Üstad Bediüzzaman ve Karaman Hoca

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Üstad Bediüzzaman ve Karaman Hoca
382-USTAD_BEDIUZZAMAN_VE_KARAMAN_HOCA.gif
İşaratü’l İ’caz’da geçen şu kısmı dikkate sunalım önce:
“Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’an’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’an’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’an Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” (Yeni Asya Neşriyat; s. 52)


Hayreddin Karaman Hoca da 22, 29, 31 Ağustos 2008 tarihlerinde Yeni Şafak’taki köşesinde, ‘necat’ meselesi ile ilgili bir kitapta (Polemik Değil, Diyalog; Ufuk Kitapları) serdettiği düşüncelerine yöneltilen eleştirileri cevaplama sadedinde 3 ayrı yazı kaleme almış ve ben bu yazıları kaydetmişim.
Bediüzzaman’ı okurken, Karaman Hoca’nın mezkûr yaklaşımını tahattur ettim.

Özetle şunları söylüyor Karaman:
“İslam düşüncesinde ‘Şirk koşmadan Allah'a, şüphesiz olarak ahirete iman eden ve salih amel işleyenlerin, Müslüman olmasalar da cennete girebileceklerini’ kabul eden bir yorum vardır.
“Bu yorumu benimseyenlere göre Peygamberimiz (Kur'an, İslam) Ehl-i kitabı, mutlaka ve tek seçenek olarak Müslüman olmaya çağırmıyor; a) Müslüman olmaya, b) Müslüman olmayı kabul etmezlerse (Musevi, İsevî… olmayı terk etmek istemezlerse) şirksiz olarak Allah'a, şeksiz olarak âhirete iman etmeye ve sâlih amele c) Her ikisini de kabul etmeyenleri belli şartlarla barışa veya teslim olup tebaa olarak yaşamaya (zimmî olmaya) davet ediyor. d) İslam'ı ve barışı kabul etmeyip Müslümanların yurtlarına ve dinlerine saldıranlarla da savaşıyor.”


Her ne kadar Hoca, anılan görüşü, ‘âlimlerin görüşleri içinde bir görüş’ olarak sunsa ve sözü, “‘Böyle düşünenler de var’ demek istemiştim” bağlamına hapsetmeye çalışsa da, özellikle yukarıda zikrettiğimiz yazılardan ikincisini (29.08.2008 tarihli olanı) okuyanlar, Hoca’nın bu kanaate kayda değer bir oranda katıldığını fark edeceklerdir. Hoca’nın ağzından çıkan şu sözlerin, bu anlamda altı çizilmeli bana göre:

“Peygamberimiz ‘Yahudi mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyan mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor. Diyor ki; “Yahudiler ve Hıristiyanlar tek Allah'a inansınlar, ahirete inansınlar ve kendi kitaplarında da bulunan iyiliklere göre yaşasınlar, (yani bizim amel-i salih dediğimiz şeyler) beni de sahtekârlıkla, yalancılıkla itham etmesinler. Getirdiğim kitabı da şuradan buradan çalıntı olduğunu söylemesinler.” Dolayısıyla “Bu takdirde onlar da cennete giderler” demiş oluyor. Bu inançta olanlar var mı? Var. Bu inançta olmayanlar var mı? Onlar da var… İşte sizin adına diyalog dediğiniz şey bu zaten. Hep şunu söylüyorum; diyalog, “Tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı.” Böyle bir hedef olamaz zaten. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır.

Ama diyalog, duvarları kaldırıp, birbirimizi görmemizi sağlayabilir…”
Elbette İslâm düşünce geleneği içerisinde her türden ‘aykırı’ görüşü seslendiren birileri olagelmiştir. Ama siz bunları “Böyle düşünenler de olmuştur” kolaycılığının gölgesinde uzun uzadıya izaha yeltenmişseniz, burada üzerinde durulması gerekli bir problem var demektir.


Şimdi hep söylenen ve altı çizilen o önemli tesbiti hatırlayalım: “İslâm düşünce geleneği içerisinde vücut bulmuş ve İslâm adına konuştuğunu iddia eden ancak bid’at diye nitelendirilen görüşler ileri süren bütün fırkalar, kendilerine referans olarak Kur’an’ı seçmişlerdi.”


Yani problem, hep gündemde tutmaya çalıştığımız meseleye, “Sadece Kur’an” anlayışının yetersizliğine ve nevzuhurluğuna dayanıyor.
Ben daha önceki yazılarımda da aynı nitelemeyi kullandım; Üstad Bediüzzaman’dan söz ederken ‘bir Ehl-i Sünnet âlimi’ dedim.
Bugün takipçileri tarafından bağlamı dışına çıkartılarak uygulanan ve kendisine isnâd edilen birçok yaklaşımda bile ben, Bediüzzaman ve bazı muakkipleri arasında ciddi yordam farklılıkları olduğunu düşünüyorum.
Diyalog meselesi de bunlardan biri bana göre…


Hayreddin Karaman Hoca’nın şu göz önündeki ‘diyalog süreci’ başlamadan önceki mülâhazaları ile mezkûr vetirenin hız kazandığı sonraki dönemlere ait değerlendirmeleri arasında kayda değer farklılıklar var.
Bu dönüşümü, rüzgârıyla çoklarını etkileyen diyalog sürecinin akademik câmiadaki yansımalarından biri olarak okuyabilir miyiz diye sormamak elde değil…


Hem konjonktürel baskılar, hem modern verilerin tasallutundan sıyrılamama bu tür savruluşları tetikliyor sanki…
Bediüzzaman bir Ehl-i Sünnet âlimidir.

Yukarıda naklettiğim “Ey Ehl-i Kitap…” diye başlayan pasaj da buna delâlet eder. O, ehl-i fetrete dair önemli analizler yapmakla beraber bu konuda da mülâhaza dairesini açık tutar. Bununla beraber, tahrif edildikten sonra adı Hıristiyanlık olan dinin ve tahrif edildikten sonra adı Yahudilik olan dinin sâliklerini -kurtuluşun tek yolu olarak- İslâm’ a dehâlet etmeye çağırır. Yani bu ehemmiyetli mevzuda ana akım Ehl-i Sünnet ulemâsına muvâfık bir üslûbu tercih eder.


Daha önemli bir husus ise şudur: Bediüzzaman, Efgânîlerin, Abduhların ve bu geleneğin temsilcisi olan ekolün sesinin çok çıktığı ve İslâm’ın ‘mâniy-i terakki’ olduğu tezinin terviç edildiği bir düşünsel vasatta, devrin hâdisatından belli oranda etkilenmekle beraber aslâ modern İslâmî söylemlere iltifat etmemiştir. Dik duruşunu, hakikate sadâkatini hiç kaybetmemiştir. Özellikle yeni içtihad arayış ve söylemlerinin gemi azıya aldığı bir iklimde kaleme aldığı İçtihad Risalesi, benim zihnimde şekillenen Bediüzzaman profilinin köşe taşlarından biri hükmündedir.

(“Devrin hâdisatından belli oranda etkilenmekle beraber” derken, bunun kendisinin de ifade ettiği bir gerçek olduğunun altını çizelim: “Telifinden otuz dört sene sonra, Münâzarât nâmındaki esere baktım, gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirât-ı hâriciyeden neş’et eden bir hâlet-i rûhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurât ve hatîattan nedâmet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyâzım odur ki, ehl-i îmânın me’yusiyetlerini izâle niyetiyle ettiği hatîât hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.” Kastamonu Lâhikası; s. 49 Yeni Asya Neşriyat)
Onu Efgânî’nin ve/veya Abduh’un sempatizanı olarak gösterenler, hususî bir mevzudaki yaklaşımını genele teşmil ederek fikir cambazlığı yapıyorlar. İttihad-ı İslâm bağlamındaki değerlendirmelerini, ‘bu konuda seleflerim’ dediği zâtların tüm görüşlerine katıldığına delil saymak, bir kastın değilse cehâletin ürünü olsa gerektir.


“Bir ehl-i Sünnet âlimi=Bediüzzaman” derken bir kez daha muhtelif Risale metinlerinde yer alan şu çarpıcı cümle çıktı karşıma ve onun itikâdî çizgisindeki sağlamlığın istinad noktasına dâir izleri zihnime ilkâ etti: “Kur’ân’ın dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım ki…”

Evet, bu çok anahtar bir cümleydi. Anlayışını Kur’an-ı Hakim’in dersiyle beraber Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) tâlimine emanet etmekti işin can alıcı noktası…


O Kutlu Nebî’nin (s.a.v) tâlimine müracaat etmeyen tüm tasavvurlar, belki türlü tekellüflerle Kur’an’dan vize alabilirdi ama bu tür parçalı bir din telakkisi bizi olsa olsa modernliğin esiri sapkın bir din yordamına mahkûm ederdi.
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) tâlimi ıskalanınca, “İslâm Ehl-i Kitab’ı tek seçenek olarak müslüman olmaya çağırmıyor” demek de, mevcut fıkhî birikimi tahfif ederek yeni içtihadlara sevdalanmak da doğal sonuçlar olarak çıkıyordu karşımıza

Bir Bediüzzaman’ı okudum; bir de diyalog sürecine paralel fikrî bir istihâlenin öznesi hâline gelmiş Karaman Hoca’yı
Ben aradaki farkın, “Resul-i Ekrem’in tâlimi”ne bakıştan kaynaklandığını düşünüyorum.
Ya siz?


İktibas darulhikme
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
Üstad Bediüzzaman ve Karaman Hoca
382-USTAD_BEDIUZZAMAN_VE_KARAMAN_HOCA.gif
İşaratü’l İ’caz’da geçen şu kısmı dikkate sunalım önce:
“Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’an’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’an’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’an Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” (Yeni Asya Neşriyat; s. 52)


Hayreddin Karaman Hoca da 22, 29, 31 Ağustos 2008 tarihlerinde Yeni Şafak’taki köşesinde, ‘necat’ meselesi ile ilgili bir kitapta (Polemik Değil, Diyalog; Ufuk Kitapları) serdettiği düşüncelerine yöneltilen eleştirileri cevaplama sadedinde 3 ayrı yazı kaleme almış ve ben bu yazıları kaydetmişim.
Bediüzzaman’ı okurken, Karaman Hoca’nın mezkûr yaklaşımını tahattur ettim.

Özetle şunları söylüyor Karaman:
“İslam düşüncesinde ‘Şirk koşmadan Allah'a, şüphesiz olarak ahirete iman eden ve salih amel işleyenlerin, Müslüman olmasalar da cennete girebileceklerini’ kabul eden bir yorum vardır.
“Bu yorumu benimseyenlere göre Peygamberimiz (Kur'an, İslam) Ehl-i kitabı, mutlaka ve tek seçenek olarak Müslüman olmaya çağırmıyor; a) Müslüman olmaya, b) Müslüman olmayı kabul etmezlerse (Musevi, İsevî… olmayı terk etmek istemezlerse) şirksiz olarak Allah'a, şeksiz olarak âhirete iman etmeye ve sâlih amele c) Her ikisini de kabul etmeyenleri belli şartlarla barışa veya teslim olup tebaa olarak yaşamaya (zimmî olmaya) davet ediyor. d) İslam'ı ve barışı kabul etmeyip Müslümanların yurtlarına ve dinlerine saldıranlarla da savaşıyor.”


Her ne kadar Hoca, anılan görüşü, ‘âlimlerin görüşleri içinde bir görüş’ olarak sunsa ve sözü, “‘Böyle düşünenler de var’ demek istemiştim” bağlamına hapsetmeye çalışsa da, özellikle yukarıda zikrettiğimiz yazılardan ikincisini (29.08.2008 tarihli olanı) okuyanlar, Hoca’nın bu kanaate kayda değer bir oranda katıldığını fark edeceklerdir. Hoca’nın ağzından çıkan şu sözlerin, bu anlamda altı çizilmeli bana göre:

“Peygamberimiz ‘Yahudi mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyan mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor. Diyor ki; “Yahudiler ve Hıristiyanlar tek Allah'a inansınlar, ahirete inansınlar ve kendi kitaplarında da bulunan iyiliklere göre yaşasınlar, (yani bizim amel-i salih dediğimiz şeyler) beni de sahtekârlıkla, yalancılıkla itham etmesinler. Getirdiğim kitabı da şuradan buradan çalıntı olduğunu söylemesinler.” Dolayısıyla “Bu takdirde onlar da cennete giderler” demiş oluyor. Bu inançta olanlar var mı? Var. Bu inançta olmayanlar var mı? Onlar da var… İşte sizin adına diyalog dediğiniz şey bu zaten. Hep şunu söylüyorum; diyalog, “Tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı.” Böyle bir hedef olamaz zaten. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır.

Ama diyalog, duvarları kaldırıp, birbirimizi görmemizi sağlayabilir…”
Elbette İslâm düşünce geleneği içerisinde her türden ‘aykırı’ görüşü seslendiren birileri olagelmiştir. Ama siz bunları “Böyle düşünenler de olmuştur” kolaycılığının gölgesinde uzun uzadıya izaha yeltenmişseniz, burada üzerinde durulması gerekli bir problem var demektir.


Şimdi hep söylenen ve altı çizilen o önemli tesbiti hatırlayalım: “İslâm düşünce geleneği içerisinde vücut bulmuş ve İslâm adına konuştuğunu iddia eden ancak bid’at diye nitelendirilen görüşler ileri süren bütün fırkalar, kendilerine referans olarak Kur’an’ı seçmişlerdi.”


Yani problem, hep gündemde tutmaya çalıştığımız meseleye, “Sadece Kur’an” anlayışının yetersizliğine ve nevzuhurluğuna dayanıyor.
Ben daha önceki yazılarımda da aynı nitelemeyi kullandım; Üstad Bediüzzaman’dan söz ederken ‘bir Ehl-i Sünnet âlimi’ dedim.
Bugün takipçileri tarafından bağlamı dışına çıkartılarak uygulanan ve kendisine isnâd edilen birçok yaklaşımda bile ben, Bediüzzaman ve bazı muakkipleri arasında ciddi yordam farklılıkları olduğunu düşünüyorum.
Diyalog meselesi de bunlardan biri bana göre…


Hayreddin Karaman Hoca’nın şu göz önündeki ‘diyalog süreci’ başlamadan önceki mülâhazaları ile mezkûr vetirenin hız kazandığı sonraki dönemlere ait değerlendirmeleri arasında kayda değer farklılıklar var.
Bu dönüşümü, rüzgârıyla çoklarını etkileyen diyalog sürecinin akademik câmiadaki yansımalarından biri olarak okuyabilir miyiz diye sormamak elde değil…


Hem konjonktürel baskılar, hem modern verilerin tasallutundan sıyrılamama bu tür savruluşları tetikliyor sanki…
Bediüzzaman bir Ehl-i Sünnet âlimidir.

Yukarıda naklettiğim “Ey Ehl-i Kitap…” diye başlayan pasaj da buna delâlet eder. O, ehl-i fetrete dair önemli analizler yapmakla beraber bu konuda da mülâhaza dairesini açık tutar. Bununla beraber, tahrif edildikten sonra adı Hıristiyanlık olan dinin ve tahrif edildikten sonra adı Yahudilik olan dinin sâliklerini -kurtuluşun tek yolu olarak- İslâm’ a dehâlet etmeye çağırır. Yani bu ehemmiyetli mevzuda ana akım Ehl-i Sünnet ulemâsına muvâfık bir üslûbu tercih eder.


Daha önemli bir husus ise şudur: Bediüzzaman, Efgânîlerin, Abduhların ve bu geleneğin temsilcisi olan ekolün sesinin çok çıktığı ve İslâm’ın ‘mâniy-i terakki’ olduğu tezinin terviç edildiği bir düşünsel vasatta, devrin hâdisatından belli oranda etkilenmekle beraber aslâ modern İslâmî söylemlere iltifat etmemiştir. Dik duruşunu, hakikate sadâkatini hiç kaybetmemiştir. Özellikle yeni içtihad arayış ve söylemlerinin gemi azıya aldığı bir iklimde kaleme aldığı İçtihad Risalesi, benim zihnimde şekillenen Bediüzzaman profilinin köşe taşlarından biri hükmündedir.

(“Devrin hâdisatından belli oranda etkilenmekle beraber” derken, bunun kendisinin de ifade ettiği bir gerçek olduğunun altını çizelim: “Telifinden otuz dört sene sonra, Münâzarât nâmındaki esere baktım, gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirât-ı hâriciyeden neş’et eden bir hâlet-i rûhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurât ve hatîattan nedâmet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyâzım odur ki, ehl-i îmânın me’yusiyetlerini izâle niyetiyle ettiği hatîât hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.” Kastamonu Lâhikası; s. 49 Yeni Asya Neşriyat)
Onu Efgânî’nin ve/veya Abduh’un sempatizanı olarak gösterenler, hususî bir mevzudaki yaklaşımını genele teşmil ederek fikir cambazlığı yapıyorlar. İttihad-ı İslâm bağlamındaki değerlendirmelerini, ‘bu konuda seleflerim’ dediği zâtların tüm görüşlerine katıldığına delil saymak, bir kastın değilse cehâletin ürünü olsa gerektir.


“Bir ehl-i Sünnet âlimi=Bediüzzaman” derken bir kez daha muhtelif Risale metinlerinde yer alan şu çarpıcı cümle çıktı karşıma ve onun itikâdî çizgisindeki sağlamlığın istinad noktasına dâir izleri zihnime ilkâ etti: “Kur’ân’ın dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım ki…”

Evet, bu çok anahtar bir cümleydi. Anlayışını Kur’an-ı Hakim’in dersiyle beraber Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) tâlimine emanet etmekti işin can alıcı noktası…


O Kutlu Nebî’nin (s.a.v) tâlimine müracaat etmeyen tüm tasavvurlar, belki türlü tekellüflerle Kur’an’dan vize alabilirdi ama bu tür parçalı bir din telakkisi bizi olsa olsa modernliğin esiri sapkın bir din yordamına mahkûm ederdi.
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) tâlimi ıskalanınca, “İslâm Ehl-i Kitab’ı tek seçenek olarak müslüman olmaya çağırmıyor” demek de, mevcut fıkhî birikimi tahfif ederek yeni içtihadlara sevdalanmak da doğal sonuçlar olarak çıkıyordu karşımıza

Bir Bediüzzaman’ı okudum; bir de diyalog sürecine paralel fikrî bir istihâlenin öznesi hâline gelmiş Karaman Hoca’yı
Ben aradaki farkın, “Resul-i Ekrem’in tâlimi”ne bakıştan kaynaklandığını düşünüyorum.
Ya siz?


İktibas darulhikme
Daha önemli bir husus ise şudur: Bediüzzaman, Efgânîlerin, Abduhların ve bu geleneğin temsilcisi olan ekolün sesinin çok çıktığı ve İslâm’ın ‘mâniy-i terakki’ olduğu tezinin terviç edildiği bir düşünsel vasatta, devrin hâdisatından belli oranda etkilenmekle
Ne kadar etkilenmiş.?Mesala Cemalettin Efgani için Benim seleflerim demişmi.?demiş.Peki kendisinden başka O devrin bilinen meşhur Alimleri küçük bir iltifat olsa bile bu şahsa ve diğer şahıslar ki Muhammed Abduh,Ali Suavi,Namık Kemal gibi şahıslara herhangi dini yönlerinde iltifat etmiş .Onlarla azda olsa dirsek temas edib.Sultan Abdulhamid Han Hazretlerine karşı haksız ve yersiz muhalefete geçerek.Tahtan indirilmesinde az bile olsa mesuliyetleri olmuş mu
İttihad-ı İslâm bağlamındaki değerlendirmelerini, ‘bu konuda seleflerim’ dediği zâtların tüm görüşlerine katıldığına delil saymak, bir kastın değilse cehâletin ürünü olsa gerektir.
Elbet kimse Said Nursi Rahmetullahialeyh'i bu sayılan zevatın tüm görüşlerine katıldığını söylemiyor.Yalnız bu kimselerle şöyle veya böyle bir yakınlık kurmasınıda Ehli Sünnet Alimliği ünvanından dolayı hazmedemiyor.Hem İttihadı İslam Fikrinden Siyaset yönü anlaşılaçaksa zaten O günün dağılmışlığında Müslümanları bir arada tutaçak güç ve bunu başaraçak siyasi dahi zaten mevcut iken.Bunun etrafında toplanıp ona destek olmak varken neden köstek olunarak tahtan indirilmesinde bir mesuliyet yükü ve sucu altına girildi.Neden İttihadı İslam derken İslam Milletinin tesbih taneleri gibi her birinin bir tarafa dağılarak İhtilafı İslam olundu.Deneçekki bundan tevbe edildi.Buna başka atasözleri şu an aklıma gelmiyor ama Atı alan Üsküdarı geçtikten sonra,Sabah ola hayrola.Ha İttihadı İslamdan maksat Fikri birlik ise hangi fikri birlik Şia ilemi, vehhabi ilemi hangi Ehli Sünnet düşmanlarıyla birlik.
 

islamveinsan

Doçent
Katılım
28 Eyl 2006
Mesajlar
1,360
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Suvas
............,Sabah ola hayrola.Ha İttihadı İslamdan maksat Fikri birlik ise hangi fikri birlik Şia ilemi, vehhabi ilemi hangi Ehli Sünnet düşmanlarıyla birlik.

Vahhabiler hangi hal hareket öğreti ile ehli sünnetin düşmanıdırlar, Şia hangi hal ve hareketleriyle düşmandırlar açıklar mısınız ?
Vahhabiler ile şia yı aynı kefeye koymak tartı için hile olmaz mı ?
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
Vahhabiler hangi hal hareket öğreti ile ehli sünnetin düşmanıdırlar, Şia hangi hal ve hareketleriyle düşmandırlar açıklar mısınız ?
Vahhabiler ile şia yı aynı kefeye koymak tartı için hile olmaz mı ?
[Vehhabilerin ve mal, mevki ele geçirmek için bunların arasına karışan cahil, vahşi kimselerin, Taif’de, Mekke ve Medine’de ve diğer yerlerdeki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeyni Dahlan’ın Hulasat-ül-kelam kitabında ve Eyyub Sabri Paşanın 1879 senesinde basılmış olan Tarih-i Vehhabiyan ve Mirat-ül-Haremeyn kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan okuyabilirler. Bunların, Osmanlı devleti tarafından nasıl cezalandırıldıkları ve birinci cihan harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silah yardımı ile tekrar nasıl devlet kurdukları da yazılıdır.]

Abdülvehhab oğlunun bu düşüncelerini yayması, Allah’ı tevhidde halis olmak için ve müslümanları şirkten kurtarmak için imiş. Müslümanlar şirk üzere imişler. Yani müşriklermiş, yani puta tapan kâfirlermiş.
Vehhabilikten önceki müslümanlar kâfirmiş!
Süud bin Abdülaziz, Mekke’ye ve Medine’ye hücum ettiği zaman Resulullah efendimizin türbesinden başka, Eshab-ı kiramın ve Ehl-i beytin ve Evliyanın ve Şehidlerin türbelerinin hepsini yıktılar. Kabirleri, belirsiz hâle getirdiler. Resulullah efendimizin mübarek türbesini de yıkmaya başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veya bedenine sakatlık geldiğinden bu cinayeti işleyemediler. Medine’ye girdikleri zaman, Süud, müslümanları bir araya toplayıp, (Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız! Resulullahın türbesi önünde durup, Ona yalvarmak yasaktır. Türbenin önünden geçerken, Esselamü âla Muhammed denir. Ondan şefaat istenmez) gibi, müslümanları kötüleyen şeyler söyledi.

Süud, çarşılarda, pazarlarda, sokaklarda, adamlar bağırtıp, (Süud’un dinine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!) dedirtti. Müslümanları Abdülvehhab oğlu Mehmed’in dinine sokmaya zorladı.

Süud bin Abdülaziz, her tarafa zulüm, işkence ateşlerini yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp, (Peygamber mezarında diri midir? Yoksa bizim inancımıza uygun olarak, herkes gibi ölü müdür?) deyince, (Resulullah bizim bilmediğimiz bir hayatla diridir) cevabını aldı. Süud’un bu suali sorması, onun cevap veremiyeceğini düşünerek, işkence ile öldürmek içindi. (Peygamberin, kabrinde diri olduğunu, bize göster de sana inanalım. Saçma sapan sözlerle cevap verirsen, benim hak dinimi kabul etmemekte inatçı olduğun anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi, (Dışarıdan bir şey gösterip de seni inandırmaya çalışmayacağım. Geliniz, birlikte Medine-i münevvereye gidelim! (Muvacehe-i saadet) penceresi önünde duralım. Ben selam vereyim. Selamıma cevap verirse, inanırsın. Resulullah efendimizin, Kabri saadetinde diri olduğunu, selam verenleri işittiğini ve cevap verdiğini anlamış olursun. Selamıma cevap verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana istediğin cezayı verebilirsin) dedi. Süud, bu sözleri işitince, Ehl-i sünnet âlimini salıverdi. Süud, bu cevaba çok kızmıştı. Çünkü, bu işi yapsaydı, kendi inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu. Şaşırıp kaldı. Çünkü, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yoktu. Rezil olmamak için, âlimi serbest bıraktı. Sonra, kendi adamlarından birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen bildireceksin dedi. Allahü teâlânın takdiri ile, bu vehhabi bir yoluna getirip de, o zatı öldüremedi. Bu korkunç haber, ağızdan ağza, o zata kadar ulaştı. Bu mücahid zat, artık Mekke’de bulunmanın doğru olmayacağını düşünerek, başka yere hicret etti.

Süud, mücahid zatın Mekke’den çıktığını haber aldı. Arkasından kiralık katil gönderdi. Bu katil, (Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok sevap kazanacağım!) diyerek, gece gündüz durmadan gitti.

Mücahid zata yetişti ise de, o zat, biraz önce kendi eceli ile vefat etmiş idi. O zatın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir kuyu başına gitti. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zatı bulamadı. Süuda gidip olanları söyledi. Süud, (Evet, evet! Ben o zatın zikir ve tesbih ile göklere çıkarıldığını rüyada gördüm. Nur yüzlü kimseler, bu cenaze filan zattır. Ahir zaman Peygamberine dürüst inandığı için, cenazesi semaya kaldırıldı dediğini işittim) cevabını verince, (Beni böyle mübarek bir zatı öldürmek için, gönderirsin. Allahü teâlânın ona olan ihsanını gördüğün halde, bozuk inancını düzeltmezsin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe etti. Süud, adamının bu sözlerine kulak bile vermedi.

Süud, Medine ahalisini Mescid-i Nebiye toplayıp, Mescid kapılarını kapatıp, kürsüye çıktığı zamanda ise şöyle demişti:
(Ey cemaat! Size nasihat vermek ve emirlerime uymanızı tembih etmek için buraya topladım. Ey Medine ahalisi! Bugün dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz. Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler. Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir. Peygamberin türbesi önünde, dedelerinizin yaptığı gibi salat ve selam söylemek için saygı ile durmak, vehhabilik dininde yasaktır. Türbe önünde durmayıp, geçip gitmeli. Giderken yalnız, (Esselamü ala Muhammed) demelidir. Peygambere saygı, imamımız Muhammed bin Abdülvehhab’ın ictihadına göre bu kadar yetişir.)

Aslında birkaç satırını yazdığımız sözlerinde, bunların ne derece sapık oldukları açıkça görülmektedir. Vehhabiler, Âdem aleyhisselamın peygamber olduğuna inanmadıkları için ve bütün müslümanlara müşrik yani kâfir dedikleri için, kâfir olmaktadır. Türkiye’deki vehhabiler kendilerine selefiye demektedirler. Selefiye, vehhabiliğin kamufle adıdır. [Selefiyecilik nedir maddesine bakınız]
Aşağıda yazacağımız inançlara sahip olanlar vehhabidir.
Vehhabilerin üç temel inancı
Abdülvehhab oğlunun Kitab-üt tevhid ve torununun buna yaptığı Feth-ül mecid adındaki şerhde, 250’den fazla bozuk inanışları vardır. Bunların temeli, üç meseledir.

Diyorlar ki:

1- Amel [ibadet], imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan kâfir olur. Bu öldürülür, malları vehhabilere taksim edilir.

2- Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.

3- Mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, caiz değildir. Haremeyn halkı şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Sünniler ve Şiiler bunun için müşriktir. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek helaldir, kestikleri leş olur.

Diğer yanlış inançlarından bazıları:

1- Bir Mezhebe uymayı kabul etmezler.

2- (Türbelerdeki Evliyaya tevessül etmek, şirktir. Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarına türbe yaptırmak, Allah’tan başka şeylere tapınmaktır. Her türbe puthanedir. Bunların çoğu Lat ve Uzza putları gibidir. Müslümanların çoğu müşrik oldu) derler.

3- Şefaate inanmazlar.

4- Keramete inanmazlar.

5- Tasavvufa inanmazlar. Bu konuda şöyle diyorlar:
(Tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir. Bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur. Mürid şeyhine tapınıyor. Evliyanın mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar. Mısırlıların en büyük mabudları Ahmed Bedevidir. Muhyiddin-i Arabi, yeryüzünün en büyük kâfiridir.)

6- Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek şirk diyorlar.

7- Resulullahı övmeye, Ondan şefaat istemeye şirk, böyle yapan müslümanlara müşrik, yani puta tapan kâfir damgasını basarlar. (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua, şefaat istemek, ona tapınmak olur. Mescid-i nebeviye namaz kılmak için girenin, selam vermek için, kabre gitmesi, Hücre-i saadeti ziyaret için, uzak yerlerden gelmek yasaktır) derler.

Resulullahı metheden imam-ı Busayri’nin (Kaside-i bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allah’tan başkasına güvenmek, mahluku büyültmektir. Şirktir) derler.

8- (Arş kadimdir), (Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır) derler.

9- Sebeplere yapışmaya, vesileye, tevessüle şirk derler.

Not: Bütün bu bozuk inanç ve iddialarına diğer maddelerde cevap verilmiştir.

İbni Sebeciler, Peygamber efendimizin mübarek kayınpederi Hazret-i Ebu Bekir’e hâşâ kâfir diyorlar. Allah Resulünü yakalatmak için onunla hicret etti diyorlar. Fedek hurmalığını Fatıma’nın elinden zorla alıp beytülmala verdi diyorlar. Hazret-i Ali de halife olunca bu haksızlığı önlemedi diyerek ona da dil uzatıyorlar.
İbni Sebeciler, Peygamber efendimizin mübarek kayınpederi Hazret-i Ömer’e de âyet-i kerimelere, hadis-i şeriflere rağmen hâşâ kâfir diyorlar. Daha başka iftiraları varsa da bu iftira yanında onların bir önemi yoktur. Çünkü bir insan kâfirse onun diğer işlerine bakılır mı?
İbni Sebeciler, Peygamber efendimizin iki kızını verdiği mübarek damadı Hazret-i Osman’a da hâşâ kâfir diyorlar. Kur’an-ı kerimi değiştirdi, iş başına hep akrabalarını getirdi diyorlar.
İbni Sebeciler, Peygamber efendimizin mübarek damadı Hazret-i Ali’ye, eshabı sevmediği halde senelerce onları idare etti, yani ikiyüzlülük etti diyerek hâşâ münafıklık isnat ediyorlar. Allah’ın verdiği ilmi sakladı sadece torunlarına verdi, onlar da bunu gizledi, ahir zamanda Mehdi meydana çıkaracak diye de hâşâ küfür isnat ediyorlar.
Sebeciler, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamber efendimizin zevcesi Hazret-i Âişe’ye, kayınpederleri Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebu Süfyan’a, kayınvalidesi Hazret-i Hind’e, insanlık tarihinde bir Peygamberin iki kızıyla evlenme şerefine kavuşmuş tek zat olan damadı Hazret-i Osman’a, kayınbiraderi aynı zamanda vahiy kâtibi olan Hazret-i Muaviye’ye hâşâ kâfir diyorlar, burada yazmaya İslami hayamızın müsaade etmeyeceği şekilde ağza alınmayacak çirkin sözler söylüyorlar, bu mübarek insanlara sövmeyi, lanet etmeyi ibadet kabul ediyorlar.
Allahü teâlânın, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an-ı kerimde methettiği, (Hepsinden razıyım, hepsine Cenneti vaad ettim) diye buyurduğu eshab-ı kirama, ibni Sebeciler, hâşâ münafık, kâfir diyorlar, olmadık şeyleri söylüyorlar. İlk üç halifeye sövmeyi ibadet kabul ediyorlar.
İbni Sebeciler, Hazret-i Ali ile savaşan sahabeye kâfir diyorlar.
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
Vahhabiler hangi hal hareket öğreti ile ehli sünnetin düşmanıdırlar, Şia hangi hal ve hareketleriyle düşmandırlar açıklar mısınız ?
Vahhabiler ile şia yı aynı kefeye koymak tartı için hile olmaz mı ?
Vahhabiler ile şia yı aynı kefeye koymak tartı için hile olmaz mı ?Sapık olmakta ortaktırlar.Yani ikisinin adı sapık.Diğer bir ifadeyle al birini vur ötekine.Fakat bunlar da bir birlerine düşmandırlar.Kısacası biz İkisini de sapıklık kefesine koyduk.Ama hangisi daha sapık.Her biri diğerinden daha sapık.
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
Telifinden otuz dört sene sonra, Münâzarât nâmındaki esere baktım, gördüm ki, Eski Said’in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve tesirât-ı hâriciyeden neş’et eden bir hâlet-i rûhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurât ve hatîattan nedâmet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyâzım odur ki, ehl-i îmânın me’yusiyetlerini izâle niyetiyle ettiği hatîât hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.” Kastamonu Lâhikası; s. 49 Yeni Asya Neşriyat)
HaniSaid Nursi Efendi yazdıklarını kendi yazmamıştı.Hatta yazılanların bir harfini değiştirmek Kuran-ı Kerim'in bir harfini değiştirmek gibiydi.Hatta yazdıklarını sonra kendi okuyor.Taaccup ediyor hayret ediyor.Bir talebe gibi yazdırılanları okuyorduya.Burda ise yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var.deniyor.Gelsin beri beride biz bicareleri ikna etsin.
Sözüm onaki ben said Nursi Rahmetullahialey efendinin düşmanı değilim.Kendisine Alim veya veli denmeside beni rahatsız etmiyor.Fakat Asrın Müceddidi Büyük İslam Alimi gibi çok yüksek makamlar kendisine izhar edilmesinden doğrusu rahatsızlık duyuyorum, ne yalan söyleyeyim.Vesselam
 
Üst