Darul_Beka
Profesör
- Katılım
- 17 Kas 2013
- Mesajlar
- 2,221
- Tepkime puanı
- 175
- Puanları
- 63
ARAPÇAYI HİÇ BİLMEYEN MEAL YAZARLARINA
Meal yazarlarının hem metin dili olan Arapçayı hem de çeviri dili olan Türkçeyi tüm kuralları ve kültürü ile beraber mükemmel derecede bilmesi elzemdir. Bu çerçevede dille alakalı şu hususları yeniden hatırlatmak isteriz; insanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için, kelimelerle ve işaretlerle yapmış oldukları bir anlaşma olan[1] dilin beş temel işlevi vardır:
Belli bir anlama yapılan göndermenin simgeleştirilmesi,
Dinleyiciye yönelik tutumun açığa vurulması,
Göndermeye yönelik tutumun açığa vurulması,
Amaçlanan etkinin uyandırılması gerekir.
Anlama yapılan göndermenin de desteklenmesi lâzımdır.[2]
Eğer bir dil, bu işlevlerini yerine getirmeyecek olursa, söyleyenle söylenen arasındaki iletişimin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiğinden bahsetmek mümkün değildir. Hatta dilin işlevi bağlamında şu realitenin de gözden kaçırılmaması gerekir: “Dinleyici, görünür simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani; sadece söylenen sözü doğru olarak işitmek, kullanılan dili bilmekle kalmayıp, kullanılan jest ve ses uyumu gibi kelime dışı simgeleri doğru olarak gözlemlemelidir.”[3] Sözlü kültür ürünleri yazıya geçirilince; sonraki muhataplar kullanılan jest ve mimikleri göremedikleri için, anlamalarında az da olsa kusur vardır. Bu kusuru aşmak, ancak söylenen söze gerçek anlamda şahit olmakla mümkün olabilir. Burada şu hakikati vurgulamak gerekiyor; hiçbir meal yazarı nüzul dönemi ve anına şahit olmadıkları için göremediklerini meale yansıtamazlar. İşte bu nedenle Kur’an tercümesi yapmak imkânsızdır.
Diğer yandan konuşulan dillerin mekânı vardır. Buna dilin coğrafyası denir. Dilin iyi anlaşılmasında etkili olan coğrafyasından kasıt, bir dilin anlatım yollarını, o dili konuşan toplumun geçmişini, yaşam biçimini, geleneklerini ve çeşitli özelliklerini belirten önemli ipuçlarını bilmektir.[4] Tüm bu sayılanlar, semantik yapabilmenin de anahtarlarıdır.[5] Bu çerçevede Arap dilini ele alırsak, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemindeki dili; o dönemin ve bölgenin, kendisine özgü şartların, Arap örf ve adetlerinin, kısaca bir hayat tarzının ürünü olduğu görülecektir. Kelimelerin anlamı, o çevrenin ve o şartların içerisinde doğmuş, o dönem Arap kültürünün etkisiyle şekillenmiştir.[6] “Belirli bir kültürün ve coğrafyanın oluşturmuş olduğu dil olgusunun ürünlerini; çeşitli amaçlar için ortaya konan metinleri sadece birer araç olarak görmek, çok yönlü bağlamından koparmak suretiyle ele almak, ahlâk dışı bir davranıştır.”[7] Bu sayılan hususların hangi meal hazırlayıcısı tarafından göz önünde bulundurulduğunu ve ahlaki davranıldığını iddia edebiliriz. Ciddi bir meal hazırlayabilmek için dil yatağına gidip Arapların örfleri ve deyimleri üzerinde yıllarını veren hangi meal yazarlarıdır? Bu söylenenlere olumlu cevaplar vermek zordur. Bunlar olmayınca da ortaya mükemmel ürünler çıkarmak mümkün olmuyor.
Buraya kadar yazdıklarımızın özeti; dili iyi anlamak için bir takım öncüller vardır. Bu öncüller ne kadar iyi bilinirse dil o kadar iyi bilinir. Bu öncüllerin en önemlilerinden birisi de, dilin bağlamıdır: “Kur’an metninin anlaşılabilmesi için önce onun dil dokusu, dokuyu oluşturan sözcük ve tümcelerin yapı ve delalet yönlerini, sözcüklerin kök manalarıyla sonradan müktesep delalet zenginliklerini; ayrıca anlamın oluşmasında etkisi ve katkısı olan dil dışı unsurları, kısaca kültürel, toplumsal, tarihsel ve olgusal bağlamları bilmek gerekmektedir.”[8] Usûlî anlamda tanımını öne çıkardığımız sahâbîler, tüm bunları bilen insanlardı. Fetihlerle beraber sınırları genişleyen İslâm coğrafyasında, Müslümanların dini sözcüklerine izafî manalar yüklendi. Sözcük ve terimler, bağlamından koparıldı.[9] Sahâbîlerden sonra dili anlama sorunu ortaya çıktı ve büyüdü. Zira sahabenin her biri Kur’an’ı ve onun ayrı ayrı kelime terkiplerinin tamamını bilirdi.[10] Öyle ki, Hz. Ömer, Kur’an’ı en iyi şekilde anlamanın olmazsa olmaz iki anahtarı olarak kabul ettiği dil ve sünnet konusunda valisi Ebu Musa el-Eş’arî’ye (ö: 44/664) gönderdiği mektupta şu talimatı veriyordu: “Sünneti ve Arap dilini iyi öğreniniz.”[11] Hatta Hz. Ömer’in seçmiş olduğu sözcüğün “Tefakkuh ediniz” şeklinde olduğunu iyi düşünürsek; öğrenmekten kasıt, dile tam vukûfiyeti içeren mükemmel bir anlama faaliyetidir.
Dilde yetersiz, hadis ve sünnet konularında reddiyeci tutum sergileyen kişiler vahyi anlama faaliyetinin iki anahtarını da kaybetmişlerdir. Ellerinde bu öncüllerin olmadığı meal/tefsir hazırlayıcıları önce ciddiyetlerini takınıp ayetleri oyuncak edinmemeli; dilde ve dinde derinleşmeli. Kur’an’ın Kur’an’la, Kur’an’ın sünnetle ve Kur’an’ın sahabe tarafından yapılan tefsirlerini iyi bilmeliler ve klasik kaynakları da yeterince tanımalıdırlar. Aksi hâlde hevalarından konuşmuş olurlar ki bir değeri olmaz…Burada şunu da hatırlatmak isteriz. Şimdilerde hiç Arapça bilmedikleri hâlde eş deş kelimeler üzerinden meal hazırlamak da moda oldu. Ne diyelim! Allah hidayet versin…
Mehmet SÜRMELİ
[1] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1988, I, 374
[2] Göktürk, Akşit, Çeviri: Dillerin Dili, İstanbul 1994, s. 23.
[3] Schumaer, E. F., Aklı Karışıklar İçin Klavuz (trc.: Mustafa Özel), İz Yay., 3. Baskı, İstanbul 1999, s. 106.
[4] Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, T.D.K. Yay., Ankara 1982, s. 38.
[5] Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 17
[6] Cündioğlu, Dücane, Kur’an Çevrilerinin Dünyası, Kitabevi Yay., İstanbul 1999, s. 37.
[7] Eco, Umberto, Yorum ve Aşırı Yorum (trc.: Kemal Atakay), Can Yay., İstanbul 1996, s. 119.
[8] Kılıç, Sadık, Mak: “Dil ve İnsanın Tarihselliği Bağlamında Dini Metin”, Dil ve Hermenotik Sempozyumu, Erzurum 2001, s. 98.
[9] Keleş, Ahmet, Hadislerin Kur’an’a Arzı, İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 122.
[10] İbn Haldun, Mukaddime, II, 464.
[11] İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Musannef fi’l-Ehâdîsi ve’l-Âsar, tahk.; Said Muhammed Liham, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1989, VI, 139
Meal yazarlarının hem metin dili olan Arapçayı hem de çeviri dili olan Türkçeyi tüm kuralları ve kültürü ile beraber mükemmel derecede bilmesi elzemdir. Bu çerçevede dille alakalı şu hususları yeniden hatırlatmak isteriz; insanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için, kelimelerle ve işaretlerle yapmış oldukları bir anlaşma olan[1] dilin beş temel işlevi vardır:
Belli bir anlama yapılan göndermenin simgeleştirilmesi,
Dinleyiciye yönelik tutumun açığa vurulması,
Göndermeye yönelik tutumun açığa vurulması,
Amaçlanan etkinin uyandırılması gerekir.
Anlama yapılan göndermenin de desteklenmesi lâzımdır.[2]
Eğer bir dil, bu işlevlerini yerine getirmeyecek olursa, söyleyenle söylenen arasındaki iletişimin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiğinden bahsetmek mümkün değildir. Hatta dilin işlevi bağlamında şu realitenin de gözden kaçırılmaması gerekir: “Dinleyici, görünür simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani; sadece söylenen sözü doğru olarak işitmek, kullanılan dili bilmekle kalmayıp, kullanılan jest ve ses uyumu gibi kelime dışı simgeleri doğru olarak gözlemlemelidir.”[3] Sözlü kültür ürünleri yazıya geçirilince; sonraki muhataplar kullanılan jest ve mimikleri göremedikleri için, anlamalarında az da olsa kusur vardır. Bu kusuru aşmak, ancak söylenen söze gerçek anlamda şahit olmakla mümkün olabilir. Burada şu hakikati vurgulamak gerekiyor; hiçbir meal yazarı nüzul dönemi ve anına şahit olmadıkları için göremediklerini meale yansıtamazlar. İşte bu nedenle Kur’an tercümesi yapmak imkânsızdır.
Diğer yandan konuşulan dillerin mekânı vardır. Buna dilin coğrafyası denir. Dilin iyi anlaşılmasında etkili olan coğrafyasından kasıt, bir dilin anlatım yollarını, o dili konuşan toplumun geçmişini, yaşam biçimini, geleneklerini ve çeşitli özelliklerini belirten önemli ipuçlarını bilmektir.[4] Tüm bu sayılanlar, semantik yapabilmenin de anahtarlarıdır.[5] Bu çerçevede Arap dilini ele alırsak, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemindeki dili; o dönemin ve bölgenin, kendisine özgü şartların, Arap örf ve adetlerinin, kısaca bir hayat tarzının ürünü olduğu görülecektir. Kelimelerin anlamı, o çevrenin ve o şartların içerisinde doğmuş, o dönem Arap kültürünün etkisiyle şekillenmiştir.[6] “Belirli bir kültürün ve coğrafyanın oluşturmuş olduğu dil olgusunun ürünlerini; çeşitli amaçlar için ortaya konan metinleri sadece birer araç olarak görmek, çok yönlü bağlamından koparmak suretiyle ele almak, ahlâk dışı bir davranıştır.”[7] Bu sayılan hususların hangi meal hazırlayıcısı tarafından göz önünde bulundurulduğunu ve ahlaki davranıldığını iddia edebiliriz. Ciddi bir meal hazırlayabilmek için dil yatağına gidip Arapların örfleri ve deyimleri üzerinde yıllarını veren hangi meal yazarlarıdır? Bu söylenenlere olumlu cevaplar vermek zordur. Bunlar olmayınca da ortaya mükemmel ürünler çıkarmak mümkün olmuyor.
Buraya kadar yazdıklarımızın özeti; dili iyi anlamak için bir takım öncüller vardır. Bu öncüller ne kadar iyi bilinirse dil o kadar iyi bilinir. Bu öncüllerin en önemlilerinden birisi de, dilin bağlamıdır: “Kur’an metninin anlaşılabilmesi için önce onun dil dokusu, dokuyu oluşturan sözcük ve tümcelerin yapı ve delalet yönlerini, sözcüklerin kök manalarıyla sonradan müktesep delalet zenginliklerini; ayrıca anlamın oluşmasında etkisi ve katkısı olan dil dışı unsurları, kısaca kültürel, toplumsal, tarihsel ve olgusal bağlamları bilmek gerekmektedir.”[8] Usûlî anlamda tanımını öne çıkardığımız sahâbîler, tüm bunları bilen insanlardı. Fetihlerle beraber sınırları genişleyen İslâm coğrafyasında, Müslümanların dini sözcüklerine izafî manalar yüklendi. Sözcük ve terimler, bağlamından koparıldı.[9] Sahâbîlerden sonra dili anlama sorunu ortaya çıktı ve büyüdü. Zira sahabenin her biri Kur’an’ı ve onun ayrı ayrı kelime terkiplerinin tamamını bilirdi.[10] Öyle ki, Hz. Ömer, Kur’an’ı en iyi şekilde anlamanın olmazsa olmaz iki anahtarı olarak kabul ettiği dil ve sünnet konusunda valisi Ebu Musa el-Eş’arî’ye (ö: 44/664) gönderdiği mektupta şu talimatı veriyordu: “Sünneti ve Arap dilini iyi öğreniniz.”[11] Hatta Hz. Ömer’in seçmiş olduğu sözcüğün “Tefakkuh ediniz” şeklinde olduğunu iyi düşünürsek; öğrenmekten kasıt, dile tam vukûfiyeti içeren mükemmel bir anlama faaliyetidir.
Dilde yetersiz, hadis ve sünnet konularında reddiyeci tutum sergileyen kişiler vahyi anlama faaliyetinin iki anahtarını da kaybetmişlerdir. Ellerinde bu öncüllerin olmadığı meal/tefsir hazırlayıcıları önce ciddiyetlerini takınıp ayetleri oyuncak edinmemeli; dilde ve dinde derinleşmeli. Kur’an’ın Kur’an’la, Kur’an’ın sünnetle ve Kur’an’ın sahabe tarafından yapılan tefsirlerini iyi bilmeliler ve klasik kaynakları da yeterince tanımalıdırlar. Aksi hâlde hevalarından konuşmuş olurlar ki bir değeri olmaz…Burada şunu da hatırlatmak isteriz. Şimdilerde hiç Arapça bilmedikleri hâlde eş deş kelimeler üzerinden meal hazırlamak da moda oldu. Ne diyelim! Allah hidayet versin…
Mehmet SÜRMELİ
[1] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1988, I, 374
[2] Göktürk, Akşit, Çeviri: Dillerin Dili, İstanbul 1994, s. 23.
[3] Schumaer, E. F., Aklı Karışıklar İçin Klavuz (trc.: Mustafa Özel), İz Yay., 3. Baskı, İstanbul 1999, s. 106.
[4] Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, T.D.K. Yay., Ankara 1982, s. 38.
[5] Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 17
[6] Cündioğlu, Dücane, Kur’an Çevrilerinin Dünyası, Kitabevi Yay., İstanbul 1999, s. 37.
[7] Eco, Umberto, Yorum ve Aşırı Yorum (trc.: Kemal Atakay), Can Yay., İstanbul 1996, s. 119.
[8] Kılıç, Sadık, Mak: “Dil ve İnsanın Tarihselliği Bağlamında Dini Metin”, Dil ve Hermenotik Sempozyumu, Erzurum 2001, s. 98.
[9] Keleş, Ahmet, Hadislerin Kur’an’a Arzı, İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 122.
[10] İbn Haldun, Mukaddime, II, 464.
[11] İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Musannef fi’l-Ehâdîsi ve’l-Âsar, tahk.; Said Muhammed Liham, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1989, VI, 139