dedekorkut1
Doçent
AMEL-İ SALİH
SELİM GÜRBÜZER
Bir müminin sırf iyi niyetli olması yetmez, iyi niyetini Salih amelle taçlandırması da gerekir. Hem şu fani dünyada peygamberlerden, sahabelerden, rabbani âlimlerden daha çok kim iyi niyetli olabilir ki. Hele her bir peygamberin, her bir sahabenin, her bir rabbani âlimin hayatlarına bir bakalım, ibadetten geri kalmadıklarını görürüz. Düşünebiliyor musunuz âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Habibi Peygamberimiz (s.a.v) bile ‘Dosdoğru ol’ emrin gereği ibadet yapmakla mükelleftir. Hakeza bu mükellefiyete eşleri, evlatları, ehlibeyti ve tüm ümmeti de dâhildir. Nitekim Hz. Fatıma annemizin ruhunu almak için gelen ölüm meleğine, rahmet meleklerinden biri:
-Dikkat et, ruhunu alacağın kişi Peygamber kızıdır deyince,
Ölüm meleği şöyle der:
-Peygamber kızı da olsa vazifem gereği sadece Salih ameli bilirim der.
Evet, Peygamber kızı da olsa ahret için Salih amel şarttır. Anlaşılan bu dünyadan göç edildiğinde soyun sopun, malın mülkün, şan şöhretin bunların hiçbirinin bir hükmü yoktur, ruz-i mahşerde Allah’ın huzurunda tek kıymete değer Salih ameldir. Bir mümin düşünün ki, geceleyin teheccüd namazı kılmakta, yetmedi sabah namazı kıldıktan sonra güneş doğuncaya dek oturarak Allah’ı zikredip akabinde iki rekât namaz kılmakta. Bu durumda Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu veçhiyle o müminin sağ omzundaki kiramen kâtibin melek, derhal gereğini yapıp amel defterine tam bir (nafile) hac ve umre sevabı yazar. Keremine çok şükür ki, Yüce Allah cömert sahibidir, bu sayede derin uykudan kalkıp da Salih amel işleyen kulunu boş çevirmemekte, bilakis tam bir hac ve umre sevabıyla mükâfatlandırmakta. Üstelik bu mükâfat hiç bir yol sıkıntısı ve bedeni yorgunluk sıkıntısı çekilmeksizin Allah’ın lütfu bir mükâfattır. Besbelli ki geceleyin yeryüzüne sağanak sağanak inen bu ilahi rahmeti ancak kalbi uyanık amel-i salih işleyen kullar çekebilmekte. Çekemeyenlerse malum, gaflet uykusunda uyuyanlardan başkası değil elbet.
Peki, geceleri gaflet uykusuyla ibadetsiz geçiriliyor da ne oluyor, güya beden dinlendirilmiş oluyor, ruhense ilahi rahmetten istifade etmemiş halde güne uyanılmış olunur. Şayet buna da uyanmak denirse, hiç kuşkusuz böyle uyanıldığında çok büyük bir ruhi çöküntü içerisinde ve derbeder bir halde güne merhaba denilecektir.. Bu durumda olma hali tıpkı kalaylanmayan bakır kab gibidir. Nasıl ki kalaylanmayan bakır kabdan içilen ayran insanda gıda zehirlenmesi bir etki yapıyorsa, aynen öyle de gece ibadetiyle kalaylanmayan bir kalple güne başlamakta ruhi bunalım etkisi yapacaktır. Oysa insanın dünyaya geliş gayesi gaflet uykusuyla ömrünü geçirmek değildir, bilakis geliş gayemiz: “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat:56) ayeti mucibince Yüce Allah’a kulluk etmektir. O halde, daha ne duruyoruz, vakit kalbimizi ibadetle uyanık tutma vaktidir. Şayet kalbimizi ibadetle iri ve diri tutmazsak biliniz ki ömrümüzü bir hiç uğruna heba etmiş olacağız demektir. Zaten görünen köy klavuz istemez, gelinen noktada İslam’la olan bağlarımız zayıfladıkça, biz kim Salih amel işlemek nere, varsa yoksa dünyalık peşinde koşturmak birinci önceliğimiz olmuş durumda. Şöyle bir İslam’ın zirve yaptığı yıllarda ki müminlerin bir durumuna bakalım, birde şuan ki bizim durumumuza bir bakalım. Bizden öncekilere baktığımızda kahır ekseriyetinin rotasını Allah’a çevirdiklerini ve azimetle Salih amel işlediklerini, hayatlarını sünnet-i seniyye üzere tanzim ettiklerini, ölenlerin çoğununda sakallı olarak göç ettiklerini görürüz. Bizim kuşağa baktığımızda ise diğerlerini hiç saymaya gerek yok, sırf sakaldan hareket etiğimizde ölenlerimizin çoğunun sakalsız olarak göç ettiklerini görürüz. Eski kuşak mı akıllı, biz mi akıllı pek bilinmez ama şu bir gerçek eskiler sünnet sevabını kaçırıp sakalsız kabre girecek kadarda akılsız değillerdi. Bilindiği üzere sakal Peygamberimizin sünneti olmasının ötesinde tıpkı gece namazında olduğu gibi gece gündüz demeden yirmi dört saat sevap hanesine yazılacak türden Salih bir ameldir. Hani sadece kaçırdığımız sünnet sakalı olsa belki gam yemeyiz, o kadar sevap hanemize yazılacak pek çok fiili sünnetleri kaçırıyoruz ki, halimize üzülmemek elde değil. Biz böyle gaflet deryasında yüzüp pek çok fırsatı kaçıra duralım, bakın Allah Teâlâ dünyada iken fırsatları değerlendiren kullarını ruz-i mahşerde huzuruna çağırdığında onları nasıl müjdeliyor:
-“Ey kulum! Beni ve Resulümü görmediğin halde iman edip itaat ettin. Benden, ne dilersen dile, her istediğin verilecek. İşte Resulümün cemalini gör.”
Hiç kuşkusuz tüm bu müjdelerin yanı sıra cennetlik mümin kullarına Rü’yetullah’ını da gösterecek. Böylece Salih kullarının itaat etmelerinin karşılığı olarak cemalini görme şerefi tattırılmış olur.
Her ne kadar eski kuşak nesle göre durum vaziyetimiz pek iç acıcı görünmese de, şu bir gerçek, artık İslami hayatın kıt olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bundan dolayı da bu zamanda az bir Salih amel karşılığında çok büyük ecir ve mükâfatta verilmektedir. Nitekim bu hususta Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir sohbetlerinde:
-Ahir zamanda yapılan bir amel karşılığında elli amel sevabı yazılır buyurunca, Sahabeyi Kiram:
-Ya Rasulüllah! Yani bizim şu an yaptığımız elli amelin sevabı mı yazılır, yoksa sizin yaptığınızın sevabı mı?
Rasulüllah (s.a.v) cevaben şöyle der:
-Sizin yaptığınız elli amel sevap yazılır.
Tabii bu işin sevap yönü, azap yönü ise malum hangi dönemde olursa olsun mesela dinin direği beş vakit farz namazın tek bir vaktini terk etmenin bedeli bir hukbe cehennem azabıdır. Ki, söz konusu bu bir ahiret günü hukbeyi dünya ölçeğine vurduğumuz da seksen yıla tekabül etmekte. Dolayısıyla bir müminin bilerek ve kasten farz olan ibadeti terk etmenin hiçbir şaka götürür yanı yoktur. Bikere ismi üzerinde farz ibadeti, yani akıl baliğ olan müminlerin yapması gereken Allah’ın emri ibadetten söz ediyoruz, dolayısıyla farzın eda etmeme lüksümüz asla söz konusu olamaz, eda etmemek için ya deli olmamız gerekir, ya da ölmemiz icab eder. Nitekim namaz deliden ve ölüden sual edilmez bir ibadettir. Farzın dışında kılınan namazların terkinde ise kaza gerekmediğine göre her hangi bir müeyyide de söz konusu değildir. Ancak nafile namazda olsa yerine getirildiğinde sevab olarak hanesine yazılır. Hakeza tüm nafile salih ibadetlerde öyledir. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle der: “Zerre miskal hayır işleyen karşılığını görecek, zerre miskal şer işleyen de karşılığını görecektir” (Zilzal:7–8). Gerçekten de şu fani dünyada her ne yaptıysak “O gün ağızlarını mühürleyeceğiz, elleri bizimle konuşacak ve ayakları yaptıklarına şahadet edecektir” (Yasin:40) ayet-i mucibince ruz-i mahşerde salih amellerde, kötü amellerde tek tek ortaya dökülecek de. Şüphe yoktur ki, Allah’ın adalet terazisinden kimse kaçamayacaktır. Zira Allah adildir, aynı zamanda kuluna zulmetmez de. Yeter ki kul “Sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et” (Hicr–99) ilahi hükmün gereği Salih amel işlemek için çaba sarf etsin, Yüce Allah (c.c) kulunun bu çabasına karşılık birtakım işlemiş olduğu kusurlarını “El-Settar” isminin tecellisiyle örtecektir.
Şu da var ki, ibadet gaye değildir, Allah’a yakinlik hali kazanmada sadece vasıtadır. O halde bir mümin bindiği vasıtayı gayeleştirmesi doğru olmaz, çünkü ibadetten maksat Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah muhafaza Rıza-yi Bârinin dışında başka gayeler edindiğimizde tıpkı dinden bihaber olanlar gibi şeytanın maskarası ve oyuncağı oluruz. Malum, şeytan meleklerinde hocası olup neredeyse gök ile yer arasında secde etmediği yer kalmamıştı. Ama gel gör ki, salih amelini sermaye görerekten gayeleştirip ilahi emre itiraz etmesiyle birlikte huzurdan tard ediliverdi. Madem öyle, bir mümin olarak Salih amel işlediğimizde amelimizi görmemeli, her daim Allah’ın rızasını gözetmeli, aksi halde şeytanın düştüğü çukura yuvarlanmamız an meselesi diyebiliriz. İşte Şah-ı Hazne (k.s) bu nedenledir ki şöyle der : “İnsan son nefesine kadar ne olacağını bilemez. Onun için insan hep son nefesinin kaygısını çekmeli, son nefesini gözetmeli.” Nitekim görünen o ki, kurtuluş Allah Teâlâ’nın Kur’an’da beyan buyurduğu veçhiyle “Akıbet (kurtuluş) takva sahipleri içindir” (Araf:123).
Zaten pek çok ehl-i tarik zatlar, yegâne kurtuluşun takvadan geçtiğini bildikleri içindir Salih amel hususunda ruhsatla ve cevazla amel etmek yerine azimetle amel etmek yolunu kendilerine düstur edinmişlerdir. Örnek mi? İşte Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın maneviyatta feyiz aldığı Abdülhalik Guvdüvani (k.s) amel hususunda şöyle nasihatte bulunur: “Hey oğul Bahaeddin, zikr-i ilahiden fariğ olma! Mahlûkata halisane hizmet et. Çünkü Hakka giden yol, hizmetten geçer, Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzer ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittiba et, ruhsatları bırak, bid’atlerden kaç, insanat, hayvanat ve nebatat senden hizmet bekler. Hafi zikre sarıl. Allah yar ve yardımcın olsun.” Elbette ki, bu öğüt karşısında Şah-ı Nakşibend (k.s) gereğini yapıp sofilerine ısrarla ruhsatla değil, azimetle amel etmeleri yönünde telkinlerde bulunur bile.
SELİM GÜRBÜZER
Bir müminin sırf iyi niyetli olması yetmez, iyi niyetini Salih amelle taçlandırması da gerekir. Hem şu fani dünyada peygamberlerden, sahabelerden, rabbani âlimlerden daha çok kim iyi niyetli olabilir ki. Hele her bir peygamberin, her bir sahabenin, her bir rabbani âlimin hayatlarına bir bakalım, ibadetten geri kalmadıklarını görürüz. Düşünebiliyor musunuz âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Habibi Peygamberimiz (s.a.v) bile ‘Dosdoğru ol’ emrin gereği ibadet yapmakla mükelleftir. Hakeza bu mükellefiyete eşleri, evlatları, ehlibeyti ve tüm ümmeti de dâhildir. Nitekim Hz. Fatıma annemizin ruhunu almak için gelen ölüm meleğine, rahmet meleklerinden biri:
-Dikkat et, ruhunu alacağın kişi Peygamber kızıdır deyince,
Ölüm meleği şöyle der:
-Peygamber kızı da olsa vazifem gereği sadece Salih ameli bilirim der.
Evet, Peygamber kızı da olsa ahret için Salih amel şarttır. Anlaşılan bu dünyadan göç edildiğinde soyun sopun, malın mülkün, şan şöhretin bunların hiçbirinin bir hükmü yoktur, ruz-i mahşerde Allah’ın huzurunda tek kıymete değer Salih ameldir. Bir mümin düşünün ki, geceleyin teheccüd namazı kılmakta, yetmedi sabah namazı kıldıktan sonra güneş doğuncaya dek oturarak Allah’ı zikredip akabinde iki rekât namaz kılmakta. Bu durumda Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu veçhiyle o müminin sağ omzundaki kiramen kâtibin melek, derhal gereğini yapıp amel defterine tam bir (nafile) hac ve umre sevabı yazar. Keremine çok şükür ki, Yüce Allah cömert sahibidir, bu sayede derin uykudan kalkıp da Salih amel işleyen kulunu boş çevirmemekte, bilakis tam bir hac ve umre sevabıyla mükâfatlandırmakta. Üstelik bu mükâfat hiç bir yol sıkıntısı ve bedeni yorgunluk sıkıntısı çekilmeksizin Allah’ın lütfu bir mükâfattır. Besbelli ki geceleyin yeryüzüne sağanak sağanak inen bu ilahi rahmeti ancak kalbi uyanık amel-i salih işleyen kullar çekebilmekte. Çekemeyenlerse malum, gaflet uykusunda uyuyanlardan başkası değil elbet.
Peki, geceleri gaflet uykusuyla ibadetsiz geçiriliyor da ne oluyor, güya beden dinlendirilmiş oluyor, ruhense ilahi rahmetten istifade etmemiş halde güne uyanılmış olunur. Şayet buna da uyanmak denirse, hiç kuşkusuz böyle uyanıldığında çok büyük bir ruhi çöküntü içerisinde ve derbeder bir halde güne merhaba denilecektir.. Bu durumda olma hali tıpkı kalaylanmayan bakır kab gibidir. Nasıl ki kalaylanmayan bakır kabdan içilen ayran insanda gıda zehirlenmesi bir etki yapıyorsa, aynen öyle de gece ibadetiyle kalaylanmayan bir kalple güne başlamakta ruhi bunalım etkisi yapacaktır. Oysa insanın dünyaya geliş gayesi gaflet uykusuyla ömrünü geçirmek değildir, bilakis geliş gayemiz: “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat:56) ayeti mucibince Yüce Allah’a kulluk etmektir. O halde, daha ne duruyoruz, vakit kalbimizi ibadetle uyanık tutma vaktidir. Şayet kalbimizi ibadetle iri ve diri tutmazsak biliniz ki ömrümüzü bir hiç uğruna heba etmiş olacağız demektir. Zaten görünen köy klavuz istemez, gelinen noktada İslam’la olan bağlarımız zayıfladıkça, biz kim Salih amel işlemek nere, varsa yoksa dünyalık peşinde koşturmak birinci önceliğimiz olmuş durumda. Şöyle bir İslam’ın zirve yaptığı yıllarda ki müminlerin bir durumuna bakalım, birde şuan ki bizim durumumuza bir bakalım. Bizden öncekilere baktığımızda kahır ekseriyetinin rotasını Allah’a çevirdiklerini ve azimetle Salih amel işlediklerini, hayatlarını sünnet-i seniyye üzere tanzim ettiklerini, ölenlerin çoğununda sakallı olarak göç ettiklerini görürüz. Bizim kuşağa baktığımızda ise diğerlerini hiç saymaya gerek yok, sırf sakaldan hareket etiğimizde ölenlerimizin çoğunun sakalsız olarak göç ettiklerini görürüz. Eski kuşak mı akıllı, biz mi akıllı pek bilinmez ama şu bir gerçek eskiler sünnet sevabını kaçırıp sakalsız kabre girecek kadarda akılsız değillerdi. Bilindiği üzere sakal Peygamberimizin sünneti olmasının ötesinde tıpkı gece namazında olduğu gibi gece gündüz demeden yirmi dört saat sevap hanesine yazılacak türden Salih bir ameldir. Hani sadece kaçırdığımız sünnet sakalı olsa belki gam yemeyiz, o kadar sevap hanemize yazılacak pek çok fiili sünnetleri kaçırıyoruz ki, halimize üzülmemek elde değil. Biz böyle gaflet deryasında yüzüp pek çok fırsatı kaçıra duralım, bakın Allah Teâlâ dünyada iken fırsatları değerlendiren kullarını ruz-i mahşerde huzuruna çağırdığında onları nasıl müjdeliyor:
-“Ey kulum! Beni ve Resulümü görmediğin halde iman edip itaat ettin. Benden, ne dilersen dile, her istediğin verilecek. İşte Resulümün cemalini gör.”
Hiç kuşkusuz tüm bu müjdelerin yanı sıra cennetlik mümin kullarına Rü’yetullah’ını da gösterecek. Böylece Salih kullarının itaat etmelerinin karşılığı olarak cemalini görme şerefi tattırılmış olur.
Her ne kadar eski kuşak nesle göre durum vaziyetimiz pek iç acıcı görünmese de, şu bir gerçek, artık İslami hayatın kıt olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bundan dolayı da bu zamanda az bir Salih amel karşılığında çok büyük ecir ve mükâfatta verilmektedir. Nitekim bu hususta Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir sohbetlerinde:
-Ahir zamanda yapılan bir amel karşılığında elli amel sevabı yazılır buyurunca, Sahabeyi Kiram:
-Ya Rasulüllah! Yani bizim şu an yaptığımız elli amelin sevabı mı yazılır, yoksa sizin yaptığınızın sevabı mı?
Rasulüllah (s.a.v) cevaben şöyle der:
-Sizin yaptığınız elli amel sevap yazılır.
Tabii bu işin sevap yönü, azap yönü ise malum hangi dönemde olursa olsun mesela dinin direği beş vakit farz namazın tek bir vaktini terk etmenin bedeli bir hukbe cehennem azabıdır. Ki, söz konusu bu bir ahiret günü hukbeyi dünya ölçeğine vurduğumuz da seksen yıla tekabül etmekte. Dolayısıyla bir müminin bilerek ve kasten farz olan ibadeti terk etmenin hiçbir şaka götürür yanı yoktur. Bikere ismi üzerinde farz ibadeti, yani akıl baliğ olan müminlerin yapması gereken Allah’ın emri ibadetten söz ediyoruz, dolayısıyla farzın eda etmeme lüksümüz asla söz konusu olamaz, eda etmemek için ya deli olmamız gerekir, ya da ölmemiz icab eder. Nitekim namaz deliden ve ölüden sual edilmez bir ibadettir. Farzın dışında kılınan namazların terkinde ise kaza gerekmediğine göre her hangi bir müeyyide de söz konusu değildir. Ancak nafile namazda olsa yerine getirildiğinde sevab olarak hanesine yazılır. Hakeza tüm nafile salih ibadetlerde öyledir. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle der: “Zerre miskal hayır işleyen karşılığını görecek, zerre miskal şer işleyen de karşılığını görecektir” (Zilzal:7–8). Gerçekten de şu fani dünyada her ne yaptıysak “O gün ağızlarını mühürleyeceğiz, elleri bizimle konuşacak ve ayakları yaptıklarına şahadet edecektir” (Yasin:40) ayet-i mucibince ruz-i mahşerde salih amellerde, kötü amellerde tek tek ortaya dökülecek de. Şüphe yoktur ki, Allah’ın adalet terazisinden kimse kaçamayacaktır. Zira Allah adildir, aynı zamanda kuluna zulmetmez de. Yeter ki kul “Sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et” (Hicr–99) ilahi hükmün gereği Salih amel işlemek için çaba sarf etsin, Yüce Allah (c.c) kulunun bu çabasına karşılık birtakım işlemiş olduğu kusurlarını “El-Settar” isminin tecellisiyle örtecektir.
Şu da var ki, ibadet gaye değildir, Allah’a yakinlik hali kazanmada sadece vasıtadır. O halde bir mümin bindiği vasıtayı gayeleştirmesi doğru olmaz, çünkü ibadetten maksat Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah muhafaza Rıza-yi Bârinin dışında başka gayeler edindiğimizde tıpkı dinden bihaber olanlar gibi şeytanın maskarası ve oyuncağı oluruz. Malum, şeytan meleklerinde hocası olup neredeyse gök ile yer arasında secde etmediği yer kalmamıştı. Ama gel gör ki, salih amelini sermaye görerekten gayeleştirip ilahi emre itiraz etmesiyle birlikte huzurdan tard ediliverdi. Madem öyle, bir mümin olarak Salih amel işlediğimizde amelimizi görmemeli, her daim Allah’ın rızasını gözetmeli, aksi halde şeytanın düştüğü çukura yuvarlanmamız an meselesi diyebiliriz. İşte Şah-ı Hazne (k.s) bu nedenledir ki şöyle der : “İnsan son nefesine kadar ne olacağını bilemez. Onun için insan hep son nefesinin kaygısını çekmeli, son nefesini gözetmeli.” Nitekim görünen o ki, kurtuluş Allah Teâlâ’nın Kur’an’da beyan buyurduğu veçhiyle “Akıbet (kurtuluş) takva sahipleri içindir” (Araf:123).
Zaten pek çok ehl-i tarik zatlar, yegâne kurtuluşun takvadan geçtiğini bildikleri içindir Salih amel hususunda ruhsatla ve cevazla amel etmek yerine azimetle amel etmek yolunu kendilerine düstur edinmişlerdir. Örnek mi? İşte Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın maneviyatta feyiz aldığı Abdülhalik Guvdüvani (k.s) amel hususunda şöyle nasihatte bulunur: “Hey oğul Bahaeddin, zikr-i ilahiden fariğ olma! Mahlûkata halisane hizmet et. Çünkü Hakka giden yol, hizmetten geçer, Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzer ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittiba et, ruhsatları bırak, bid’atlerden kaç, insanat, hayvanat ve nebatat senden hizmet bekler. Hafi zikre sarıl. Allah yar ve yardımcın olsun.” Elbette ki, bu öğüt karşısında Şah-ı Nakşibend (k.s) gereğini yapıp sofilerine ısrarla ruhsatla değil, azimetle amel etmeleri yönünde telkinlerde bulunur bile.