Yirmi Liraya Görülen Nur

ahze21

Yasaklı
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
550
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Yaş
46
Okuldan yeni mezun olmuştu. Van’ın en ücra köyünden, dört sene boyunca, araba değiştirerek, çoğu zamansa yolları arşınlayarak gidip geldiği okul, okuma aşkı karşısında yıllarca tükenmiş ve nihayet bitmişti.

Asıl maratonun şimdi başladığını çok zaman geçmeden fark etti. Sağda solda uzmanlık alanı olan güzel sanatlar, resim bölümüne uygun bir iş aramakla kilolarının çoğuna ve saçlarından bir tutamına bu vakitlerde veda etmişti. Olmayınca olmuyor; bulamıyordu.

Son çare bir devlet okulunda, sözleşmeli olarak sınıf öğretmenliğine başvuru yapıp da kabul edildiğini duyunca dünyalar onun olmuş şükür secdesi için evi bekleyememiş bulunduğu yere çöküvermişti.

İlk ders günü, o küçük, pırıl pırıl gözleriyle kendisini seyreden çocuklara bakakalmış, heyecandan yutkunup durmuş, dersi zor tamamlamıştı. Fakat günler haftaları kovaladıkça o küçücük bedenlerde ne cevherlerin saklı olduğunu temaşa etmiş, her teneffüste, bir başka cevheri keşfe çıkmaya başlamıştı. Teneffüsler onlarla dostluğu, kardeşliği pekiştirme anlarıydı. Yalnız, onlarla din dersi yaparken farkına vardığı bir durum canını çok sıkmış, adeta ruhunu boğmuştu. Ne zaman âlemlerin nuru, peygamber efendimizden (sav) örnekler verse çocuklar şaşkın bir vaziyette ona bakıyor, tanımadıklarını belli ediyorlardı. Geçmiş o kadar senede verilmemiş olan peygamber sevgisini onlara tanıtmak için gayret sarf etmeliydi.

Bir gün karar verip şehir merkezindeki kırtasiyeye gitti. Orada bulunan kitapları ellerine alıp tek tek inceledi ve sonunda birinde karar kıldı. Elindeki, Allah Resul’ünü (sav.) çocuklara, onların diliyle anlatabilecek bir kitaptı. Kasaya yaklaştı ve aklına gelmişken kitabı çevirip fiyat kupürüne baktı. Sözleşmeliydi ve aldığı para anne ve babasıyla oturduğu evin ihtiyaçlarını gidermeye ucu ucuna bazen yetiyor, bazense yetmiyordu. Kafasından bir iki hesap yaptı, sonuca vardı. Sadece 20 tl. verebilirdi. Ama bu parayla sadece dört tane alabilirdi. Hüznün gözlerine hücumuyla sendelemişken omzuna dokunan bir elle kendine geldi. Onun, bu garip halini uzaktan izleyen biri, gelmiş ve omzuna dokunmuştu. Döndü, meraklı gözlerle muhatabının gözlerine baktı.

>Buyurun?

>Bu kitaptan mı alacaksınız?

>Evet.

>Tamam. Kaç tane istiyorsunuz.

>On dokuz.

>Tamam hemen hazırlatayım.

>Yalnız… Ben, falan ilçe okulunda sınıf öğretmeniyim. Öğrencilerime alacağım. Lakin bende o kadarına yetecek para, maalesef, yok. Yirmi lira var, üzerimde.

Bir uzun bakışma geçti aralarında. Karşısındaki bey, elindeki kitapları aldı ve uzaklaştı. Bir kapıyı açtı ve içeriye girdi. Sonra elinde büyük bir poşetle dışarıya çıktı. Yanına geldi ve tebessüm eden bir çehreyle, avuç içinde büzüştürdüğü parayı istedi.

>Ama bu miktar yetmez.

> Önemli değil bu seferki çocuklarımıza bizden yirmi lira karşılığında olsun. Verin o parayı lütfen.

Bir parayı başkasına verirken hiç bu kadar hevesle ve neşeyle vermemişti.

Teşekkür edip, elinde sıkı sıkı tuttuğu kitap dolu poşetle, eve doğru yollandı. O hafta okulda dersleri bir başka geçmişti. Çocuklar dersi daha iyi dinliyor, daha mutlu bakıyorlardı sanki. Hepsine dağıttığı kitapları bazen teneffüslerde beraberce, bazense evlerine, dönüşümlü olarak verip okutuyordu. Talebeleri Allah Resul’ünü (sav.) tanıdıkça kendisi de, ruhen mutmain oluyordu.

Bir gece, her zamanki gibi abdestini alıp namazını kıldıktan sonra yatağına girmiş ve sağ tarafına uzanıp uyuya kalmıştı.

Etrafına bir anda arkadaşları doluştu:

>Kalk çabuk. Hemen gitmeliyiz.

>Nereye kalkıyorum? Ne oldu?

>Allah Resul’ü, şuradaki eve teşrif etmişler. Bu fırsat kaybedilmez. Yürü yetişelim.

Yataktan nasıl kalktığını ve yola nasıl düştüğünü anlamamıştı bile. O ismi kulaklarında duyması yetmişti. Kalbi küt küt atıyor sanki yerinden çıkmak istiyordu. Sordu:

>Nerede?
>İşte şu odada.

Aman Allah’ım! Bu ne saadetti! Hayatında görmeyi en çok arzuladığı, ismine sevdalandığı işte şu odadaydı. Kapıyı edeple açtı. Bakışlarını odanın içerisine yöneltti. Bir köşede iki kişi gördü ama içlerinde o yoktu. Diğer bir köşeye baktı… İşte, oradaydı! İşte, tam karşısındaydı. Tebessüm ediyordu. Ona tebessüm ediyordu.

Yirmi beş yaşında bir genç gibiydi. Başındaki sarığının altından omuzlarına inip oradan hafifçe kıvrılıp yükselen şaçıyla, mübarek ağızlarındaki bembeyaz, sanki okyanusun en derinlerinden çıkarılmış gibi parlak ve iri dişleriyle ve o gözleriyle, evet, evet, ve onlarda her şeyi okuyabildiği, görebildiği ve bakmaya doyamadığı gözleriyle capcanlı karşısında duruyordu. Kendisini onlara bakmaktan alamıyordu. Bir çift göz bu kadar mı güzel olurdu.. bilmezdi hiç.

Artık daha fazla dayanamayıp koşarak içeriye girdi ve ona, efendisine (sav.) sarıldı. Doya doya sarıldı. Tadını çıkara çıkara sarıldı. Annesine sarılan bir bebek gibi sarıldı. O, ne güven ve o, ne metanet dolu bir andı. O ne tükenmez gibi duran bir andı.

Sonra, o saadetli haneden dışarıya çıktılar beraberce. Dışarıda tanıdığı tanımadığı birçok arkadaşı koşup efendiler efendisinin elini öpüyordu.

Bu hal öyle bir haldi ki gözlerini açtığında o aldığı koku ve o hissettiği duygu sanki hiç gitmeyecekmiş gibi onunlaydı. Bir hafta sanki onunla beraber okula uçarak gidip gelmişti, evet, uçmuştu. Bir hafta boyunca hisleri şaha kalkmış, onları en zirvede yaşamıştı.

Yirmi liraya o Sonsuz Nur’u (sav.) gösteren, kurban olduğum Allah, kim bilir ona daha neleri gösterecekti.

Ahmet Alp Altay
 
Üst