Topraği vatana dönüştüren tevhit çağrisi

Darul_Beka

Profesör
Katılım
17 Kas 2013
Mesajlar
2,220
Tepkime puanı
175
Puanları
63
TOPRAĞI VATANA DÖNÜŞTÜREN TEVHİT ÇAĞRISI
Dr. Mehmet SÜRMELİ
Yüce Allah, başta insan olmak üzere yarattığı tüm varlıklardan lütfunu eksik etmemiştir. Lütfunun gereği olarak insanı akıl, irade, kitap ve peygamberle desteklemiştir. Peygamberlerin Allah tarafından peş peşe gönderilmesi Kur’an-ı Kerim’de şöyle dile getirilmiştir: Andolsun ki (biz) Musa’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra da(aynı tevhid esasında) peygamberlerle onu izlettik. Meryem oğlu İsa’ya açık deliller (mucizeler) verdik ve onu Ruhu’l-Kudus ile destekledik…”Ayette de belirtildiği gibi bütün peygamberlere verilen din aynıdır. Hz. Muhammed (s.), Bütün peygamberlerin getirmiş olduğu dinin tevhid olup sonradan insanların ihtilaf ettiğini, daha sonra bu ihtilafın kaldırılması için Allah Teala’nın peygamberler gönderdiğini belirtmiştir. Ebu Zer (r.), peygamberlerin sayısını sorunca Rasulullah; 124.000 olduklarını buyurmuş ve bunlardan üçyüzonüç veya üçyüzonbeşinin resul olduğunu beyan etmiştir.
Hz. Muhammed (s.) ile Hz. İsa (a.) arasında peygamber gönderilmemiştir. Peygamberin gelmediği bu ara döneme fetret dönemi denir ki Kur’an-ı Kerim’de de bu durum şöyle açıklanmıştır: Ey Ehli Kitap! Peygamberlerin arası kesildiği zaman (Fetret dönemi), (önceki peygamberleri gönderdiğimiz gibi) size de Resulümüz (Hz. Muhammed) geldi. (Kıyamet gününde) ‘Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi’ dersiniz diye size gerçekleri açıklıyor…” Fetret sürecini Hz. peygamber (s.) şöyle açıklamıştır: Ben İsa’ya dünyada da ahrette de en yakın olanınızım. Tüm peygamberler, babaları bir anneleri ayrı kardeşler gibidir. (İman esasları aynı şeriatları ayrı)İsa (a.) ile aramızda peygamber yoktur.”
Peygamber ve Kitabın gönderilmemesiyle ilahi vahiyden mahrum kalan ve hayatlarına Allah Teala’nın buyruklarıyla anlam vermeyen insanlık, cahiliye sürecine girmiştir. Cahiliye; zamana ve mekana hapsolmaksızın Allah’ı hesaba katmayan her türlü inanç ve hayat tarzıdır. Allah (c.), insanlığı bu kötü durumdan kurtarmak amacıyla, Hz. Muhammed (s.) kırk yaşına geldiğinde bütün alemlere (cinler ve insanlara) müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberlikle görevlendirmiştir.” Ayeti kerimede belirtildiği üzere tüm peygamberlerin ümmetlerinden de onu destekleme konusunda söz almıştır: “Allah, peygamberlerden (ümmetlerine hitaben): ‘Andolsun ki, size kitabı ve hikmeti verdim. Sonra size, yanınızda olan (Kitaplar)ı tasdik eden bir Resul geldiğinde, ona mutlaka inanacaksınız ve ona yardım edeceksiniz’ diye sağlam bir söz alıp, ‘Siz de bunu kabul ettiniz ve bu ağır yükümü (ahdimi) üzerinize aldınız mı?’ dediğinde, onlar da ‘kabul ettik’ dediler. (Allah) ‘Öyleyse birbirinize şahit olun, ben de (bu sözünüze)şahit olanlardanım’ buyurdu.”Hz. Muhammed (s.), imanın bütünlük arzettiğini ve buna binaen; “Kendisine iman etmeyenin de Allah’a iman etmiş olmayacağını”söylemiştir. Hz. Peygamberin sıfatlarını öz oğullarından bile iyi tanıyan başta Yahudi ve Hıristiyanlar olmak üzere tüm insanların kendisine iman etmesini isteyen Resulullah (s.), risaletinin önemiyle ilgili şu evrensel duyuruyu yapmıştır: “Allah’a yemin ederim ki bu (davet) ümmetimden ister Yahudi ister Hıristiyan olsun, peygamber olarak gönderildiğimi işitir de benimle gönderilen şeye (Kitaba ve şeriata) iman etmezse mutlaka cehennemdedir.” Hatta adamın biri gelip şöyle bir soru sormuştur: ‘Ey Allah’ın elçisi! Bir adam Tevrat’a ve İncil’e; Allah’a, Tevrat’ın ve İncil’in gönderildiği peygamberlere inanıyor fakat sana iman etmiyor; tâbi olmuyor.’ Bu soruya Allah Resulü şu cevabı vermiştir: “Yahudi olsun Hıristiyan olsun, kim bana tâbi olmayacak olursa; gönderildiğim dine göre hayatına anlam vermezse o kimse mutlaka cehennemliktir.”
M. 610 yılında kendisine peygamberlik görevi verilen Hz. Muhammed (s.)’in yaşamış olduğu toplum ateist bir toplum değildir. Fakat; Allah (c.), ahiret, melek, risalet, ölümden sonra dirilme ve hayatın ayrıntılarında emredici ilah olarak Allah Teala’yı kabul etmeme başta olmak üzere çeşitli konularda problemleri olan bir toplumdur. Mekke müşriklerinin Allah’ın (c.) varlığını bildiklerine dair Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet vardır. Cahiliye döneminde Kureyş’in arasındaki yaygın kültürde de onların Allah’ı (c.) tanıdıklarına dair ilginç örnekler görmek mümkündür. Kur’an bunlardan birçok yerde bahsetmiştir. Hz. Peygamberi boykot eden Kureyşlilerin, aralarında yazmış oldukları metne “Bismikallahûmme /Ey Allah’ım! Senin adınla başlarım.” Deyip üç yıl sonra anlaşma bozulduğunda Ebu Talib’in okuduğu şiirdeki dindar ifadeler(!), Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın; “Bütün hamd, nimetler ve lütuflar sendendir Allah’ım. Övgü ve hamda senden daha layık kimse yoktur.” Beyti, Kureyşin Allah bilgisiyle ilgili önemli ipuçlarıdır. Hatta Ebu Cehil Bedir savaşına giderken şu duayı yapmıştır: “Ey Allah’ım! Sana karşı kim daha günahkar olup sılayı rahmi kesmişse bugün onu perişan et”Aynı savaşla ilgili Velid b. Muğire’nin “Vallahi, hayırdan başka bir şey murad etmiyoruz” diye Allah adına yemin etmesi, yine Ümeyye’nin “Allah’ın dışında hiçbir şey hakikat değil, her şey batıldır ve yok olacaktır.” dizeleri de Kureyşin inanç yapısının nasıl olduğunu ele vermektedir.
Allah’ı bilip hakkıyla takdir edemeyen, yaratmada kabul etse de emir alanında kabul etmeyen bir toplumun içerisinde risalet görevine başlayan Hz. Muhammed (s.), İslam’ı hayata hakim kılabilmek için gece gündüz çalışmıştır. Kur’an-ı Kerim’in söylemiyle “İnsanların iman etmesi için kendini helak edercesine” büyük bir cihad yapan Allah Resulü, Mekkelileri islama önceleri gizlice davet etmiştir. Daha sonra davetini açıkça yapmıştır. Hz. Peygamber islama davet çalışmasında kendisiyle beraber hareket eden tertemiz bir kadro kurmuş ve daima tevhidi, ilkeli, ahlaklı, amacı belli, planlı, kadrolu, çözümcül ve fıkıhlı bir yol izlemiştir. Bu titiz ve ilkeli çalışmaya rağmen Mekke’de Müslümanlığı hakim kılıp bir daru’l-İslam kuramayan Hz. Muhammed (s.) ve mü’minler, Medine’ye hicret etmişlerdir. Çünkü din mahkum olmak için değil, hayatı yönlendirmek ve hakim olmak için gönderilmiştir.
Medine’de İslam toplumunu oluşturup kendisi de bu toplumun başkanı olan resulullah iç ve dış güvenliği tesis için kırkyedi maddelik bir de anayasa metni hazırlamıştır. Bu anayasanın birinci maddesinde, Müslümanların ayrı bir ümmet olduğu vurgulanmıştır. Resulullah(s.), diğer insanlardan ayrı olan ve kendisine her türlü fedakarlığa hazır öyle bir ümmet yetiştirmiştir ki temel vasıfları şunlardır:
1. Allah’a (c.) mutlak anlamda yakinî olarak iman edip, O’nu yaratma ve emretmede tek varlık kabul ederler.
2. Tüm olayları vahiy zaviyesinden değerlendirirler.
3. Bütün mü’minler birbirlerinin velileridirler ve hiçbir kafiri özellikle siyasal anlamda veli olarak kabul etmezler; onları velayet makamına getirmezler.
4. Emri bilma’ruf ve nehyi anilmünker bir ibadet olarak hakkıyla yerine getirirler.
5. Allah (c.) için her şeylerini feda ederler.
6. Din kardeşlerini her zaman öncelerler ve kendilerine tercih ederler.
7. Dayanışma ve kardeşliğin en güzel örneklerini verebilirler.
8. Baba, anne, kardeş, akraba dahil hiç kimse ve hiçbir dünyevi menfeaat için imanlarını feda etmezler.
9. En yakınları bile olsa hiçbir kafir için tevbe ve istiğfarda bulunmazlar.
10. Salih amellere çok düşkündürler.
11. Cihadı farz-ı ayın bilinciyle her zaman hakkıyla yapmaya çalışırlar.
12. Kafirlere karşı değil sevgi en ufak bir sempati bile göstermezler
13. Dünyevi ve uhrevi kurtuluşun kamil imanda olduğuna iman ederler.
14. Ahlaken hiçbir davranış bozukluğu yapmazlar.
15. Değil fuhuş, fuhşa götüren yollardan bile şiddetle kaçınırlar.
16. Ana- baba hukukuna hakkıyla riayetederler.
17. İsrafın ve savurganlığın her türlüsünden kaçınırlar.
18. Büyük günahlardan şiddetle kaçınırlar.
19. Kafirlere karşı çok onurlu ve çetin, mü’minlere ise çok şefkatlidirler.
20. İslam aleytarı yapılanmalara ve meclislere müslümanın göstermesi gereken izzet çerçevesinde yerinde ve zamanında tavır koyabilirler.
Bu niteliklerle donanmış mü’minlerle Medine’ye yerleşen Hz. Peygamber, kısa sürede kurumlar oluşturmaya başlamış ve Mescid-i Nebi’den ayrı olarak içerisinde eğitim ve öğretim çalışmalarının da sürdüğü dokuz mescit daha açmıştır. Seriyyeler hazırlamış, Kur’an-ı Kerim muallimleri göndermiş ve nüfus sayımı yaptırmıştır.
Risaletin başlamasıyla farz kılınan namaz ibadeti Mekke’de miraç gecesinde yeniden düzenlenmiş ve Allah’ın (c.) bildirmesi ile beş vakit olarak emredilmiştir. Cemaatle yerine getirilmesi daha sevap olan namaza çağrı, Mekke’de alenî olarak yapılamamıştır. Mü’minler bu dönemde Kabe’de daimi bir cemaat de oluşturamamışlardır. Çünkü müşriklerin komplo ve saldırılarından emin olamamışlardır. Medine döneminin başında itibaren namaz vakitlerinde camide toplanmışlar fakat vaktin girdiğini bildiren bir ilan veya çağrı sözleri yoktur. Hz. Peygamber (s.), mü’minleri mescide aynı vakitte nasıl toplarız diye sahabileriyle önce istişarelerde bulunmuştur. Bu istişarede bazı sahabiler namaz vaktini ilan için çan çalınmasını, bazıları Yahudiler gibi boru üflenmesini, Mecusiler gibi ateş yakılmasını veya bayrak asılmasını istemişler fakat, her bir sembol bir dinin uygulaması olduğu için kabul görmemiştir.Zira, İslam Dini özgünlüğüne binaen her konuda müslümanların da özgün olmasını istemektedir.
Belirttiğimiz gibi İslam’ın özünde özgünlük vardır. Hz. Musa ve Hz. İsa’ya gönderilmiş olmasına rağmen, tevhidi vasıflarından hiçbir özellik taşımayan ve tahrif olduğu Kur’an-ı Kerim, sünnet ve tarihin beyanıyla sabit olan, insan müdahalesiyle şirke bürünen dinlerin sembollerini Hz. Peygamber(s.) kabul etmemiştir. Kur’an-ı Kerim, Yahudi ve Hıristiyanları Allah’a oğul isnad eden sapkınlar, din adamlarını ilahlaştıranlar, Allah’ın ayetlerini az bir menfaat uğruna satanlar ve alay edenler, Allah’ın hükmünden kaçanlar, hakikati gizleyenler, dine eklemede bulunarak bidat ihdas edenler, meleklere bile düşmanlık gösterenler, Müslümanlara düşmanlıkta müşriklerle ortak hareket edenler,sadece kendilerinin cennetlik olduğuna inananlar, Hz. Muhammed’i sıfatlarıyla bilmelerine rağmen inanmamada diretenler, teslis inancını icad edip dine sokanlar ve Allah’a cimrilik iftirasında bulunan fasıklar olarak nitelendirmektedir. Ne Kur’an-ı Kerim’de ne de hadislerde Yahudi ve Hıristiyanları öven, onları ve yollarını meşru gösteren ne bir ayet ne bir hadis vardır. Buna binaen Hz. Peygamber (s.), Yahudi ve Hıristiyanlara teşebbühten ümmetini korumak için onların uygulamalarının hiçbirini almamıştır.Ayetlerin bağlamını ve İslami ilimlerin usullerini bilmeyen bazı kimselerin ideolojik temelli beyanlarının hiçbir ilmi değeri yoktur. Bu kimseler, müsteşriklerin düşüncelerinden beslenen kompleksli kişilerdir.
Allah Resulü, namaz vakitlerinin duyurulması konusunda istişare edip bir karara varamadan ayrıldığında, o gece Abdullah b. Zeyd el-Ensâri bir rüya görmüştür. Rüyasında ezanın sözleri kendisine öğretilmiş, o da bu rüyayı Hz. Peygamber’e (s.) haber vermiştir. Aynı rüyayı Hz. Ömer de görmüş ama ilk haber veren o olamamıştır. Resulullah da, Abdullah b. Zeyd’e, ezanın sözlerini daha gür sesli olan Bilal b. Rabah’a (Habeşi) öğretmesini istemiş ve böylece ezan meşru kılınmıştır. Bu meşru kılınma durumu ve ezanın sözlerinden şöyle bir ezan tanım çıkarılmıştır. Ezan: Namaz vaktinin girdiğini dinen tercih edilen belirli sözlerle insanlara bildirip ilan etmektir. Bu ilanın hükmü konusunda İslam âlimleri ihtilaf etmişlerdir. Farz diyenler olduğu gibi sünnet diyenler de vardır. Ebu Hanife’ye göre (ö. h: 150), kifaye üzere müekked sünnettir. Terk edildiğinde günaha düşülmesinden dolayı vacib hükmündedir. Seferî ve ikamet durumlarında ancak beş vakit farz namazlar için sünnettir. Cenaze, bayram, kusuf, istiska, teravih ve nafileler için ezan okumak şart değildir. İmam Muhammed Hasan eş-Şeybâni’ye göre ise ezan okumak vacibdir. Bir belde halkı topluca ezanı terk edecek olurlarsa onlarla savaşmak gerekir. Ayrıca, kim ki ezanın dinde meşruiyetini inkâr edecek olursa kâfir olur. Hz. Peygamber, Halid b. Velid’i verilen bir haber araştırmak için Müstalik Oğullarının üzerine gönderdiğinde; Halid (r.) onların teheccüde kalktıklarına ve namaz için ezan okuduklarına şahid olunca Müslümanlıklarına hükmedip savaştan vazgeçmiştir. Çünkü namaz ve ezan İslami kimliğin en önemli iki göstergeleridir. Hz. Peygamber, Ebu Mahzura’yı Mekkelilere ezan okumakla görevlendirdiği gibi yeni Müslüman olan -Taif’ dâhil- yerleşim yerlerine müezzinler atamıştır. Hz.Muhammed’in en meşhur müezzinleri; Bilal-ı Habeşî, Abdullah b. Ümmü Mektum ve Ebu Mahzûre’dir.
Rivayetler gösteriyor ki müslümanlara ezanın okunma âdabını da Resulullah öğretmiştir. Sabah namazında “Essalatû hayrun minennevm / namaz uykudan hayırlıdır diyen Bilal-ı Habeşî’nin uygulamasını onaylamış ve müezzinlerin kıyamet gününde “en uzun boylu insanlar olacağı” müjdesini vermiştir. Sünnet olan; ezanı abdestli olarak okumaktır. Müezzinlerin de dinde salih, takva sahibi, sünneti çok iyi bilen, bid’at ve ideolojilerden uzak duran,yeteri kadar fıkıh ilmine vakıf ve namaz vakitlerini takib eden insanlardan seçilmesi gerekir. Delinin, çocuğun, sarhoşun ve cünüp bir kimsenin okuduğu ezanın iade edilmesi lazımdır. Bu gruba bid’at lara dalan kimseleri de dahil etmek gerekir. İslam’ın insanlık için mutlak ve tek din oluşuna bütün kuşatıcılığı ve boyutlarıyla inanmayan bir kimsenin ezan okuması da elbette caiz değildir.
Ezan duyulduğunda cümlelerinin aynen tekrarlanması gerekir. “Hz. Peygamber, ezanı duyduğunda önce sükût eder, dinlerdi. Sonra da; ‘Kim ki müezzinin söylediği şeylere kesin olarak iman eder ve kendisi de aynısını tekrarlarsa cennete girecektir.’ buyururdu.” Zaten risaletin başından beri “La ilahe illallah deyin kurtulun” müjdesini veriyordu ki bu müjdelerin en yoğun olduğu cümleler ezandadır. Üzüntüyle ifade etmek gerekir ki halkı Müslüman ülkelerin çoğunda ezan dinleme adabı hiç bilinmemekte ve ezana gereken saygı gösterilmemektedir. Ezan ve diğer dini sembollerle alay etmek Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre münafıkların ve Yahudilerin çirkince davranışlarındandır. Kendimizi ve neslimizi ezana saygı babında Hz. Peygamberin şu hadisinin bir emir olduğu bilinciyle canlı tutmalıyız: “Ezanı işittiğiniz zaman müezzinin söylediklerini aynen tekrarlayınız.” Çünkü ezan, toplumların can emniyetini sağlayan tevhidin bir sembolüdür; “imanın şiarıdır.” Sema ehlinin bile kulak vermiş olduğu kutsal duyurudur. Bu duyuru dinlenip bittikten sonra insanın, Müslüman olduğuna şükretmesi ve bu şükrün bir ifadesi olarak Resulullah’ın şu duasını tekrarlaması sünnettir: “Ben şehadet ederim ki Allah tektir ve Onun yaratmasında da emretmesinde de ortağı yoktur. Muhammed (s.), onun kulu ve elçisidir. Allah’a (c.) Rab, Muhammed’e (s.) elçi ve İslam’a din olarak (iman edip) razı oldum.” Bu duayı bilinçli şekilde tekrarlayan kimse günahlarından bağışlandığı gibi, bir de Hz. Peygamber’e “Vesile’nin (Cennetteki en yüce makam) verilmesini isterse, ahirette Resulullah’ın şefaatine nail olacaktır.”
Ezan, anlam olarak içermiş olduğu tevhidi hükümler; Allah’ın birliği, Hz. Peygamber’in risaleti; namazın zorunlu ve kurtuluş vesilesi olduğunu bildiren ibadet ve ahlakî yönüyle İslam’ın en önemli sembollerinden birisidir.Millet olarak iman edilen tevhidin ikrarıdır. Müslümanlığı yegane kurtuluş yolu gördüğümüzün eşyayı da şahit tutarak insanlıga ilan edilmesidir. Okunmuş olduğu toprakları salt toprak olmaktan çıkarır ve İslam yurduna (daru’l-İslam) dönüştürür. Esasında bu dönüşümün gerçekleşmesi, sözle beraber mananın da hakim olmasına bağlıdır. ‘Allah en büyüktür’ deyip sonra da başka büyükler türetmek ezanın ruhuna aykırıdır. Üzerinde yaşamış olduğumuz yerler ezanla İslâmi bir kimlik kazanmıştır. Bu kimliğin devamından yana olan müminlerin ezanın anlam alanına göre bir hayatı tercih edip yaşamak suretiyle Allah’ın (c.) dinine ve emanetine layık olmaları gerekir.
Okunan ezanların manası bilinmez ve “Allah’ın en büyük” oluşu tercih edilen hayat tarzına yansıtılmazsa yaşadığımız topraklar altımızdan kayar. İslam yurdu lmaktan çıkar. Onun için İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif: “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” demiştir. Yurdumuzun üzerinden bu kutsal çağrıyı kesmemek ve kestirmemek için teyakkuz halinde olmamız şarttır. Eğer gaflete düşer ve ideolojik yapılanmaların hakim olmasına izin verecek olursak dinin temeli olan şehadeti kimse topluma hatırlatmaz. Bu tehlikeyi sezdiği için Şair; her müslümanın ülkemizde bir nöbetci olduğunu hatırlatmış ve değil uyumak, şekerleme yapmanın bile kurşuna dizilmeyi gerektiren bir suç olduğuna dikkat çekmiştir. Çocuk yeni doğduğunda sağ kulağına ezan, sol kulağına da kaamet okunarak tevhit ve nöbet bilinci erkenden verilir. Bu uyarıyı zihninde canlı tutan ve hayatına bu uyarıyla yön veren bir millet, tüm insanlık için örnek bir millet olabilir. Bu anlayışla ezanın dinlenip bu kutsal çağrının gereklerinin yapılması gerekir.

 
Üst