Ayasofya

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
AYASOFYA
ALPEREN GÜRBÜZER

Kızılelma fethedilecek menzili belirleyen tek pusulamızdır. Nitekim Osmanlı Doğu Roma’nın varisi olmayı başardıktan sonra ordunun gideceği yeri hedeflemek için Kızılelma’yı Saint Pierre Kilisesinin kubbesine oturtmuştur. Kızılelma öyle bir ülkü ki hasretle yaklaştıkça uzaklaşan ve hiç sönmeyen bir yıldız küresi olup aynı zamanda Batı Romanın coğrafi ve siyasi yapısına da talip bir fütuhat hareketidir. Dahası Kızılelma, hedefe varılması gereken menzili belirleyen meşale olduğundan hemen Topkapı sarayında Bab-üs-saade önünde Sure-i Feth kıraatiyle başlayıp usul usul Fatihalar eşliğinde besmeleyle ötelere kanatlanan bir tutkumuzdur. İşte bu tutku gözlerle parıldayıp Anadolu’dan Tuna boylarına uzanan Evlad-ı Fatihan’ın gönlünde tükenmeyen Kızılelma aşkı budur. Bu aşkı Horasandan Anadolu’ya, oradan Avrupa’ya taşıyan Horasan Erenlerinin aydınlık ruhunu yaymak gerekti, öyle de olur zaten.
Evet, İstanbul feth olmadan önce Ayasofya bir kızıl elmaydı. Fatih Sultan Mehmet bu Kızılelma'nın bir rüya değil hakikat olduğunu İstanbul'u fethetmekle gerçekleştirmiştir. Malum, Kızılelma Ayasofya kubbesinde kalmayıp, bu ülkü Edirne’den Filibe, Sofya, Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma'ya (Saint Pierre) kadar uzanabilmiştir. Her ne kadar Roma feth olunmasa da gönüller de çoktan feth olunmuştu bile.
İyi ki Kızılelma Saint Pierre Kilisesinin üstüne konmuş, böylece insanlığı selamlayıp adalet timsali nizam-ı âlem küremiz olmuştur. Şöyle ki; ilk Kızılelma meşalesi Fatih’in Akşemseddin’le birlikte Ayasofya’ya girdiğinde Bizans’ın saf altından yapılmış kızıl topunu, yani kızıl küresini Kızılelma’ya çevirmesiyle start almıştır. Kanuni devrinde ise Şarlken olayı vuku bulunca Beç (Viyana) ve Almanya Kızılelmaları teşekkül etmiştir. Derken o gün, bugündür “Kızılelma” bizim ölesiye sevdamızdır. Şayet Viyana, yani Beç Kalesi feth edilseydi kızıl elmanın varacağı menzil hiç kuşkusuz Batı Roma toprakları olacaktı.
O sevda, Resûlullah’ın (s.a.v) “Ümmetimden Kayser’in (İstanbul) şehrine gaza edenler af olacaktır” Hadisi Şerifiyle kıvılcım almıştı. Hakeza o kutlu Peygamberin (s.a.v) “Kayser’in şehri fethedildi. Orada ezan okunmadıkça kıyamet kopmayacaktır” sözleriyle sevdamız aşka dönüşür de. Öyle bir aşk ki; Hz. Muaviye’nin sevk ettiği ordu içerisinde Hz. Ebû Eyyüb Ensarî’nin (Halid bin Zeyd) muhasara esnasında İstanbul surlarına yakın bir yerde şahadet şerbeti içmesine vesile olan bir sevdadır. Elbette ki seneler sonra şehit düştüğü yerin keşfi Akşemseddin Hazretleri’nin kerametiyle ortaya çıkması manidardır. Ve bu yüce Sahabe’nin mezarının bulunmasıyla birlikte Osmanlı daha da güç kazanacaktır.
Malum Resûlullah (s.a.v); “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve o’nun askeri ne güzel askerdir” Hadisi Şerifiyle İstanbul'un fethini müjdelemişti zaten. İşte bu Hadisi Şerife nail olabilmek uğruna nice hükümdarlar İstanbul’u fethetme teşebbüsleri olmuştur habire. Derken fetih sonunda; zahiri kumandan Fatih Sultan Mehmet ve manevi kumandan Akşemseddin ikilisine nasip olup, bu nasipten eli kabza tutmuş Gazi Alperenler, Müderrisler, Mollalar ve nice Pir-i fani Şeyhlerde istifade edeceklerdir.
Anlaşılan Fatih-Akşemseddin ikilisi, Fethi Mübin’in kilit temel taşıdır. O yüce kumandan, biran evvel Hadis-i Şerifin sırrına ermek adına günlerce Akşemseddin’den işaret bekler. Nihayet beklenen müjde Şeyhin:
-“Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Huda ile Babı Zafer feth olup, ezan sedası ile sûrun içi dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar” ifadeleriyle gök kubbede yankı bulup kat’i müjdeyi alır da. Şöyle ki, Şeyh Akşemseddin; “Begüm bu kalanın fetihi sen olasın, deyü âlem-i Şehzadelikte sana tebşir ettük” der ve Fatihte gereğini yapıp Feth-i Mübin’i gerçekleştirir. Öyle ki; fetih günü beyaz at üzerinde Topkapı’dan Kayser’e doğru Hadis-i Şerif’in mana ve ruhuna hürmeten Ayasofya’ya girdiğinde atından inip derhal secdeye varır da. Sonrası malum aradan üç gün geçtiğinde ilk Cuma namazı orada eda etmek üzere imamete fethin manevi başbuğlarından Akşemseddin geçer. Hatta o, imamete geçmekle kalmaz, bir gönül sultanı edası içerisinde Fatih namına hutbe de irad eder.
İstanbul’un manen fethedilme yönü kalemin yazabildiği kadarıyla buydu. Zahiri yönüne baktığımızda, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde fetih, hürriyet fermanıyla çerçevesini bulup Patriğe şöyle seslenir:
-“Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet! Sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” İşte Fatih, Bizans halkının teveccühünü Patriği tayin ve himaye eden bu fermanıyla kazanmıştır. Öyle ki, Lukas Notaras; “Latin şapkasındansa Türk sarığı görmek yeğdir” demekten kendini alamamıştır. Gerçekten de ecdadımız Sakarya’yı Tuna’yla, Dicle’yi de Nil’le ayırıma tabii tutmayıp birbirlerini dost kılmışlardı. Bu yüzden Anadolu ve Rumeli Osmanlı’nın iki güzide Beylerbeyi yakası olmaya hak kazanmıştır. Artık Bab-ı âli yanı başımızdadır. Dahası bunda böyle Bab-ı Hümayundan Bab-üs-Selam’a kadar her ne devlet kapısı varsa biliniz ki hemen hemen hepsi İstanbul’un Rumeli yakasında yer alıp insanlığa derman için vardır. Her iki yaka da Devlet-i Aliye misyonunu sırtında taşıyacak iki göz bebekleridir. Belli ki Fatih Sultan Mehmet’in açtığı bu geniş hürriyet fermanı, sonraki padişahlara da ışık kaynağı olup Yavuz Sultan Selim gibi gözü kara hakan bile bu ışıktan nasibini almıştır. Şöyle ki;
Yavuz Sultan Selim tahta oturduğunda yönünü hep doğuya doğru çevirmişti. İyi ki öyle yapmış, arkayı sağlama almadan ilerlemek ne işe yarardı ki. Zira Osmanlı imparatorluğu Yavuz sayesinde sırtını Asya ve doğuya dayandırıp, yüzünü de Avrupa’ya ve batıya çevirebilmiştir. Malum Yavuz, celallik yönü daha ağır basan bir padişah olmanın ötesinde âlimlere de son derece hürmetkâr bir liderdi. Nitekim Yavuz, Hıristiyanların bir densizlik ve birtakım hatalarına binaen celâllendiğinde hızını alamayıp hepsinin başının kesilmesini emreder. Amma velâkin Osmanlı devlet geleneğinin icabı verilen her talimat anında yerine getirilmez, önce hukukî yönüne bakılıp, sonra hüküm verilirdi. Zaten öyle de olur. Mesele Şeyhül İslâm Zenbilli Ali Efendi'ye intikal ettiğinde hele bir dur, nedir bu acelen dercesine Padişah’a:
-“Efendimiz, dedeniz (Fatih) Hıristiyanların mal ve canlarına dokunulmayacağına dair yazılı bir ferman vermişti” diye sorgular.
Yavuz:
-“Ya öyle mi? Fermanı getirsinler de bir göreyim” der.
Zenbilli Ali Efendi:
-“Bu ferman bir yangında yanmıştır” diye karşılık verir.
Yavuz celallenerek ten:
-“Bu fermanı görmedikçe Hıristiyanların kafasını kesmekten vazgeçmem” der.
Zenbilli Ali Efendi ise gayet soğukkanlı bir tarzda:
-“Acele buyurmayınız. Ferman yandıysa da, fermanı hatırlayan elbet iki Müslüman bulunur, onların şahitliği kâfidir ” der.
Belli ki Yavuz bu sözlerden tam ikna olmayıp şöyle der:
-“Dedem Fatih, İstanbul’u alalı 70 yıl oldu. O zamanı hatırlayacak adamın hiç olmazsa 90 yaşında olması lazım gelmez mi?”
Zenbilli Ali Efendi bunun üzerine 90 yaşında iki ihtiyarı huzuruna çıkarıverir. Derken yaşlı adamların Şahadetleriyle (şahitlikleri ile) Yavuz Sultan Selim emrini geri çekmek zorunda kalır. Ona da o yakışırdı zaten. Osmanlı bir hukuk devletiydi çünkü. Asla Hukukun üstünde Padişahta olsa çıkamaz. Kaldı ki nizamnameler, fermanlar örften sayılırdı. Madem öyle, buradan tarihimize “astığı astık, kestiği kestik’’ yaftalamasında bulunanlara duyurulur demek düşer bize, tabii anlayana.
Fatih Sultan Mehmet sadece fetihle mi yetinmiş? Elbette ki hayır, Feth-i Mübin'le birlikte İstanbul’u Medeniyetlerin başkenti ilan etmiş ve akabinde bu güzel şehri Doğu Roma'dan sonra Roma-Bizans-İslam eksenli medeniyet denklemi içerisinde üçüncü Roma hale getirmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Roma ve Bizans medeniyetlerinden sonra tek kalıcı İslâm mührü üçüncü Roma'yla hayatiyet kazanmıştır. Öyle bir mühür ki, bizim himayemizde yaşayan farklı kimlik ve etnik gruplar içeren gayr-i Müslimler, gerçek hürriyeti bizim iklimimizde bulmuşlardır. Bu yüzden F. Grenard bu durumu; “Osmanlı’lar hiçbir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı” sözleriyle teyit etmiştir.
Yavuz ve Zenbilli Ali Efendi arasında geçen karşılıklı münazaraya benzer bir olayda Kanuni devrinde vuku bulmuştur. Kanuni, Ebussuud Efendi’nin engeline takılmıştır. Tabii böyle engele can kurban. Zira Osmanlı'da ulema ve ümera kanun ve nizamnamelerin hazırlanmasında tek yetkili zümredir. Avrupa’nın millet meclisinden beklediği nizamı Osmanlı, ulema ve ümeradan bekliyordu. Çünkü ulema ve ümera Osmanlı piramidin en tepesinde ehli hal akd çatısı veya baş tacı olarak yerini almıştır. Zaten Osmanlı’nın yükseliş sırrında en büyük etken unsur hiç kuşkusuz bilge insanları baş tacı yapmasıydı. Nitekim Kanunî’nin kiliseleri camiye tahvil etme isteği üzerine Ebussuud Efendi, Fatih’in Patrikhane’ye verdiği ahitnameye dayanarak reddetmiştir.
Demek ki Kızılelma, önce Ayasofya kubbesinde bir hilal, sonrasında ise Saint Pierre’nin kubbesine konmuş bir nizam-ı âlem tuğudur. Kızılelma, tıpkı gökteki yıldızlar gibidir, ülkü heyecanı bir sarmaya dursun, bir bakmışsın bu ülkü tükenmesin diye bir kubbeden bir başka kubbeye konar da. Ne var ki günümüze geldiğimizde bu heyecan tükenmiş olsa gerek ki bu sefer Kızılelma ötelerde değil, tam aksine dizimizin dibine konmuştur. Belli ki Kızılelma ilk kez tarihi seyri şaşırtırcasına yanımız başındadır. Satırlar ilerledikçe bunun ne demek olduğunu anlamak mümkün olacak elbet. Şöyle ki; İstanbul bizim coğrafyamız sınırları içinde olduğu halde, onun göz bebeği ve kalbi hükmünde olan “Ayasofya” yanı başımızda müzedir hala. Dolayısıyla Kızılelma Saint Pierre’nin üzerinden tekrar Ayasofya’nın kubbesine bir kez daha konmuş durumda. Adeta kendi kendimize Ayasofya'yı mahkûm etmişiz. Bunun anlamı gayet açık Kızılelma artık ne Viyana'da, ne İtalya’da, ne de ötelerde, doğduğu yerdedir artık, yani coğrafyamızdadır.
Demek ki Çarmıha gerilen sadece Hz. İsa (a.s) değilmiş, gerilen tarihte var. Üstelik tarihten geriye sadece içi boş cami, ezansız minareler ve ruhu alınmış taş yığınları kalmıştır. Şimdilerde tarihi susturmak adına müze diyorlar, doğrusu neyin müzesi anlamış değiliz. Kendi kendisinin müzesi diyorsanız buna kargalar bile güler. Üstelik içinde müzeye ait, ne doğru dürüst müzelik eşya var, ne de herhangi bir işaret var. Belli ki Ayasofya aşkını gönüllerden silmeye çalışıyorlar. Onlar taş duvarlara müze dememizi bekleye dursunlar bu aşk tükenmediği müddetçe Ayasofya başlı başına tarihi hafızamız olmaya devam edecektir elbet. O tutkunun gönüllerden kolay kolay silinmeyeceği muhakkak. Zira her ne kadar ruhumuzdan çok şeyler kaybetsek te her birimiz Peygamber müjdesine mazhar olmuş Fatihin evlatlarıyız.
Malum, önce 1927 yılında 1057 sayılı kanunla işe koyuldular, sonra Tuğra kanunu maddelerinden hareketle Osman Oğulları’na ait her ne var ne yok, birçok sanat eseri ve kitabeleri yok edilmeye çalışılmıştır. Bu da yetmez Ayasofya Cami 1934 yılında devrin Maarif Vekili Abidin Özmen’in teklifiyle İsmet İnönü hükümeti tarafından müze haline getirilmiştir. Daha da ileri gidilerek etrafında dört başı mamur minarelerini yıkmayı bile düşünmüşlerdir. Neyse ki İbrahim Hakkı Konyalı’nın raporu uyarınca yıkımdan vazgeçilmiştir. Bakın raporda geçen:
Ayasofya’yı büyük mimarımız Sinan payandalarla takviye etti. Sultan II. Selim, hantal görünüşlü Ayasofya’nın kubbesinin kaymaması için poyraz tarafına iki kalın minare daha yaptırdı. Kıble tarafındaki minarelerde, destek vazifesi görürler. Eğer bu minareler yıkılırsa ana kubbe hemen çöker...” ibareleri, nihayet yıkımı durdurmaya yetmiştir. Fakat ne yazık ki, bazı vakıf binalarının yanı sıra, vaktiyle Fatih’in yaptırıp ta oğlu II. Beyazıt’ın genişlettiği medresenin yıktırılması önlenememiştir.
Resûlullah'ın (s.a.v) Kayser dediği İstanbul, öteden beri iç ve dış mihrakların ilgi odağı olmuştur. Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet’ten son Halife Abdülmecit’e ve Cumhuriyet devrine kadar cami ödevi yapmış, ama gel gör ki 1934’de müze haline getirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki; tüm bozguncu entrikaların kaynağında, tekrar cami olabilme endişesi yatmaktadır. Aslına dönmekten imtina edenlerin uykusunu kaçıran olay bu olsa gerektir, yani Kızılelma tekrar ötelere sıçrar mı endişesine kapılmışlardı.
Dedik ya, Ayasofya suskun, aynı zamanda gönüllerde mahzun. Kendi kendisinin müzesi durumunda olan Ayasofya’ya zaman zaman bir görev daha verilmek istenmiş. Bu yeni vazife malum, dans gösterilerine sahne olması için mekânlık ve konukluk ifa etmektir. Maalesef 1995 yılında işbaşında bulunan hükümet, bunu çekinmeden yapmışta. Onlar önceden, halkın bu denli tepkisiyle karşı karşıya kalacaklarını tahmin edemedikleri içindir, böyle bir karar alma cüretini gösterebilmişlerdir. Neyse ki sonunda kamuoyunun sağduyusu galip gelmiş, derken hevesleri kursaklarında kalmıştır.
Onlar müze, müze dedikçe Ayasofya her geçen gün aslına döneceğine inancımız tam. Ümit varız da.
Sanki birileri arka planda önce Kudüs, Şam, Bağdat, Mekke, daha sonra da İstanbul esir alma hesabı içerisinde. Allah korusun bu sıraladığımız merkezler elimizden çıksa sonunu siz düşünün, kim bilir ne felaketlerle karşı karşıya kalacağız demektir. Kaldı ki buralar medeniyetlere ışık saçan başkentlerdir. Madem öyle bu ışığı söndürmeye çabalayanlara aman vermemek gerekir. Aksi takdirde dünyayı karanlığa mahkûm etmiş oluruz.
Bakın Papa VI. Paul ve etrafındaki zevatla birlikte İstanbul’a gelip Ayasofya’da diz çöküp dua ederken kendi insanımız ise hala kendi öz yurdunda öksüz muamelesi görüp namaz kılmasına müsaade edilmemiştir. Bu yönüyle bakıldığında bile Ayasofya hala mahzun ve öksüzdür. Gel de eseflenme. Zira Fatih’in Akemseddin'in arkasında eda ettiği namaz hala gönüllerde taptaze sevdaya dönüşmüş bir “Kızılelma” olarak durmakta. Bütün müminler Fatih’in o ihtişamlı günlerini arar vaziyette namaz kılabilmenin heyecanını yüreklerinde hissediyor, hatta aslına döneceği günleri bekliyor. O halde Papa VI. Paul’a tanınan hak, insanımızdan esirgenmemeli. Bu heyecanı görmezden gelenler, şunu iyi bilsinler ki; Ayasofya tarihi kimliğine kavuşacağı günleri iple çekiyor.
Ayasofya öz kimliği ile ayağa kalktığında gönüllerdeki heyecan ister istemez durulacak. Bir gün gelir “Kızılelma” bir rüya değil, hakikat olacak. Şimdilik İnşallah demekten başka daha ne diyebiliriz ki, gül ola harman ola.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/ayasofya-makale,4584.html
 
Üst