Allah-u Teâlâ’nin Nuru, âlemlerin Gurur Ve Sürûru Muhammed Aleyhisselâm

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Allah-u Teâlâ’nin Nuru, âlemlerin Gurur Ve Sürûru Muhammed Aleyhisselâm

Nur:
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bu iradesini yerleştirmek için de ruhlar âlemini ve cisimler âlemini, dilediği şekil ve nizam üzere halketti.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım.” (K. Hafâ)
İşte bu hazineyi içinde bulan kimse, başka bir şey istemez ve aramaz.
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat: 56)
Önce yaratanı bil de ondan sonra ibadet et. Bilinmeyen Allah’a ibadet, suretten, şekilden ibaret olur.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı.
“O Evvel’dir.” buyuruluyor. (Hadid: 3)
O öyle Evvel ki, Zât-ı Ecell-ü A’lâ’sından başka hiçbir mevcut yok iken O vardı. Bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir tek kelime ile meydana çıkmışlar, “Ol!” emriyle oluvermişlerdir.
Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1317)
Zaman ve mekânı yaratmadan önce O var idi. Onları yaratmadan önce nasıl idiyse, yarattıktan sonra da aynıdır.
Kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur.” (K.Hafâ. 1, 309, 311)
Cemâl nurundan ilk evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra o nurdan âlemleri yarattı, bütün mükevvenâtı da o nur ile donattı.
Ashâb-ı kiram’ın ileri gelenlerinden Câbir -radiyallahu anh- Hazretleri: “Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ en evvela neyi yarattı?” diye sorduğunda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur, Allah’ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yer ve gökler, cinler ve insanlar daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem’i, ikincisinden Levh-i mahfuz’u, üçüncüsünden Arş-ı rahman’ı halketti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü.
Birinci parçasından Arş’ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsü’yü, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü.
Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü.
Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nurunu, üçüncüsünden de dillerindeki nuru yarattı. Bu da ‘Lâ ilâhe illallah Muhammed’ür-resulullah’ tevhid nurudur.”
(El-Mevâhib’ül-Ledüniyye)
Hadis-i şerif’te son kalan parçanın dörde bölündüğü haber verilmekte ve fakat dördüncüsünden bahsedilmemektedir.
Bu nur kıyamete kadar devam edecek olan nurdur. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren gelen bütün peygamberler hep Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru ile geldiler. Bu nur her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nur, sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur nura kavuştu.
Daha sonra o nur vekillerine sirayet etmeye başladı ve bu nur kıyamete kadar devam edecektir.
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56

Elest Bezmi:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Gerçekten size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” buyuruyor. (Mâide: 15)
“Nur” Muhammed Aleyhisselâm’dır. Zira ancak onun vasıtası ile hidayete erişilir.
“Kitap” ise Kur’an-ı kerim’dir. O bir hidayet rehberidir.
Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, Hakk ve hakikatı nasıl bulurdu?
Ruhlar âleminde “Elest bezmi”nde ilk defa ahid ve misakı alınan ve:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf: 172)
Hitâb-ı izzet’ine ilk cevap veren odur. Peygamberliği her ne kadar diğer peygamberlerden sonra ise de hakikatte onlardan öncedir. “Âlem-i şehadet”te son peygamber, “Âlem-i misal”de ilk peygamberdir.
Hadis-i şerif’lerinde bu hakikatı beyan buyurmuşlardır:
“Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim.” (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ’nın kendi nurundan ilk olarak yarattığı varlık odur. Resulullah Aleyhisselâm’ın o zamanın peygamberi olduğu, peygamber olarak halkedildiği beyan ediliyor.
“Ben yaratılış bakımından peygamberlerin ilki olduğum halde, onların hepsinden sonra gönderildim.” (Hâkim)
Böylece, en son gönderilen o olduğu halde, bütün peygamberlerin önüne geçmiş oldu.
Nitekim Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ onu, seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
“Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa’dan da, Meryem oğlu İsa’dan da.” (Ahzâb: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen peygamberdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Ben Âdem yaratılmazdan ondörtbin sene önce, Azîz ve Celîl olan Rabbimin yanında bir nur olarak mevcut idim.” (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi. C.12, sh: 404)
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Enbiyâ-i İzam
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği peygamber kulları da derece derecedir. Sayıları yüzyirmidörtbini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî’nin birer tecellileridirler. Aslında aralarında fark yoktur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız.” (Bakara: 285)
Ancak derecelerinin yüksekliğinde Allah-u Teâlâ’ya yakınlık cihetinden birbirlerinden ayrı yanları vardır.
“Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.” (İsrâ: 55)
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin peygamberi olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir.” (Bakara: 253)
Bu bakımdan bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ulül-azm peygamberlerin en üstünüdür.
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Ağır Bir Misak:
Her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ onu o kadar sevmiş, seçmiş ki gönderdiği peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm’dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdet asrına erişirlerse mutlaka ona iman edip yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini ümmetlerine müjdelediler ve âhir zaman Peygamber’inin zaman-ı saâdetine erişirlerse hemen iman edip dinine yardım edeceklerine dair onlardan söz aldılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı sübhânisi ile peygamberleri arasındaki bu ahdi kuvvetli bir misak olarak kaydetmiş, bu kesin sözü yeminle pekiştirmiştir.
“Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek.” (Âl-i imran: 81)
O zât-ı âlî, peygamberler zincirinin son halkasını teşkil edecek olan peygamber Muhammed Aleyhisselâm’dır.
“Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken, hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştı. Hepsi de kendilerini tasdik eden Muhammed Aleyhisselâm’a iman ve yardım için Allah-u Teâlâ’ya söz vermişlerdi.
“‘Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti.” (Âl-i imran: 81)
Peygamberlerden misak alındığının belirtilmesi, onlara tâbi olan ümmetlerinden de alındığını gösterir.
“Onlar da: ‘Kabul ettik.’ demişlerdi.” (Âl-i imran: 81)
O Azîz peygamber’e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî’yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
“Allah da: ‘O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.’ buyurmuştu.” (Âl-i imran: 81)
Âl-i imran sûre-i şerif’inin 82. Âyet-i kerime’sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin fâsık kimseler olacağı bildirilmektedir:
“Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Âl-i imran: 82)
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56

İlâhî Meth-ü Senâ:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Siz beni hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı derecede methettikleri gibi, aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Benim hakkımda ‘Allah’ın kulu ve elçisidir.’ deyiniz.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1405)
Çünkü onun methedilmeye ihtiyacı yoktur. Onu övmek insana âit değildir. Onu yaratan, onu âlemlerin nuru yapan Allah-u Teâlâ; onu meth-ü senâ etmiş, fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’e çok salât ve senâ ederler.” (Ahzâb: 56)
Peygamber’ine Allah-u Teâlâ’nın salâtı; onu en yüce makamda anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok salât-ü selâm getiriyor, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine olan sevgisini beşeriyete duyurmuş oluyor. Bunun içindir ki onu hiçbir beşerin anlaması mümkün değildir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah-u Teâlâ’ya duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ediyorlar, tâzim gösteriyorlar.
Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en büyük rahmet olan Peygamber’lerine salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor.
“Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Ki bu sayede ilâhî rahmete, Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaat-ı uzmâsına nâil olsunlar.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber’ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfatlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur’un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
 

grozny

Doçent
Katılım
27 Eyl 2007
Mesajlar
516
Tepkime puanı
2
Puanları
0
...“Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur, Allah’ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yer ve gökler, cinler ve insanlar daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem’i,
ikincisinden Levh-i mahfuz’u,
üçüncüsünden Arş-ı rahman’ı halketti.

Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü.

Birinci parçasından Arş’ı taşıyan melekleri,
ikincisinden Kürsü’yü,
üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.

Diğer parçayı da yine dörde böldü.

Birincisinden gökleri,
ikincisinden yerleri,
üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.

Kalan parçayı da dörde böldü. ......
Allah KENDİ nurundan Peygamberimizin nurunu yaratmış,onu da parçalara ayırmış ve parçalardan diğer yarattıklarını yaratmış....Yani bütün mahlukatın ilk yaratılış noktası Allahın nurudur.Yani bütün mahlukat Allahın parçasıdır....deniyor.
Bu görüş tam bir vahdet-i vucutcu görüştür.İşte Hallaçı Mansur bu düşünceyle "Ene el-Hak" dedi.
İşte bu düşünceyle "Cübbemin altında Allahtan başka bir şey yoktur. " dendi.

Bu düşünce vahdet-i vücut yani Yaratan ile yaratılmışı özdeş,aynı sayan bu inanç şirktir.İslamla hiç bir alakası olamaz.Zira ŞİRKtir.

Allah bütün mahlukatı kendinden değil YOKTAN var etmiştir.
O doğmamıştır,doğurmamıştır.
Hiç bir şey Onun bir parçası değildir,O hiç bir şeyin parçası da değildir.

Gayb ile ilgili bilgileri Kuran dışı kaynaklardan öğrenirsek sonumuz cehennem olur.
Cehennemde yer yok zannetmeyelim.
Allah nerede kendi nurumdan Muhammedin nurunu yarattım,ondan da şunu şunu yarattım diyor,hangi ayette hangi surede....
Allah hakkında bilgisizce konuşmanın bir bedeli vardır ödersiniz...
Size şaka geliyor herhalde ama değil.
Kuranda ne diyorsa o dur.Ne bir kelime fazlası ne bir kelime eksiği.
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur, Allah’ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yer ve gökler, cinler ve insanlar daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem’i, ikincisinden Levh-i mahfuz’u, üçüncüsünden Arş-ı rahman’ı halketti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü.
Birinci parçasından Arş’ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsü’yü, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü.
Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü.
Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nurunu, üçüncüsünden de dillerindeki nuru yarattı. Bu da ‘Lâ ilâhe illallah Muhammed’ür-resulullah’ tevhid nurudur.”
(El-Mevâhib’ül-Ledüniyye)



Tasavvuf'dan anlamayan bunu okumamasın biz burada Hadisi şerif naklettik, Hadisleri inkar küfürdür (VEHABİLİK ZİHNİYETİ).
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56

İlâhî Meth-ü Senâ:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Siz beni hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı derecede methettikleri gibi, aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Benim hakkımda ‘Allah’ın kulu ve elçisidir.’ deyiniz.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1405)
Çünkü onun methedilmeye ihtiyacı yoktur. Onu övmek insana âit değildir. Onu yaratan, onu âlemlerin nuru yapan Allah-u Teâlâ; onu meth-ü senâ etmiş, fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’e çok salât ve senâ ederler.” (Ahzâb: 56)
Peygamber’ine Allah-u Teâlâ’nın salâtı; onu en yüce makamda anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok salât-ü selâm getiriyor, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine olan sevgisini beşeriyete duyurmuş oluyor. Bunun içindir ki onu hiçbir beşerin anlaması mümkün değildir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah-u Teâlâ’ya duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ediyorlar, tâzim gösteriyorlar.
Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en büyük rahmet olan Peygamber’lerine salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor.
“Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Ki bu sayede ilâhî rahmete, Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaat-ı uzmâsına nâil olsunlar.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber’ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfatlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur’un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Vahdet-i Vücud’dan Kim Bahsedebilir?

Vahdet-i vücuda gelince; bu mevzuda ancak bilenin konuşması lâzımdır, diğerlerinin değil.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, ne bir bilgiye, ne de bir rehbere ve ne aydınlatıcı bir kitaba istinad etmeksizin Allah hakkında mücadele (münakaşa) eder.” (Lokman: 20)
Bir şeyi anlatmak için o işin hakikatını bilip konuşmak şarttır, aksi halde yalandır. Bu şartlar size Âyet-i kerime’lerle bir bir belirtilecek.
Allah-u Teâlâ kime o hayatı yaşattı ise, yaşadığı kadarını bilir. Diğerleri ise o hayatı zan ile kaleme alır. Alır da halka “Biliyormuş, yaşıyormuş...” gibi izaha kalkar. Bu ise diri ve ölü misaline benzer. Birisinin ruhu hayatta, nefsini öldürmüş; diğerinin ise nefsi hayatta, ruhu ölmüş. Fakat beşeriyet bunları ayırt edemiyor.
Meselâ kamış iki türlüdür: Bir pekmez kamışı vardır, sıktığın zaman pekmez çıkarır. Bir de süpürge kamışı vardır, ne kadar sıksan bir şey çıkmaz, çünkü içi boştur.
Ve size şimdi Âyet-i kerime ile temsil getireceğiz.
Vaktaki Firavun’un sihirbazları sihirlerini yere attı, Musa Aleyhisselâm da asasını atınca, sihirbazların sihirlerini yutmaya başladı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bunun üzerine Musa da asasını attı, onların uydurduklarını yutmaya başlayıverdi.” (Şuarâ: 45)
İşte size arzedeceğimiz Âyet-i kerime’ler, bunların sihirli kalemlerini yutmuş olacak.
Hazret-i Allah’ın varlığı ile övünürüm
Varlığımdan utanırım.
Hükümsüz ve değersiz mahlukum
Hüküm ve değer Sahibim’e aittir.

Tasavvufsuz Vahdet-i vücud olamaz. İyi bilin ki tasavvufun en son merhalesi, Vahdet-i vücud’un bidayetidir.
Şimdi size bunun iç sırrını ve ölçülerini arzedeceğiz. Bu ölçülere dikkat ederseniz, bir çok şeyleri öğrenmiş olursunuz.
Vahdet-i vücud’dan konuşabilmek için, arzedeceğimiz Âyet-i kerime’lerin tecelliyâtına bizzat mazhar olmak şarttır.
Daha sıfat-ı hayvaniyesinden sıyrılmamış, ahlâk-ı zemimeden kurtulamamış bir kimse Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir?
Biraz evvel denilmişti ki “Arzedeceğimiz Âyet-i kerime’ler bunların sihirli kalemlerini yutmuş olacak.”
•​
Ve Âyet-i kerime’lere geçiyoruz:
“İçinizde... Görmüyor musunuz? (Zâriyat: 21)
Ne oldu şimdi? İçinizi bir yoklayın, kimler var acaba? İşte bu Vahdet-i vücud’çular bunu bilmeyerek bahsediyorlar. Allah-u Teâlâ “İçinizdeyim, görmüyor musunuz?” buyurunca duruyorlar. Demek ki bu Âyet-i kerime bütün bu kalemleri yutmuş oldu.
Eğer bir insan görüyorsa “Görüyorum yarabbi!” dediği zaman, bu Âyet-i kerime’nin sırrına mazhar olmuştur, başkalarına şamil değildir. Ancak “Ben ben değilim, bir benliğim var benden içeri” diyenlerin işidir, lâf işi değildir.
Yani kendisini ifnâ etmiş, Hakk’ı görüyor, kendisini görmüyor.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Ey akıl ve basiret sahipleri! İbret alın.” buyuruyor. (Haşr: 2)
•​
Bir Âyet-i kerime’sinde de buyurur ki:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nur: 35)
Göklerin ve yerin nur olduğunu görebiliyor musun? Göremiyorsan vahdet-i vücuddan nasıl bahsediyorsun? Hem Vahdet-i vücud’dan bahsediyorsun, hem de kendini görüyorsun, dağı, taşı, denizi görüyorsun, kendi kendini yalancı çıkarmış oluyorsun. Kendi varlığın Hakk’ı görmene, hakikatı bilmene mani oluyor.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ancak selim akıl sahipleridir ki, iyice düşünürler.” (Rad: 19)
Bu Vahdet-i vücud mevzusu her velinin işi dahi değil. Bunlar nadiren gelenlerdir. Zahirî ulemânın hiç işi değil, cühelânın ise asla işi değil. Bu kesin olarak bilinmeli.
•​
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Bu yalnız vahdet-i vücudçulara ait değil, şimdi kendimize dönelim. Allah-u Teâlâ “Ben size sizden yakınım.” buyuruyor. Acaba bu yakınlığı biz neden hissedemedik, neden göremedik, neden bilemedik? Karşımızda Âyet-i kerime var.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! Kullarım sana beni sorunca haber ver ki, ben onlara yakınım.” (Bakara: 186)
Allah-u Teâlâ her şeyden her şeye yakındır, her şeyde O’nu görebiliyor musun? Senden de sana yakın, O’nu içte hissedebiliyor musun? Yoksa perdede mi kaldın? Eğer hissediyorsan kendinin bir maske olduğunu bilmen ve görmen lâzım. Bunu göremiyorsan, bu hale gelmemişsen, sen Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilirsin?
Bu hale gelmeyen kimsenin bunlardan bahsetmesi, nefsine zulmetmesi demektir.
Cenab-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlardan kimi nefsine zulmedendir.” (Fâtır: 32)
Hem nasıl bir zulüm biliyor musunuz? Hiç engeli olmayan bir uçurumdur, insanı cehenneme atar. Çünkü Vahdet-i vücud’u hiç bilmiyor, böyle iken kalemine ve diline dolamış.
•​
Allah-u Teâlâ:
“Evvel O, âhir O, zâhir O, bâtın O...” (Hadid: 3)
Âyet-i kerime’si ile her şeyde zâhir olduğunu sana buyuruyor. Bâtın O, sen hâlâ kendini görüyorsun, ağacı taşı denizi görüyorsun, amma O’nu göremiyorsun!
Bu tecelliyâta mazhar olmayan insanlar ancak hakikat ehlinin karşısında cehaletini ortaya koyar.
Kendini gören Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye de sahib-i salâhiyet hiç değildir.
Hiç olduğunu bilen, zerre hakir olduğunu gören Hakk’ı görür, Vahdet-i vücud’dan ancak o bahseder. Allah-u Teâlâ dilerse esrarını ona açar. Bunlar da dünya yüzünde yok denecek kadar nadirdir. Her velinin işi değildir.
Sıddıkiyet makamına çıkardığı kimseyi dilerse; kendisini ifnâ ettirir, kendi varlığını husule getirir. O görür, başka hiç kimse görmez, o da Hazret-i Allah’ın göstermesiyle görür, kendisi göremez.
Amma bakıyorsunuz ki, vitrinler Vahdet-i vücud’dan bahseden kitaplarla dolu. Bütün bunlar bilinmeyerek, menfaat için yazılmış veya zanla konuşulmuştur.
Bu Âyet-i kerime’lerin bir tanesinin tecelliyâtına dahi mazhar olamamışsa, hep boşuna konuşmuştur. Hakikat ancak Hazret-i Allah’ın bildirmesiyle ve duyurmasıyla mümkün olur.
Zira Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ:4)
Bu tecelliyât-ı ilâhî işidir, lâf işi değil.
•​
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)
Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Bunlar Hazret-i Allah’ın talebesi olduğu için Hazret-i Allah’ı bunlar bilir. Hazret-i Allah onlara ne öğrettiyse ve ne gösterdiyse onu bilir ve görür, o esrarı ancak onlar çözer ve çözdürmeye çalışır. Onlar Hazret-i Allah’a ulaştırır, başkasına şâmil değil.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’tan korkar, takva sahibi olursanız, mualliminiz Allah olur.” buyuruluyor. (Bakara: 282)
Bunlar Hazret-i Allah’ın tayin ettiği Mürşid-i kâmil’lerdir. Ezelde nasibdar olanlara nasibini verirler.
Nasıl verirler?
“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” buyuruyor Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
O, Allah-u Teâlâ’nın manevî arşı olduğu için, manevî arşa ne tevdi etmişse nasibdar olanlara nasibini verir. Diğerleri ise bu kuvvete haiz değildir.
Nasıl ki tasavvufta “Fenâfişşeyh” olmadan “Fenâfirrasul” olmuyorsa, “Fenafirrasul” olmadan “Fenâfillâh” olmuyorsa, “Fenâfillâh” olmadan da “Vahdet-i vücud” a geçilmiyor. Fenafillah’ta hiç olur, hiç olduğunu bilir.
Burada insan asliyeti olan âyân-ı sabitesini görür. Bu bir zerredir. Bir atomdur. Bu zerrenin ne hükmü var? Hiç.
Var olan da, var eden de Hazret-i Allah’tır. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar. Bu hiçlikten sonra Allah-u Teâlâ dilerse kendi varlığından onu kendi dilediği kadar haberdar eder.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’dan başka bir mevcud olmadığını gören ve bilenin işidir.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:)
“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Müslim - Hâkim)
“Bu Allah’ın fazl-u ikrâmıdır, kime dilerse ona verir.” (Cuma:4)
Buradan da anlaşılıyor ki tasavvufun en son basamağı Vahdet-i vücud’un ilk basamağıdır. İlk merhale bu olduğuna göre daha bir çok tecelliyâtlar ve merhaleler mevcuttur. Bu merhalelerin her birinin Âyet-i kerime’si mevcuttur. Bu Âyet-i kerime’lerle anlaşılır ve bilinir.
•​
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerime’sinin sırrı; onlar Vahdet-i vücud’dan bahsedeceği zaman, açık olarak ifade edeyim, Hazret-i Allah’ı görür. İçte de O’ndan başka bir vücud, bir mevcud olmadığını görür. Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle Vahdet-i vücud’u O’nun dilediği kadar bilir.
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” (Nur: 35)
Bunlar kendisine çektiği ve nuruna kavuşturduğu kimselerdir. Bu da ayrı bir tecelliyâttır Vahdet-i vücud’da.
•​
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Vahdet-i vücud’dan bahseden insan, Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle bunu kendinde görür ve bilir. Bütün tecelliyâtlara mazhardır.
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Yani biz her şeyden her şeye yakınız, fakat siz bunu görmüyorsunuz.
•​
Ve size Vahdet-i vücud’un nerede biteceğini ifşâ edeceğim.
“O’nun varlığından başka her şey helâk olacaktır.” (Kasas: 88)
Size âyân-ı sâbiteden bahsediyoruz. Bu Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına geldiği zaman, o âyan-ı sâbite de parçalanır. Atom parçalanır burada. En son merhaleyi size izah ettim. Fakat bundan sonrasını anlatmama imkân yok.
•​
Bu Vahdet-i vücud’cular hangi Âyet-i kerime’nin tecelliyatına mazhar ki Vahdet-i vücud’dan bahsediyorlar!
Henüz fazilet kapısından alınmamış, Tasavvuf’un basamağına basmamış bir kimsenin Vahdet-i vücud’dan bahsetmesi büyük bir cehalet ve dalâlettir.
Size vasiyetim olsun ki, Vahdet-i vücud’dan mevzubahis etmeyin. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın hususi kullarıdır. Tecelliyât-ı ilâhîye mazhar olanlardır. Bunlar müstesnâdır. İçinizde böyle bir kimse yok ki, bundan bahsetsin. Zan ile kaleme veyahut diline alan, çok iyi bilsin ki, kendisini helâk ettiği gibi etrafını da helâk etmiş olur. Kendisini zehirlediği gibi, okuyan ve dinleyenleri de zehirler.
“Bunlar müstesnâdır.” dediğimizin içyüzünü açalım. Allah-u Teâlâ bunları kendisi için yaratmıştır. Yüzü ile yöneldiği işte bunlardır. Hakk’ın tercih ettiği bunlardır, Hakk’ı tercih edenler de bunlardır. Bunlar doğrudan doğruya Hazret-i Allah’ın Resul’ünün vârisidirler.
Ve şimdi bir Kudsî Hadis-i şerif’le bu mevzuyu kapatıyoruz:
“Muhakkak ki Ebrâr’ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir.”
Allah-u Teâlâ onları kendisi için yaratmıştır. Onlar Hazret-i Allah’a Hazret-i Allah ile bakar, Hazret-i Allah’ın nuru ile Hazret-i Allah’ı görür. Çünkü Hazret-i Allah kendi nuru ile onlara gösteriyor. Bunlar gözle, ilimle bilinecek işler değil.
Hazret-i Allah’ın veli kulları var, onlar Hazret-i Allah’a âşıktır. Bir de kendisi için yarattığı “Ebrar” kulları var. Hem onlar Hazret-i Allah’a âşıktır, hem de Hazret-i Allah onlara âşıktır. İşte Kudsî Hadis-i şerif. Bunlar müstesnâ kullardır. Allah-u Teâlâ’nın yüzü ile yöneldiği işte bunlardır. Hakk’ın tercih ettiği bunlardır, Hakk’ı tercih eden de bunlardır. Bunlar vâris-i nebidir.
İşte bunları da bilmediklerinden inkâra kalktılar.
Bunlar Hakkal-yakîn ilim sahipleridir. Bunların muallimi Hazret-i Allah’tır.
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Bunun içindir ki bu ilmi bilemediler ve inkâra kalktılar. Bunlar sadır ilmi sahipleridir. Başkası bunu görmez ve bilmez.
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)
Buradan anlaşılıyor ki Hazret-i Allah dilediğine bu lütfu bahşediyor.
Bunun içindir ki Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’de şöyle buyurur:
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bakınız burada işaret var, onlar doğru yoldadır. Bunlar Hakk’a bağlıdır, halka rağbet etmezler. Bunların her ihtiyacını ve işlerini bizzat Hazret-i Allah görür, kimseye muhtaç değillerdir.
Âyet-i kerime’sinde Cenâb-ı Hakk buyurur ki:
“Salihlerin işini O görür.” (A’raf: 196)
Diğer halk da bu ilimden habersiz olduğu için bu ilmin karşısında donup kalıyor. Fakat biz bu ilimle bölücülerin karşısına çıkmasaydık ne siz anlardınız, ne de onlar anlardı dalâlette olduklarını... Bunun sebebi sırrı budur.
Bu ilimler boş yere meydana çıkmadı. Bu zamanda her gün bir bölücü türüyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir marifet bir nur verir.” (Enfal: 29)
İşte bu Allah-u Teâlâ’nın bahşettiği marifetullah ilmi olduğu için anlamıyorsunuz. Burada görüyorsunuz ki, Âyet-i kerime’den de anlaşılacağı üzere bunların muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır.
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
•​
Mevzuyu daha iyi dimağınıza yerleştirmek için Âyet-i kerime’ler ve Hadis-i şerif’ler tekrar tekrar arzediliyor. Şaşırmayasınız diye.
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Vahdet-i vücud nedir? Buna mazhar olan kimlerdir?:

Vahdet-i vücud, Hazret-i Allah’tan başka hiç bir mevcut olmadığını görene ve bilene mahsustur. Başkası bilemez. Konuşsa da yalan ve yanlış konuşur.
Vahdet-i vücud’dan bahseden kimsenin “İsm-i Âzam”ı bilmesi lâzımdır.
İsm-i Âzam’ı mı merak edersin? Allah dediğin zaman ve O’ndan başka hiç bir mevcut olmadığını gördüğün zaman, onu söylemiş olursun.
“Lâ ilâhe illallah” da İsm-i Âzam’dır ve fakat O’ndan başka bir mevcut olmadığını gördüğün zaman... -Demek ki görülüyormuş!- işte o zaman gerçek mânâda Kelime-i Tevhid’i söylemiş olursun. İman-ı kâmil de budur. O’ndan başka bir şey görmediğin zaman iman kemale erer.
Bu esrar-ı ilâhiyi ancak marifetullah ehlinden dilediği kimseye bildirmiş, her veli kuluna dahi beyan etmemiştir. Yüz senede bir gönderdiği kullarından bazısına açmıştır. Bunun içindir ki bu husus, pek az kişinin bilebileceği iştir.
Bildirdiklerinin dahi tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için kişi kendi bilgisini ortaya koymuştur.
Bunlar pek az gelmiştir, fakat bunların dahi tecelliyâtları ayrı ayrıdır.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
alıntı : grozny
Allahtan başka hiç bir varlık yoksa bunca yaratılmuş mahlukat nedir?
Yokmudurlar,hayalimidirler?


EVET, YOKTUR VE HAYALDİRLER. BÜTÜN KÂİNAT BİR PERDEDEN VE KABUKTAN VE KARTONDAN İBARETTİR. SEN NE ZANNEDİYORSUN ?

DİKKAT EDERSEN SEN GÖRMEDİĞİN ŞEYLERİ İNKÂR EDİYORSUN, BİZ İSE GÖRDÜKLERİMİZİ YOK KABUL EDİYORUZ. ARAMIZDA DAĞLAR KADAR FARK VAR .
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
alıntı : grozny
Allahtan başka hiç bir varlık yoksa bunca yaratılmuş mahlukat nedir?
Yokmudurlar,hayalimidirler?


Kardeşler,
Ehl-i hakikat demiştir ki, bu alemde Allah'a eş=ortak koşmak ve O'ndan başka MABÛD edinmek ŞİRK'tir. Bu tür şirk'e " Şirkû'l İstiklâl-Şirkû't-Tab'id-Şirkû't-Takrib veya Şirkû't-Taklid " denir ve böyle bir ameliyeyi işleyenler küfre girmiş ve MÜŞRİK olmuş olurlar. Bunlardan başka bir de ŞİRKU'L- AĞRAZ ve ŞİRKU'L-ESBAB denilen kara taşta kara karıncanın kımıldmamasından daha gizli şirkler vardır ki, bunların cümlesinden Rabbimize sığınmak lazımdır. Örenğin bir insanın çok sevdiği bir mal veya nakit-para onun için bir şirk vesileis olabilriken bir başkası için şirke vesile olabilen bu şey kadın veya makam sevgisi olabilir. Netice itibairyle gerk büyüğü ve gerekse küçükleri veya gizlisi olsun ŞİRK ; Allah'ımızın gayrısndan başka herhangi birşey olabilir. İşte bu hakikate mebni olarak ehlullah ve hakikat ehli,
Kâinatta ne varsa onları "YOK" kabul etmeyi, sadece Vacibu'l-Vücûd olan Cenab-ı Hakkı "VAR" kabul etmeyi müslümanlara telkin ve tahsil ettirirler ki, şirkin her türlüsünden salim ola ve zinhar bu büyük tehlikeye hiçbir zaman düşülmeye...Çünkü, Kâinatta Allah'tan başka hiçbir şeyin varlığı olmadığı kabul edildiği zaman, ortada şirke vesile olacak bir şey de bulunmaz. yalnız Allah vardır.
İşte , böyle bir tahsili veya bilgiyi almayanlar ve kâinatta Cenab-ı Hakk'ın haricinde herşeyi "VAR" kabul edenlerin, şirkten salim olmalarının bir hayli zor olacağı kesindir.
Bu konu bu kadar öneme haiz olmasına rağmen, halâ Cenab-ı Hakk'ın haricindeki "VARLIK" lardan bahsetmenin ne kadara büyük bir aymazlık olduğu ortadadır.
Rabbimiz şuurumuzu arttıra ve içinde bulunduğumuz bataklıktan habersiz olarak başkalarının üzerindeki çamur lekelerini izlemek gibi bir tuhaflıktan bizi kurtara!..
 

abdullah-10

Paylaşımcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
103
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Fakir: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resulullah” dediğim zaman, her defasında gizli olarak Allah-u Teâlâ’ya şükrederim.
“Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun ki, sen kendi nurundan onu yarattın, o nur ile mükevvenâtı donattın. Onu yaratmamış olsaydın kâinat da olmayacaktı, ben de olmayacaktım, hiçbir şey olmayacaktı.” diyorum.
“O Hakk’ın nûrudur
İlim-irfan kaynağıdır
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”
 

susran

Üye
Katılım
8 Mar 2007
Mesajlar
91
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Gördüğüm kadarıyla burada geçen hadislerin çoğu, hadis alimleri tarafından uydurma (mevzu) olarak nitelendirilmiştir. Buradaki hadislerin çoğunu ihtiva eden bir takım hadisler hakkındaki muhaddislerin görüşlerini ihtiva eden bir yazıyı buraya yapıştırıyorum. Faydalı olması ümidiyle. Selam ve saygılarımla.
Akideyi Bozan Mevzu Ve Zayıf Hadislere Örnekler:
[NOT: bu yazı “MEVZU VE ZAYIF HADİSLERİN AKİDEYE ETKİSİ” kitabından alınmıştır]
بســـم الله الرحمن الرحيم
Birincisi:Allah (c.c)’ın isim, sıfat ve Tevhidi hakkında uydurulan hadisler:
Allah (c.c)’ın sıfatları ve isimleri konusunda Rasulullah’a isnad eden birçok uydurma hadis vardır:
- Rasulullah’a soruldu:
Allah hangi maddedendir? Rasulullah şöyle demiş: “ Allah akan bir sudandır. Topraktan ve gökten değildir. Atlar yarattı ve onları koşturdu. Sonra atlar terledi. Bu terden de kendi nefsini yarattı. “
Bu uydurma hadis İbnil Cevzi’nin mevzu hadisler kitabında (c: 1 s: 105 ) nakledilmiştir.

Allah-u Teala Kur’an ayetlerinde ve sahih sünnetlerde kendi sıfatlarını açıklamışken bir insanın Allah’ın hangi maddeden olduğu hakkında Allah (c.c) ’a iftirada bulunmasından daha çirkin bir şey olabilir mi? Bu uydurmayı Rasulullah asla söylememiştir, bunu affetmekten daha çirkin bir davranış olabilir mi? Ve bu şekilde insanları aldatmaktan daha kötü bir yol varmı-dır? Allah bunu uyduranlara lanet etsin. Zira bunu ne bir müslüman, ne şakacı bir insan ve ne de aklı olmayan bir kimse uydura bilir.
- “Geceleyin Beytil Makdis’e giderken Cib-ril beni babam İbrahim’in mezarına götürdü ve dedi ki:-”Ey Muhammed ! Burada in ve iki rekat namazkıl” sonra Beytil Lahm şehrine götürdü ve -”Burada dur ve iki rekat namaz kıl, çünkü burada kardeşin İsa dünyaya geldi.”, dedi. Sonra beni bir kayaya götürdü ve dedi ki:Buradan Rabbin semaya yükseldi.
Bu uydurma ise İbn-il Arak’ın Tenzihiş Şeria kitabında geçmektedir.
İbn-il Cevzi bu sözü naklettikten sonra şöyle dedi:
“Bu sözleri uyduran daha çirkin sözler de uydurdu, fakat bu sözleri çirkinliği sebebiyle burada zikretmek istemiyorum.
Bu sözleri uyduran Abdul Müneccem İbn İdris ve babasıdır.
Dare Kutni: “Abdul Müneccem ve babasının rivayet-leri kabul edilmez demiştir.”
-“Zor duruma düşerseniz mezarda bulunanlardan yardım isteyiniz.”
Bu uydurma bir hadistir.
İşte sapıklığın ve saptırmanın en çirkin örneği...
Bu şeriat her kimin olursa olsun, mezar veya mezarlıkları ziyaret edip, oralarda namaz kılmayı ve yaratanları yüceltmeyi kesinlikle yasaklamıştır.
Bu şeriat mescit üç mescidin dışında hiçbir mescit ve memleketin yüceltilip, özellikle ziyaret dilmesini kesinlikle yasaklamıştır.
Yine bu şeriat kaya, duvar, ağaç, tahta yığınları veya bunlar gibi putlaştırılması mümkün bütün varlıkların yüceltilip ziyaret edilmesini de kesinlikle yasaklamıştır.
Hal böyleyken bu tür eski cahiliyyet adetlerini üzerlerinden atamayan habis ruhlu şeytan yandaşları bu arzularını tatmin edebilmek ve çevreden tepki görmemek, bu pis ve reddedilmiş adetleri meşrulaştırmak için Rasululah’a ve bu dine yakışmayan sözler uydurmuşlardır.Bu sözler kendileri gibi cahil olanların hoşlarına gitmiş ve böylece kısa sürede yayılma ortamı bulmuştur.
Günümüzde bu tür uydurmalar genellikle tasavvuf ehli bidatçilerin kitaplarında, yaşantılarında ve inançlarında mev-cuddur.
Bunların etkilediği cahil halk da ,maalesef günümüzde hala bu yoldadır ve bunu İslam’dan sanıp sevap bekleyerek yapmaktadırlar. Keşke sapık olup sevap yerine günah kazandıkların, mükafat yerine azap göreceklerini bilselerdi...
“Allah (c.c)şöyle demiş:
“Ben gizli bir hazine idim. Tanınmayı istedim. Halkı yarattım ve bunların vasıtasıyla tanındım.”
İbn Teymiyye bu söz hakkında şöyle demiştir:”Bu uydurma(mevzu) bir hadis olup kesinlikle Rasulullah’ın sözü değildir.Bu rivayetin ne sahih ne zayıf hiçbir senedi yoktur.”
Zerkaşi şöyle dedi: Hafız İbn Hacer el-Askalalani>>Leali’ kitabında , İmam Suyuti vebaşkalarının da İbn Teymiye ‘nin görüşünde oldukların zikretmiştir.>>
Şeyh İsmail İbn Muhammed el-Acluni <<Keşul Hafa >> adlı kitabında bu hadis hakkında: <<Bu rivayet uydurma olmasına rağmen tasavvufçuların kitabında çok geçmektedir. Ve bu rivayete dayanan temeller kurmuşlardır. >> demiştir.
(Keşful Hafa )
Halk arasında hadis olarak yayılan:
- << Kendini bilen Rabbini bilir. >>
sözü aslında uydurma bir hadistir.
İmam Suyuti bu sözü mevzu hadisler arasında zikretmiştir.
İmam Nevevi ve İbn Teymiyye bu hadis için uydurma demişlerdir.
- << Ben gizli bir hazine idim. Tanınmayı istedim. Halkı yarattım ve bununla tanındım. >>
- << Kendini bilen nefsini bilir. >>
Bu iki uydurma hadis vahdeti vücuda inanan tasavvufçuların temel dayanağıdır.
Vahdetil Vücud inancı şöyledir: << Kevnde (kainatta) sadece Allah vardır. Yaratılanlar Allah’ın bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Onlara göre kendini bilen Rabbini bilir, sözünün manası: Nefsin hakikatini bilen kendinin Allah olduğunu bilir. Çünkü insan yeryüzünde Allah’ın görüntüsünden bir görüntüdür. Onların sapık inancına göre Allah yarattığı şeylerde değişik olarak ortaya çıkabilir.
Bu yüzden bazı tarikat şeyhleri:
Subhani (her türlü noksansıfatlardan münezzehim...
Bir başkası:
Ben O(yani Allah ), O (Allah) Benim
Biz ikimiz bir bedende iki ruhuz. >>

Feriddin Attar şöyle demiştir:
<< Köpek de, domuz da ilahımızdan başka bir şey değil-dir. Ve Allah kilisedeki papazdan başka bir şey değildir.>>
Zındıkların uydurduğu bu sözde haklı oldukları tek bir yön vardır. Oda bizzat kendilerinin birer köpek ve domuz olduk-larıdır. Hatta bu hayvanlar bile Alah’a devamlı kulluk ettiklerinden dolayı, bunlardan daha üstündürler.
Allah (c.c) onlardan ve onların uydurmalarından münezzeh ve yücedir.
Bu inanç karanlık ve sapık bir akide olup yahudi ve hrıstiyanların akidesinden daha da sapık bir akidedir. Çünkü yahudiler yanlızca Uzeyr’i Allah’a nisbet ederek; Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hristiyanlar ise yalnız İsa (a.s)’ı Allah’a nisbet ederek; << o Allah’ın oğlu ve üçten biridir >> dediler.
Fakat Vahdeti Vücuda inananlar Allah-u Tealayı tamamen inkar ederek yarattıklarıyla bir tutmuş ve bu sapık düşünceleri-ne de şu uydurma hadisi delil getirmişlerdir:
-<< Ben yerlere ve göklere sığmadım. Fakat mü’min kulumun kalbine sığdım. >>
Bu söz Gazali’nin << İhyau Ulumiddin >> adlı kitabında geçmektedir.
Hafız el-Iraki bu hadis hakkında:
<< Bu uydurma bir hadistir. Aslı yoktur>>, demiştir.
İbn Teymiyye bu hadis hakkında şöyle demiştir:
<< Bu israiliyatta geçmekte olup bilinen bir senedi yoktur. Uydurmadır, sapık tasavvufçular bu uydurma hadisi şöyle açıkladılar:
<< Kainatta sadece Allah’ın var olduğuna inanan kişi Allah’ı bilmiş olur. İşte hakiki mü’min olan ve hakikatı keşfeden Arif budur.
Bu sapık düşünce ehli uydurdukları hadisleri batıl olan akidelerini desteklemek için delil gösterdiler. Halbuki bu delil olarak gösterdikleri hadislerin herhangi bir sahih senedi yoktur. Fakat kendi kitaplarında yazdıkları bu sözler zamanla insanlar arasında yayılarak meşhur olmuştur. Maalesef günümüzde hala bazı yazar ve hatipler hadis olarak bildikleri sözlerin doğruluk ve sağlamlık derecesini araştırmadan insanlara aktararak uy-durma hadislerin insanlar arasında yayılmasına bilerek veya bilmeyerek sebep olmaktadırlar.
İşte Ehli Kitabın dinlerin tahrif etmek için kullandıkları yol da zaten budur. Allah’a ait olmayan bu sıfatlar insanlar arasın-da yayıldıkça insanlar artık Allah’ı asıl sıfatlarıyla değil içinde şirk ve küfür bulunan sıfatlarla tanımaya başladılar ve hatta Allah’a Kur’an ve sünnetteki asıl sıfatlarını vermekten korkar oldular. Böyle yapınca günaha gireceklerine inandılar. İşte böylece inançlarını sapık yönde değiştirdiler.
Halk arasında meşhur olan bir başka uydurma hadis:
- << Yaşlı kadınların dinine sarılın. >>

Aliy’ul Kari << el-Esrar el-Merfua Fil Ahbaril Mevdua >> da bu hadisi zikrederek şöyle demiştir:
Es-Sehavi bu hadis için; << Bu hadisin aslı yoktur >> demiştir.

Zerkeşi, Deylemi bu hadisi İbn Ömer’den şu lafızla rivayet etmiştir:
<< Zamanın sonu yaklaşıpta görüşler ayrılınca kadınların dinine sarılın. >>Bu hadisin senedine zayıftır demiştir.

Sanani bu hadis için uydurma demiştir.
Bu ve daha önceki hadis, Allah’ın isim ve sıfatlarının Kur’an ve sünnette geçtiği gibi olmadığını bunların, biline-meyeceğini, bu sebeple Allah’a havale edilmesi gerektiğini sanan sapık görüşlerin delil aldığı hadislerdir. Onlar bu inan-cı Rasulullah’ın tavsiye ettiğini ve aynı zamanda hem saha-belerin hem de ehli sünnetin bu görüşte olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu görüşü bu şekilde insanlara aktardılar. Halbuki bu konuda ehli sünnetin görüşü şudur:
<< Kur’an ve sünnette geçen Allah (c.c)’nun isim ve sıfatları kabul edilip bunların Allah’ın zatın layık olan isim ve sıfatlar olduğuna, mahlukata benzetmeyerek ve ortadan kaldırmayarak olduğu gibi iman etmek gerekmektedir.
Akide ve imanlarını Kur’an’dan ve sahih sünnetten almayıp uydurma hadislere dayandıran bu sapıklar öyle bir duruma geldiler ki yeryüzündeki herşeyden menfaat bekler oldular. Bu inançlarına yine uydurma olan şu hadisi delly gösterdiler:
- << Kişinin fayda vereceğine inandığı şey bir taş bile olsa o taş kişiye mutlaka fayda verir. >>
İbn Teymiye bu hadis için uydurma demiştir.
Şeyh Aliyul Kari ve İbn’ul Kayyım bu hadis için şöyle dediler:
<< Bu hadis uydurma hadistir.Bu, putlara tapan ve taştan menfaat bekleyen putperestlerin sözüdür.
İbn Hacer el-askalani bu hadis için: << Bu hadis uydurmadır Aslı yoktur.>> demiştir.
Buna benzer bir başka hadis de şudur:
-<<Bir kimse herhangi bir şeyin Allahtan olduğuna ve bunu yaptığında bir sevap kazanacağına inanarak o şeyi yaparsa o şey Allah’tan olmasa bile muhakkak o kişiye fayda verir. >>
Bu hadisin aslı yoktur ve uydurmadır.
İşte bu ve buna benzer uydurma hadisler şüphesiz ki şirkin kapılarını ardına kadar açan hadislerdir.
Çünkü böyle olunca birşeyin doğruluğuna inanmanın ölçüsü o şeyin fayda vermesi olmuş olur. Hatta o şey fayda verici olmasa bile sırf fayda vereceğine inanılması onu doğru olarak kabul etmeye kafi görülür.
Mesela:
Bir şeyin fayda verdiğine inanılırsa bu bir taş bile olsa Allah subhanehu ve Teala o taşın o kimseye fayda vermesini sağlar. Hatta kişi sapık bir inancın fayda vereceğine inanarak ona bağlansa Allah o sapık inancı kişiye fayda verici kılar Bu ve benzeri inançlar yahudu ve hristiyanlardan kalma adetlerdendir ve onlar tarafından bu dine sokulmaya çalışılmıştır.
Onlar:
- << Filan velinin mezarına gittik de hastamız öyle şifa buldu. >>ya da;
- << Filan kişinin türbesine gittik ve ondan istedik de bizin ihtiyacımızı giderdi. >>
İşte bunlar mademki fayda veriyor öyleyse onlara inanmamız gerekir,derler. Ve bu görüşlerine yukarıda bahsedilen uydurma hadisleri delil göstererek insanlar arasında yayılması insanları yaydılar. Sonunda insanlar öyle bir hale geldiler ki, uluhiyette Allah’a şirk koşmaya başladılar. Halbuki Rasuller insanları özellikle şirkin bu türünden sakındırmak için gelmişlerdi.
Bu ve buna benzer hadislerin hepsini burada anlatmamız mümkün değildir.Bizim buradaki amacımız örnekler vererek insanların Allah (c.c)’nun isim ve sıfatları konusunda uydurulan hadislerin insanların akidelerine ne kadar zarar verdiğini vurgulamaktadır.
İkincisi: Rasulullah (s.a.v) hakkında uydurulan hadisler:
Hadis uyduranlar ve yalancılar, Rasulullah hakkında öyle şeyler uydurdular ki, bu uydurdukları şeyler, halis sahih akideye çok büyük darbeler indirdi.
Rasulullah (s.a.v)’in ilk yaratılan mahluk olduğu-nu nurdan yaratıldığını, göklerin ve yerlerin, cennet ve cehennemin onun hatırı için yaratıldığını iddia ederek Rasulullah (s.a.) hakkındaki sağlam inancı tahrif ettiler.Hatta onlar, Rasulullah (s.a.v)’in; dua ederken kendisinin yüzü suyu hürmetine dua edilmesini insanlara emrettiğini, haccedildiğinde kendisinin kabrini ziyaret etmeyenlerden yüz çevirdiğini iddia ettiler. Dahası arşa istiva edenin ve Kur’anı indirenin bile o olduğunu söyleyebildiler. Bir başka grup da yemek, içmek, tıp ce cinsel konularda Rasulullah’a kötü isnadlarda bulunan öyle hadisler uydurdular ki, bunlar aslında Rasulullah’ın getirdiği risaleti ve ona inen vahyi incitmekte, küçük göstermekte ve islam düşmanlarının diline alay konusu kılmayı amaçlamaktadır.
İşte bu sapıkların bu mesele hakkında uydurmalarıyla ilgili bazı örnekler:
<< Allah beni nurundan yarattı. Benim nurumdan Ebu Bekiri, Ebu Bekir’in ruhundan Ömer’i yara-ttı. Benim ümmetim ise Ömer’in nurundan yaratılmıştır. Ömer cennet ehlinin ışığıdır. >>
(Tenzihiş-Şeria s: 337 c: 1 )
Bu hadis aynı kitapta zikredilerek ravisi olarak Ebu Naim gösterilmiştir. Fakat Ebu Naim bu hadis bu hadis hakkında uydurma demiştir.
Zehebi << Mizan >> adlı kitabında << bu hadis yalandır ve uydurmadır. >> Bu hadisin senedinde Ahmed b. Yusuf el-Mesih’i vardır. Ve yalancıdır, de-miştir.
Cabir b. Abdillah el-Ensari’ye nisbet edilen şu hadiste Cabir (r.a) demişki:
- << Rasulullah’a sordum: << Ey Allah’ın Rasulü! Annem babam sana feda olsun. Nebilerden önce Allah Subhanehu ve Teala’nın yarattığı ilk şey nedir? Rasulullah (sa.v):
<< Ey Cabir Allah (c.c) Nebilerden önce kendi nurundan ilk olarak benim nurumu yarattı. Bu nurun istediği yerde dolaşmasını diledi. Daha o zaman ne Levhi Mahfuz, ne kalem, ne gökler, ne yerler, ne güneş, ne de ay vardı.
Benim nurumun birinci cüzünden kalemi, ikinci cüzünden levhi mahfuzu, üçüncü cüzünden arşı yarattı. Dördüncü cüzünü ise dört küçük cüze ayırarak, onun birinci cüzünden arşı taşıyan melek-leri, ikinci cüzünden kürsüyü, üçüncü cüzünden kalan diğer melekleri yarattı ve kalan dördüncü cüzü dör-düncü cüzü de dört bölüme ayırarak, birinci bölümü-nden gökleri, ikinci bölümünden yerleri, üçüncü bölü-münden cennet ve cehennemi yarattı ve dördüncü bölümünü de dört kısma ayırarak, birinci kısmından mü’minlerin gözlerinin nurunu ikinci kısmından Allah’ı bilme olan kalblerin nurunu, üçüncü kısmın-dan ise, mü’minleri teselli eden tevhidi ( Leilehe illallah Muhammedun Rasulullah’ı)yarattı.
Sonra Allah Subhanehu ve Teala o rasulünün nuruna baktı ve o nurdan ter akmaya başladı. Tam 224. 000 damla aktı. Allah Subhanehu ve Teala bu damlaların her birinden bir rasul veya bir nebinin nurunu yarattı. Sonra o nebilerin ve rasullerin ruhlarına nefes verdi. Bu nefeslerden de kıyamet gününe kadar gelecek olan velilerin, mutlu olacakların, şehidlerin ve itaatkarların ruhlarını yarattı.
Arş, kürsi, akıl, ilim ve imanı bulma, nebi ve ra-sullerin ruhları da hep benim nurumdan yaratılmış-tır. Kıyamette mutlu olacakların ve salihlerin ruhları da benim nurumdan yaratılmış olan nurdan yaratıl-mıştır.
Sonra Allah Subhanehu ve Teala yerden Ademi yarattı ve dördüncü kısmın nurunu ona verdi. O nur Adem öldükten sonra Sit (a.s)’a intikal etti.Ve bu şekilde temizden temize ta Abdullah b. Abtulmuttalibe ulaştı. Sonra annem Amineye geçti ve Allah Subhanehu ve Teala annem Amineden beni çı-karttı. Böylece Rasullerin seyyidi, nebilerin sonu, kah-ramanların lideri kıldı.>>
Bu hadisin baştan sona tamamını naklettik ki, Rasulullah’a atılan iftira, yalan, uydurma, saçma sözler daha iyi anlaşılsın.
Bu hadis bazı tasavvufçuların temel dayanağı olmuştur. Onlar bu ve bunun gibi hadislere dayanarak Rasulullah’ın bu kainatın kubbesi, ilk var olan varlık ve nurundan bir cüz olduğuna inandılar. İnsanlara da bu şekilde yaydılar. Allah (c.c) onların uydurduklarından yüce ve münezzehtir. Bütün mahlukların da Rasulullah’ın nurunun bölümlerinden yaratıldığını iddia etmişlerdir.
Tarikatçı olan İbn Arabi Allah’ın arşına istiva edenin Rasulullah (s.a.v) olduğunu iddia etmiştir. O şöyle demiştir:
- << Hiçbir şey yokken ilk önce Allah’ın arşına istiva edecek olan Rahmani Muhammed’in hakikati yaratılmıştır. >>
( El Futuhatul Mekkiyye c: 1 s: 152 )
İşte bu sapık kitap günümüzde de halen bir çok dile çevrilerek insanların beyinlerini zehirlemektedir.
Bu uydurma, yalan olan ve Cabir (r.a)’a atfedilen hadis günümüz mutasavvıfçılarının dayanak aldığı hadistir. Bu hadise göre Kur’anı Rasulullah (s.a.v)’in kendisi gökten indirmiş, Cibril’e yedi. gökte vermiş ve sonra yeryüzünde yine Cibril’den almıştır.
Muhammed Osman Abdu el-Burhani << Tebriati’z-Zimme Fi Nashil Umme >> (Günahtan kurtulmaları için ümmete nasihatler) adlı kitabında şöyle diyor:
Rasulullah (s.a.v) Cabir ( r.a)’ya
<< Allah’ın ilk yarattığı şey benim ruhumdur >> deyince Cibril hayret etti. Rasulullah (s.a.v) Cibril’in bu konudaki hayretini görünce Cibril’e şöyle dedi: Ey Cibril! Kaç yaşındasın? Cibril: Bilmiyorum. Fakat dördüncü perdede bir yıldız vardı. Her yetmiş bin senede bir defa çıkardı. Ben onu 70 bin defa gördüm Rasulullah ona şöyle dedi: Allah’ın izzetine yemin ediyorum ki o yıldız benim. >>
Sonra Rasulullah (s.a.v) Cibril’e şunu sordu:
Vahiy sana nereden geliyor?
Cibril:Ben göklerde ve yerlerde dolaşırken bir zil sesi duyarım. Duyunca Beyt’il Ma’mura giderim. Ve Vahyi oradan alıp yeryüzündeki nebi ve rasullere veririm.

Rasululah (s.a.v) ona: Şimdi Beytül Ma’mura ve benim isim ve nesbimi (soyumu) orada söyle. Cibril hemen hızlı bir şekilde Beytül Ma’mura gitti. Ve Ra-sulullah (s.a.v)’in dediği gibi onun isim ve nesebini söyledi (Muhammed b. Abdullah b. Abdul Muttalib-....) Daha önce hiç açılmayan Beytül Ma’murun kapısı ilk defa o zaman açıldı. Ve Cibril (a.s) Beytil Ma’mur-un içinde Rasulullah (s.a.v)’i oturmuş olarak gördü. Hayret ederek hızlı bir şekilde yeryüzünde Rasulullah’ın bulunduğu yere indi. Rasulullah’ı daha önce Cabirle konuşurken bıraktığı yerde gördü. Son-ra tekrar Beytül Ma’mura döndü. Rasulullah’ı orada yine oturmuş olarak buldu. Sonra tekrar yeryüzüne indi. Bu sefer de Cabir’le konuşurken gördü. O za-man Cibril Cabir (r.a)’ya sordu:
<< Rasulullah (s.a.v) yerini hiç terketti mi? >>
Cabir: << Hayır ey Arab kardeş. Bizim konuş-tuğumuz mevzu sen bizden ayrıldığın zamandan beri hala bitmedi, konuşmaya devam ediyoruz. >>
Cibril o zaman Rasulullah’a şöyle dedi:
<< Eğer vahiy senden sana ise niye beni yoruyor-sun? >>
Rasulullah (s.a.v): << Bu teşri ( insanlar arasında hüküm vermek ) için ey kardeşim Cibril! dedi. Ve sonra Rasulullah (s.a.v) şu ayeti okudu:
<< Sana o Kur’an’ın vahyi tamamen ulaştırılmazdan önce Kur’an’ı okumak için acele etme ve deki: << Ey Rabbim ilmimi arttır. >> (Taha:114)
İşte bu kitabın yazarı Muhammed Osman Abdu el-Burhani bu rivayeti naklettikten sonra şöyle devam etti:
Bu deliller, Rasulullah (s.a.v) ‘in en büyük mucizesi olan Kur’an’ın Beytül Ma’murda Cibril’den önce Rasulu-llah (s.a.v)’in yanında var olduğunu gösteriyor.Bu Kur’an Rasulullah’ın ahlakıdır. Aynı Kur’an’da geçtiği gibi. Kişinin ahlakı o kişinin bir parçasıdır.Dolayısıyla Kur’an Rasulullah’ın bir parçasıdır.
(Tebriatüz-Zimme sayfa: 100-101)
Bu küfür ve zındıklıktan daha büyük bir küfür ve zındıklık yoktur. Bu saçmalık ve uydurmadan başka bir şey değildir. Bu kimselerin Rasulullah’a nisbet edip delil diye gösterdiği sözler, hiçbir hadis kitabında olmayan uy-durma ve iftira olan sözlerdir. Bu uydurma sözler tasavvufçuların kitaplarında geçmektedir. Bu sebeple bu sözler ancak tasavvuf kitaplarında bulunabilir. Ve üstelik bun-ları yazmakla ümmete nasihat verdiklerini iddia ediyor-lar. Aynı Muhammed Osman’ın söylediği gibi...
Daha önce ismini zikrettiğimiz Tebriatuz –Zimme kita-bı on sene önce Mısır’da basılmış ve piyasaya çıktığı za-man, o günün alimleri bu kitapta bulunan şeylere inanan kişinin kafir olduğunu haber vermişlerdir. Fakat maalesef bu kitap defalarca basılarak yahudi zihniyetli insanlar ta-rafından her yere dağıtılmıştır.
Bu batini, sahih olmayan akideye inananların dayandığı başka bir uydurma hadis şudur:
<< Ben nebilerden en önce yaratılanım. Ve rasul olarak en son gönderilenim. >>
Diğer birisi:
<< Adem daha su ile çamur arasıda bir haldeyken ben nebi idim.>>
Bu hadisler hakkında İbn Teymiye uydurma hadis demiştir.
Abdullah İbn Mes’ud (r.a)’a nispet edilen bir uy-durma hadiste şöyle bir olay geçmektedir:
Rasulullah (s.a.s)’in yanında Kur’an okurken: <<Allah seni Makamı Mahmuda göndersin >>ayetini okuyunca Rasulullah (s.a.s) bu ayetin manasını bana şöyle açıkladı:<<Bu, Allah beni arş üzerine oturtacak demektir.>>
İmam Zehebi <<el-Ulum>> kitabının 55. bu hadis için uydurma hadistir. Çünkü bu hadisin ravilerinin için-de Selemet’ul Ahmar vardır ve bu zat güvenilir değildir, demiştir.
Başka bir şirk ve hurafe ehli grup da Rasulullah (s.a.v) hakkında şöyle bir iddiada bulunmuştur:
Rasulullah (s.a.v) ölmeyip mezarında diri olarak durmakta, insanlardan kendisini ziyaret etmelerini istemekte ve insanların Allah tarafında affolunmaları için kendisinin aracı tayin edinilmesinin gerekli olduğunu buyurmaktadır.
Bu inancı desteklemek için uydurdukları hadislerden bir kaçı:
- << Kim bir imkan bulup da beni ziyaret etmezse benden uzaktır. >>
- << Kim benim kabrimi ziyaret ederse ben ona kıyamet gününde şefaat ederim. Kim benim ve İbrahim (a.s)’ın kabirlerini aynı senede ziyaret ederse cennete girer. >>
İbn ;Teymiyye, Nevevi, ve Suyuti bu hadis için << as-lı olmayan uydurma hadislerdir >> demiştir.
-<< Kim haccedip de benim kabrimi ziyaret etmezse benden uzaklaşmış olur. >>
İmam San’ani bu hadis için << Uydurma hadis >> demiştir.
-<< Benim yüzümün suyu hürmeti için Allah’a yalvarın. Çünkü Allah katında benim çok değerim vardır. >>
İbn Teymiyye bu hadisin uydurma olduğunu ve hiçbir hadis kitabında bulunmadığını söylemiştir.
İşte bu ve buna benzer uydurma hadisler Rasulullah (s.a.v)’in mezarını ziyaret etmenin müstehap olduğunu, hatta hac farizası gibi farz olduğunu ve oraya gidildiğinde Allah’tan istendiği gibi Rasulullah’tan da istenebileceğini iddia edenlerin temel dayana-ğıdır.
Bu uydurma hadislere sarılıp aşağıdaki gibi sahih olan hadis-leri terkettiler.
<< Ancak üç yeri ziyaret etmek için yolculuk yapılır: Mesci-dil Haram, Mescidin Nebevi ve Mescidil Aksa. >>
(Buhari-Müslim)
Mesele böyleyken onlar uydurma hadislere dayanarak Medine-i Münevvere’ye Mescid-i Nebevi’de namaz kılmak için değil de Rasulullah’ın kabrini ziyaret etmek için gidilmesi ve orada dua edilmesi gerektiğine iman ve iddia ederler.
Halbuki bu ziyaretin amacı Mescid-i Nebevİ’de namaz kılmak-tır. Yoksa Rasulullah’ın mezarını ziyaret etmek değildir.
Rasulullah (s.a.v)’e çirkin ve yakışmayan şeyler nisbet edip onu küçültüp alçaltmak niyetiyle hadis uyduran İslam düşmanları:
özellikle yemek ve içmek konusunda sahih hadislere zıt olan bir çok hadis uydurdular.

Bazıları:
- << Üzüm ve karpuz ümmetimin ilk baharıdır. >>
- << Kim baklayı kabuğu ile beraber yerse Allah Subhanehu ve Teala onun misli kadar yiyenin vücudu-na şifa verir. >>
- << Patlıcan her derde devadır. >>
- << Patlıcan yenildiği niyete göre fayda verir. >>
- << Balık yemek hasedi giderir. >>
- << Allah Subhanehu ve Teala Adem’i çamurdan yarattı ve dolayısıyla çamurun yenmesini Adem’in zürriyetine haram kıldı. >>
- << Mercimeği yiyin. Çünkü o mübarektir. Kalbi inceltir. Göz yaşlarını arttırır. Yetmiş nebi bunun hakkında mübarek olduğunu söylemiştir. >>
- << Pirinç adam olsaydı hikmet sahibi olurdu. >>
- << Pirinç benden ben pirinçtenim >>
(Tenzihiş-Şeria s: 235- 267 )
Bunun gibi uydurma, saçma, Rasulullah’ın söylemediği ve hiçbir hadis kitabında geçmeyen, sırf Rasulullah (s.a.v)’e ve bu dine zarar vermek, küçük düşürmek ve de eziyet vermek için uydurulmuş sözlerdir. Bunlar hadis diye bir çok cahil insanların kafalarını bulandırmışlardır.
Üçüncüsü: Ali ve ailesi hakkında uydurulan hadisler:
Kiyşilerin kendi görüş, fikir ve hevalarını destekleyip herhangi bir şeyden pay çıkartmak için uydurdukları hadisler de çoktur.
Tenzihiş-Şeria adlı kitabın sahibi Ebu Hasen Ali b. Irak şöyle dedi:
Bazı hafızlar şöyle dediler:
<< Yalnız Küfe ehlinin, Ali (r.a.) ve ailesinin fazileti hakkında uydurduğu hadisleri araştırınca 393 binden fazla uydurma hadis olduğunu gördük. >>
(Tenzihiş-Şeria)
Bunlardan bazı örnekler:
El-Hatib <<Tarih >> adlı kitabında şöyle rivayet edilmiştir:
Enes b. Malik’den Rasulullah (s.a.v) güya şöyle demiştir:
- Ben nebilerin sonuncusuyum. Ey Ali! Sen de velilerin sonuncususun! >>
El-Hatib bu hadis için uydurma hadistir hikayecilerden, Ömer b. Vasıl uydurmuştur, demiştir.
- << Ben ve Ali Nur’dan yaratıldık ve arşın sağ tarafında Adem (a.s)’ın yaratılmasından bin sene önce biz orada idik. Sonra Allah ve Teala Adem (a.s)’ı yarattı ve sonra biz atalarımızın sulbünden sulbüne ta Abdulmuttalib’in sulbüne gelinceye kadar geçtik. Allah Subhanehu ve Teala bizim ismimizi kendi isminden türetmiştir. Allah’ın ismi Mahmud’dur. Benim ismim ise Muhammed’dir. Allah’ın ismi el-Ala ve Aliyyun’dur. Ali’nin ismi ise Ali’dir. >>
Bu hadisi rivayet eden Cafer b. Ahmed b. Ali b. Beyan hadis uyduran yalancı Rafizilerden bir kimsedir.
<< Kim Ali için o insanların en hayırlısıdır demezse kafir olur. >>
Bu hadisi rivayet eden Muhammed b. Kesir el-Kufi yalancı ve güvenilmez bir kişidir.
<< Ben ilmin şehriyim Ali ise bu şehrin kapısıdır. Kim ilim tahsil etmek istiyorsa önce kapıya gelsin. >>
Rasuullah (s.a.v)’in, Ali (r.a) ikindi namazını kaçırdığı zaman namazı kaçırmasın diye güneşe tekrar geri dönmesini emrettiği hadis de uydurmadır.
<< Ali’ye bakmak ibadettir. >>
<< Kur’an’daki benim ismim << Veş-Şemsi ve Duhaha, Ali’nin Kur’an’daki ismi ise << Vel Kameri iza teleha >> Hasan ve Hüseyin’in Kur’an’daki isimleri << Vennahariu iza celleha, Muaviye’nin (İbn Umeyye’nin ) Kur’an’daki ismi ise << Velleyli iza yegşaha >>dır.
İmam Zehebi << Ezzeyl >> kitabında bu hadisin uydurma ve yalan bir hadis olduğunu söylemiştir.
Ali (r.a) şöyle demiş:
<< Ben Rasulullah’ı yıkadım ve göz çukurlarının suyundan içtim. Bundan dolayı geçmiş ve gelecekteki bütün her şeyin ilmine vakıf oldum. >> (El Fevaid s: 983)
Bu da uydurma bir hadistir.
İbn Abbas’dan:
Rasulullah’a sordum ki, Adem (a.s)’ın Allah’a söylediği ve Allah’ın da bu sebeple onu affettiği kelimeler hangileridir? Rasulullah (s.a.v) şöyle cevap verdi: << Adem (a.s)’ın Allah’a söylediği ve bundan dolayı affolun-duğu kelimeler şunlardır: << Muhammed’in, Ali’nin Fatma’nın Hasan ve Hüseyin’in hakkı için beni affet. << İşte bundun dolayı Allah onu affetmiştir. >>
(Tenzihiş-Şeria c: 1 s: 395 )
Bu gibi uydurma hadisler o kadar çoktur ki bu küçük kitaba sığdırmamız mümkün değildir. Bunları uyduranların ve bu inançta olanların Müslüman olmadıklarına ve bilakis İslam düşmanı olduklarından hiçbir şüphe yoktur. Buradaki gayemiz örnek vermek ve bu gibi hadislerle İslam’ı ve İslam ümmetini değişik inançlar ortaya çıkararak parçalamak isteyenlere dikkat çekmektir.
Dördüncüsü:Hurafe ve bid’atlerin ortaya çıkmasına sebep olan uydurma hadisler:
İnsanların, İslamın esas hakikatini, temellerini ve sağlam akideyi öğrenmemesi için İslamla alakası olmayan öyle şeyler uydurulmuştur ki, cahiller yüzyıllarca bunlarla oyalamış, gerçeğe yönelememişlerdir. İslam öyle çirkin gösterilmiş ki insanlar uzun zamandan beri gerçek İslamdan uzak durmuş, ona yaklaşmak istememişlerdir. Bu konuda çok hadis uydurulmuştur. Ama bunların hepsini burada zikredemeyeceğimiz için sadece örnekler vermekte yetineceğiz.
<< Allah (c.c) birinci semanın meleklerini inek suretinde, ikinci semanın meleklerini kartal suretinde, üçüncü sema-nın meleklerini insan suretinde, dördüncü semanın meleklerini Hur’il iyn suretinde beşinci semadaki melek-leri kuş suretinde, altıncı semadaki melekleri at suretinde yaratmıştır. Yedinci semadaki melekler ise arşın taşıyıcısı kılmıştır. (Tenzihiş-Şeria)
<< Harut ve Marut iki melek idiler. Yere insan şeklinde inmişlerdi. İnsanlardan bir kadın onları fitneye düşürmüş böylece Onunla zina yapmışlar. Sonra da Allah (c.c) bu kadını gezegen suretine çevirmiş Bu gezegenin ismi de Zehra imiş. Bu iki melek işledikleri suça karşılık dünya azabını seçmişler. >> (Tenzihiş-Şeria s: 209)
Rasulullah (s.av)’e iftira ederek onun şöyle dediğini söylediler:
<< Allah’ın öyle bir horozu vardır ki onun boynunun altında sarkan kısmı yerde, ibiği ise arşın altındadır. Namaz vakti öter, O öttükten sonra gök ve yerlerin horozları öter. Onlar << Ruh ve meleklerin Rabbini tesbih ve takdis ederiz >> diye öterler. >> (Tenzihiş-Şeria s: 189)

Rasulullah (s.a.v)’e iftira ederek onun şöyle söylediğini söyle-diler:

<< Ey Muaz! Ben seni kitap ehline teliğ etmen için gönderi-yorum. Eğer gökteki kuyruklu yıldız hakkında sorarlarsa şöyle cevap ver: << O arş altında bulunan yılanın tükürü-ğüdür. >> demiş.
<< Allah (c.c) güneş için dokuz melek görevlendirdi. Her gün ona kar atarlar. Böyle yapmasaydılar. Güneş herşeyi yakardı. >>
<< Dünya su üzerinde, su ise bir kaya üzerinde, kaya ise Yu-nus balığının üzerindedir. O balığın kenarı arşa dayanır ve ayakları havada olan bir meleğin sırtındadır. >>
<< Suheyl adındaki yıldız insanlara zulmederek harac alan bir insandı. Sonra Allah (c.c) onu yıldız şekline çevirdi. >>
<< Hurma ağacı Adem (a.s)’ın yaratıldığı çamurun artan kısmından yaratılmıştır. >>
(Tenzişih-Şeria s: 209-210)
<< Allah (c.c) öyle bir dağ yarattı ki onun ismi Kaf’tır. Bütün alemi sarar, dağın bir tarafı dünya üzerinde olan kaya-ya ulaşır. Allah (c.c) bir beldede zelzele yapmak isterse, dağa emir verir, dağda o belde hangi tarafta ise o tarafı sarsar ve bu şekilde zelzele (deprem) meydana gelir. >>
<< Dünya bir kaya üzerinde kaya bir boğanın boynuzları üzerindedir. Boğa kafasını sallayınca yer sallanır ve deprem meydana gelir. >> (El Esraril Merfua s : 450-45)
Bu ve bunun gibi uydurma hadisler o kadar çoktur ki bu kitaba sığdırmamız mümkün değildir. Fakat hepsinin tek gayesi vardır: İslam akidesini bozmak, islamı kötülemek, Rasulullah (s.a.v)’i küçültmektir.
Beşincisi: Kur’an hakkında uydurulan hadisler:
Akide konusunda en çok tahribat yapan uydurma hadisler Kur’an hakkında söylenen uydurma hadislerdir.
Kıyamete kadar mucizesi baki kalacak ve insanların hayatını düzenleyici sistem olan Kur’an’ı, hurafelerden ibaret, sadece ölüler için mezarda veya hastalıklar için okunan, içinde uydurma hikayeler bulunan bir kitap olarak göstermeye yetmiştir.
Bu konudaki uydurmalara bazı örnekler:
<< Dediler ki: Ey Musa! Orada zorba bir millet vardır. On-lar oradan çıkmadıkça biz o yere girmeyiz. Eğer onlar çıkarsa biz o zaman gireriz. (Maide: 22)
Bu ayeti şöyle tefsir etmişlerdir:
- << O beldede yaşayan insanlar öyle kocamanmışlar ki, onlardan birinin çenesinin gölgesi Musa’nın kavminden yet-miş kişi gölgelendirmeye yetermiş. Musa Filistindeki Eriha şehrine bu amalikalar hakkında bilgi edinmek için beni İsrail’den on kişiyi onlara göndermiş. Bunlar o amalikalılar
hakkında öyle şeyler görmüşler ki, bu gördüklerinden dolayı onlardan çok korkmuşlar.
Bu on iki kişi bir amalikalının bostanına girmişler, bostan sahibi onları yakalayıp meyve sepetinin içine koymuş, kralına götürmüş ve meyvelerle birlikte kralın masasına onları dök-müş.
Şimdi insan ister istemez düşünüyor:
Amalikalılar bu kadar büyük olduğuna göre acaba o zamanki portakalın büyüklüğü ne kadardı?!
Bu gibi saçma sapan uydurma hikayeler maalesef bazı tefsir kitaplarında da geçmektedir.
<< Allah Teala onlara yaratılışı tam ve düzgün bir çocuk, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında ona şirk koşmaya baş-dılar. Allah onların ortak koştuklarından yücedir. >> (Araf: 190)

Sapıklar bu ayetin tefsirinde kast olunanların Adem ile Havva olduğunu söylediler ve bu suretle Adem ile Havva (a.s)’a şirk isnadında bulundular.
<< Umulur ki Rabbin seni bir Makamı Mahmda yüksel-tir.>> (İsra:79)
- Yine o sapıklara göre; << Buradaki Makamı Mah-mud’dan kasıt; << Arştır >> ve Rasulullah (s.a.v) arşın üzerinde oturacaktır. >>
- << Nuh (a.s)’ın gemisi Kabe’yi yedi defa tavaf etti. Makamı İbrahim’in arkasında iki rekat kıldı. >>
Bunu hadis olarak Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem Rasulullah (s.a.v)’e isnad ederek rivayet etmiştir. Hakim ve Ebu Naim bu hadis için uydurmadır. Çünkü Abdurrahman b. Eslem mevzu hadisler rivayet eden yalancı ve güvenilmez bir kimsedir, demişlerdir.
Bu ayet ve hadisler Tenzihiş-Şeria da c: 1 s: 250’de geçmekte-dir.
<< Ve onu (hz. Nuh’u) tahtaları birbirine perçinlenmiş bir gemiye yerleştirdik. >> ( Kamer: 13 )

Yani: << Bu geminin perçinleri beş çividen ibarettir. Birinci çivi; Rasulullah’ın ismi, ikinci çivi Ali’nin, üçüncü çivi Fatıma’nın, dördüncüsü Hasan’ın, beşincisi de Hüseyin’in ismidir.
Rasulullah (s.a.s) bu konu hakkında şöyle demiş:<<Lev-halar geminin tahtaları, perçinleri ise biziz. Biz olmasaydık gemi yürüyemezdi.>> (Tenzihiş-Şeria c: 1, s:249)
Bazı tefsir kitaplarında, kimi müfessirler kafalarından bir ad-am uydurarak ona İvac b. Unuk’it Tavil ismini vermiş ve onunla ilgili şu uydurma hikayeleri uydurmuşlardır:
- <<Bu adamın boyu 3333 arşınmış. Nuh (a.s) bu kişiyi tufanla korkuttuğunda Nuh’a: << Senin o tabağım kadar olan gemine nasıl bineyim demiş. Ve tufan koptuğunda sular sadece dizine kadar ulaşmış. Denize girdiğinde deniz ancak topuk kemiğine kadar gelmiş. Denizden Yunus balığı avlar, güneş ışığında pişirip yermiş.
Daha sonra Musa’nın askerleri büyüklüğünde bir kaya koparmış bunu Musa’nın askerlerine atmak istemiş, fakat Allah-u Teala bunu onun boynuna gerdan gibi dola-mış, da o kayayı atamamış.
İbn Kayyım bu rivayet hakkında: Bu ve bunun gibi rivayetler, Rasullerle ve İslam diniyle alay etmek için uydurul-muş şeylerdir. Bunlar zındıkların işleridir, demiştir.
( El-Esraril Merfua s: 484)
- << İbrahim (a.s) Nemrut tarafından ateşe konulduğun-da, ateşten korunmak için Allah’a dua etmemiş, Cibril ona gelip ne istediğini sorunca da ona şöyle demiş:
<< O benim halimi nasıl olsa biliyor, ondan bir şey istemem gerekmez. >>
(Tenzihiş-Şeria c: 1 s: 420)
<< İblis ve zürriyeti size düşman olduğu halde, onları dost mu ediniyorsunuz? >> (Kehf: 50)
Bu ayetin tefsirinde şöyle bir uydurma rivayet vardır:
Rasulullah (s.a.v) iblis hakkında şöyle demiş:
<< Ben şimdi; İblisin kendi kuyruğunu kendi dübürüne so-kup yedi yumurta çıkarttığını görüyorum. Her yumurtadan kendine bir çocuk doğuruyor. Birinci yumurtadan çıkan; fakihlerle ilgileniyor, onlara ilmi unutturuyor ve devamlı abdest aldırıyor. İkinci yumurtadan çıkan; insanların mescid-de uyumalarını sağlıyor. Üçüncü yumurtadan çıkan ise; pazarlardaki insanlarla ilgileniyor...>>
(Tenzihiş-Şeria c: 1 s: 250)
Hafız İbn Hacer bu rivayet hakkında şöyle dedi:
<< Bu apaçık bir uydurmadır.>>
- << Süleyman (a.s) zamanında konuşan karınca köpek büyüklüğündeydi. >>
- << Bir adam varmış. İsmi Hama b. el-Heym b. Lakays b. İblismiş. Yeryüzünde ifsad edici birisiydi. Sonra tevbe etti.Bu adam Nuh, Hud,Salih,Musa,İsa ve sonra da Muhammed (s.a.v) zamanında yaşamıştır. Bu adam Muhammed (a.s) öldüğü halde ölmemiş yaşamaktadır. >>
(Tenzihiş-Şeria s: 239)
Mirac hakkında İbn Abbas’a nisbet eden ve sahih olmayan uydurma hadisler de vardır. İbn Merdivih tefsirinde, İbn Abbas’a senedle, semanın sıfatlarını anlatmıştır.
- << Birinci sema; dumandan, ikinci sema; demirden üçüncü sema; bakırdan, dördüncü sema; gümüşten, v.s....>>
Bir de daha sapık bir başka grup Kur’andaki Adem (a.s) kıssasını Ebcet (Ebcet, Hevves, Hutti, Kelimun) hesap-larıyla tefsir etmişlerdir.
<< Herşeyin bir sebebi vardır. Ama herkes bu sebepleri bilemez. >>
Ebcet hakkında ilginç bir olay anlatılmıştır.
Ebcet Allah’a itaat etmeyip yasak olan ağaçtan yemiş.
Hutti de bütün günahları affetmek anlamındaymış,
Kelimun ise; ağaçtan yedi. Sonra Allah onun tevbesini kabul etti, anlamındaymış.
Ebcet hesabıyla Kur’an’ı tefsir etmek büyük bir bid’at ve sapıklıktır.Hatta tarih boyunca Melek ve rasulerin bile bileme-diği ancak Allah (c.c)’in bildiği kıyametin vaktini ebcet hesa-bıyla tayin eden kimselerin çıktığı da görülmüştür.
Bu rivayet İbn Cerir’in Taberi tefsirinde geçmektedir. Çok uydurma bir rivayettir. Zaten ibn Cerir Taberi bu uydurma ri-vayetleri insanlar öğrensin ve çekinsinler diye kitabında zik-retmiştir. Yoksa sahih olduğundan değil. Zaten ibn Cerir sakınsınlar diye sapık rivayetleri böyle önemli bir kitapta al-masaydı daha iyi olurdu. Çünkü cahil kimseler bunlarda hakikatten bir pay olduğunu zannedebilirler.
Maalesef tefsir kitaplarının çoğunda böyle hurafe, uydur-ma, sahih olmayan, zayıf rivayetler geçmektedir. Hatta bir tefsir kitabı hakkında alimler şöyle demişlerdir: << Tefsir dışında her şey vardır. >>
Bu zayıf, uydurma, hurafe olan hikayelerin tefsir kitapların-da geçmesi ve müfessirlerin bu hikayeleri gerekli araştırmaları yapmadan nakletmeleri İslam’a büyük bir zarar vermiştir. Cahillerin gözünde Kur’an’ı bir hayat sistemi olmaktan uzaklaştırıp bir masal kitabı haline getirmişler.
Hatta hadis uyduranlar öyle şeyler uydurdular ki Kur’an’ın her şey için olduğunu iddia ettiler.
Bu konuda şöyle uydurma bir rivayet vardır:
- << Kur’andan dilediğiniz yerden, dilediğiniz şeyi alın, fayda verir. >>
Bu rivayet batıl ve uydurma bir rivayettir. Tasavvufçular bunun gibi rivayetlere dayanarak Kur’an’ın her ayetinin bir hastalığa şifa olarak indiğini söylemişlerdir.
Mesela;
<< Gece ve gündüzde sakin olan her şey onundur. >>
ayetini baş ağrısı için, (En’am: 13 )
<< Dağlar hakkında sorar, Allah onu dümdüz yapacak.>>
(Ta-ha: 105)
ayetini bacak şişmesi ve romatizma için,
<< Her hamile taşıdığı çocuğu doğurur. >>
(Hac: 2)
ayetini doğum yapacak fakat doğumu zor olan kadın için şifa verdiğini ve bunların da tecrübeyle sabit olduğunu her insana anlatırlar. Üstelik sözlerini desteklemek için şöyle derler:
Zaten Rasulullah (s.a.v)’de Kur’andan dilediğinizi alın size fayda verir, demiştir.
Şüphesiz Kur’anın ayetleri bu şekilde tefsir edilerek menfaatperestler tarafından bir gelir kaynağı olarak kullanıl-mıştır. Sonunda Kur’an bir hayat sistemi, bir hidayet kitabı olma özelliğinden uzaklaştırılıp alay, oyun, insanlardan mal kazanmak ve Müslümanların akidesini bozmak için kullanılan bir kitap haline getirilmiştir.

 

ehlinimet

Asistan
Katılım
7 Ocak 2013
Mesajlar
409
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Gördüğüm kadarıyla burada geçen hadislerin çoğu, hadis alimleri tarafından uydurma (mevzu) olarak nitelendirilmiştir.
Şimdi siz sapıtmış bazı şeytan avanelerinin asılsız sözlerini duyup okuyup hep ten ve topluca tasavvufu inkar ediyorsunuz ya buna kaş yapayım derken göz çıkarmak denir.Sen bazı cahil kişilerin sözüyle yüce Hakk ın aşıklarını kıran üzen ve aşağılayan bu ifadelerinin vebalini bilebilseydin asla bu sözleri söyleyemezsin.Evet ben de bir tarikat düşmanıydım.tasavvufta neymiş şeyhler falan (haşa) derdim.Tasavvuf meğer hal ilmi imiş tadılmadıkça yaşanılmadıkça asla anlaşılamayan bir ilim imiş.Size tavsiyem Allah u teala dan samimi bir kalp ile hakiki tasavvuf yolunu istemek ve o güzel ilim ile şereflenmenizdir.
Unutma ki Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri Üftade hazretlerine neden intisap etti.İnkar ettiği tasavvuf yolunu sonradan niye sıkı sıkıya bağlandı.İmam-ı Azam r.a. neden şu son iki senem olmasaydı Numan helak olmuştu diyerek tasavvufu ve ehline intisap ile kurtulduğunu anlatmıştır.Zâhir ulemâsının muttaki olanları kalp erbâbının ve bâtın ulemâsının üstünlük ve faziletini daima tasdik ederlerdi.İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Şeybân Râî -kuddise sırruh- isminde evliyâ-i kiramdan bir zâtın huzurunda, mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Onun bu durumunu bazı âlimler hazmedemediler. "Senin gibi bir âlim nasıl olur da bir çobandan bilgi alır?" dediklerinde "Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir." cevabını verdi. (İhyâ-u ulûm'id-dîn)
Bir defasında İmam Ahmed bin Hanbel -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ile İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri kazaya kalmış namazların nasıl kılınacağı hususunda konuşurlarken, yanlarına Şeybân Râî -kuddise sırruh-Hazretleri gelmişti. İmam-ı Ahmed, İmam Şâfii'den o çobanı imtihan etmek için izin istemiş. Fakat İmam-ı Şâfii Hazretleri o çobanın kalbine dokunmayı lâyık görmemiş iken İmam-ı Ahmed Hazretleri çobana: "Bir mümin bir vakit namazını kaçırsa, sonra da beş vakitten hangisini kaçırdığını unutsa, hangi vakti kaza etmelidir?" diye sordu. Çoban dikkatle baktı ve: "O kimse gaflette kalmıştır, beş vakti de kaza etmelidir." cevabını verdi.
İmam Ahmed -rahmetullahi aleyh-, çobanın mehâbetinden dolayı kendinden geçip yere düşmüş, ayılınca velilerin çobanı böyle olursa, âlimlerinin ne mertebede oldukları üzerinde düşünmüş ve muhabbet yoluna sülûk etmiştir.
Nitekim İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, evliyâ-i kiram'dan İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için: "Seyyidimiz, efendimiz İbrahim" buyururlardı. Yakınları kendisine bu tazimin, bu hürmetin sebebini sorduklarında: "Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz. Onlar ise kendilerini unutup hikmetle Mevlâ'larını düşünürler." cevabını vermiştir. (Marifetname)
Onlar bütün bu hakikatlere vâkıf ve vâris olduktan sonra imametten velâyete nâil olmuşlardır.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hakk ile olduğunu gördü, bildi ve söyledi.
Bunu biraz açalım. Ağzı mühürlü iki teneke var. Birisinin içi mücevher dolu, diğerinin ise taş. Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün açık olması lâzımdır. O ise gördü ve seçti, tâzim etti. Görülüyor ki bilmek başka, olmak başka.
Bilen ve görebilen için zâhiri ilimle batınî ilimler arasında bu kadar açık farklar vardır.
Onların içinde Hakk var. O ise bir maskeden ibaret, vücudu ise elbiseden ibaret. İmam-ı Âzam Hazretleri ona bunun için tâzim etti. Niçin tâzim etti? Hakk'a vâsıl olduğu için ve Hakk ile olduğu için tâzim etti. Vaktaki bu tecelliyata mazhar olunca:
"Eğer şu iki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu." buyurdu ve anlayanlara duyurdu.
Fakirin kanaatine göre bu ene kabuğunu son iki senede delmiş, hiçliğini bilmiş ve Hakk'a vâsıl olmuş.
Esas budur. Bu hususta boşuna münakaşa edilmiştir.
Ey kendinde ilim ve varlık gören kendini bilmeyenler! Bu beyandan ibret al da, helâk olmaktan kurtul.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz böyle buyurdu, sen kim oluyorsun?

Allâme Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri Yakup Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap etmiş, daha sonra şeyhi onu kendi mürşidi olan Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri'ne götürmüş, onunla görüştükten sonra:
"Yakup Çerhî'ye intisab etmeden önce râfizî imişim. Alâeddin Attar Hazretleri'ne mülâki olduktan sonra Allah'ımı bildim." buyurmuş.
Buna benzer daha birçok misaller vardır.

Vahdet-i vücud Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah edildiği halde neden herkes anlamıyor?:
Allah-u Teâlâ’nın kelâmı ile Vahdet-i vücud size izah edildiği halde neden anlamadığınızı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’le size cevap verecek ve siz de bu hakikat aynasında kendinizi göreceksiniz.
Bazı zâhiri inkârcı âlimler bu ilimlere âşina olmadıklarından, daha doğrusu bilmediklerinden ötürü tasavvufu inkâr ettikleri gibi, bu ilimleri de inkâr ediyorlar. Hem bu Âyet-i kerime’leri, hem de bu Hadis-i şerif’leri cehaletlerinden ötürü inkâr ediyorlar da farkında değiller.
İşte bunları böylece size bildiriyorum ve açıyorum.
Hadis-i şerif’i bir daha arzediyorum:
“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifetullah ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gayeye ulaşmak için faydalı olan ilmin bu ilim olduğunu beyan buyuruyor. Bu gaye nedir? Hazret-i Allah’a ulaşmaktır.
Allah’a ulaşmak için bir insanın “Fenâfişşeyh”de terbiye görmesi şarttır, “Fenâfirrasul”de terbiye görmesi şarttır, sonra “Fenâfillah”a çıkması bununla mümkündür. Başka türlü mümkün değil. İşte bu Hadis-i şerif’i de inkâr etmiş oluyorlar.
Zâhirî ilim dış nizamı tesis eder, bâtınî ilim içi nurlandırır. Bu ilmi bilmediklerinden inkâra kalktılar. Neden? İçine nüfuz edemediklerinden, hakikata âşina olamadıklarından, daha doğrusu ahlâk-i zemimeden kurtulamayışlarından...
Enelik kabuğunda kalmışlar ve bu cehaleti yapmışlar.
Bir zamanlar yumurta temsilini vermiştik, bugün de vermeye çalışacağız. Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğu, tarikat ilmi beyazı, hakikat sarısı, civcivin çıkması ise marifetullahtır. Civciv çıkınca o kabuğun hiç hükmü kalıyor mu bir düşünün!
Kabuk O’nundur aslında, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, marifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır.
Ve fakat buna erişemeyenler Allah-u Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetleri nefsine mâleder, kendi malı imiş gibi göstermeye ve satmaya çalışır.
Emânât-ı ilâhîyi nefis putuna mâlettiği içindir ki; hem yalancı, hem riyâkâr, hem sahtekâr olduğunu da bilmez.
Âyet-i kerime’de:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisâ: 79)
Bunu insan bir türlü bilemiyor, ben bildim diyor, ben yapıyorum diyor.

Zâhirî âlimler içeriye nüfuz ettiği zaman, bir dereceye kadar derûnî noktalara gelebilir. Mülhime’ye kadar gelir. Fakat içine nüfuz edemeyenler dışta kalır, çın çın öter, kendisinden başka kimsenin bir şey bilmediğini zanneder, fakat cidden cahildirler. Bu böyle. Bir de bazı cahil tarikat ehli kimseler vardır ki “Ben şeriatta değilim tarikattayım.” derler, otomatik olarak dinden çıkarlar.
Bazı câhil nurcular var “Biz tarikatta değil hakikattayız.” derler. Ne tuhaf! Fazilet kapısına ayak basmamış, kendisini hakikat kapısında zannediyor, işte bunlar cehalettedir.
Bunlar içe nüfuz etmek durumudur. Allah-u Teâlâ dilediğine zâhirî ilim vermiştir, dilediğine hem zahirî hem tarikat ilmini vermiştir. Dilediğine hem zâhirî, hem tarikat hem hakikat ilmini vermiştir. Fakat asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan budur.
Allah-u Teâlâ bir kulu severse, seçerse; onu kendinden bir ruh ile, hiç kimsede olmayan kudsî ruh ile destekler. O zaman civcivin kabuğundan çıktığı gibi, o ruh da âlem-i misale kadar gider, velilerin meclisine girer, mele-i âlâya girer. Bunların hepsi Allah-u Teâlâ’nın lütf-u ihsanı ile, o kudsî ruhla desteklendiklerinden ötürüdür.
Ve şimdi bu mevzuyu bir Hadis-i şerif’le izaha çalışacağız.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesnâ. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesnâ. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.” (Keşf-ül hafâ)
Herkes kendisini bu aynada görsün, hepimiz daha doğrusu... Hani benler şimdi?
Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Bu Âyet-i kerime’yi bilmediklerinden inkara kalktılar. Neden? Bunların muallimi iblis... Bunlar sadır ilminden tamamen habersiz olduklarındandır.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
“Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir.” (Buharî)
Bu Hadis-i şerif’i de bilmediklerinden inkâr ediyorlar.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Buna Hakkal-yakîn ilmi denir. Bu ilimden bahseden bazı zevât-ı kiramın bazısı âlimler tarafından bazısı zalimler tarafından yok edilmişlerdir. Âlim, fakat bilmedi, hased etti, yok olsun gitsin dedi. Size nümune olarak bunlardan bir kaç tanesini arzedeceğim.
Şeyh-ül ekber Muhyiddin İbnül-arabî -kuddise sirruh- Hazretleri bir âlemdir. O zaman bilmediler, astılar ve çöplüğe gömdüler. Ne büyük cehalet değil mi?
Seyyid Nesîmi Hazretleri Allah dediği için derisini yüzdüler. Şu zulme bakın. Bunu ben âlimim diyenler yaptı.
Hallâc-ı Mansur Hazretlerini hapishanede sürüklediler, neler neler yaptılar. Neden? Hakk dediği için.
Ve kimisini zehirle öldürdüler.
Bunların sayısı yüzlercedir. Fakat ibret için size bir tanesini arzedeceğim.
Bir gün Üsküp’teyim. Bir mevzu açıldı. Dediler ki “Üsküp’ün üstünde bir perde var, bu perde hiç kalkmıyor.” Ve şöyle anlattılar: Bir gece halk büyük bir telâşa kapılmış, yangın çıktı diye. Hatta zamanın valisi pijama ile koşmuş. Halk ateşe doğru yaklaştıkları zaman bakıyorlar ki ateş değil, İsmail Hakkı Hazretlerinin evinden nur parlıyor. Vali duruma vâkıf oluyor, halkı dağıtarak hane-i saâdetine giriyor. Bakıyor ki İsmail Hakkı Hazretleri küçücük bir odada mum ışığında “Allahu nûrussemâvâti vel-ard” Âyet-i kerime’sini tefsir ediyor. Durumu gören vali özür diliyor ve çıkıyor.
Hadise ertesi günü şehre yayılıyor. Fakat dedik ya bilemediler, haset ettiler diye. Zâhiri bazı âlimler ne yapıyor biliyor musunuz? Bir tertip hazırlayarak “Bu adam zındıktır, ayakkabısının içinde Âyet-el kürsî var.” diyorlar. Bakıyorlar Âyet-el kürsî çıkıyor ve bu zâtı Üsküp’ten sürüyorlar. Hanımı da hamile, şehirden çıkarken gayr-i ihtiyari Üsküb’e bir bakmış, Üsküb’ün işi bitmiş. O perde inmiş bir daha da kalkmamış.
Diyorlar ki; bir daha yerli halkı Allah-u Teâlâ burada tutundurmadı, yabancılar ona hürmet ettiler, ondan sonra bu memlekete yabancılar sahip oldular.
Neden? Allah-u Teâlâ’nın bu nurunu oradan çıkardıklarından. Bu bir ibrettir. O zaman bunlar bu hakikatı açarken anlayamadılar. Âlim hased etti, zâlim ise zulmetti, zulmünü yürüttü. Fakat şunu iyi bilin ki Hazret-i Allah’ın bu sevgililerini yok etmeleri, tıpkı yahudilerin peygamberlerini yok etmeleri gibidir.
Amma Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde ne buyuruyor?
“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir.”
Bu Hadis-i şerif’e dikkat edin, yaptıkları ne büyük bir cehalet değil mi? Marifetullah ilminden bahsettiklerinden ötürü bu haller onların başına geldi.
Ve size bu ilimden bahsediliyor, ibret alın.

Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı, sadece ilk devirlerde bulunan müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün müslümanların bu gibi inayetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediğini gönderir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif’e iki mânâ vereceğim. Zâhirî mânâsı; evvelki gelen ümmet mi hayırlıdır, âhir zamanda gelecek olan ümmet mi hayırlıdır belli değil. Bâtınî mânâsı ise; evvelki gelen veliler mi daha hayırlıdır, sonraki gelecek veliler mi daha hayırlıdır bilinmez.
Onun için, artık o Resulullah ki “Bilinmez!” buyuruyor, burada insan şahsî fikrini yürütüp dimağını çalıştırmamalı.
İşte bu ilimden bir kısmı size açılıyor. Siz de bu ilim karşısında şaşırıyorsunuz. Ve fakat hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le arzettiğimizden kimse de itiraz edemiyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız? (Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)
Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)
İşte ancak Vahdet-i vücud’dan bunlar bahseder, başka kimse bilemez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cumâ: 4)

Vâris-i enbiyâ olan bir veli Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hem nübüvvet hem velâyet hâline de sahiptir. Ki biz buna “Sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyet”diyoruz. Çünkü üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem’ül-enbiyâ’nın -sallallahu aleyhi ve sellem- bir emânetidir. Bütün fazilet o emanette.
Okumakla, zâhirî ilimlerin tahsili ile bu hâlin husule gelmesi imkânsızdır, akla bile gelmesin.
Peygamber Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibârı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.
Neden anlamadığınızı şimdi size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’te cevap verecek:
“Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billah olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Bir Âyet-i kerime’de:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” buyuruluyor. (Sâd: 72)
Bunlar bizzat Allah-u Teâlâ’nın kendi lütfundan kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Ve Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
İşte fazilet buradan geliyor.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o lâtifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
“Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)
“Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Al-i imran:13)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashab-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhari)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun...
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz. Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir isterse bildirmez.
“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)
Hadis-i şerif’inden rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişir.
Bunun da delili şu Hadis-i şerif’tir:
“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
 

ehlinimet

Asistan
Katılım
7 Ocak 2013
Mesajlar
409
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Bu mevzuda kimler konuşuyor?
1. Âlem-i billah olan Hazret-i Allah’ı bilir, ancak onlar Hakk’tan konuşur. Onların halk ile işleri olmaz, halka muhtaç değillerdir. Bu gibi kimseler hiç bir zaman; madde, makam, menfaat üzerinde durmazlar. Çünkü onlar gerçekten Hakk’ta fani olmuşlardır. Allah-u Teâlâ’nın nasıl tecelli edeceğine ne hükmedeceğine bakarlar. Onların ilimleri vehbi’dir, Hakk’tan gelir.
2. Âlimin ilmi kesbî’dir, satırdan nasip alır. Hakk’a ulaşamadığı için halktan rağbet bekler ve daima nefsini düşünür. Her ne kadar hizmet etse de, nefisle olduğu için gayeler, maksatlar, menfaatlar üzerinde durur.
3. Yazar’a gelince, o ise cebini düşünür. Bakarsın harikulade yazılar yazmıştır, fakat daha yazmadan evvel, cebine ne gireceğinin hesabını yapar. Şayet en mühim bir mevzu dahi olsa, eğer onun cebine dokunacaksa onu ilân etmez.
Ve biz bunları imtihan ettik, körfez savaşında. Yazıyı verdik, hiç bir gazete neşretmedi. Sonra vakit geçtikten sonra bir gazete yazdı.
Manevî tahsil görmek için Fenafişşeyh, Fenâfirrasul makamlarını geçmek ve Fenâfillah’a çıkmak şarttır. Fenâfişşeyh’te varlık yok edilir. Fenâfirrasul’de yokluk yok edilir. Fenâfillah’ta ise hiçlik yok edilir. Daha doğrusu hiç olduğunu gözü ile görmeye başlar, azamet-i ilâhî tecelli eder. Şeyhte fâni olmadıkça Fenâfirrasul olunmaz. Resulullah Aleyhisselâm’da fâni olunmadıkça Hazret-i Allah’ta fâni olunmaz. Başka türlü manevî tahsil kişinin hayalinden bile geçmesin. Bu mevzu Fenâfillah’a çıkan kimselere aittir. Bu mevzuyu yalnız onlar anlar.
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zariyat: 21)
Âyet-i kerime’si onlarda tecelli eder, başkasında değil. Onlar görüyor başkası değil. Fenâfillah olmadan hiç bir kimsenin bu mevzuda konuşması katiyetle doğru değil. Sen bu hakikatları görmüyorsun, nasıl bahsedebiliyorsun? Bu mevzuda yazmak şöyle dursun, okumak dahi doğru değil. Çünkü okumak için de o hâle gelmek lâzım. Ehl-i hakikatın kitaplarını okumayın. Çünkü o görüyor, biliyor, söylüyor. Sen ise görmüyorsun, bilmiyorsun, konuşuyorsun. Bu terakkiyattan bu merhalelerden geçmeyen bir kimse bir şey biliyorum zannederek, bu mevzuyu anlatmak için kalemi eline alırsa, bilsin ki irşâd değil ifsad etmiş olur. Çünkü hakikatı bilmiyor, görmüyor. Bir de din-i mübini ifsad etmek için masonlar ve hırıstiyanlar tarafından hususiyetle yetiştirilenler vardır. Allah-u Teâlâ’nın emirlerini, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanlarını tahrip ve tahrif etmek ve inkâr etmek isterler. Bunlar bugün ortalığı hayli istilâ etmişlerdir. Ne büyük ızdıraptır bu! Küfür atını serbest oynatıyor. Fakat makamında oturanlar bir kukladan ibaret kalıyor. Hiç bir müdahaleleri olmuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir. Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)


 

ehlinimet

Asistan
Katılım
7 Ocak 2013
Mesajlar
409
Tepkime puanı
6
Puanları
0
HEP O’NUN VE O’NDAN

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kudret ve azametine, uçsuz ve bucaksız nimetlerine delâlet ve şehâdet eden güzellikleri intibah nazarlarına arzediyor:“Görmez misin ki, Allah gökten bir su indirir de bu sayede yeryüzü onunla yemyeşil kesiliverir.
Şüphesiz ki Allah Lâtif’tir, her şeyden haberdardır.” (Hacc: 63)
Rüzgarları gönderir, bulutları kaldırır, yeryüzüne yağmurlar yağdırır, ölü bir halde olan yeryüzü canlanır, kuruluğundan ve kuraklığından sonra yemyeşil hale gelir.
Yağmur Allah-u Teâlâ’nın mülkü olan gökten, yine Allah-u Teâlâ’ya ait olan yeryüzüne inmektedir. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi O’dur.
“Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. Muhakkak ki O Gânî’dir, Hamid’dir.” (Hacc: 64)
Hiç bir şekilde hiç kimseye muhtaç olmaz. Bir kimse hamdetse de etmese de bütün hamdler O’na mahsustur.
“Görmedin mi? Allah yerde olanları ve emriyle denizde akıp giden gemileri buyruğunuz altına vermiştir.” (Hacc: 65)
Yeryüzünde bulunan her şeyi insanoğlunun emrine musahhar kılmış ve onları iyi bir şekilde kullanıp değerlendirme imkanını lütfetmiştir.
Gemiler denizde O’nun kolaylaştırması ve musahhar kılmasıyla bu şekilde akıp gitmektedir. İnsanların menfaatı için, O’nun gücü ve dilemesi ile denizde yüzerler.
“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için O tutar.” (Hacc: 65)
Mevcut düzen ilâhi kudretin tezahürüyle kurulduğu gibi, yine o ilâhî kudretin tecellisi ile bozulacaktır. İzni olduğu gün göğün düşmeden durması imkansızlaşır. Bu ise kıyamet koptuğunda olacaktır.
“Doğrusu Allah insanlara çok şefkatli çok merhametlidir.” (Hacc: 65)
Onlar için nice menfaat kapıları açmış, kendilerine istifade kabiliyeti vermiştir. Ta ki bu nimetlerine karşılık insanlar O’na şükretsinler.

 

ehlinimet

Asistan
Katılım
7 Ocak 2013
Mesajlar
409
Tepkime puanı
6
Puanları
0
HEM O’DUR
HEM O’NDANDIR
Yeryüzünde Hazret-i Allah’ın çeşmeleri vardır. Her nasiplinin nasîbi, ezelî takdir ve taksîmât nisbetinde o çeşmenin yanında durur. Çeşme O’nun... Çeşme dahi o deryâdan bir şey alamaz. Bin sene dursa, su gelmedikçe akıtamaz.
Buradaki çeşmeden murat, zamanın mürşid-i kâmilidir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri feyz deryasından Habib-i Ekrem’in deryasına akıtır. Habib-i Ekrem’in deryasından zamanın mürşidinin deryasına akar. Zamanın mürşidinin deryasından da nasipdar olanlara feyz-i ilâhî verilir.
Hazret-i Allah’ın hoparlörleri de vardır, tecelli eder söyletir. Yerinde binlerce sene dursa bir hoparlör kendiliğinden konuşabilir mi? Ancak Hazret-i Allah’ın tecelli edip konuşturduğu kimseler hoparlörlük vazifesini görür. Ne akıtmış ne söyletmiş ise...
Böyle olmasına rağmen bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın bu tecelliyatını kendine mâlederse, “Ben çeşmeyim” veya “Ben hoparlörüm” derse; veyahut ki hiç tecellî etmediği halde tecelli etmiş gibi, kendisinde varmış gibi göstermeye çalışırsa, bu sırları benimserse o dalâlettedir. Hem kendisini hem etrafını zehirlemiş olur.
Bu gibi esrar-ı ilâhi ne zaman tecelli eder?
Bir insan pislik yuvarlayan Cubullâ adlı pislik böceğinin pisliği yuvarladığı gibi kendisine ait tüm varlığının pislik şeklinde yuvarlandığını gözü ile görmedikçe hiç bir zaman bu hâl husule gelmez. Ve o kimse Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye de sahib-i salâhiyet değildir.
Bunun da sırrı şudur: Asliyetinin bir damla pislik olduğunu insan kendisi göremez. Onu göstermek için başka göz lâzım. O göz de Hazret-i Allah’ın lütuf nûrudur. O nûr ışığı ile ona kendi asliyetini gösterir. O zaman o göz onun değildir. Fakat bu sırlara gözü ile görebilecek kadar vâkıf olanlar dünyâ yüzünde nâdir kimselerdir.
Şimdi size Vahdet-i vücud’u öyle izah edeceğiz ki, Âyet-i kerime’lerle tasdik edeceğiz ve artık hiç bir şüpheniz kalmayacak.
Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” buyuruluyor. (Nûr: 35)
O’nsuz hiç bir zerre yok. Fakat O görülmüyor da perde olan cesed görülüyor. Halbuki aslında her şey ölüdür.
Meselâ Âdem Aleyhisselâm’a rûh verilmeden evvel çamur halinde idi. Rûh O’nun emri, O’nun varlığıdır. Verdiği zaman dirildi ve hareket etmeye başladı.
İnsanoğlu rûh verildiği zaman her şeyi yapıyor. O’nun varlığı ile hareket ediyor. Hazret-i Allah rûhu çektiği zaman hiç bir şey kalmıyor. Demek ki var olan O imiş.
O’nu bilmek ise manevî tahsillerle mümkün olur.
Zâhirde ilk, orta, yüksek tahsiller olduğu gibi, manevî ilimler ve manevî tahsiller de mevcuttur.
Bu manevi tahsil üç merhaledir:
1– İlmel-yakîn, “Bilmek”tir.
2– Aynel-yakîn, “Bulmak”tır.
3– Hakkâl-yakîn ise “Olmak”tır.
İlmel-yakîn mertebesinde olanlar “Zâhid”ler, Aynel-yakîn mertebesinde olanlar “Ârif”ler, Hakkâl-yakîn mertebesine ulaşanlar da “Vâkıf”lardır.
Bir ilim diğerine erişemediği için Hakikat da anlaşılamıyor. Merhaleler arasında çok farklar vardır.
Göz üç türlüdür:
1– Kör göz: Tabiat karanlığına düşmüştür, ondan başka hiç bir şey görmez.
2– Şaşı göz: Hem kendisine, hem de Yaratanına bakar. Yani biri iki görür.
3– Görür göz: Hazret-i Allah’ın nûru ile bakar. Her şeyin O’nunla kaim olduğunu görür ve bilir. Kendisini görmez.
Çözülmeyen ve bilinmeyen Vahdet-i vücud’un sırrı budur. Hakkâl-yakîne vasıl olanların bilebileceği bir mevzudur. Bilinmeyerek münakaşa edilmiştir. Yapan O’dur, perdede başkası görülür.
Şeyhül-ekber Muhyiddin İbn-ül Ârabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Her şey O’dur.” İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Her şey O’ndandır.” buyurmuşlar.
Tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için, bu iki Zât-ı muhterem ayrı beyanlarda bulunmakla İslâm’da büyük bir çelişme husule gelmiştir. Ve bu çelişme şimdiye kadar devam etmektedir. Biiznillahi Teâlâ bu çelişmeyi izale ediyoruz, kaldırıyoruz ve bunu size Âyet-i kerime ile ispat edeceğiz.
Her iki söz de doğru. Fakir her ikisinin beyanlarını bir cümlede birleştiriyoruz ve diyoruz ki:
“Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O’nun varlığı ile kaimdir.”
Böylece bu ihtilafı ortadan kaldırıyoruz, elhamdülillah.
Binaenaleyh hem O’dur, hem O’ndandır. Her zerrede O’nun varlığı mevcuttur. Her şey cesed, O ise ruhtur. Nasıl ki sende bir cesed var. Allah-u Teâlâ’nın emri ile, ruhu ile duruyorsun. Kâinat da böyledir. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?
“Evet hem O’dur, hem O’ndandır.”
Âyet-i kerime’ye gelince:
“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fâtiha: 1)
Bu sözümüzü bu Âyet-i kerime ile ispat ederiz. Hem “Elhamdülillahi Rabbil-âlemin” diyorsun da neden ayırmaya çalışıyorsun? “O’dur”, “O’ndandır.” diye? Zira hem O’dur, hem O’ndandır. Çünkü Rabbül-âlemin’dir. O Sübhan’dır, O Sultan’dır, hem Hâlık’tır, hem Râzık’tır.
Size arzedilen bu hakikatler Hazret-i Allah’ın bildirip ve göstermesiyledir, şüphesiz ki bunlar mahluka ait değildir.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına.” (Neml: 59)
“Lütfedip hidayeti ile bizi buna kavuşturan Allah’a hamdolsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık.” (A’raf: 43)
Ben bugün varım yarın yokum. Allah-u Teâlâ sizin elinize bu nuru veriyor. Herhangi bir dalâlet ehli ile karşılaştığınızda, bu nuru çıkardığınız zaman, hiç bir kimse konuşamaz. Çünkü hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ediyoruz. Önünüze Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu koyuyoruz. Size de ne mutlu ki Cenab-ı Hakk size bu hakikatları duyuruyor.

 

ehlinimet

Asistan
Katılım
7 Ocak 2013
Mesajlar
409
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Bu gibi esrar-ı ilâhî ne zaman tecelli eder?:
Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna edip yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse onun göstermesi ile Azamet-i ilâhîyi görür. Azamet-i ilâhîyi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Rabbimi Rabbimle bildim.” buyurmuşlardır.
Fakat şu hale inmeyen, bunları Allah-u Teâlâ’nın nuru ile görmeyen kimse Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Bu gibi kimseler Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye sahib-i salâhiyet bile değildirler.
Yaratılışı olan bir damla meniye indiği zaman, âyân-ı sâbitesini gördüğü zaman, Allah-u Teâlâ’nın tecellisi husule geldiği zaman bir de bakar ki yalnız O var. Vücud da O, mevcud da O...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruyor. (Nur: 35)
Ve bunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize Hadis-i şerif’le açıklıyor, fakat biz o tecelliyâta mazhar olmadığımız için anlamıyoruz.
Buyururlar ki:
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizi)
Bakınız az önce geçen Âyet-i kerime’yi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl görmüş ve nasıl açıklıyor. Yani Âyet-i kerime ile bu Hadis-i şerif’le açıklamaya çalışıyorum daha doğrusu.
Gerek bu pisliği gerek âyân-ı sâbiteyi görebilmek için ancak Allah-u Teâlâ’nın lütuf nur ışığı lazımdır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o aziz ve celil olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Münâvî)
Ancak bu nura sahip olanlar bunu görür, başkası göremez, başkasına şâmil değildir, çünkü o göz onun değildir. İlâhi bir nur ile bakar. O’nunla bakar, O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tecelliyat-ı ilâhîsine mazhar olanlardır. Bunlar Hakkal-yakîn olan kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın içte olduğunu görüyor, O’ndan başkasını da görmüyor. Allah-u Teâlâ’yı gördüğü zaman kişi kendisini göremez. Bu hitab-ı ilâhîye mazhar olanlar bunlardır.
Kim ki bunu görmezse bu mevzudan bahsetmesin.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Bunu bilmeyen Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Dikkat ederseniz size Vahdet-i vücud’u hem izaha hem de Âyet-i kerime’lerle ispata çalışıyoruz.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Evvel O, Âhir O, Zâhir O, Bâtın O...” (Hadid: 3)
Allah-u Teâlâ Evvel’dir, ezelidir.
Âhir’dir; sona ermekten münezzehtir.
Zâhir’dir; her görünen varlık O’nun kudretinin eseridir, O’nun varlığı ile kaimdir.
Bâtın’dır; Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur, varlık da vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Kün feyekûn.”, “Ol” buyuruyor, her şey oluyor. O’nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.
O ise her şeyden her şeye yakındır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki; Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsrâ: 85)
Ruhu koyduğu zaman var gibi görünüyorsun. Emrini çektiği zaman yok oluyorsun. Sen de böylesin, kâinât da böyledir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir’de Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime’de ise:
“Habibim! Sen atmadın Allah attı.” buyuruluyor. (Enfal: 17)
Görünüşte Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- attı, fakat Hazret-i Allah “Ben attım!..” buyuruyor.
Ancak bu hale gelen Vahdet-i vücud’dan bahsedebilir. Bu hale gelen ise hiç bahsetmez, hiç konuşmaz. Bir de bu var. Bilen bu sırrı açmadı, bilmeyen konuştukça konuştu. Ve bu bir zehirdir, bilmeyerek bu mevzudan konuşursa, kişi kendisini ve etrafını zehirlemiş olur.
İnsan bildiği mevzuda konuşmalı, bilmediği mevzuda konuşmamalı, aksi halde cehaletini ortaya koymuş olur.

 
Üst