Bir Miraç Olarak Namzın Sırrı

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nda cephede savaşırken kaleme aldığı İşaratu’l-İ’caz adlı eserinde, Bakara suresini yorumlarken, namazın tadil-i erkanından söz eder: ‘Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet, ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek, onun şe’nindendir. Namazın erkanı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi, öyle esrarı havidir ki, her vicdanın muhabbetini celb etmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Halık-ı Zülcelal tarafından, her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde, manevi huzuruna yapılan bir davettir.’
Bediüzzaman’ın atıfta bulunduğu konu, Fütuhat’ın 69. babıdır. Gerek bu bölümde gerekse Tenezzülat adlı eserinde Hz. Şeyh-i Ekber, ‘münacaat’ kavramını kullanır ve abdestten, namazın nihayetine değin yapılan ibadetin tüm rükünlerinin manevi anlamlarını açıklar. Münacaat kelimesi, Ekberi ıstılahlara aşinalığı olanlar için kuşkusuz namazı çağrıştırır.



Allah ile münacaata yönelen kişi, ilk olarak abdest alır. Bu, bir ön hazırlık, bir arınmadır. Yani, zekatın kök anlamındaki gibi, bir tezkiye ile namaza baş ardından kıbleye yönelir. İbni Arabi’nin eserinde Ruh-ı Emin, kıbleye yönelmenin sırrını öğretir: ‘Semana (ruhuna) söyle ki letafetiyle sana perde olmasın, arzına (bedenine) söyle ki, kesafetiyle sana perde olmasın.’ Batındaki kıble, şeriatın zahirde tayin ettiği kıbleyi örtmemeli, zahirdeki kıble de batındaki kıbleyi örtmemelidir. ‘Nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi oradadır.’ Ayeti, Ruh-ı Emin’in şu talimatında yansır: Dairevi bir yüz ol ki, bedeninin Kabe’ye yönelmesi kalbinin huzur-ı ilahiye yönelmesine mani olmasın.’ Kıble konusunu, ‘kıyam ve kıraatin sırları’ takip eder.
Hz. Muhammed’e, (sav) ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir ve Kuran, önceki vahiylerin tümünü içermektedir. O halde Kuran okuyan kişi, Kelamullah’ı, batındaki haline göre değişen çok farklı şekillerde idrak edebilir. Namaz kıraati olarak Fatiha suresi ve buna ilave edilen bir diğer sure ya da birkaç ayet okunur. O halde İbni Arabi’nin ilk temas edeceği de Fatiha suresi olacak, birbirini takib eden cümlelerinde geleneksel olarak Fatiha suresine işaret eden isimleri açıklayacaktır: ‘Bil ki, onun iki yönü ve ortası ya da iki kısmı ve bu iki kısmı birbirine bağlayan bir bağı vardır.’ Burada Fatiha suresinin hadis-i kudside işaret edilen özelliğine telmih yapılmaktadır: ‘Namazı, (yani namazın temel unsurlarından olan Fatiha’yı) Ben’imle kulum arasında ikiye böldüm.’ Allah’a ait olan kısım, ilk dört ayet, insana ait kısımsa, son üç ayettir.’ Kıraati, rüku ve secde izleyecektir. Müminin miraç, yani yükselişini teşkil eden bu inişin ilk aşaması olan rükuda, bedenin sadece üst kısmı eğilir ve bu sebeple de rüku, sema ve arz arasında kıyamın temsil ettiği Rububiyyet ve secdenin temsil ettiği ubudiyyet arasında berzah olmaktadır. Böylece rüku, kendisinde yüksek (Hakkıyye) ve aşağı (halkıyye) hakikatleri toplayan insanın çifte tabiatını izhar eder. İşte bu yüzdendir ki, rükudan doğrulan musalli mahlukata (ve dolayısıyla mahlukiyyet vechesiyle bizzat kendisine) Allah adına haber vermekte ve ‘Allah, O’na hamd edeni işitmiştir.’ demektedir.
Nitekim, hadise göre de, rükudan doğrulmuş kulun ağzından konuşan, Allah’tan başkası değildir. Bir kez daha hadislere atıf yapan Hz. Şeyh-i Ekber, bedenin yere yönelmesiyle Allah’ın, gecenin son üçte birinde dünya semasına inmesi arasında benzerlik kurar. Secde mahalli olan yere doğru eğilen insan, Allah’a yakınlık aramaktadır. Çünkü ayette, ‘secde et ve yaklaş’ (Alak, 96:19), hadis-i kudsideyse, ‘Kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, Ben ona bir arşın yaklaşırım.’ buyrulmuştur. Fakat, nasıl ki arza eğilerek secdeye kapanmak kısa bir sürede gerçekleşir, bu eğilişe karşılık gelen tecelli de kısa sürelidir. Bu tecelli sabit değildir ve sürmesini istemek de beyhude olacaktır. ‘O, tıpkı yağ gibi kayar.’ (Rahman, 55:37) Secdeyle ilgili bahiste Şeyh-i Ekber, tekrar Alak suresinin 19. ayetine döner: ‘Seni, yakınlığa (kurbet) çağıran, O’nun el-Karib adıdır. Sen, muhibsin, mahbup değil. İşte bu yüzden sana, ‘(secde et ve) yaklaş’ denmektedir; yoksa, (secde et) sen yakınsın’ denirdi. Bil ki, secde esnasında Şeytan’ın etkisinden uzak olur ve masum hale gelirsin, çünkü secden, onu teshir eder ve senin üzerindeki gücünü kaldırır. O, seni secdede gördüğü zaman sadece kendini (ve Allah’ın emrine isyan ederek Hz. Adem’e müteveccihen secde etmeyişini) düşünür, azabının ateşiyle yanmakta olduğu halde seni muti görmekte ve kendisini bekleyen akıbeti müşahade etmektedir.’
Fütuhat’ın 69. babının secdeyi anlatan bölümünde İbni Arabi, müminlerin Hz. Peygamber’i (sav) örnek alması gerektiğini hatırlatarak, üç kez tekrarlanan, ‘Sübhane Rabbiyel ala.’ tesbihinden sonra gelen şu nebevi duayı iktibas eder: ‘Kalbime bir nur ver. Kulağıma bir nur ver. Gözüme bir nur ver. Sağıma bir nur ver. Soluma bir nur ver. Önüme bir nur ver. Arkama bir nur ver. Üzerime bir nur ver. Altıma bir nur ver. Bana bir nur ver. Beni nur kıl.’ Nur adı, aynı zamanda ism-i azamdandır. İbni Arabi şöyle der: ‘Namaz kılan, secdede, ikinci olarak beni nur kıl, demektedir ki, bu da, ‘Beni Sen kıl.’ manasına gelir. Secdenin ulaştırdığı kurbet, ‘Beni benden al ve yegane varlığım Sen ol ki, baktığım her şeyi ancak Sen’inle göreyim’ halidir.
Kıyam, rüku ve secdeden sonra da celse, yani oturuş gelmektedir. Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra, ‘arşa istiva etmiştir’ (Hadid, 57:4) ve bu ilahi istiva, tam olarak belirlemek gerekirse, Rahman’ın istivasıdır. (Taha, 20:5) İbni Arabi, celse ve istiva arasında benzerlik kuracak ve hem bu benzerlikten, hem de oturuş sırasında okunan teşehhütten pek çok sonuç çıkaracaktır: ‘Seni hakikatlere ulaşmak ve incelikleri idrak etmekten alıkoyacak hiçbir perde kalmamıştır, ama, bu mahsusat alemiyle mezc olmuş olman müstesna.
Ayrımlanma (infisal) gelip, birleşme zail olduğunda, hakikatler tecelli edecek ve o zamana kadar sana kapalı kalmış sırlara muttali olacaksın.’ Fakat, dünyadan zaten ilgisini kesmiş, Hz. Peygamber’in ifadesiyle, ‘ölmeden önce ölmüş’ olan kişi için herhangi bir bekleyiş yoktur: ‘Sen, istiva makamına (kusursuz bir denge haline) ulaştın. Sema ve arzın tasarrufu altından çıktın.’ İzleyen cümleler teşehhüdü oluşturan ibarelere karşılık gelecek şekilde sıralanmaktadır: ‘O halde, sureti üzere yaratılmış olduğun Allah’a salat et. Ardından sana hidayet getirmiş olan ve –nida kelimeleri aracılığıyla varlığı kesin olarak bildirildiğine göre- önünde bulunmakla onurlandığın Hz. Peygamber’e selam et.’ İşaret edilen nida kelimeleri, teşehhütte Hz. Peygamber için kullanılan ve dilbilgisine göre, hazır bulunan ikinci şahsa (muhatab) has, ‘ya eyyuhe’ ibaresidir: ‘Sonra da, Allah’tan gelen bir selamla, kendini ve kendi cinsinden olan bütün varlıkları selamla, çünkü (aynı zamanda esma-yı hüsnadan olan) Selam, senin Rabbindir. Ve Selam isminin derecesi senin (o andaki) tecellinin mahallidir. Ve nihayet O’nun birliğini ikrar ve her türlü şirki reddet (teşehhüdün sonunda yer alan kelime-yi şehadete telmih) İşte o zaman senin kaybolman gerekiyor, çünkü, arzu ettiğini bu gaybetin içinde bulacaksın.’
Namaz kılan kişi, iftitah tekbiriyle beraber girmiş olduğu namazdan çıkmak üzere, başını sağa çevirerek, ‘Esselamu aleyküm.’ demelidir. Bu selam, çeşitli anlamlar taşıyabilmektedir ya da gafil bir musalli tarafından âdet saikiyle ve huzur-ı kalp olmaksızın telaffuz edilmiştir ve hiçbir anlam taşımayacaktır: ‘Namazda Müslümanlar, iki topluluk halindedir ve dolayısıyla namazı kılmanın da iki şekli vardır. Bu iki şekli birleştiren kişiyse, bunlara karşılık gelen hakikatleri de birleştirmiş olacaktır. Bu iki topluluktan efdal olan, (namazdan çıktıkları sırada) Allah’ın bir isminin tedbirinden, bir diğer isminin tedbirine geçtikleri için selam verenlerdir. Kullar, ayrıldıkları ve birleştikleri isimleri selamlamaktadır. Diğer topluluktakilerse, ayrılmakta oldukları Rahman’ı ve geri dönmekte oldukları mahlukatı selamlar.’
Sadık Yalsızuçanlar
 
Üst