yerine Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’ın takip ettiği yola işaret etmişlerdir. Tabii bu arada zaman içerisinde kendi tarikatın usul ve yöntemini aktarmadıklarından izledikleri meşrebi yol kaybolmuştur.

Hz. Osman (r.a.)’dan sonra, hilafete geçen Hz. Ali (k.v.) ise kendi takip ettiği yolu uyguladı hep. Ancak O diğer iki halife gibi tarikatını gizlemedi. Bilakis O, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’a gönül vermiş olan tüm bağlılarına hürmet gösterdiği gibi, arzu edenlere de kendi yolunun metodunu öğretmiştir. İşte 1400 seneyi aşkındır tasavvufun iki altın halkası çift kutup halinde günümüze böyle uzandı diyebiliriz. Demek ki, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) zikri hafi'nin baş mimarı, Hz. Ali (k.v.) ise cehr-i zikrin önderidir. İşte irşat iki kutup halkadan dallanıp budaklanıp, en nihayet "on iki hak tarikat" halinde tüm ehlisünnet tarikatlar böyle sistemleşti. Allah hepsinden razı olsun. Zira Tarikat-ı Aliyyeler Allah'a giden yolda giden sevgi ocaklarıdır.

Şu da var ki, Peygamber (s.a.v.) gizli zikri, önce Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’a, daha sonrada Hz. Ali (k.v)'e telkin etti. Fakat Hz. Ali'de ki coşkunluk hali mizacı gizli zikirden pek lezzet alamadığı her halinde kendisinde belli eder de. Bunun üzerine Habib-i Huda (s.a.v.), Allah'a (c.c.) niyaz da bulununca Rabb’ül Âlemin: "Habibim onların dördünün de kabiliyeti başkadır. Birinin gittiği yoldan öbürü gidemez. Onların tecellilerinin gereği budur" beyan buyurdu. Bu durumda Allah Resulü (s.a.v.) her birinin meşrebine uygun ayrı ayrı yol (tarikat) telkin edip onları bu doğrultuda irşat eyledi. Zira kutsi hadiste; "Allah'a ulaştıran yollar, yaratılmışların nefeslerinin sayısı kadardır" buyrulmakta.

Resûlüllah (s.a.v.) ashabına şöyle buyurdu: "Beni İsrail’i, peygamberler idare ederdi. Bir Peygamber vefat etti mi yerine (başka) bir Peygamber geçerdi. Şu muhakkak ki; benden sonra Peygamber yoktur. Ama halifeler gelecek hem de çok olacaklardır."

Tabii bu durumda Ashab merak edip:

"-Ya Resûlüllah! Madem öyle, bize ne emredersin?"

Habib-i Huda (s.a.v.):

"Birinciye ve ondan sonra gelene yaptığınız beyatı tutun! Onlara haklarını verin! Çünkü onların halka yaptıkları cefadan dolayı Allah onlara sual soracaktır!" buyurdu.

Bilindiği üzere Resûlüllah (s.a.v.), hayatında üç görevi şahsında toplamıştı:

-Devlet yetkisi (Zahiri halife),

-Din ve ilim yetkisi,

-Ruh önderliği yetkisi (Manevi halife),

Zira Peygamberimizden sonra hilafet ikidir:

-Hilafeti zahiri,

-Hilafeti manevi.

Yani bu demektir ki insan tarafından tayin olunan hilafet "Hilafet-i zahiri" manasınadır. Manevi kanaldan seyr-u sülukla (ruhaniyet yolundan) kazanılan hilafet ise "Hilafet-i manevi" adını alır. Dini bakımdan hilafet Peygamber (s.a.v.)’den sonra Ehlullah'tır. Tasavvuf zevkini ve ahlâki hamidiye üzerine yaşayan ancak manevi halife olabiliyor. Bakın, Yavuz Sultan Selim ruhani reisliğin (manevi hilafetin), dünyevi liderlerce istismar edileceği endişesi taşıdığından manevi hilafeti kabul etmemiş, efendiliğin hadimiyetten (hizmetkârlık) geçebileceğini vurgulamıştır. Hatta “Hakim’ül Haremeyn” unvanını reddedip, "Hadim’ül Haremeyn" unvanına talip olmuştur. Nitekim ruhani mevkiin (makamın) babadan oğla (saltanat usulü) geçmesi tarzındaki bir uygulamanın İslâmiyet'le bağdaşmayacağını ortaya koymuştur. İşte bu örnekten de anlaşıldığı üzere padişahlık babadan oğla veya liyakat esasına göre tanzim edilebiliyor. Ama ruhani önderlik (Mürşidi-i kâmil) babadan oğla geçebilen bir durum değildir, bilakis seyru süluk’unu tamamlamayla ve şer’i ilimleri bitirmekle alakalı bir durumdur. Bu yüzden Allah Resulü (s.a.v.) seyr-u süluk yolcuları için: "O kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah’ hatırlatır (anılır)" diye beyan buyurmuştur.

Anlaşılan o ki; Ehlullah; Allah'ın dostları ve velileri demektir. Yani onlar Allah'ın Halilleridir. Ehlullah aynı zamanda Peygamberimizin ruhani varisidirler. Kelimenin tam anlamışla manevi halifelik, Allah Resulünün manevi hizmetkârı olmak demektir. İşte bu hizmetkârlığın neticesinde Tarikat-ı Aliyye, Resûlüllah (s.a.v.)’den Ebu Müslim’in zamanına kadarki süreçte iki kutuplu olarak yoluna devam etti diyebiliriz. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Hz. Ömer (r.anh) ve Hz. Osman (r.anh) kendi tarikatlarını göstermedikleri için, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) ve Hz. Ali (k.v)’in talim eylediği hafi ve cehri yol iki kanaldan Ebu Müslim’e kadar gelebilmiştir. Derken bu iki ruhani yolun takipçileri iç dünyalarını huzura erdirmişlerdir. Ebu Müslim döneminde on iki tarikatın ayyuka çıkmasının sebebi, Resûlüllah'ın soyundan gelen şu meşhur on iki ehl-i beyt İmamının etkin rol oynadığını söyleyebiliriz. Nitekim bu on iki imamın dördü Hz. Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’ın takip ettiği yoldan, sekizi ise Hz. Ali (k.v.)’in cehri zikri üzerine amel edip irşat görevi üstlenmişlerdir. Böylece tüm insanlığı aydınlatın ışık kandilleri olmuşlardır. Dolayısıyla Kadir'i tarikatı imam Hüseyni'nin, Nakşibendî tarikatı da imam Hasan'ın yolu olarak bilinir. Anlaşılan o ki; İmam Hüseyni Hz. Ali (k.v.)’i kendine rehber edinmiş, İmam Hasan ise Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’ın tarikatını yol edinmiştir. İşte her iki ehl-i beyt neslin önderleri sayesinde cehri ve hafi zikir halkasını oluşturan on iki hak tarikatın doğuşuna şahit oluruz. Zira on iki imamın yakınlarına telkin ettiği yollardan (tarikatlardan) ister istemez on iki yol doğmuş oldu. Bu arada şunu belirtmekte fayda var: on iki imam dönemi çok hassas ve kritik bir dönem olması hasebiyle; "Bunlar tarikat icat etti" türünden dedikodulara maruz kalmamak adına, söz konusu bu on iki imam büyük titizlik içerisinde tarikatlarını dışa vurmamışlardır. Dahası herhangi bir fitneye mahal vermemek için çok ince eleyip sık dokuyarak sadece izledikleri yolu yakınlarına öğretmekle yetinmişlerdir. Fakat zaman içerisinde sular durulduğunda, yine onların feyzi ve bereketiyle on iki yol su yüzüne çıkar duruma gelmiştir. Hâsılı kritik dönem bittikten sonra tarikatlar zirve yapmıştır. Nasıl mı? İşte Ebu Müslim'in manevi tılsımı, ya da bir başka ifadeyle onun ortaya çıkmasıyla bütün fitne odaklarının son bulur da. Böylece ortalık süt-liman olmasıyla birlikte "on iki hak tarikat" zuhur eder. İlk evvela sesli zikir kanalından ‘Kadiri tarikatı’ doğup, akabinde sessiz zikir halkasından ‘Nakşibendî tarikatı’ gün yüzüne çıkar. Yani her iki yol da günümüze kadar birçok tarikatın filizlenmesinde beşiklik eder hale gelir. Böylece Kadiri, Rufai, Celvetiyye, Bayramiyye, Halvetiye, Mevleviyye ve Nakşibendiyye gibi yolların doğuşu gerçekleşir. Aslında şu da var ki cümle tarikatların gayesi birdir. Hepsinin amacı Allah'a (c.c.) ulaşmak ve Peygamber sevgisi yolu üzerine bulunmaktır. Her ne kadar izledikleri metotlar farklı olsa da, bu farklılık meşreb itibariyledir. Meşreb farklılıkları asla Tarikat-ı Aliyelere gölge düşürmez. Bilakis, İslâm'ın zenginliğine işarettir. İslâm'ın özünde zenginlik vardır zaten. Dinimiz okyanus misali dal dalabildiğin kadar engin bir denizdir, dahası yüz yüzebildiğin kadar bir deryayı ummandır. Yeter ki izlenilen yolda tek amaç Allah rızasını kazanmak olsun, gerisi gelir elbet. Zira Tarikat-ı Aliyyeler sevgi ocakları olması hasebiyle deryayı umman olmak için vardır. Ve ehlisünnet olanın hepside Hak'tır.

Bazı âlimlerimiz ibadeti zahiri ve batini (iç ve dış) olarak vasıflandırmışlardır. Bilindiği üzere zahiri ibadetler bedenle, batini ibadetler de kalple yapılır. Bir an şöyle hem bedenen hem de kalben ibadet eden bir müminin halini düşünün, hiç kuşkusuz o müminin muttakilerden olacağı muhakkak. Fakat şunu unutmayalım ki zevki tarik hal üzere olmayı ancak yaşayan bilir, yaşamayansa pek idrak edemez. Bu durumu idrak edemeyenler için şimdilik sadece namaz örneğini delil olarak sunabiliriz, bunun dışında ne anlatsak belki de fayda vermez. Yine de biz şu örneği dile getirmekte fayda var diye düşünüyorum: Mesela cemaatle kılınan namazlarda öğle, ikindi namazları fıkıh kuralları gereği imam sessiz kıldırıp, diğer vakitler (akşam-yatsı-sabah) hep sesli kıraat edilir. İşte görüyorsunuz ayrı ayrı vakitlerde kılınan namazlar da bile çeşitlilik ve zenginlik söz konusu, o halde tarikatların da meşreb itibariyle birbirinden farklı nitelikte uygulamalarının olması gayet tabiidir. Hakeza mezhepler içinde öyledir. Bilhassa mezhepler içtihat farkından, tarikatlarda meşreb farklarından doğmuştur. Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın hafi zikir (gizli zikir) talimatını, Allah Resulü'nden (s.a.v.) mağarada iken aldığı rivayet edilir. Allah Resulü, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a; "Dilini damağına yapıştır ve kalbinden Allah de" diye telkinde bulunmuştur. İşte Nakşî yolunun esası bu noktada düğümlüdür. Derken bu tarikatı âliye Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’dan Şah-ı Nakşibend (k.s.)’e kadar bir hayli mesafe kat ettikten sonra, en son Bahaüddin Nakşibend (k.s.)’ın elinde sistemleşmiştir. Malum, bu büyük zatın zahirde şeyhi Seyyid Emir Külâl (k.s) olup ruhaniyet itibariyle Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s.)’den terbiye olmuştur. Bu yüzden kendisi aynı zamanda üveysdir. Hakeza Abdülhâlik-ı Gücdüvânî de ruhaniyetten terbiye olmuştur. Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s.)’de Hızır (a.s.)’dan hafi zikir talimatını almıştır. Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s.)’in zahirde Şeyhi ise Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)'dir. Bu arada Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)’in halifelerinden biri de Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi (k.s.)'dir. Bu zat Hacegan nispetini Orta Asya ve Türkî Cumhuriyetlere yayan kol başıdır. Bu nedenle Piri Türkistan, Anadolu'nun Rumeli'nin ve kuzey Türklüğünün İslâm'a uyanışında çok büyük pay sahibidir. Bakın, Ahmet Yesevi hakkında Yahya Kemal'in Fuat Köprülüye; "Şu Ahmet Yesevi kim? Bir araştırın, göreceksiniz. Bizim milliyetimizin temellerini asıl onda bulacaksınız" diyor. Özellikle kuzey Türklüğünde Pir-i Türkistan’ın, hafi zikir yolu etkilidir diyebiliriz.

Batı Türklüğünde ise cehri'lik hâkimdir. Bu hususta Bediüzzaman ise; "Nakşibendîler gizli zikir sayesinde nefsi emmarenin başını kırmışlar. Kadiriler ise cehri zikir ile tabiat tağutlarını tarumar eylemişlerdir" diyor.

Ayrıca Beddiüzaman Said-i Nursi Hazretleri, cehri ve hafi zikir yolunun takipçilerinin genel manzarasını şu güzel sözlerle izah eder: "Ehli tarikat, ehli delâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimi ehl-i tarikat, sûr-i zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbeti evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fasık olur. Fakat kâfir olmaz. Kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikat ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiç bir kuvvet çürütemez. Onlardan itimadı kesilmezse zındıkaya giremez. Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir."

Allah Resulü (s.a.v.) "Allah bir insanı sevdi mi Cibril’e şu emri verir. Ben filan adamı severim. Cibril de semada olanlara filan oğlu filanı Allah sever, siz de onu sevin der. Yerdekilerde artık onu sever" buyurdu. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Âlimlerin eti zehirlidir" buyurarak, bu yüce zatların aleyhinde ve gıyabında konuşmanın sakıncasına işaret etmiştir. Bu gerçekler başucumuzda olmasına rağmen, ne yazık ki İbn-i Teymiyye ve paralelinde olanlar:

-Kabir ziyaretini,

-Ravzai mutahharayı ziyareti (Mescidi Nebevi),

-Duada peygamberi vesile kılmayı reddederler. Düşünebiliyor musunuz, Allah Resulünü (s.a.v.) bile duada vesile kılmayı ve kabrini ziyaret etmeye bile tahammülü olmayanlara, elbette ki kalkıp Evliyayı kabul ettirmezsiniz. O halde “Fahri Kâinat (s.a.v.)’in yüzü suyu hürmetine" ifadesini reddedenlere karşı yapılması gereken şu ki Evliyayı ve Tarikat-ı Aliye’yi anlatmak boşa zaman harcamak olacağından muhatap almamak en doğrusu. Zaten muhatap almaya değmez de. Kaldı ki onlar Osmanlı'nın yükselişindeki sırrı da bilmezler. Onlar bilmeyiversinler, Prof. Dr. Cahit Tanyol; "Osmanlı devletinin temelinde iki kuvvet vardır. Bunlardan biri tarikat, diğeri ise şeriattır" diyor ya, bu tespit bize yeter artar da.

Tarikat-ı Aliyyeler, Kur'an ve sünnet çizgisinde yürüdükleri müddetçe daha da yücelecekleri gibi, halkın gönlünde hep "sevgi ocakları" diye yankı bulacaktır. Sofiler bu yüzden; Bahaeddin Nakşibend, Ahmet Yesevi, Mevlâna, İmam-ı Rabbânî ve Yunus gibi gönül sultanlarının yolunu şiar edinmişlerdir.

Velhasıl; Yavuz Sultan Selim'in şu güzel deyişiyle mevzuumuzu bağlayalım:

Padişah-ı âlem olmak

Bir kuru dava imiş

Bir mürşide bende olmak

Cümleden âlâ imiş…

Vesselam.
Selim Gürbüzer - Tarikat-ı Aliye - Enpolitik.com
 

Ekli dosyalar

  • yuhus emre.jpg
    yuhus emre.jpg
    6.3 KB · Görüntüleme: 0

ilke

Paylaşımcı
Katılım
6 Kas 2017
Mesajlar
875
Tepkime puanı
188
Puanları
0
TARİKAT-I ALİYYE

SELİM GÜRBÜZER

Bu hususta Bediüzzaman ise; "Nakşibendîler gizli zikir sayesinde nefsi emmarenin başını kırmışlar. Kadiriler ise cehri zikir ile tabiat tağutlarını tarumar eylemişlerdir" diyor.

Ayrıca Beddiüzaman Said-i Nursi Hazretleri, cehri ve hafi zikir yolunun takipçilerinin genel manzarasını şu güzel sözlerle izah eder: "Ehli tarikat, ehli delâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimi ehl-i tarikat, sûr-i zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbeti evliya cihetiyle imanını kurtarır.
Selim Gürbüzer - Tarikat-ı Aliye - Enpolitik.com


Said-i Nursi merhum tarikatları başlangıçta yukarıdaki sözleriyle överken ve savunurken, sonraları çıkarıldığı bir mahkemede " Zaman tarikat zamanı değildir, iman kurtarma zamanıdır." diyerek bir çuval inciri mahvetmiştir ! Bu gerçeği de iyi bilelim !
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Said-i Nursi merhum tarikatları başlangıçta yukarıdaki sözleriyle överken ve savunurken, sonraları çıkarıldığı bir mahkemede " Zaman tarikat zamanı değildir, iman kurtarma zamanıdır." diyerek bir çuval inciri mahvetmiştir ! Bu gerçeği de iyi bilelim !
İşin trajikomik tarafı Said Nursi tarikat zamanı değil derken Nietzsche insan-ı kâmil yetiştirmeye odaklı bir toplum modeli öneriyor. Hatta der ki, eğer siz hayatın merkezine insanlığa rolmodel olacak kamil insanları değil de ham insanları koyarsanız dünyayı ve insanlığı yok edersiniz..

Netice: Tarikat zamanı değil ya! Nefsinin kölesi bir ümmet olduk. Din bilgisini dahi nefsinin çıkarları için kullanan iki yüzlü yöneticilerden ibaret bir ümmet. Nerede çıkarı varsa oraya yalaklanan bir ümmet. Güce tapan bir ümmet. Tarikat zamanı değil ya!!! Bu ümmetin başına gelen tüm belaların sebebi nefsindendir. Zannedildiği gibi ilimsizlik, amelsizlik falan değildir. İlimsizlik ve amelsizlik, nefsinin kölesi olmasının neticesidir, sebebi değildir.

NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR. Rabbini bilmenin yolu nefsini tanımaktan geçer. Her şey nefis terbiyesiyle başlar. Eğer bu terbiye usüllerini işletemeyen bir toplum olursanız asla medeniyet kuramazsınız. Yetiştireceğiniz tüm insanlar celladına aşık tipler olur çıkar. Nitekim öyle de oluyor. Yetiştirdiğimiz insanların alayı arpayı gördüğü yere giden eşekler olup çıktılar. Ne kendileri bunun farkında ne de peşinden gidenler. Çünkü kimse nefsini tanımıyor.

Şunu bilin yeter: Bu ümmet bu çağı okuyup köklü çıkarımlar yapacak ve çözüm üretecek bir aydın çıkartamadı henüz. Dolayısıyla kimseyi yüceltmeyin. Önümüze kahraman diye konulan tiplerin çok azları hariç çoğu köpürtmedir.
 
Son düzenleme:

ilke

Paylaşımcı
Katılım
6 Kas 2017
Mesajlar
875
Tepkime puanı
188
Puanları
0
İşin trajikomik tarafı Said Nursi tarikat zamanı değil derken Nietzsche insan-ı kâmil yetiştirmeye odaklı bir toplum modeli öneriyor. Hatta der ki, eğer siz hayatın merkezine insanlığa rolmodel olacak kamil insanları değil de ham insanları koyarsanız dünyayı ve insanlığı yok edersiniz..

Netice: Tarikat zamanı değil ya! Nefsinin kölesi bir ümmet olduk. Din bilgisini dahi nefsinin çıkarları için kullanan iki yüzlü yöneticilerden ibaret bir ümmet. Nerede çıkarı varsa oraya yalaklanan bir ümmet. Güce tapan bir ümmet. Tarikat zamanı değil ya!!! Bu ümmetin başına gelen tüm belaların sebebi nefsindendir. Zannedildiği gibi ilimsizlik, amelsizlik falan değildir. İlimsizlik ve amelsizlik, nefsinin kölesi olmasının neticesidir, sebebi değildir.

NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR. Rabbini bilmenin yolu nefsini tanımaktan geçer. Her şey nefis terbiyesiyle başlar. Eğer bu terbiye usüllerini işletemeyen bir toplum olursanız asla medeniyet kuramazsınız. Yetiştireceğiniz tüm insanlar celladına aşık tipler olur çıkar. Nitekim öyle de oluyor. Yetiştirdiğimiz insanların alayı arpayı gördüğü yere giden eşekler olup çıktılar. Ne kendileri bunun farkında ne de peşinden gidenler. Çünkü kimse nefsini tanımıyor.

Şunu bilin yeter: Bu ümmet bu çağı okuyup köklü çıkarımlar yapacak ve çözüm üretecek bir aydın çıkartamadı henüz. Dolayısıyla kimseyi yüceltmeyin. Önümüze kahraman diye konulan tiplerin çok azları hariç çoğu köpürtmedir.

Siz böyle diyorsunuz da Said-i Nursi ve politika bataklığına boğazlarına kadar batmış nurcu kesim asla böyle demiyor ve düşünmüyor ! Bilindiği gibi, Said-i Nursi tarikatlar için bidayette çok güzel şeyler söylemesine rağmen, bir Cadde-i Kubra bulduğunu ve böyle bir yoldan bazı şeyler elde ettiğini söyler ve Risale-i Nurların bu yolun rehberi olduğunu vurgular ! Günümüzdeki Risalei Nur yolunun ve bu Cadde-i Kubranın yolcuları arasında bir türlü doğru-dürüst "nurcu müslüman" görememize rağmen, O daha da ileri giderek Sahabelerin, Tabiinin, Asfiyanın,Müçtehidin-i Erbaanın dahi bu Cadde-i kubra dediği yoldan gittiğini iddia eder !
Bugün cadde-i kubrada bulunduğunu söyleyenlerden ne yazık ki, pek çok hain, darbeci, takiyyeci, sahtekâr ve harami yetişmiştir ! Öyle sanıyorum ki, Said-i Nursi yattığı yerden kalkıp gelmiş olsa ve bu durumu görmüş olsa, Cadde-i Kubra lafını söylediğine binler, milyonlar kez pişmanlık duyar diye düşünüyorum !
 
Son düzenleme:

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Siz böyle diyorsunuz da Said-i Nursi asla böyle demiyor ve düşünmüyor ! Bilindiği gibi, o tarikatlar için bidayette çok güzel şeyler söylemesine rağmen, bir Cadde-i Kubra bulduğunu ve böyle bir yoldan bazı şeyler elde ettiğini söyler ve Risale-i Nurların bu yolun rehberi olduğunu vurgular ! Günümüzdeki Risalei Nur yolunun ve Cadde-iKubranın yolcuları arasında bir türlü doğru-dürüst "nurcu müslüman" görememize rağmen, O daha da ileri giderek Sahabelerin, Tabiinin, Asfiyanın,Müçtehidin-i Erbaanın dahi bu Cadde-i kubra dediği yoldan gittiğini iddia eder !
Bugün cadde-i kubrada bulunduğunu söyleyenlerden ne yazık ki, pek çok hain, darbeci, takiyyeci, sahtekâr ve harami yetişmiştir ! Öyle sanıyorum ki, Said-i Nursi yattığı yerden kalkıp gelmiş olsa ve bu durumu görmüş olsa, Cadde-i Kubra lafını söylediğine binler, milyonlar kez pişmanlık duyar diye düşünüyorum !
Yeni tarikatlar kurulabilir. Bunda yadırganacak bir durum yok. Hatta kurulması da lazım. Mesele bu tarikatları hangi zihniyetle kurulduğuyla alâkalı.

Tarikat, nefis terbiyesi usûllerini işleten kurumlardır. İlmi ve ameli İslâm'dır. Sadece ilim-amel-ihlas üçlemesinin “ihlas” kanadıyla ilgilenir. İhlas, kalple nefisle alâkalı olduğu için oraların usüllerini geliştirir..

Eğer bir tarikat, bu kulvardan çıkar da ilim ve amel kanatlarını değiştirmeye kalkarsa tarikat olmaktan çıkar. Bu çerçevede kaldığı sürece çeşitlilikte sorun yok.

Devlet bu sahayı kontrol etmeli. Lakin bu kontrolü yapacaksa önce tarikatın ne olup ne olmadığını öğrenmeli. Kafasına göre işine gelmeyen noktaları değiştirmeye kalkmamalıdır. Veya kafasına göre ideolojik insanlar yetiştiren kurumlara dönüştürmemelidir.

Mesela devlet bakacak, bu tarikatın şeyhi müridlerini kendine taptırmak için mi yoksa hakikate ulaştırmak için mi eğitiyor? Bunu anlamak çok kolay. Evet, tarikatta fena fi şeyh makamına gelene kadar şeyh müritlerini kendine muhabbet ettirebilir, hatta bu muhabbetin artması için efsanelerden söz ettirebilir. Lakin fena fi şeyh makamına getirip orada istismar ediyorsa devlet bu şeyhin kellesini uçurmalıdır. Zira tarikatta gaye fena fi şeyh değildir. Hatta fena fi resul bile değildir. Hatta fena fillah bile.. Gaye salt Allah'ın rızasına mazhar olarak fenadan bekâya geçip beka billah'a ulaşmaktır. Bu gayeyi taşımayan tarikatlar imha edilmeli..
 
Son düzenleme:

ilke

Paylaşımcı
Katılım
6 Kas 2017
Mesajlar
875
Tepkime puanı
188
Puanları
0
Yeni tarikatlar kurulabilir. Bunda yadırganacak bir durum yok. Hatta kurulması da lazım. Mesele bu tarikatları hangi zihniyetle kurulduğuyla alâkalı.

Tarikat, nefis terbiyesi usûllerini işleten kurumlardır. İlmi ve ameli İslâm'dır. Sadece ilim-amel-ihlas üçlemesinin “ihlas” kanadıyla ilgilenir. İhlas, kalple nefisle alâkalı olduğu için oraların usüllerini geliştirir..

Eğer bir tarikat, bu kulvardan çıkar da ilim ve amel kanatlarını değiştirmeye kalkarsa tarikat olmaktan çıkar. Bu çerçevede kaldığı sürece çeşitlilikte sorun yoktur.


Yeni tarikat mı kurulabilir ? Başarılı olmuş ve büyük insanlar yetiştirmiş onlarca başarılı Muhammedi tarikat varken buna ihtiyaç mı var ? İşte, tarikatlardan çok daha kestirme yol olduğu söylenen ve -öyle hem de sıradan bir kişi tarafından değil Sasid-i Nursi tarafından kurulan Cadde-i Kubra örneği ortada değil mi?.. Siz daha hangi yeni tarikattan bahsediyorsunuz?
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Yeni tarikat mı kurulabilir ? Başarılı olmuş ve büyük insanlar yetiştirmiş onlarca başarılı Muhammedi tarikat varken buna ihtiyaç mı var ? İşte, tarikatlardan çok daha kestirme yol olduğu söylenen ve -öyle hem de sıradan bir kişi tarafından değil Sasid-i Nursi tarafından kurulan Cadde-i Kubra örneği ortada değil mi?.. Siz daha hangi yeni tarikattan bahsediyorsunuz?
Bu argümanla itiraz etmek yerine buna neden ihtiyaç olduğunu neden merak edip sor(a)mıyorsun?

Bu tür argümanlar iyi değil.

Tarikat nedir? Usül değil midir? Aslolan asıldır, usül değil. Tarikat, asla götüren usüllerdir. Bu usüller, kişiler ve kurumun kendi iç dinamikleri üzerinden zamanla geliştirilmiştir.

Mesela Nakşibendi tarikatının kurucusu Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahauddin hazretleri mensup olduğu Yeseviyye tarikatının usüllerinde ciddi sıkıntılar olduğunu dile getirir, ihtiyaçlara cevap veremediğini falan söyler, hatta kendi şeyhiyle bu konuda ayrılığa düşer. Bunun üzerine melami meşrep bir anarşizmle çağın ihtiyaçlarına hitap eden yeni usüller geliştirir. Maya tutar. Ve bu usülleri tatbik eden yolun adı Nakşibendi Tarikatı olur. Mesela Halidi Bendi kolu Nakşilik içinde ayrı usül yürüten bir koldur, Halid-i Bağdadi'ye dayanır. Bu işler böyle oluyor İlke kardeşim.
 

ilke

Paylaşımcı
Katılım
6 Kas 2017
Mesajlar
875
Tepkime puanı
188
Puanları
0
Bu argümanla itiraz etmek yerine buna neden ihtiyaç olduğunu neden merak edip sor(a)mıyorsun?

Bu tür argümanlar iyi değil.

Tarikat nedir? Usül değil midir? Aslolan asıldır, usül değil. Tarikat, asla götüren usüllerdir. Bu usüller, kişiler ve kurumun kendi iç dinamikleri üzerinden zamanla geliştirilmiştir.

Mesela Nakşibendi tarikatının kurucusu Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahauddin hazretleri mensup olduğu Yeseviyye tarikatının usüllerinde ciddi sıkıntılar olduğunu dile getirir, ihtiyaçlara cevap veremediğini falan söyler, hatta kendi şeyhiyle bu konuda ayrılığa düşer. Bunun üzerine melami meşrep bir anarşizmle çağın ihtiyaçlarına hitap eden yeni usüller geliştirir. Maya tutar. Ve bu usülleri tatbik eden yolun adı Nakşibendi Tarikatı olur. Mesela Halidi Bendi kolu Nakşilik içinde ayrı usül yürüten bir koldur, Halid-i Bağdadi'ye dayanır. Bu işler böyle oluyor İlke kardeşim.


İşte o işleri öyle oluşturan şahsiyetlerin önce manavi büyüklüklerine bir bakalım !.. Günümüzde var mı onların seviyesinde biri - birileri ?.. Onun için dükkan açar gibi tarikat açılmaz-açılamaz ve metod belirlenemez diyorum ! Bunu yaptığınız ana yanlış yapmış olursunuz !
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
İşte o işleri öyle oluşturan şahsiyetlerin önce manavi büyüklüklerine bir bakalım !.. Günümüzde var mı onların seviyesinde biri - birileri ?.. Onun için dükkan açar gibi tarikat açılmaz-açılamaz ve metod belirlenemez diyorum ! Bunu yaptığınız ana yanlış yapmış olursunuz !
Kesinlikle doğru söylüyorsun.

Bu çağda bunu yapacak insan var mı? Yok. Çünkü modern çağın popülist anlayışı sağlıklı neticeler doğuracak eleştirilere müsade etmiyor. Çünkü kimsenin gayesi hakikat değil. Herkes meşhur olma, gündeme gelme odaklı düşünüyor. Bu bile nefsini tanıyamamış olmanın bir neticesi.

Ha hiç mi yok? İnsanı kamil yetiştirenler var. Lakin yetiştirdikleri bu insanı kamiller içinde yaşadıkları çağın sorunlarına yabancılar. Kendi nefsini tanıyor ama çağı tanımıyor. Bana çağa yabancı insanı kamiller lazım değil. Sadece kendine insanı kamil olmuş. Bana Ümmeti Muhammed'i sırtına yüklenecek insanı kamiller lazım. Kaldı mı böyle tarikat? Sinan'lar, Yunus'lar, Mevlana'lar, Itrî'ler çıkartabiliyorlar mı? Hayır. Eldekiler hâlâ Osmanlının külleri içinde debeleniyor. Bir türlü yüzlerini geleceğe dönemiyorlar. O dönem geçti artık. Taze ateş yakmanın vakti geldi.
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
... bu noktada insanın aklına “Fetö bu argümanla bir şeyler yapmaya kalktı, aha netice ortada” şeklinde düşünceler gelebilir! Fetö, tarikatlardan devşirilen usülleri istismar eden bir yapı. Herifler fena fi-şeyh makamına kadar götüren metodları çok iyi işlettiler. Herkes de bu dolmayı yuttu. Çünkü insanlar tarikatın gayesini unutmuş. Oysa tarikat usüllerinde marifet şeyhini herkesten çok sevmek değildir. Marifet, şeyhini ALLAH için sevmektir. Önemli bir şeyden bahsediyorum!!! Hz. Ebubekir efendimizi “sıddık” yapan nitelik nedir? Hz. Peygamberi herkesten çok sevmesi mi yoksa onu Allah üzerinden sevmesi mi? Elbetteki Allah üzerinden sevmesi. Delilin ne diyeceksiniz? Hatırlayın: Hz. Peygamber vefat ettiğinde Hz. Ömer ne dedi? “Kim Muhammed öldü derse kellesini alırım”. Bu makam fena fi-resul'ün tepki vermesidir... Bu kargaşanın üzerine Hz. Ebubekir ne dedi? “Kim Muhammed'e tapıyorduysa bilsin ki o öldü. Kim Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah ölümsüzdür”. İşte bu makam bekâ billah'ın tepki vermesidir. Sıddık olması Allah'a sadâkatinden geliyor, sanıldığı gibi peygambere değil. Peygamberimiz bunu gördüğü için en çok Hz. Ebubekir'i seviyordu. Karşılıklı sevgi, Allah üzerinden bak nasıl bereketleniyor. Başka bir deyişle: Biri birini bana yalakalığı güzel beceriyor diye, öbürü de bana buradan ekmek çıkar diye sevmiyor. Allah için seviyor. Bu noktayı anlayabilmek! İşte tarikat bunu öğretir. Zaten hak tarikat ve kâmil mürşitte bu enerjiyi anında hissedersiniz.

Fetö yapılanmasında böyle bir şey var mıydı? Zerre kadar Allah rızası yoktu. Birbirini ve kendi kendini kandırmaya eğilimli ne kadar melek yüzlü şeytan varsa orada bir şekilde birbirlerini buldular. Neymiş efendim, islamın hakimiyeti için içki içebilirsin, başkalarının altına yatabilirsin falan filan.. Başkalarının altına yatmaya meraklı, ama bir şekilde bunu yapma fırsatı bulamayanlara muazzam bir platform kurdular. Allah bizi bu durumlara düşmekten korusun.
 
Son düzenleme:

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Said Nursi hazretleri telvin ehlidir. Biraz da böyle bakmak lazım bazı sözlerine. Mürşidi kamiller ise temkin ehlidir. Nursi merhum, tarikat nedir bilmeyen bir adem değil, Kadiri süluku çıkarmış ama sonradan tuttuğu yol tarikat yolu değildir.
 

ilke

Paylaşımcı
Katılım
6 Kas 2017
Mesajlar
875
Tepkime puanı
188
Puanları
0
Said Nursi hazretleri telvin ehlidir. Biraz da böyle bakmak lazım bazı sözlerine. Mürşidi kamiller ise temkin ehlidir. Nursi merhum, tarikat nedir bilmeyen bir adem değil, Kadiri süluku çıkarmış ama sonradan tuttuğu yol tarikat yolu değildir.


Valla ne ehli olduğunu pek bilemem de yazdığı ve okunması sonrasında Cadde-i Kubrada olma vesilesi saydığı eserleri Risale-i Nurları tahsil edenlerin bu ülkeye yaptığı kötülükler diz boyu !.. Darbeye kalkışarak 250 insanın kanına girilmesi, üniveriste, emniyet ve KPSS sorularının çalınarak haksız yere ve kesinlikle haram artı haram olan ameliyelerle bir yerlere ve devlet kadrolarına yerleşme, 1960'lı ve 70'li yıllarda masonlara destek vererek ülkeyi onlara teslim etme gibi ameliyeler hep bu nurcu takımının işlediği büyük-kebair günahlardandır !
Ben buna bakarım vesselâm !
 
Üst