Eleştirellikten tekfire; tasavvuf anlayışı -1-

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
DARU'L-HİKME / AÇIK OTURUM
"ELEŞTİRELLİKTEN TEKFİRE; TASAVVUF ANLAYIŞI"

~ 1.BÖLÜM ~
(NET'TE İLK KEZ)


Katılımcılar: Ebubekir Sifil Hoca, Talha Hakan Alp Hoca,
Abdülkadir Yılmaz Hoca, Orhan Ençakar Hoca, Muhlis Turan Hoca
9389_462215060534618_1925501029_n.jpg

"RIHLE / SAYI-15'den..."
https://www.facebook.com/EbubekirSifilHoca

Bismillahirrahmanirrahim

Modernleşmenin MüsLüman muhayyilede yapıbozumuna uğrattığı ilk alan hiç kuşkusu o muhayyilenin/zihnin 'ev'i olan düşünsel ve irfanî birikimdir.
Yapıbozumu için seferber olan Batı, bu faaliyeti ilk dönemde Oryantalizm adıyla nam olunan emperyalist entelektüel çabayla başlattı ve süreç içerisinde hedef değiştirmeden farklılaşan çaba, günümüze değin devam etti.
Fakat yapıbozumu sadece Batının yaptığı faaliyetler eliyle değil, maalesef bazı durumlarda Müslümanların çabalarıyla da devam etti. Her ne kadar samimi çabalar olarak okunmaya çalışılsa da neticede Müslüman zihnin varlık zeminin altı oyulmakta ve bir anlamda bu faaliyetler sonunda Müslüman 'özne' kendine yabancılaşmakta. Bu minvalde özellikle "Fıkıh ve Tasavvuf", bahsi geçen yapıbozumuna maruz kalan İlk alanları temsil ediyor.

Hakikatin külli/bütünsel olarak idrak edilebilmesinin yegâne yolu olan vahye iman ue tüm gerçeklikleri vahyin rehberliğinde okuma, anlama çabası ne Fıkıhsız ne de Tasavvufsuz mümkün görünmüyor. Hele postkolonyal dönemin çok kültürlülük adıyla piyasaya sürdüğü 'şirk kültürü' ve onun toplumsal boyutu olan 'tekâsür toplumu' söz konusu olduğunda fıkhın ue tasavvufun diriltici soluğu Müslüman olarak kalmanın en kavi yolu olarak görünmekte; fıkıhsız bir tasavvufun ue tasavvufsuz bir fıkhın mezkûr şirk kültürüne mukavemeti ise imkân dâhilinde olamamaktadır.
Bu bağlamda Türkiye kamuoyunda özellikle Tasavvuf konusunda eleştirel bakışın -açıkçası yapılan eleştirellikten daha fazlası, buna tekfir demek abartı sayılmamalıdır- temel metinlerinden olan İbrahim Sarmış'ın "Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam" (Ekin yay.) başlıklı kitabı Darul-Hikme hocaları tarafından bir açık oturumla değerlendirildi.
Ancak en başta şunun belirtilmesi gerek: Mezkûr çalışma ve benzerleri için bir açık oturum yeterli olamamaktadır. Her biri için müstakil çalışmaların yapılması ue hakikatin teslim edilmesi gerekiyor. Bundan eleştiriye konu olan her argümanın doğru olduğu anlamı çıkarılmamalıdır, ancak anlamaya ve sahih olanı bulmaya dönük olmayan eleştiri biçimiyle maalesef hakikatin retorikle gizlenmesi gibi bir absürdite oluşturuluyor.
Açık oturum boyunca sadece İbrahim Sarmış'ın değil, yer yer Ferit Aydın'ın "Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik" (Süleymaniye Vakfı yay.) kitabı ile Abdulaziz Bayındır'ın "Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış" (Süleymaniye Vakfı yay.) kitabına da atıfta bulunularak değerlendirme yapılmıştır.
Duamız Tasavvuf'un sahih olarak anlaşılması ve kirlenen zihinlerimizin onunla arınmasıdır.

Ebubekir Sifil hoca: Evvela tasavvufun menşei konusunda İbrahim Sarmış'ın iddiaları var. Genellikle bu iddialar müsteşriklere dayandırılmış, dikkat çeken bir şey bu. Bir de iddialar arasında da bir tutarsızlık var. İbrahim Sarmış, bunların hangisi gerçek etkendir, bu konuda bir şey söylemiyor. Ama belli ki, ya odur, ya odur veya onların tamamıdır gibi örtülü bir tasdiki var. önemli bir diğer husus: Zühd hayatını da kabul etmiyor, zühdün de İslam'a sonradan sokulmuş bir şey olduğunu söylüyor. Buradan başlayabiliriz.

İslam'ın ilk asırlarında Tasavvuf terim,kavram olarak, evet yoktur; yahut bir disiplin olarak, sonradan gelişmiş, kurumlaşmış haliyle yoktur, ama kavram olarak, mazruf olarak vardır. Bu zühd hayatında kendini gösteriyor. Her ne kadar daha sonraki dönemlerde, bidayetteki zühd hayatında görülmeyen birtakım kavramlar uygulamalar ortaya çıkmış olsa da, hemen hemen bütün tasavvufî ekoller kendilerini bu zühd hayatına dayandırıyorlar, oluşum dönemi öncesi zühd,zahidler vakıasına dayandırıyorlar.

Vakıa, bizim tensib edeceğimiz tasavvuf da ancak böyle bir zemine oturan bir tasavvuf olacaktır. Müteşerri sufiler dediğimiz, şeriata sıkı sıkıya bağlı olan, bütün kabullerinin hassasiyetlerinin Kitap-Sünnet-Şeriat zemininde olduğunu, olması gerektiğini söyleyen bütün sufiler de zaten böyle söylüyor: "Bizim bu yolumuzda Kitap ve Sünnet'e aykırı bir şey yoktur. Kitap ve sünnet'e aykırı olan şeylerin bizim yolumuzla ilgisi yoktur” tarzında açık ifadeler var malum olduğu üzere...

Talha Hakan Alp hoca: İbrahim Sarmış bunu da tenkid başlığı yapıyor, kitap ve sünnete bağlılık iddialarını da bir tür kamuflaj olduğunu söylüyor. Çok ön yargılı, agresif bir üslup var. Belirttiğiniz gibi, sadece tasavvufun marifetullah boyutuna değil; pratik, ameli, zühd boyutuna da savaş açmış birisi. Savaş açmış diyorum, çünkü kullandığı ifadeler niyet okumaya kadar vardıran bir üslup taşıyor. Ve çok ciddi manada neo-selefî akımın Abduh, Afganî, reşit rıza çizgisinin etkisi var dilinde, bakış açısında. Yani İslam'ın kalbe, tasfiyeye dönük boyutlarını adeta yok sayan bir anlayış. Tamamen aksiyoner bir İslâm yorumuyla kalemi eline almış.
Dolayısıyla marifetullah'ı, nazarî boyutu bir kenara bırak zühd boyutunu bile kabullenmiyor, hatta zaman zaman hadis inkârı da yapıyor, sahih hadisleri de inkâr ediyor. Yani baktığımızda modernist bir görüşle yapılmış bir tenkit, yoksa selefî bir tenkit değil; neo-selefi bir tenkit yani.

Ebubekir Sifil hoca: Evet, somut iddialara geçebiliriz.

Talha Hakan Alp hoca: Tasavvufun kaynağı İle ilgili olarak el-Afifî -malum, onun tasavvuf kitabı var, Türkçeye de tercüme edildi- biraz daha mutedil şeyler söylüyor. Oryantalistlerin isimlerini de veriyor; onların, tasavvufa kaynak arama konusunda kiminin Hint'e, kiminin yeni-platonculuğa, kiminin Hristiyan ruhbancılığına işaret ettiğini belirttikten sonra, bütün bunların tasavvufun birebir kaynağı olamayacağını söylüyor. Tasavvufun kaynağının tamamen İslâmî olduğunu, zamanla kendini ifade ediş biçiminin dış kültürlerle alakasının kurulabileceğini söylüyor, özü itibariyle Müslüman coğrafyanın kendi dinamikleridir, kültürüdür ama bunun ifade ediş biçimi zaman içerisinde bölgesel tesirlerle de etkileşim haline girmiş olabilir diyor.
Nitekim Basra merkezli tasavvuf hareketinin Hind'le, İran'la temasına işaret ediyor. Burada Afifi Muhammed İkbal'den de güzel bir alıntı yapıyor. İkbal, medeniyet içinde doğmuş hiçbir akımın, umumi bir cereyanın tamamen harici kaynaklara bağlanamayacağını, özü itibariyle mahalli ama form itibariyle dışarıyla bir münasebetinin, etkileşimi'nin olabileceğini söylüyor ki, bu o kadar abartılacak bir durum da değildir.
Biz zaten bütün İslâmî ilimlerin kaynak olarak Kuran-Sünnet merkezli, temelde Müslümanca bakışın eseri olduğunu söylüyoruz. Ama zaman içerisinde bunların form ve ifade biçimiyle ve muhtevasına kattığı yeni problemler itibarıyla muhtelif kültürlerden yararlanmıştır. Hemen bütün klasik İslâmî İlimler mantıktan etkilenmiş, onun dilini ve sistemini kullanmıştır. Klasik mantık malum Aristo'ya dayanıyor. Form başka şey, öz başka şey..
Bu İnceliği İbrahim Sarmış göz ardı ediyor Afifi çok daha mutedil.

Ebubekir Sifil hoca: Ya bilerek göz ardı ediyor, gözden uzak tutuyor ya da işin farkında değil, bilmiyor.

Talha Hakan Alp hoca: Zaten akademik manada bir tasavvufçu değil İbrahim Sarmış, hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış biri değil.

Ebubekir Sifil hoca: Bir de şöyle bir vakıa var: Hiçbir evrensel yapı; bölgesel, yerel, lokal ölçeklerle sınırlı, kendisini böyle bir sınırlamaya tabi tutmuş olamaz. Eğer bir yapı, bir olgu evrensellik iddiasındaysa, vakıa da bunu gösteriyorsa, bu yapının dışarıdan bir takım unsurları bünyeye alıp onları absorbe etmesi, özümsemesi, kendileştirmesi, yaramayan unsurları dışarı atması gayet tabiidir. Bu da onun kabiliyetini, evrenselliğini, kapasitesini gösteren bir şey olur. Diyelim ki, ilk dönemlerde zühd hayatıyla ilgili bir takım uygulamalar daha sonraki dönemlerde Hint'ten, İran’dan, Hıristiyanlıktan bir takım unsurlar almış olsun. Bu unsurlar asla taalluk etmedikten sonra, özü belirleme oranında bünyeye nüfuz etmedikten sonra, bunların tahkim edici yan unsurlar olarak devreye sokulmasında bir mani olmasa gerektir.
"Çile" diye bir uygulamayı Selef te bulamıyoruz mesela. Bu uygulama 'Erbain' diye daha sonra tasavvufta bir kurum haline gelecek, bununla ilgili uygulamalar, mekanlar oluşacak... Diyelim ki bunun Hıristiyan ruhbanlığından ya da Hint mistisizminden etkilenerek oluşturulmuş bir şey olduğu sarahaten ortaya konmuş bulunsun. Bizim nefsî mücadelede bunu, diyelim ki bir biçimde Efendimizin (s.a.v) Ramazanda girdiği itikâfla da uyumlu hale getirerek, onunla da özdeşleştirerek İslâmî bir forma, muhtevaya kavuşturmuş olmamıza ne mani var? Sonuçta bunun hizmet ettiği şeye bakılacak. Bu neye hizmet ediyor? Eğer kişi girdiği çilede Hristiyanlığa, Hıristiyanlık unsurlarına ait bir takım şeylerle oradan çıkıyorsa, tamam doğru. Ama orası nefis terbiyesiyle ilgili bir mekansa ve uygulama buna dönük bir şeyse, kişiyi olgunlaştıran, tezkiye eden bir şeyse bunun bir manisi olabilir mi? Bir, bunu konuşabiliriz.

İkincisi: Bütün bu hay-huy içerisinde tartışma konusu yapılan kavramlar, uygulamalar... Herhangi bir tasavvufî ekol bunların behemehal yapılması icab eden farz-ı ayn şeyler yahut yapılmaması halinde kişiyi dinden çıkaran şeyler olduğunu söylüyorsa burada bir problem olduğunu biz de söyleriz. Bu eğer kişinin mübahlar alanına giren bir hususta özel tercihi ise, buraya özel bir vurgu yapmışsa, bu uygulamadan bir netice almışsa -diyelim kİ çile veya rabıta uygulamasında- bunu çok fazla köpürtüp abartıp, "bu olmazsa olmaz bir şeydir, İtikâdî amelî bir farzdır, yapmayan şöyle günaha girer, böyle dinden çıkar" demedikten sonra bunun mübahlık alanında bulunmasında, icra edilmesinde bir mani olmamak gerektir.

Mübahlar veya müstehaplar alanına giren bir ameli İşleyenlerin onu farzlar derecesine çıkarması ne kadar yanlışsa, o ameli haramlar Seviyesine indirmek de o derece yanlıştır. Meseleye ef'al-i mükellefin çerçevesinde baktığımızda, eğer bu farz-ı ayn olsa, ameli bir farz olsa bunun bütün tasavvufî ekoller tarafından yapılması gerekltiğini ortaya koymak gerekir. Nakşibendilik'teki rabıta mesela, eğer farz-ı ayn olsa tüm tasavvufî ekoller tarafından bunun ortaya konulması gerekir. İkincisi, bunun bir nass'tan delili olması lazım ki farzdır diyelim. Nasstan bir delili yoksa kim bu farzdır dİyebilir. Çile uygulaması da hakeza. Bir de tabi kişilerin burada kendi özel tercihleri, netice aldıkları özel uygulamaları müesseseleştirmeleri söz konusu olur. Bir kişi azimetle ameli tercih edebilir, hatta bunu kendisine bağlayıcı bir yükümlülük olarak alabilir.
Bir başkasını bununla ilzam etmedikten sonra, "ben çileye gireceğim, Çile uygulamasını arkamdan gelenlere de genel uygulama olarak öngördüm" dese, ondan da müspet neticeler alsa bunu tartışma konusu olarak masaya getirmenin, buradan arızalar çıkartmaya çalışmanın çok fazla anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle meseleleri olduğundan büyük gösterip, şirk ithamı gibi tutumlara sapmanın önemli bir arıza olduğunun altını çizmemiz gerekir.

Talha Hakan Alp hoca: Sadece farz-ı ayn değil, Sünnet oldugu yönünde bir iddia taşımadıktan sonra mübah yahut müstehab dese sorun olmaz. Nitekim fıkıh'ta müstehabın, âlimlerin güzel gördüğü şey anlamında kullanıldığını da görüyoruz. Keza mekruh da böyledir. Bunların örfî ve nazarî tarafı var, illâ ayette hadiste karşılığının olması gerekmiyor. Ama farz, vacib, sünnet dediğiniz zaman bunlar biraz daha nasslarla birebir ilişkili kavramlardır. Yani müstehab, mübah kabilinden bunların ortaya konulmasında bir beis yok.

Burada mesela az evvel dediğiniz çile uygulaması Allah Resulü’nün hayatında itikâf örneğinde sünnet'te özünü buluyor. Keza perhiz, Müslümanın gerek yemek içmek anlamında gerek bilumum dünya lezzetleri karşısında son derece kanaatkar olması özünü İslâm'ın zühd esasında buluyor, tabi, bu özün formüle edilişi belli bölgelerde çile, erbain şeklinde olmuştur, bu çok değil. Yani, çileyi yeter kİ “bu dinde sünnettir" diye bir iddia ile takdim etmesinler, mesele bu.

Ebubekir Sifil hoca: Böyle bir takdim var mı bildiğiniz? Yani çile uygulamasını yapanlar bunun farz, vacip, sünnet olduğunu, nassa dayanan bir uygulama olduğunu söylemiyor. Benim bildiğim böyle bir şey yok.

Abdülkadir Yılmaz hoca: Nakşibendi tarikatında çile diye bir uygulama benim bildiğim kadarıyla yok.

Talha Hakan Alp hoca: Tarikatın esasları sadedinde var. Aslında şunu netleştirmemiz gerekiyor: Tarikatla din birbirinden ayrı kurumlardır. Din Allah'ın vaz'ıdır. Allah'ın rızasına ulaşmanın genel ve temel prensiplerini var eder. Tarikat ise sahanın mütehassıslarının geliştirdiği, kültüre, bölgeye ve meşrebe göre şekillenmiş özel formüller bütündür.
Tarikatı dinle alakalı, ama dinin içinden bir yapı değil, dinle temas kurmak için yararlanılan bir vasıta olarak görürsek o zaman bütün bunlar anlamlıdır, Tarikatın şartı, esası olarak bir şeylerden bahsedebiliriz. Ama dinin şartı, esası, hükmü olarak vazettiğimiz zaman mutlaka bunun Kur'an'da Sünnette bir delilinin olması gerekiyor, önce tarikata ayrılan alanı konuşmamız gerekiyor. "Tarikat nedir?" veya müesseseleşmiş haliyle "tasavvuf nedir?" sorusu burada önem kazanıyor. Bu meseleyi netleştirmiş olsak tarikat tartışmalarında epey bir mesafe kazanabiliriz.

Ebubekir Sifil hoca: Şüphe yok kİ, vasıl-vesile İlkeleri içerisinde tasavvufu kategorik olarak bir yere oturtmamız zor görünüyor. Neden? Çünkü, tasavvufun ana amacı, Allah'ın rızasından başka bir şeyi amaçlamayan, takvada zühdde arzu edilen seviyeye ulaşmış İnsanı yakalamaksa, burada dinin dışındaki bir kurumun dinle münasebetinden değil, dinin bizatihi hedef olarak belirlediği bir şeye ulaşmada bir metottan bahsetmek daha uygun olur. Yani diyelim ki Allah korkusu, haşyet, ya da Allah sevgisi, muhabbetullah... Bir insan fıkıh tahsil ederek buna ulaşabiliyorsa ne âlâ, ne güzel ? o İnsanın illa bir tarikata girip oradan bunlara ulaşmasını şart koşmak farz kılmak kimsenin yaptığı bir şey değil, haddine de değil. Böyle bir şey gerekmiyor. İmam Ebû Hanîfe'nin ve İmam eş-Şâfiî'nin, "Evliyaullah fukaha değilse eğer, yani evliyaullah tabiri fukahayı anlatmıyorsa, Allah'ın velisi yoktur" dedikleri naklediliyor.

Şimdi hepimiz kendi şahsi tecrübelerimizi düşünelim. Tek başına yaşadığımız bir hayatta önümüze çıkan şeytanın ve nefsin türlü tuzakları, ayak oyunları... Bunlarla birebir baş edebilecek irade kuvvetinde bilgi seviyesinde olmak her insan için tek başına mümkün değil. Dolayısıyla burada bu bir tecrübeyse eğer, daha evvel bu yoldan geçmiş birilerinin rehberliğinden istifade etmekten daha tabi bir şey olamaz. Bu ilim öğrenmek gibi bir şey yani. Nasıl bir insan Arapça öğrense tıpkı imam Gazzalî'nin felsefe okuması gibi, Arapça öğrense İslâmî ilimleri kendi kendine tahsil etse, aklen böyle bir şey mümkün müdür? Mümkündür. Ancak insanın bunu yapabilmesi adeten çok zor bir şeydir.
Yani kapasitesi çok yüksek bir insan olacak, iradesine hakim olacak, vaktini çok iyi kullanacak, zekası, hafızası, kavrama kapasitesi çok yüksek olacak, her türlü imkânları olacak, bu işe zaman ayıracak ve İslâmî ilimleri sıfırdan alıp öğrenecek. Bu aklen mümkündür ama adeten imkânsız denebilecek ölçüde zordur.

Talha Hakan Alp hoca: Bahsettiğiniz hususla ilgili şu aklıma geldi. Cenab-ı Allah'ın bizden istediği şeylere baktığımız zaman bunlar içinde bir tasnifte bulunmamız mümkün. Şöyle bir tasnif: Cenab-ı Allah kullarından istediği bazı şeylerin formunu belirlemiş, bazılarının formunu, vesaitini, tarikini belirlememiş. Mesela zikrullah, sabır, şükür, tevekkül. Yani umum ahval-i kalbiyye dediğimiz şeylerin Allah celle celalühü formunu vaz edip de şu şekilde yapacaksınız diye bizden detaylıca bir istekte bulunmamış. Ama namazın erkanı, eda ediliş biçim ve keyfiyeti bizzat belirlenmiş. Ama mesela sabır böyle değil, zühd de böyle değil. Bunlar biraz insani tecrübe, biraz meşrep ve tahammülle alakalı uygulamalar. Tarih boyu Müslümanların bu uygulamalara dair tecrübeleri olmuştur. Bu tecrübeler sonraki nesiller için birer numune teşkil eder, rehberlik oluşturur.
Tasavvuf da böyledir, genelde baktığımız zaman tarikat bir müessese olarak neyi temine çalışıyor, mezkur ahval-i kalbiyyeyi müstakim biçimde müride gerçekleştirmeyi hedefliyor. Yoksa namaza, oruca dair yeni bir form getirmiyorlar. Belki biraz daha hassaslaştırıyorlar, daha iyi namaz kılmamız için. Ama huşua dair bir form getiriyorlar. Çünkü huşuun bir formu yok ayette, hadiste. Olamaz da zaten. Kişiden kişiye, meşrepten meşrebe, kişinin tahammül gücüne, teyakkuzuna göre değişebilen bir şey. Tarikat o yüzyılların tecrübesiyle değişik meşreplere göre huşuun formlarını ortaya koyuyor ve biri diğerini nakzetmiyor üstelik. Yani tamamen insanî bir tecrübe.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Bir de hocam, tarikat ehlinin çile rabıta gibi uygulamaları mükellefin ahkâmından sünnet farz veya vacip diye tanımlamadığını kabul edelim. Peki, bunları bidat olmaktan çıkaracak hususiyet nedir? Mesela biz diyelim ki zaman zaman sizle konuşuyoruz. Namazlardan sonra 33'er defa çektiğimiz tesbihat var. Bunların çekilmesi haddizatında sünnettir. Hz. Peygamber efendimiz(s.a.v.)'in yapılmasını teşvik ettiği hususlardır. Ama toplu bir şekilde yaptığımızda icabında bid'at olup olmama noktasında tartışma konusu olabiliyor. Çile ve rabıta gibi uygulamaları bid'at olmaktan çıkartacak şey nedir?

Ebubekir Sifil hoca: Burada usul zemininde açığa kavuşturmamız gereken bir şey var. Efendimiz(s.a.v.)'in bir şeyi yapması sünnettir. Dolayısıyla o şeyi O'nun yaptığı gibi yapmak sünnettir. Peki O'nun yapmadığı bir şeyi yapmak nedir? Ya da O'nun yaptığı ve fakat bağlayıcılığı konusunda elimizde kesin delil bulunmayan hususlarda aynı şeyi bir başka biçimde yapmak nedir? Onun hükmü nedir? Efendimiz (s.a.v) muhteva ile birlikte formu da belirlemişse, o forma aykırı bir şey yapanı ikaz etmiş, uyarmışsa evet o muhtevanın o forma uygun yapılması lazım. Ama o muhtevayı başka bir formda yerine getirmek isteyen birisiyle ilgili bir hüküm yoksa ne yapacağız? Yani Efendimizin (s.a.v) terkleri, birşeyi yapmaması ne hüküm ifade eder?
Efendimiz bir şeyi yapmamış, bunu yapmaması bilinçli bir terki mi gösteriyor, yoksa o anda onu yapması için herhangi bir sebep yoktu da onun için mi yapmadı. Menhiyattan olduğu için mi Efendimiz(s.a.v.) ondan uzak durdu, yoksa onu yapmaması o konuda bir sakınca olduğundan, şer'i bir mahzur olduğundan, yasak olduğundan değil, ama öyle denk geldiği için mi? Bunları açıklığa kavuşturmamız lazım.

Herhangi bir fiil, yapılmasını gerektiren bir durum olmadığı için Efendimiz (s.a.v) tarafından yapılmamışsa, bununla birlikte Efendimiz (s.a.v)'den sonra herhangi bir sebeple yapılması gerekli hale gelmişse, İbn Teymiyye onu yapmanın bid'at olmadığını söyler. Örnek olarak da Kur'an'ın cem edilmesini ve tek imamın arkasında Teravih kılınmasını gösterir.

Allahu a'lem, Efendimiz (s.a.v)'in yaşadığı hayat tarzı içerisinde, o günkü sosyolojik toplumsal yapı içerisinde insanların, tesbihatı bırakalım, sünnet namazlarını mescide gidip özellikle mescitte kıldıklarına dair bir şey bilmiyoruz. İnsanlar Medine gibi çok büyük olmayan bir uçtan öbür uca diyelim ki bugün çok küçük kasabalarda ilçelerde belki görebileceğimiz bir yapı içerisinde bir uçtan öbür uca bir saatte iki saatte gidebileceği bir şehir düşünelim; avâlîyi kastetmiyoruz, böyle bir yapı içerisinde insanların beş vakit namazlarını mescide gidip kılmaları, arkasından evine işine gücüne döndüğünde sünneti de orada kılma imkanına sahip olmaları o günkü toplumsal yapı içinde anlaşılabilir bir şey.

Birde bugünün hayatını, modern hayatı düşünün. Mesai saatlerine riayet etmesi gereken insanları düşünün. Bu insanlar ne yapacaklar? Sünnet namazı mescitte kıldıysa kıldı, kılmadıysa hiç kılamayacak. Tesbihatı mescitte yaptı yaptı, yapmadı yapamayacak. Vakti yok, günlük hayatın koşuşturması, zaman darlığı vs... Burada acaba maksada ulaşmak için bu formda böyle bir değişiklik olsa ve bunu bid'at saysak -bid'at olduğunda şüphe yoktur, zira o zaman böyle bir şey olmamıştı- bunu bid'at-ı hasene saysak ne lazım gelir?

Bugünün şartlarında işyerini bırakıp yahut amirinden izin alıp camiye giden kişi sünnet namazları, râtibe dediğimiz namazları ya terk edecek, kılmayacak ya da mescitte kılacak. Farz namazın arkasından ya toplu olarak tesbihat yapacak ya da tesbihatı terk edecek. Ne dememiz lazım? Bir fıkıhçı olarak siz ne dersiniz bu konuda?

Abdulkadir Yılmaz hoca: Tesbih için düşünüldüğünde bu izahtan hareketle olumsuz bir şey söylemek belki zor fakat çile ve rabıta hakkında aynı şeyi söylemek doğru mu hocam?

Ebubekir Sifil hoca: Bid'at uygulamalar bahsiyle ilgili olarak tesbihat örneğini verdiğin için söylüyorum. Bir sünneti değişik formda yerine getirmek bid'at olsa bile bid'at-ı hasene olur diyoruz, herhalde bu konuda bir itiraz yok. Sünneti yerine getiriyoruz ama Efendimiz (s.a.v)'in ya da Sahabe-i kiramın yaptığı formdan farklı bir formda yerine getiriyoruz. Bir takım zaruretlerden, modern hayatın getirdiği bizim dışımızda oluşmuş şartlardan kaynaklanan...

Talha Hakan Alp hoca: Sübha/tespih. Ama sahabede başlamış yani.

Ebubekir Sifil hoca: Sahabe zamanında başlamış ise bunu bid'at olarak kabul etmek doğru değil. Ebû Hureyre'nin (r.anh), üzerinde düğümler olan bir ipi varmış; onunla tesbihat yapar, zikir çekermiş.

Orhan Ençakar hoca: Bu formla İlgili bir şey söylemek istiyorum: İbrahim Sarmış bîr rivayet veriyor. Darîmi'nin 'Sünen'inden. Abullah ibni Mes'ud(r.anh) Kure Mescidi'ne gelmiş ve bazı halkalar görmüştür. Her halkanın ortasında bir yığın çakıl taşı ve başlarında duran bir adam, halka yapan insanlara yüz defa sübhanallah, yüz defa elhamdülillah ve yüz defa Allahu Ekber diyor, onlar da tekrar ediyorlardı. Abdullah ibni Mes'ud(r.anh) onlara şöyle dedi: "Ey insanlar! Allah'a yemin ederim ki sîzler ya Rasulullah'ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz yahut sapıklık (dalalet) kapısını açmış bulunmaktasınız." (Sarmış, Tasavvuf ve İslam, 2012, s, 41)
Bu rivayeti kullanarak zikrin dahi sünnette örneği bulunmayan bir şekilde yapılamayacağını ve şayet yapılırsa bunun bir bid'at ve dalalet olacağını söylemekte.

Ebubekir Sifil hoca: Söz konusu rivayette dikkat edilmesi gereken birkaç husus var:
1.Mescitte halkalar halinde zikir yapan kimseleri daha önce Ebû Musa el-Eş'ârî (r.anh) görmüş, fakat onları kınamak bir yana, yaptıkları işin hayırlı olduğunu düşünmüştür.
2.Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onların yanına gidip durumu sorunca onlar ellerindeki çakıl taşlarını göstererek tesbih, tekbir ve tehlil sayılarını şaşırmamak için onları kullandıklarını söylüyorlar. O da buna mukabele olarak, "Günahlarınızı sayın" buyuruyor. Buradan şunu anlıyoruz: Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onların mescitte halkalar halinde toplu zikir yapmalarını değil, yaptıkları zikri çakıl yardımıyla belli sayılarda yapmalarını yanlış bulmaktadır.
3.İbn Mes'ûd (r.anh), onların, gelecekte bir sapkınlığa kapı açacak kimseler olacaklarını firasetle görmüştür. Tepkisi buradan kaynaklanmaktadır. Nitekim olayı nakleden ravî, o kimselerin Nehrevan'da Haricîlerin safında Hz. Ali'ye (r.anh) karşı savaştıklarını gördüğünü söylüyor.
4.Nihayet Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onlara tepkisini gösterdikten sonra yaptıkları işi derhal terk etmeleri gibi bir emir vermiyor. Rivayetin siyak-sibak'ından, onları dağıtmayıp, bulundukları hal üzere terk ettigini gösteriyor.
5.Diyelim ki mesele İbrahim Sarmış'ın takdim ettiği gibidir, öyle olsa bile bu, son tahlilde Abdullah b. Mes'ûd'un (r.anh) görüşü, İçtihadıdır. Buradan hareketle toplu zikir yapmanın caiz olmadığını söylemek doğru değil. Çünkü biz Efendimiz(s.a.v.) zamanında ashab-ı suffe'nin grup grup zikirle meşgul olduğunu biliyoruz. Efendimiz(s.a.v.)'in de buna şahit olduğunu biliyoruz. Bir gün çıktı Efendimiz(s.a.v.) mescide, ehl-i suffe'nin yanına, baktı ki iki grup olmuşlar. Ne yapıyorsunuz burada diye sordu. Bir grup Allah'ı zikrediyoruz, bir grup da ilmî müzakere yapıyoruz dediler, ilmî müzakere yapanların yanına oturdu. Demek ki grup halinde zikir yapmak o zaman mevcut.

Talha Hakan Alp hoca: Ama toplu zikir bu.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Aralarından bir tanesi başlarında duruyor: "100 kere şöyle (Sübhanellah, Allahu Ekber) deyin' diyor diğerleri de onun dediğini ellerindeki taşları adedince söylüyor. Hatta İbn Mesud(r.anh) diyor ki 'bu şekilde zikrinizi sayacağınıza günahlarınızı sayın”. Zikri "saymaya" karşı çıkıyor sanki. Toplu zikirden ziyade daha çok "saymaya” tepkisi varmış gibi, zahirinden anlaşılan...

Talha Hakan Alp hoca: Orada bir ritüel geliştiriliyor ona tepki veriyor ibn Mesud (r.anh).

Orhan Ençakar hoca: Rivayette -Sarmış kitabına almasa da- Ebu Musa el-Eşarî(r.anh)'ın, İbn-i Mes'ud(r.anh)'ın "Neden müdahale etmedin?" sorusuna: "Ben bunu
hayırlı bir iş olarak gördüm" dediği geçmekte. Ebu Musa el-Eşarî(r.anh) gibi bir sahabînin bu duruma müdahale etmeyip aksine "hayırlı bir iş olarak gördüm" demesi de bu meselede farklı mülahazalarla değişik sonuçlara varılabileceğini göstermektedir.

Ebubekir Sifil hoca: İbn Mes'ûd(r.anh) hazretlerinin burada belli sayıda ve emir-komuta ile zikir yapılmasını doğru bulmadığını söyleyebiliriz. Burada tepki toplu zikre değil, bu zikrin belli bir formda yapılmasınadır. Zira Efendimiz (s.a.v)'den, toplu zikrin cevazına delalet eden sahih hadisler varit olmuştur. Bunu biliyoruz. Tekraren söyleyelim ki, son tahlilde bu bir sahabî kavlidir.

Talha Hakan Alp hoca: Bütün sahabenin ortak tavrı değildir. Ama İbn Mesud(r.anh)'ın bu tavrı da gayet şayan-ı takdirdir. Çünkü sahabede dinin özünü de formunu da koruma konusunda bir tayakkuz var, bid'at cereyanlara karşı daha bir hassasiyet var. Bu, teyakkuzun keskinliğiyle alakalı bir şey ki o gün eğer bu denli hassas olmasalardı din bugüne bu şekliyle gelemezdi. Ama ilk çağda haliyle orijinalliği muhafazaya dönük bu kaygı muhteva iyice oturduktan sonra, dinin karışma, tahrif edilme korkusu büyük oranda atlatıldıktan sonra şedden lizzeria mesafe konulan bazı şeyler bugün yapılabilir hale geldi. Onlara karşı o kadar rezervli olmamıza gerek yok. Sahabe çağını böyle değerlendirmek gerekiyor, eğer toplu bir tavır yoksa. İlk zamanlarda hadislerin yazımı gibi birçok meselede görüyoruz. Yani birçok şey zaman içerisinde artık meşrulaşmış.
Din tahrif mi edilmiş? Hayır, artık o çağda bu formu koruma gereği kalmamış.

Ebubekir Sifil hoca: Bunu genelleştirmek ve bütün sahabe olaya böyle bakardı demek için en azından birkaç tane daha örnek bulabilmemiz lazım ki, tamam sahabenin genel tavrı böyleydi diyebilelim.

Bir İkincisi de bazı şeyler var ki dış etkenlerin dayatmasıyla insanlardaki genel ahvalin bozulmasıyla vs. ilgili olarak uygulama alanlarını formunu değiştirerek devam ettirmek zorunda kalıyoruz. Yani insanların genel ahvali bozulduğunda işte mestûrun (durumu bilinmeyen ravi) rivayetinde olduğu gibi. İmam Ebû Hanîfe mestur ravilerin rivayetini kabul ediyor. Ama ondan sonra İmameyn, zamanın değiştiği ve insanların ahvali bozulduğu için mestûrun rivayetini kabul etmiyor. İnsanların ahvalini araştırmak özel olarak onunla ilgili şeyler geliştirmek gibi zaruretler hasıl oluyor.
Şimdi az önceki örnek üzerinden devam edersek, modern hayatın getirdiği tempo içerisinde siz namazlarınızı mescitte toplu olarak farzların önünden ardından kılmayanlara, yani evinde, işyerinde münferit olarak kılanlara herhangi bir şey dememek, sünnet olanın bu olduğunu itiraf etmek kayd-u şartıyla kılanlara da sen bid'at işliyorsun gibi bir dayatma içinde olmak doğru değil. Yani değişen hayatın getirmiş olduğu bir durum var. Biz Sahabe dönemindeki gibi bir hayatta yaşamıyoruz. Dikkat ederseniz bununla ilgili olarak pek çok fıkhî hüküm bile değişiyor. Sahabe devrinde mevcut olup da bugün uygulama alanı bulamayan pek çok hüküm değişiyor. Nasıl değişiyor? Sahabe-i kiram döneminde yerleşim merkezleri son derece küçük.
Bir şehrin dışındaki bağların bostanlanrı dışına çıktığınız zaman sefer oradan başlıyor. Ama şimdi İstanbul'un bir ucundan öbür ucuna doksan km'den fazla yol gidiyorsunuz; sefer mesafesi gidiyorsunuz yani, ama seferi olmuyorsunuz. Bununla ilgili malum yeni bazı şeyler var. Seferde idarî taksimatı esas alan yeni görüşler var. Adam diyor ki ben Üsküdar'da oturuyorsam Üsküdar sınırlarını çıktığımda seferi sayılabilmeliyim. Gerçekten de öyle; İstanbul nerden başlıyor nerde bitiyor, belli değil; birbirine girmiş durumda. Sefer olgusu Sahabe dönemindeki gibi değil. Bu bir örnek.
Yerleşim birimleri anormal oranda büyüyor. Böyle olunca seferle ilgili birtakım hükümleri gözden geçirmek zorunda kalıyorsunuz. Bunun gibi gerek tasavvuftaki bir takım uygulamalar, gerek bid'at kategorisine sokulan bir takım şeyler bu hayatın getirdiği sosyolojik zaruretler çerçevesinde bir kere daha düşünülmeli.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Cuma namazının şehrin en büyük tek camisinde kılınması meselesi gibi. Hatta Kasanî diyor ki, iki camide kılınması yönünde de rivayetler vardır Hanefî mezhebi içerisinde. Zaten iki cami bütün kasaba nüfüsünun tamamını genelde alır bu yüzden üçüncü camide kılmak gereksizdir ve de sahih olmaz diyor açıkça söylüyor. Şimdi İstanbul'u bir değil iki değil yüz camiye sığdıramazsınız.

Ebubekir Sifil hoca: Evet dolayısıyla bu meseleyi de böyle sosyolojik zaruretler çerçevesinde değerlendirmekte fayda var. Şimdi düşünün, münkeratın, fuhşiyatın, nefsaniyatın, şeytaniyatın insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar açık-aleni teşvik gören alanlar olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Televizyonu açıyorsunuz, münkerat. İnternete giriyorsunuz, münkerat. Sokağa çıkıyorsunuz münkerat. Böyle bir dünyada bekar bir delikanlının ben kendimi tüm bunlardan ideal ölçüde muhafaza edebiliyorum demesi ne kadar mümkündür?
Biz bu hayatın içinde yaşıyoruz. Bekar bir delikanlıyı bırakın evli bir genci düşünün. Evli bir gencin bu münkerata bulaşmadan bu hayatı yaşaması ne kadar mümkündür? Adeta her tarafımızdan çekiştirildiğimiz bir dünyada İnsanın kendini bir korunak içine alması çok anlaşılabilir bir şey; hatta yerine-kişisine göre zarûrî bir şey, Kendini izole bir hayatın içerisinde günlük hayattan ne kadar koparabiliyorsa, bu taalluklardan ne kadar sıyrılabiliyorsa o kadar izole bir hayatın İçerisinde muhafaza etmeye çalışması insanın ancak belli ortamlarda bulunmasıyla mümkündür. Nedir bu ortamlar?
1.Bir cihad ortamında bulunursunuz, cephede bulunursunuz. Oradaki hava otomatik olarak sizi ahirete yöneltir, dünya ile taalluklarınız zayıflar. Evet orada kendinizi muhafaza edersiniz.
2.Yahut bir ilim ortamı içerisinde, bir medrese ortamı içerisinde bulunursunuz. Yalıtılmış bir ortamdır orası. Orada kendinizi ideale yakın ölçülerde muhafaza edebilirsiniz.
3.Ya da bir tarikat yapısı içerisinde bulunursunuz. Kendinize orada küçük, izole bir dünya kurarsınız. O izole dünya içinde kendinizi muhafaza edebilirsiniz.

Yani bunu biraz da yaşadığımız hayatın getirdiği olgular, fiilî durumlar esasında bir kere de düşünmek lazım. Tarih içinde Tasavvuf karşıtları olmuştur, Tasavvufa itirazlar olmuştur, bunların haklı yanları var, haksız yanları var; bunları konuşacağız. Ama Tasavvuf meselesini, realitesini konuşurken bunun insanın hayatına, ahiretine ne getirdiğini ne kattığını da hesaba katarak, özellikle modernité vakıasını dikkate alarak konuşmakta da yarar var diye düşünüyorum.


Talha Hakan Alp hoca: Edille-i şer'iyyenin dördüncü unsuru olarak ictihad faaliyeti şer'î hususların tarih boyu dinamizmini mümkün kılmıştır. Müctehidler kendi branşlarına göre bu dinamizmi sağlamıştır. Bir sufî de tasavvuf alanında bir müctehiddir, Kur'an, sünnet, icma ile çatışmamak kaydıyla formlar geliştirebilir. Yaşadığı bölgeye, kültüre ve hitap ettiği İnsanların mizaç ve meşrep özelliklerine göre yeni formlar, uygulama ve örgütlenme biçimleri geliştirebilir. Yaptığının değişmezliğini biz Kur'an ve sünnet'e bakarak söylüyoruz. Ama içtihada baktığımızda zorunluk olarak bir değişkenlik söz konusudur. Az evvel verdiğimiz misaller zaten bunun bir vakıa olduğunu gösteriyor.
Burada sıkıntı, tasavvuf ve içinde teşekkül eden yapıların/tarikatların mutlaklaştırılması. Kültüre ve sosyal şartlara göre değişebildiğini savunduğumuz bu yapının bir sınırı vardır, olmalıdır? Her İçtihadın, her iyi niyetli çabanın ve kurumsallaşma teşebbüsünün bir meşruiyet sınırı olması lazım. Mutlaklaştırıldığında bu sınırı aşmış oluyor. Zaten ümmeti bölüp parçalayan da, herkesin kendi içtihadını, bu ictihad etrafında örgülediği söylem ve yapıyı mutlaklaştırması. Bir diğer sorun ilgili yapıların din gibi takdim edilmemesi gerekiyor. Bir ictihad, vasıta, formül olarak değil de asıl-din olarak takdim edilmesi ilgili sınırın ihlali olur. Keza bunun niyet-akıbet itibariyle şedden lizzeria Müslümanlara zarar verecek bir görünüm de arz etmemesi gerekiyor.
Tasavvuf ve tarikat yapıları da bu gibi kayıtlarla kayıtlı, sınırlıdır. Kimse bunun kayıtsız, şartsız meşru olduğunu savunmuyor, savunamaz da.

Ebubekir Sİfİl hoca: O zaman buradan yeni bir noktaya geliyoruz. Tasavvuf derken bizim bu alan içerisine giren her yapıyı her uygulamayı, meşrebi, tecrübeyi meşruiyet kılıfına büründürmek gibi bir niyetimiz yok. Tıpkı fıkıh derken fıkıh sahasında icra-yı faaliyet etmiş her kişinin meşrebini meşru kabul etmek, ettirmek gibi bir durumumuz olmadığı gibi... Tıpkı hadis derken, hadis alanında icra-yı faaliyet etmiş herkesi, her meşrebi meşruiyet kılıfına büründürmek gibi gayretkeşliğimiz olmadığı gibi. Tasavvuf derken de Tasavvuf konusunda icra-yı faaliyet etmiş herkesin ve her meşrebin meşru sınırlar içinde hareket ettiğinin söylenmesi ve müdafaa edilmesi gibi toptancı bir kabulümüz yok. Tarih içinde Tasavvuf adına ortaya çıkmış nice kişiler ve hareketler var ki, bunların Ehli Sünnet dışı Tasavvuf akımları olduğunu bizzat Tasavvufun içindeki insanlar, Tasavvuf büyükleri söylüyor.
Kerramiye diye bir ekol var mesela. Bunlar tecsimci malumunuz. Bunları biz Ehl-i Sünnet tasavvuf ekolü kabul etmiyoruz. Aynı şekilde Şia içinde tasavvufî cereyanlar, ekoller, kişiler bulunduğunu biliyoruz. Keza Abdulgani en-Nablusi'nin el-Hadikatu'n-Nediyye'de söylediği bir şey var; diyor ki: "Bazı arifler alemin kadim olduğu görüşündedir."
Bazı alimler dediği kimdir bilmiyoruz. Oysa alemin olduğunu söylemek imam Gazzalî'ye göre, hatta Kelam alimlerinin tamamına göre küfürdür. Bunu söyleyen kişi kim olursa olsun, ister tasavvufî alan içerisinde icra-yı faaliyet etmiş olsun, ister tasavvuf dışında olsun, alemin kadim olduğunu söylüyorsa u küfürdür. Bu şer-î, itikadî bir hakikat ise, bu hakikati herkes üzerinde cari kılmamız lazım, bu prensibi herkese uygulamamız lazım. Aynı şekilde Ehli Sünnet içi tasavvuf ekollerinde zaman zaman bireysel bir takım sapmalar arızalar ya da zaman içerisinde kurumlaşma eğilimine girmiş bazı arızalar olabilir mi? Olabilir. Tasavvufu müdafaa etmek adına bu arızaları da müdafaa etmek, devam ettirmek, bunları din yerine koymak Ehli Sünnet olduğunu söyleyen insanlardan sadır olmaması gereken arızalardır.
Bu kitapta da var, daha önce başka örneklerini de gördük, herhangi bir insanın Allah Teala'ya mahsus İlahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemek küfürdür. Bir İnsan bunu söylüyorsa o insanın bunu meşru Sünnî tasavvuf adına ifade etmesi, bunu delillendirmesi, bunu müdafaa etmesi mümkün mü? Keza günümüzde Sünnî tasavvuf ekolleri İçinde bile uydurma rivayetleri bile bile kullananlar, bunları tasavvufun temeliymiş gibi gösterenler, bunlar olmadan olmuyormuş gibi tasavvufu bunlarla aynîleştirenler özdeşleştirenler büyük bir cürüm içinde, vebal altındadır. Tasavvufu müdafaa etmek yaşatmak adına bunları müdafaa etmek ve yaşatmak, eğer bilinçli yapılan bir şey ise büyük bir cürümdür, Allah korusun kişiyi dinden bile çıkarabilir.
Efendimiz (s.a.v) kendisinin Allah'ın ilahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemiş mi? Böyle bir şey yok, bilmiyoruz. Selef zahidlerinde böyle bir şey var mı? Yok, bilmiyoruz. Kul kuldur, Allah Allah'tır. Evet, veli hadisinde olduğu gibi, insan nafile ibadetlerle Allah'a o kadar yaklaşır ki, o İnsanın söyledikleri, yaptıkları, tepkileri, hareketleri size hep Allah'ı hatırlatır. Bunu anlarız, o insan Allah Teala'nın bir nevi muhafazası altındadır. Ama o insanların Allah Teala'ya mahsus İlahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemek başka birşeydir. Bunu veli hadisiyle izah edemeyiz. Bu büyük bir arızadır. Bunun da Sünnî tasavvuf İçinde mutlak surette ciddi bir tenkide tabi tutulması lazım.
Bu yanlışlığın yapıldığını görüyoruz; Tasavvuf deyince bize kadar intikal etmiş herşeyi muhafaza, müdafaa etmek gibi bir mecburiyetimiz varmış gibi! Oysa vahdet-i vucüd gibi bir meseleyi ve bu bağlamda varit olmuş diğer şathiyatı muhafaza ve müdafaa etmek... Böyle bir dini mecburiyetimiz yok. Böyle bir mecburiyet olsa İmam Rabbanî bunu savunurdu, buna itiraz etmezdi. Bunu bir dinî, küllî hakikatmiş gibi, inanılması, kabul edilmesi şart bir meseleymiş gibi görmek doğru değil. Dolayısıyla tasavvuf alanında özellikle icra-yı faaliyet eden insanların Kur'an, Sünnet, Şeriat-ı garra temelinde bu meseleleri büyük bir özgüvenle, cesaretle yeniden gözden geçirmesi, tartışması ve Tasavvufu bu türlü arızalardan arındırması bir dini vecibedir diye düşünüyorum.

Talha Hakan Alp hoca: İsterseniz tek tek somut meselelere geçebiliriz. Önce bir usul belirlemiş olduk. Temel bir bakış açısı önerisi yaptık. Tasavvufun kaynağına dair söylediği şeylerin oryantalist menşeî'li olduğunu ifade ettik. Ve İkbal'in de sözüyle teyid ederek genel ve yaygın nitelik kazanan hiçbir akımın münhasıran haricî etkenlere sosyolojik olarak bağlanmasının mümkün olmadığını ancak ifade biçimi, müesseseleşme şekli gibi kültürel ve sosyal boyuta tekabül eden yönleri itibariyle belki harice yönelik temaslar, faydalanmalar olabileceğini söyleyebiliriz. Ama tasavvufun özü ve çekirdek muhtevası itibariyle Müslümanların kendi değerlerinden ve dinamiklerinden doğduğunu itiraf etmek durumundayız.
Ele alacağınız bir mesele yoksa 220. sayfadaki "tasavvufta tanrı anlayışı" konusunu masaya yatırmak istiyorum.

 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
DARU'L-HİKME / AÇIK OTURUM
"ELEŞTİRELLİKTEN TEKFİRE; TASAVVUF ANLAYIŞI"

~ 2.BÖLÜM ~
(NET'TE İLK KEZ)


Katılımcılar: Ebubekir Sifil Hoca, Talha Hakan Alp Hoca,
Abdülkadir Yılmaz Hoca, Orhan Ençakar Hoca, Muhlis Turan Hoca
1003655_462216123867845_237562991_n.jpg


"RIHLE / SAYI-15'den..."
https://www.facebook.com/EbubekirSifilHoca


Talha Hakan Alp hoca:
Ele alacağınız bir mesele yoksa 220. sayfadaki tasavvufta tanrı anlayışı konusunu masaya yatırmak istiyorum.

Benim İbrahim Sarmış'ta gördüğüm bir başka problem, tasavvufa, tasavvufun terminolojisini ve hissiyatını hesaba katarak yaklaşmaması, bu sebeple çok defa sufîlere karşı sû-i zan beslemesi. Tasavvufa ait izah ve uygulamaları hep yabancı kaynaklı gördüğünden sürekli olumsuz anlamlar yüklüyor. Mesela sufîlerin bazı islâmî kavramlara getirdikleri izah ve yorumları hüsn-i zan besleyerek olumlayabileceği halde su-i zan yapıp olumsuz yöne çekiyor ve bunun üzerinden sert eleştiriler yapıyor. Sözgelimi sufîlerin tevhide getirdiği tanımlar var. Sarmış kitabında İmam Gazzalî'nin tevhid mertebeleri şeklinde bir yorumuna yer veriyor. İmam Gazzalî tevhidin dört mertebesi vardır diyor, öz, özün özü, kabuk, kabuğun kabuğu gibi mertebelerden bahsediyor. Birinci mertebesi kalbin tevhidden habersiz veya münafıklar gibi tevhidi inkâr ettiği halde kişinin diliyle "lâ ilâhe illallah" demesidir.

Ebubekir Sifil hoca: el-Munkız'da da buna benzer şeyler var.

Talha Hakan Alp hoca: Yani tevhidin dilden kalbe inmemiş hali, Kabuğun kabuğu.
İkincisi, umum Müslümanların tasdik ettiği gibi lafzın manasını kalbin tasdik etmesidir. Avamın itikadıdır, diyor. Lafız "lâ ilâhe illallah", mana da bu aşamada "Allah'tan başka ilah yoktur" şeklinde ve kişi diliyle lafzını, kalbiyle de manasını onaylıyor. Bu mertebede tevhid henüz bütün bir zihniyeti, bürün bir benliği kuşatmış değil. Bu avam için veya gafiller için geçerli bir mertebe.
Üçüncü mertebede tevhid "la fâile illallah" şeklinde bir içerik kazanıyor. Bu mertebeye varan kişi tevhidde öyle bir kıvama ulaşıyor ki, başına bir şey geldiğinde bu Allah'tandır sözünü idrak ediyor. Ne var bunda? Bu zaten 'vemâ rameyte...' (Enfal, 17) gibi birçok ayet ve hadiste de ifade edilen bir gerçek.
Dördüncüsü de sadece fiil, durum ve oluşum itibariyle her şeyin arkasında Allah'ı görme hali değil, eşyanın arkasında da Allah'ı görüyor olma hali. Artık bu mertebeye kavuşmuş bir müminin gözünde eşya yok gibidir. Vahdet-i şuhûd denen mertebe yani. Şimdi bunları insan bu şekilde düşündüğü zaman, bunları birer ruh hali, birer fark ediş biçimi olarak gördüğü zaman anlayışla karşılar.
Kişinin kalbinde Allah hissinin yoğunlaşmasına paralel evreleri anlatıyor İmam Gazzalî. Bu bir vakıa, sufîler bunu yaşıyorlar. Buna bir eleştiri yapacaksan sözkonusu hali yok sayarak değil, bir vakıa olarak gör, varsa aksaklıkları yine o terminoloji içinde, o psikolojik süreçler üzerinden bir eleştiri yap. Sarmış bunun yerine hemen bunun bir sapkın tanrı anlayışı olduğunu düşünüyor, Gazzalî Huccetûl İslam değil, olsa olsa Huccetu't-tasavvuf olur diyor, imam Gazzalî gibi büyük bir alimi, arifi bir çırpıda karalıyor, üstünü çiziyor. İbretamiz bir şey! Bunları kötüye yormak istediğinizde yorabilirsiniz ki Sarmış hep bunu tercih ediyor. Oysa iyiye yormak istediğinizde konuyla ilgili ayetler, hadisler de var. Sahabeden ve seleften buna delalet eden sözler var.
Keza birçok muvahhidin vicdanında bunun bir karşılığı var. İnsan bu halleri hissedebiliyor. Muhtelif dozajlarda ilgili mertebeleri tecrübe ediyor.

Ebubekir Sifil hoca: Şunu da konuşalım, tasavvufta gördüğümüz bu avam, havass, havassul havass, ehassu havassil havass mertebeler neye dayanıyor. Bunlar sonradan ortaya çıkarılmış kuru, nazarî, temelsiz şeyler midir, yoksa bir istikra yapsak biz bunu Efendimiz (s.a.v)'in hayatında, nasslarda, Kur'an'da, Sünnet'te bir karşılığını bulabilir miyiz?

Abdulkadir Yılmaz hoca: İhsan hadisinde[1] karşılığını bulabiliyoruz. Çünkü orada namaz kılmaktan oruç tutmaktan bahsediliyor. Efendimiz (s.a.v.) "İhsan, Allah'ı görürmüşçesine ibadet etmendir" diyerek, üstün bir mertebeden bahsediyor. O da namaz kılıyor bu da namaz kılıyor ama aradaki bir farktan bahsediyor Allah resulü(s.a.v.).

Ebubekir Sifil hoca: Evet, başka rivayetler de var.

Talha Hakan Alp hoca: Bedevi için belirlediği Müslümanlık çıtasıyla, sahabeden Abdullah b. Amr'a(r.anh), Abdullah b. Ömer'e(r.anh) belirlediği çıta aynı değil. İbn-i Ömer(r.anh) gece namazı kılmıyor diye tatlı bir sitemi var mesela. Ama öte yandan bedevi İslam'ın
beş şartını sayıyor ve bunları yaparım, başka da bir şey yapmam diyor, Allah Resulü(s.a.v.) onaylıyor.

Ebubekir Sifil hoca: Efendimiz (s.a.v)'in hayvanın terkisindeyken Hz. Mu'âz b. Cebel'e (r.anh) söylediği bir şey var. Ona öğrettiği şeyler var. İslam'ın temel rükünlerini ona söylüyor, sonra da işin zirvesini anlatıyor. Ve "zirvetu senamihi" diyor.

Talha Hakan Alp hoca: imanın altı şartı var ama şubeleri yetmiş küsur tane.

Ebubekir Sifil hoca: Dolayısıyla "avam-havas... Bunlar böyle olmayacak şeylerdir” demeden önce nassları bir gözden geçirelim, bakalım burada monoblok, yeknesak, tek düze bir müslüman tipine mi hitap ediyor yoksa adı konulmamış biçimde kategori kategori seviyeler mi öngörüyor. Biraz insaflı bakan bir insan çok rahat bir şekilde görür bunu. Hatta Kur'an'da bile öyle ayetler var ki, temel bir takım ibadetleri yerine getirenlerin kurtulduğunu ifade ediyor, öyle ayetler var ki muttakilerin kurtulduğunu ifade ediyor. Şimdi bunları biz nasıl anlayacağız? Temel ibadetlerini yerine getirdiği halde muttakî olmayan milyarlarca insan gelmiş geçmiştir. Bunların ikisinin elde edeceği kurtuluş ve göreceği uhrevî netice en azından derece bakımından birbirinden farklı olmalı. Evet nihaî anlamda ikisi de kurtulur, cennete gider; ama cennetteki dereceleri veya indallahtaki dereceleri bir midir? El insaf!

Bu şuna benziyor biraz: "Efendim Kur'an'da bütün müminler Allah'ın velisi olarak ifade buyurulmuştur, dolayısıyla evliyaullah diye ayrı bir kategori yoktur, buna benziyor. Evet tüm müminler Allah'ın velisidir ama Allah'ın öyle velisi var ki, "izâ ruu zükirAllah” görüldükleri zaman Allahı hatırlatıyor.

Ama biz binlerce insan görüyoruz sokakta, hepsi mü'min, genel anlamda Allah'ın velisi. Ama onları gördüğümüzde Allah'ı hatırlamıyoruz?!

Abdulkadir Yılmaz hoca: Bayındır bu konu üzerinde duruyor, evliyalullah diye bir tabakanın olmasını kur'ana aykırı buluyor.

Talha Hakan Alp hoca: Bu kişilerin Kur'an'a aykırılık iddiası da çok ucuz ve çok aceleci.

Ebubekir Sifil hoca: Şimdi şöyle durum var: Hangi yapıyı alırsanız alın, tarih içerisinde, ister İslâmî, İster gayri islâmî olsun; her yapının bir çekirdek hali vardır. Çekirdeğin patlaması, tabiri caizse bir goncanın açması gibi neşvu nema bulması vardır. Gelişmesi, serpilmesi, büyümesi hali vardır. İslâmî yapıları, müesseseleri, kavramları da buna benzetebiliriz. Efendimiz (s.a.v)'in temelini attığı bu yapı ilk hali itibariyle son derece saf, berrak, anlaşılır; sonra derece "basit ve sade".
Fakat nesiller ilerledikçe bakıyorsunuz uzmanlaşma alanları oluşuyor, kavramlar, müesseler ortaya çıkıyor. Bunu iki şekilde okuyabilirsiniz: Efendimiz (s.a.v) terk-i dünya etti, ondan sonra dinin etrafına bir takım duvarlar örüldü, din aslından uzaklaştırıldı. Bir de şöyle okuyabilirsiniz: Bu hayatın getirdiği tabii bir şeydir. Tıpkı imam Ebû Hanîfe'nin söylediği gibi. Talebesi Ebû Mukâtil, el Âlim ve'l-Müteallim'de soruyor: "Bize, Resulullah'ın (s.a.v) ashabı için yeterli olan sizin için de yeterli olmalıyken niçin bu (Kelamî) meselelere giriyorsunuz?" diye soruyorlar. Onlara cevap olarak ne diyelim? İmam da diyor ki: "Sahabe-i kiram, düşmanı olmadığı için silah taşıması gerekli olmayan insan gibidir. Ama bizim bugün düşmanlarımız var, kanımıza canımıza ırzımıza kastediyorlar, dolayısıyla bizim silah taşımamız lazım. Bu aslında çok enteresan, çok vurucu bir örnek.
Hayatın değişmesiyle ortaya çıkan bir takım zaruretler, sizi özü muhafaza etmek için yeni bir takım savunma mekanizmaları ya da tahkim mekanizmaları geliştirmeye mecbur ediyor, bunlar durup dururken ortaya çıkmıyor.

ilimlerin diline/terminolojisine bakın, Usul ilimlerine bakın.. Efendimiz (s.a.v) döneminde Usul ilmi yoktu. Bir takım nüveleri vardı, ama böyle bir sistem yoktu. Bütün ilimlerde olduğu gibi Usul ilmi de böyle. Sonra bir kuşak daha beriye geliyoruz; Usul ile ilgili bir takım ibtidai ya da basit şekliyle argümanlar ortaya çıkıyor. Biraz daha beriye geldiğimizde dil biraz daha teknik bir veçheye bürünüyor, ihtisas alanları oluşmaya başlıyor, bir kademe daha geldiğimizde, h.4., 5. asra geldiğimizde artık tamamen uzmanlaşmış sistemleşmiş bir dil... İmam eş-Şâfiî'nin er-Risale'siyle mesela el-Gazzalî'nin el-Mustasfa'sını bir karşılaştırın, aynı mezhep, aynı ilkeleri savunmak için kaleme alınmış kitaplar; ama aralarında dağlar kadar fark var. Dilde bir teknik veçhe, sistematikte temelli esaslı farklılıklar...
Bu (Mütekellimin sistemi) böyle geliyor. Bir taraftan başka bir usul sistemi (Hanefîyye/ Fukaha metodu üzere) gelişiyor. Ondan sonra h 7-8-9. asırlarda bu usul sistemleri birleşiyor, işin içine başka kavramlar giriyor. Bunlar durup dururken olmuyor ki, toplumun geçirdiği iç ve dış tecrübeler, dışarıdan bir takım saldırılar, bir takım fikirler, ideolojiler bünyede bir etki yapıyor. Zihnî faaliyet durmuyor; yeni terkipler, sentezler ortaya çıkıyor. Bünye kendini muhafaza etmek için sürekli kendini yenilemek zorunda. Yoksa bir yerde donup kaldığınız zaman herhangi bir iç-dış hareket sizi kaldırıp savurur atar.
Ama bakıyorsunuz gerek Haçlı seferleri gerek Moğol istilası İslam ümmetinin -tabiri caizse- zahiri/görünür bütün kalelerini, tabyalarını tarumar ediyor. Ama İslam ümmeti ortadan kalkmıyor. Kütüphaneleri yağmalanıyor, devlet yıkılıyor, halife öldürülüyor, ordu dağıtılıyor, şehirler yağmalanıyor... Ama İslam ümmeti yeniden tekrar ayaklanıyor, hayatı inşa ediyor. Hatta bünyeye yeni yeni unsurlar katıyor, Moğollar müslüman oluyor vs... Bunlar nasıl oluyor? Öyle kuvvetli bir varlık bilinci var ki, bu bilinç ümmeti ayakta tutuyor ideal olarak, hedef olarak.
Elbette bunun temelinde de bu ilimlerin oluşturduğu ruh var. Bu ruh kendisini yenileyemezse bütün bunların olması mümkün değil.
Bugün de aynı şey oluyor. Baktığımız zaman İslam dünyasında bir fikri kargaşa-karmaşa, belirsizlik, kaos, çatışma ortamı var. Bir vakıa var, bir modern dünya var. Bu modern dünya İslam dünyasını ezmiş geçmiş tabiri caizse, aynı Moğol istilası gibi. Ama bakıyorsunuz aradan iki asır geçti İslam dünyasında yeni bir kıpırdanış var. Artık Müslümanlar Batı'nın var oluş alanlarını tartışabiliyor. Batıya vücut veren Batının sistemine, inancına, ideolojisine, pratiklerine vücut veren yapıları artık Müslümanlar çok rahat şekilde tartışmaya başlıyor. Bir meydan okumadan bir yüzleşmeden söz etmeye başlıyoruz.

Bu aynı şey işte.. Bizim üzerine bastığımız zemin bize bu imkanı sağlıyor. Dolayısıyla dilin, kavramların, kurumların tarih içerisinde formlarının değişmesi özün
muhafazası adına yapılması gereken bir şey olarak dikkate alınmalıdır diye düşünüyorum...

Burada İbrahim Sarmış Şii inancıyla Tasavvuf arasında bir takım paralellikler kuruyor. Bunları somut olarak tartışabiliriz.

Talha Hakan Alp hoca: Ama İbrahim Sarmış nedense ortaya somut bir şey koyamıyor. Referanslarına bakarsanız şunları görürsünüz: Birincisi Tasavvufun İran üzerinden geldiğini, dolayısıyla şiî kaynaklı olduğunu söylüyor. Coğrafya temelli bir iddia bu. Son derece naif, hiçbir somut gerekçesi yok.
İkincisi, Şia'daki masumluk inancıyla velayet inancını karşılaştırıyor. Keza onlardaki mucize inancıyla bizdeki keramet inancını karşılaştırıyor. Yani Şia'nın imamlarına atfettiği masumiyet inancı tasavvufta velilere atfedilen velayet inancıyla intikal ettirilmiş diyor. Şia'da imamlara ait olduğu söylenen menkıbelerde anlatılan mucizeler, onlar imamlarını beni israil'in peygamberleri gibi gördüğü için tasavvufta da keramet adı altında aynı şey velilere layık görülmüş diye son derece sathi ve sağlaması zor iddialar ortaya atıyor.
O bölüm baştan aşağı böyle, havada kalmış.

Ebubekir Sifil hoca: Bir de tabi özel ilimler meselesi. İmamların özel ilimleri vardır, Tasavvufta da keşfî bilgi vardır. Bu ikisi arasında bir paralellik kuruyor. Keşfi bilgi meselesi üzerinde biraz durmak lazım.

Talha Hakan Alp hoca: Ondan önce bu bölüme bir girizgah olarak şunu konuşsak: İki yapı arasındaki paralellikler ve benzerlikler yapıların birbirlerinden etkilendiği, birbirlerini takip ettiği ve birbirlerinin devamı olduğu şeklinde mi anlaşılmalı, yoksa ortada hakikat diye bir şey var, hakikate temasla alakalı bir denk düşme mi söz konusudur? Biz eğer bir bütün olarak hikmetin peygamber kaynaklı, mişkati nübüvvet menşeîli olduğunu iddia ediyorsak, Batı'da ve Doğu'da, farklı dinlerde, farklı felsefelerde parça parça hikmet parıltıları olduğunu da kabul ediyoruz demektir.
Şu bütün hikmete ulaşmak adına o parıltıları kendimize taşımakta ne beis var? İlk peygamber aynı zamanda ilk insansa ve Allah ona isimleri öğrettiyse hikmetin kaynağı Hz. Adem(a.s.)'dir. Hz Peygamber efendimiz(s.a.v.)'e gelinceye kadar çeşitli coğrafyalarda birçok kavme peygamberler gönderildiyse ve bunların hepsinin kaynağı da vahiyse aynı hakikate farklı diller, bu dillere has temsiller ve izah biçimleriyle işaret ettilerse ortak hakikatin/hikmetin bütün dünya üzerinde izini sürmemiz gerekmeli değil mi? Yoksa aradaki paralellikler üzerinden bunlar birbirlerini etkilemiştir, bu onun devamıdır diyerek, batıl İle hakkı birbirine karıştırmak, hakkı batılın devamı gibi göstermek doğru değil.

Ebubekir Sifil hoca: Müsteşriklerden gelen bir iddia bu: İslami bir takım inançlar, uygulamalar, hatta Kur'an Yahudilerden Hristiyanlardan iktibas edilmiş şeylerdir. Bu yaklaşım Oryantalistlere ait ve ciddiye alınır bir tarafı yok bunun. Yazık ki ilâhiyat alanında icra-Yı faaliyet eden bir akademisyenden böyle bir şey sadır olmuş. İnsan bekler ki, müsteşrikler eğer böyle bir iddiada bulundularsa, ki bunu sadece Tasavvuf için söylemiyorlar; Kur'an için de söylüyorlar. Siz bunu kabul ettiğiniz zaman dolaylı bir şekilde müsteşriklerin o yaklaşımına da bir haklılık kazandırmış oluyorsunuz.
Dünyada Efendimiz(s.a.v.)'in bi'setinden önce hakikat adına hiç mi bir şey yoktu? Şüphesiz vardı. İnsanoğluna sürekli peygamberler geldi. Dolayısıyla İslam'ın bu hakikatlerden bir kısmını aynen devam ettirmesinde, bir kısmını biraz değiştirmesinde şaşılacak-garipsenecek bir şey olmamak lazım gelir.

Talha Hakan Alp hoca: Hakikatin izini sürerek meseleye baktığımız zaman şunu görürüz: Bazı yapılar hakikati biraz abartmışlardır, işi guluvv/aşırılık noktasına vardırmışlardır. Şimdi imamet İnancının bir hakikat payı var. Aslında imamlar salih İnsanlar, Allah'ın sevdiği kullar, veliler. Böyle baktığınız da bir hakikat payı var. Bizdeki velayet aslında bu zemine tekabül ediyor. Ama bunlar belli ideolojik maksatlarla bunu abartıyorlar, peygamberler derecesine çıkartıyorlar. Ama tasavvufun genelinde velilik peygamber derecesine çıkartılmış değil. Sûfiler içinde velayeti peygamberlik derecesinde gören aşırı uçlar yok mu, var. Onları zaten İbrahim Sarmış gibi biz de tenkit ediyoruz, buna biz de karşıyız. İbrahim Sarmış'ın bu ve benzer konulardaki tenkitlerini haklı buluyoruz, kabul ediyoruz.
Keza mesela imamlarda mucize olduğunu söylemeleri de bir hakikatin abartılıp hurafeye dönüştürülmüş halidir. Hakikat kısmı aslında maunet veya keramettir. İmamlar temelde mümin olduklarında her mümin gibi darda kaldıklarında Allah'ın yardımı imdatlarına yetişir. Yani maunete erişirler. Keza Allah'ın veli kullarıdır, keramete mazhar olabilirler. Ama Şia'yı bunlar kesmiyor, işi peygamber mucizesi raddesine vardırıyorlar ki ifrata kaçıyorlar, böyle olunca hakikat gulüvv ile birlikte batıla inkılab ediyor, Tasavvufun genelinde bu meseleler itidalli haliyle devam ediyor. Aşırı uçları istisna ederek konuşuyoruz. Gizli ilim meselesi de böyle, keşif meselesi de. Bunun sahabede de örnekleri var, İşarî tefsirde bunun örneği var, rüya örneği var, seçkinlikle ilgili diğer meseleler, Hz. Ömer(r.anh)'in Sariye İle ilgili kerameti. Yani itidalde tuttuğumuzda asr-ı saadette var.
Bizim mukteda bih olan imamlarımızda, öncülerimizde var. Ama Şia'da bu, ideolojik çıkarları doğrultusunda abartılı bir inanca, akideye dönüştürülmüş, istismar edilmiştir.

Ebubekir Sifil hoca: İstismar edilmiştir, bunun en çarpıcı örneği mehdiliktir. Mehdilik diye bir şey bizim sahih rivayet külliyatımız içerisinde var mı? Var. Biz Mehdi diye birisinin zuhur edeceğini Şia'nın bir meşrep-mezhep olarak zuhurundan çok öncesinde kaleme alınmış kitaplardan biliyoruz. Bu kitapların Sahabe-i kiramdan yaptıkları nakillerden, Efendimiz (s,a.v)'e dayandırdıktan rivayetlerden biliyoruz. Şia'ya vücut veren insanlar Mehdilik inancını kendi ideolojileri doğrultusunda istihdam etmişler, kendi tesis ettikleri yapı içerisinde bir yere oturtmuşlar. Şimdi durum böyle diye, biz "Mehdilikle ilgili rivayetler Şia'dan geçmiştir" iddiasında bulunursak, bu bizi anakronizme götürür. Burada da anakronizm var.
"Bu bize Şia'dan geçmiştir" inancında, iddiasında bulunan bir insan, Şia'nın teşekkül dönemi öncesinde masum imamlarla ilgili bir rivayet gösterebilecek midir? Hayır. Ama Mehdiyle ilgili pek çok rivayet var. Şia'nın teşekkül devri öncesinde kaleme alınmış rivayet külliyatında bunlar var.

Talha Hakan Alp hoca: Ayrıca tasavvufta velinin masum olduğu inancı en azından ilke bazında yoktur. Cüneyd-i Bağdadîye soruluyor, veli günah işler mi diye. Bir süre suskun bekliyor, sonra 've kane emrullahı kaderan makdura" ayetini okuyor. Allah'ın emri/işi takdir edilmiş bir kaderdir. Yani işleyebilir diyor.

Abdulkadir Yılmaz hoca: İbn Arabî'den benzer bir şey naklediyor, İbrahim Sarmış. Şia'nın dediği gibi masum olanın zahir imam değil batın imam olduğu görüşünü naklediyor. Ben benzer şeylerin olduğunu gördüm ibn arabî'de. İbn arabî, zahir imamda şianın dediği gibi böyle bir masumluk olmadığını ama batın imamda böyle bir masumiyet bulunduğunu söylüyor. Bu konudaki tavrımız ne olmalı mesela? örneğin, biraz önce nablusî'den bazı ariflerin alemin kadim olduğu hakkındaki sözlerini naklettiniz. İbn arabî'nin malum vahdeti vücut nazariyesi var.

Ebubekir Sifil hoca: Batınî ulema derken neyi kastediyor İbn Arabî?

Talha Hakan Alp hoca: Manevi imamlar, hatemu'l-evliyayı diyor, kutub, meşayıh, ehlullah. Ama tasavvufu İbn Arabî nazariyatı üzerinden değerlendirmek problemli. Şahsen burada konuştuğum şeyler İbn Arabî nazariyesini merkeze alarak anlaşılırsa yanlış anlaşılır. İbn Arabî'nin tasavvuf nazariyesi bir ekoldür, akımdır, tartışılır. Yanlışları vardır, daha çok felsefî bir sistemdir. Ehl-i sünnetle çatışan tarafları vardır. Ama Sarmış bütün tasavvufu eleştiriyor. İbn Arabî'yi bütünü yansıtan bir örnekmiş gibi değerlendiriyor, bu yanlış, ibn Arabî örnek olamaz, sadece tasavvuf içinde bir akımdır ve uç bir örnektir. "Su-i emsal misal olmaz" diye bir kaide var. Mesela bir imam Kuşeyrî üzerinden değerlendirse birçok
eleştirisi karşılıksız çıkacak...

Ebubekir Sifil hoca: Genellemeler yapması kitabın en temel arızası.

Talha Hakan Alp hoca: Tasavvuf diyeceksin, örneklerin İbn Farız'dan, İbn Arabî'den olacak, hakkaniyetli bir tutum değil bu. Bu olsa olsa vahdet-i vücut eleştirisi olur, tasavvuf eleştirisi değil.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Şunu da eleştiriyor, "tasavvuf literatüründe kitapları yazmadan önce kitabı yazmaya vesile olan durum anlatılır, genelde rüyada peygamberimizi gördüm, bir işaret aldım sonra kitabı yazdım şeklinde bir gelenek vardır" diyor ki doğru, böyle bir gelenek var. Mesnevî'ye dair yapılan bazı övgüler, Kur'an'ı Kerim'e özgü bazı vasıflar var. "Lâ yetihil batılu..." gibi. İnsanı duyduğunda ürperten ifadeleri çokça alıntılıyor.

Talha Hakan Alp hoca: Bunları iyi kullanıyor, bunlar üzerinden bütün tasavvufu zan altında bırakıyor.

Ebubekir Sifil hoca: Gönül arzu eder ki, Tasavvuf akımları içinde bulunan, bu işi meslek edinmiş kimseler böyle bir eleştiri mekanizması geliştirsinler. Yani Tasavvuf adına önümüze konan herşeyi müdafaa etmek zorunda değiliz. Biz münhasıran Kitap ve Sünnet'e dayanan, uygulamalarını oradan alan, delillerini şer'î-zahiri kaynağa dayandıran bir Tasavvuf anlayışından bahsediyoruz. Tasavvuf deyince hep bu anlaşılıyor. İbn Arabî sistemi, İbn Fârız sistemi, felsefî tasavvuf... Tasavvuf bundan ibaret değil ki. Ben Tasavvuf deyince el-Hâris el- Muhâsibî'den, el-Kelâbâzî'den, es-Serrâc'tan üç imamım intisap ettiği tasavvuftan bahsediyorum.
Bunların kabul ettiği Tasavvuf anlayışıyla bugün Tasavvuftur diye önümüze konan ve tenkit edilen Tasavvuf arasında büyük farklılıklar var. Bu ayrımın Tasavvuf İçinde İcra-yı faaliyet gösteren İnsanlar tarafından yapılması lazım. Yoksa Tasavvuf diye bunlar insanımızın gündemine sokuluyor, Tasavvuf bunlara İndirgeniyor, bunları reddettiğinde insanımız Tasavvufu reddetmiş oluyor ya da bunları kabul eden Tasavvufu kabul etmiş oluyor. Bu işin ortasını bulmak lazım. Esas zayi olan hakikat de bu.
Her mesleğin her bakış açısının kendine mahsus bir Tasavvuf anlayışı var. Tarikatlaşma da kaynağını buradan alan, buraya dayanan bir şey belki. Yani havass dediğimiz kesimin Tasavvuf anlayışıyla avamınki bir değil. Algıyla, pratikle, coğrafyayla, kültürle ilgili bir şey bir yönüyle. Bunların bütün bağlantılarını kurarak da meseleyi ortaya koymak lazım.

Şeyh Şamil ve Kafkasya'da bağımsızlık mücadelesi veren erbab-ı tasavvufun, erbab-ı tarikatın Tasavvuf anlayışıyla İbn Arabî'nin anlayışı bir midir? Senusî'lerin anlayışıyla bugün yer yer rastlanabilen agnostik dediğimiz, bünyesinde çok şey barındıran Tasavvuf anlayışı bir midir? Elbette değil. Bunları titiz bir ayıklama ile bu konuda icra-yı faaliyet edenlerin yapması lazım. Dolayısıyla Tasavvufa yapılan eleştirileri buradan savuşturmak gayet mümkün, hatta yapılması gereken bir şey.

Dediğiniz gibi, Sarmış İbn Arabî'yi tenkid ediyor burada, adını ise Tasavvuf tenkidi koyuyor. İnsanlar da okuyunca bunu, "Tasavvuf böyle bir şeymiş" diyor. Ortada kaybolan, zir-ü zeber olan küllî hakikatler var.

Abdulkadir Yılmaz hoca: özellikle İbrahim Sarmışın kitabı özellikle seçilmiş şeylerle dolu.

Ebubekir Sifil hoca: Bayındır'ınki de öyle. Baktığınızda bunlar hep sivri örnekler. Tabi günümüzde Tasavvuf adına yazan konuşan bir kısım insanlar da çanak tutuyor buna ne yazık ki. Uydurma rivayetler vakıası var, aslı esası olmayan zuhuratlar var... Yazık ki Tasavvuf deyince akla bunlar gelir olmuş. Bunları reddetmek Tasavvufu reddetmek olarak algılanmış, bunları kabul etmek Tasavvufu kabul etmek olarak algılanmış. Böyle bir kafa karmaşası var.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Ferit Aydının çok absürt bir iddiası var hocam, başta da gündeme gelmişti. Ama bunun sebepleri üzerinde de durmak gerek: niçin böyle bir iddiada bulunuyor, bu neden kaynaklanıyor? Kitapta Halidîlik kolunun "dünyayı ele geçirme ideali" diye bir şeyden bahsediyor, (s. 169 vd.) Ben bu iddiasını çok daha evvel okumuştum; hatta bizzat kendisine sorma fırsatı da buldum, bir kitapçıda karşılaşınca. Böyle bir şeyden bahsediyorsunuz, bunu neyle temellendiriyorsunuz diye sorunca kendisi bunu hatırlamadı. Kitapta şöyle diyor: "yukarıdaki son cümlelerde bir nebze ortaya çıkan Halidîlikteki dünyayı ele geçirme ideali ciddiye alınması gereken bir noktadır." Devamında da diyor ki; "... dolayısıyla dünyayı el altından ele geçirme projesini gerçekleştirebilmek için insanları istenen doğrultuda ileriye itebilmenin yegâne sihirli anahtarıdır rabıta."
Rabıtanın da bu ideal uğruna kullanılan bir metot olduğunu söylüyor. Yani insanları bu şekilde zihinlerini kontrol altında tutmak suretiyle kitleleri hâkimiyeti altına alıp dünyayı ele geçirme idealini/projesini gerçekleştirecek Halidîlik. Tâbîlerini artırarak gerçekleştirecek, böyle bir iddiası var.

Ebubekir Sifil hoca: Ne diyorsunuz bu iddiaya?

Abdulkadir Yılmaz hoca: Bir kere ben çok saçma bir iddia olarak buluyorum ama öncesinde bu iddiasına delil olarak aktardığı Halidîlik kolu şeyhlerinden el-Hânî'nin, el-Behçetü's-Seniyye eserinden, bir sözünü naklediyor. Kitabın mukaddimesinde Nakşibendiliğin Halidîlik kolunun gayesi/hedefi bağlamında bir sözünü aktarıyor. Diyor ki "çünkü bu tarikat sıddıkîliğin sahip olduğu uyanıklığa paralel düşen melamîliğin ta kendisidir. Amaç ise...

Orhan Ençakar hoca: Burada Melamî tercümesi de yanlış. Aydın burada Melamî sözüne bir dipnot düşüp yazarın torununun bu kitaptan alıntı yaptığı el-Hadâiku'l-Verdiyye isimli eserinde kurnazca davranıp "melamîyye" kelimesini "mülâime" olarak şeklinde yazmakla suçlamaktadır ki, bu delilsiz bir suçlamadır. Zira Aydın'ın bu sözü naklettiği kitap matbu bir eser olup eserin orijinal yazma hali değildir. Zira kitabın sonunda da ifade edildiği üzere müellif kitabı 1253/1837 yılında tamamlamış ve kitap 1303/1885 yılında basılmıştır. Yani Aydın'ın elindeki matbu nüsha kitabın telif edildiği tarihten hicrî olarak tam 50 yıl sonra basılmış bir metin olup kitabın orijinal nüshası değildir.
Kitap çok sonraları basıldığı için torununun kitabın asıl nüshasından nakil yapmış olma ihtimali çok daha yüksektir. Ayrıca metnin siyak ve sibak'ı Aydın'ın verdiği manaya da uymamaktadır.

Abdulkadir Yılmaz hoca: "Amaç ise insanları hakka çağırmak, gerek gizli gerekse aşikâr yönetimi elde etmek, kaleleri ve ülkeleri ele geçirmek suretiyle gerçek ve en mükemmel kalıcılığa dönmektir." Devamında da "yukarıdaki son cümlelerde bir nebze ortaya çıkan Halidîlikteki dünyayı ele geçirme ideali..." ifadelerine yer veriyor. Açıkçası eğer Halidîlikte böyle bir ideal olduğunu ortaya koyuyorsa bundan çok daha ciddi argümanlar sunması gerek. Çünkü bu tamamen yanlış tercümeden kaynaklanan bir delillendirme.
Ben müracaat ettim "el-Behçetü's-Seniyye"ye, (s. 13) kesinlikle böyle bir ifade yok orada. Amaç insanları hakka çağırmak ve gerek gizli gerekse aşikâr yönetimi elde etmek diye bir şey yok...

Talha Hakan Alp hoca: Bâtını gizli olarak çevirmiş.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Evet, gerçekte şöyle: "tarikatta amaç halkı hakk'a davet etmektir." Ama bunu nasıl yapıyor: Ba harf-i cer'i İle ifade ediyor. "Bİ riyaseteyi'z- zahiri ve'l-bâtınî..." Zahir ve Batın tarikatta çok yaygın olarak kullanılan iki terim. Hem şeriat ilimlerine vakıf olup onlarla amel etmek hem de şeriatın özü, hakikati dediğimiz, bir anlamda İhsan mertebesinin kastedildiği bâtına vakıf olarak...

Ebubekir Sifil hoca: Yani zahirî ve batınî hakikatlerin riyasetinde/önderliğinde...

Abdulkadir Yılmaz hoca: Evet bu ikisinin önderliğinde halkı hakka irşad etmek... Oysa bunu "gerek gizli gerekse aşikâr yönetimi elde etmek" şeklinde anlamış ve çevirmiş. Devamında da "kaleler ve vatanlar fethederek..." bunlar zahirî kaleler ve vatanlar değil. Bunları tasavvuftaki ıstılahı manasında anlamak gerekir.

Orhan Ençakar hoca: Hemen devamındaki "Li'l- bekâi'l- etemm" cümlesi de tasavvufta daha çok beka-ı ekmel şeklinde kullanılan bir terim olup fenâ ve bekâ makamlarıyla alakalıdır. Oysa Aydın, bu beka-ı etemm terimini de "en mükemmel kalıcılık" olarak tercüme ederek, tasavvufta manevî makamlarla alakalı bir terimi "bazı bölgeleri işgal edip oralarda kalıcı olmak" anlamında kullanmış ve böylece Cüneyd-i Bağdâdî hakkındaki "tüm dünyayı ele geçirme" iddiasını kendisine göre ispatlamış olmaktadır(!)

Abdulkadir Yılmaz hoca: "En mükemmel kalıcılığa dönmek" olarak...

Orhan Ençakar hoca: O kalelerini aldın mı, tamamen yerleştin anlamında.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Hâlbuki öyle değil, fenâ ve bekâ terimlerindeki "bekâ"yı kastediyor.

Ebubekir Sifil hoca: Kelleleri uçurarak, muhalifleri yok ederek!?...

Abdulkadir Yılmaz hoca: Evet.

Orhan Ençakar hoca: Hocam Arapça konusunda da sıkıntı var. Abdülkadir hoca onu da eklese... Çünkü Arapça konusunda başkalarını aşağılaması da var.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Şimdi bu çok ilginç bir şey. Arapça ifadeyi yanlış anlamaktan kaynaklanan bir sonuç... Ama bir gerisinde de (s. 136) kendisi, örneğin Ruhû'l-Furkan tefsirini hazırlayan heyetin Arapça bilmediğini de iddia ediyor. (Ki bu iddia da gerçek dışıdır.) Yani anlaşılan Arapça hususunda böyle bir hassasiyeti var kendisinin. Hatta kitapçıda gördüğümde Türkiye'deki en geniş Arapça-Türkçe sözlüğünü hazırlamakla meşgul olduğunu söylemişti.
Arapçaya bu kadar ehemmiyet veren, kendisine de bu hususta oldukça güvenen bir hoca olarak Halidîliğin dünyayı ele geçirme idealinden bahsedecekse bundan daha güçlü deliller ortaya koyması lazım, böyle yanlış anlamalar üzerine büyük iddialar kurmaması lazım.

Ebubekir Sifil hoca: Doğru söylüyorsunuz. Bir de diyelim ki öyle... Yani Halidîliğin dünyayı ele geçirmek gibi bir ideali olsun...

Orhan Ençakar hoca: Aydın, Nakşibendî şeyhlerinin rabıta sayesinde müritlerini kendilerine bağlayarak disipline ettiklerini ve onlara istedikleri şeyleri yaptırabildiklerini iddia ediyor. Devletin de rabıtanın bu gücünden faydalanmak için bu tarikatla yakın ilişkiye girdiğini ifade sadedinde şunları söylüyor:
"Bu tarikat geçmişiyle, kaynaklarıyla, tarihi evrimiyle bir bütün olarak incelemeden ve hele son bir uçuk asırdır Türkiye toplumunu yönlendiren siyasi ve ideolojik akımların bu tarikatla olan ilişkilerinin arka planını keşfetmeden rabıta hakkında tatmin edici bir bilgi elde etmek ve kesin bir hükme varmak mümkün değildir." (Aydın, Rabıta, 2000, s. 49)

Yani bu tarikatta rabıta vardır, bu rabıta vesilesiyle bunlar müritlerini istedikleri gibi yönetebilmektedirler. Devlet de bunun farkına varıp bu tarikat liderlerini ele geçirmek suretiyle liderler üzerinden halkı istediği gibi yönetebilecektir.

Ebubekir Sifil hoca: Anlaşılıyor ki, Amerika'da zaman zaman ortaya çıkan sapık sektler/cemaatler, işte müritlerini toplu intihara sürükleyen ya da onlar üzerinden servet biriktiren vs. batıl, sapık yapılarla karıştırıyor. Onlara tarikat diyorlar ama aslında onlar sekt.
Demek ki muhayyilesinde öyle bir arka plan var, orada hareketle "bunlar müritlerini haşhaşîler gibi yarı uyuşturarak, beyinlerini kontrol ederek dünyayı ele geçirmeye çalışıyorlar." diyor. Bu bir paranoyadır arkadaşlar, altını çizerek söylüyorum paranoya! Komplo teorisi falan değil, paranoyadır açıkça. Ne Halidîliğin, ne rabıtanın ne de tasavvuf hareketinin bununla bir ilgisi var!

Orhan Ençakar hoca: "Osmanlı yönetimin son döneminde ve Cumhuriyet tarihinde Ortadoğu'da yaşanan dört büyük olaydan sonra (Vehhabî hareketi, Komünizm, Humeynî ile gerçekleşen İran İslam Devrimi ve Kürt gerilla hareketi) devlet Nakşibendî tarikatını gizli bir silah gibi kullandı" diyor ve bunun belgesel bir gerçek olarak ortada olduğunu iddia ediyor. (Aydın, Rabıta, 2000, s. 49)

Abdulkadir Yılmaz hoca: örneğin Halidî Bağdadî'in tasavvuf eğitimi için Hindistan'a gidip Abdullah Dehlevî'den manevi terbiye/eğitim görmesini de Osmanlı yönetiminin önceden hazırladığı bir senaryonun fiilen uygulanması ihtimalinden bahsediyor.

Ebubekir Sifil hoca: Evet, paranoya bu yani. Artık bir iddia, vehim olmaktan çıkıyor ve paranoyaya dönüşüyor belli ki. Ciddiye alınır bir tarafı yok.
Diyelim ki tamam, Halidîlik böyle bir şey yapacak. Her bir Müslümanın isteği değil midir İslam'ın dünyanın her yerine yayılması?

Orhan Ençakar hoca: Onları İslam'dan görmediği için bunu da böyle okumuyor.

Ebubekir Sifil hoca: Yeryüzü Allah'ın mülküdür ve Müslümanlar yeryüzünde Allah'ın iradesinin-muradının hakim olmasını ister. Bu her Müslümanın
içinde tabii-fıtrî olarak bulunması gereken bir duygudur. İnsanların tamamını Müslümanlaştırmak gibi bir hedefi olmadı İslam ümmetinin, evet, ama yeryüzüne Allah'ın muradını hakim kılmak hedefi her zaman var oldu, var olmak zorundadır da. Ve bundan sonra da böyle olmak zorundadır. Bizim en hayırlı ümmet olmamızın esprisi buradadır. Emr-i bi'l-Maruf ve nehy-i ani'l-Münker bizim varoluş amacımızdır. Var kılınış amacımızdır.
Emr-i bi'l-Maruf ve nehy-i ani'l-Münkeri sadece mü'min'in mü'min'e karşı bir görevi olarak görmek doğru değil, bu küresel bir misyondur. Emr-i bi'l-Maruf ve nehy-i ani'l-Münkeri Müslümanın tüm dünyada yaşanan küresel münkere karşı da hayata/fiilîyata geçirmesi lazım. Eğer Halidîlik/Nakşibendîlik bunun müessesesini kuruyor, mekanizmasını kuruyor ve bu imkana yol buluyorsa ne güzel!

Abdulkadir Yılmaz hoca:Tabi hocam bunu bu kitaptan okuyan kişi böyle anlamıyor, yani ABD'nin/Batının emperyalizm idealiyle aynı şey olduğunu sanıyor.

Ebubekir Sifil hoca: O zaman şu soruyu sorarlar adama: Halidîlik/Nakşibendîlik içerisinde -son dönemde gösterilebilecek bir takım münferit şazz örnekler dışında- servet biriktirmiş -hadi İhsan Eliaçık'ın tabiriyle "kenz biriktirmiş" diyelim- bir tarikat şeyhi var mıdır? Bir eli yağda bir eli balda...

Abdulkadir Yılmaz hoca: Yok tabii ki... Ama o istisnaları da İbrahim Sarmış kullanıyor. Mesela diyor ki 'her ne kadar teoride tasavvuf ehli fakirliği zenginlikten üstün görse de son zamanlarda tasavvuf camialarında villalarda oturan, tatillerde jetsky'lerle eğlenen, kendi hayatlarında bunu yaşamayanlar var. Yani "her ne kadar dillendirseler de kendi hayatlarında kesinlikle fakir, münzevi ve kanaatkâr bir hayatı tercih etmiyorlar. Ve son derece zengin bir şekilde yaşantılarını sürdürüyorlar" diyor.

Ebubekir Sifil hoca: Onu diyeceğine onun şeyhini göstersin. İşte Mahmud Efendinin böyle villaları var, böyle zenginlik içinde falan desin diyebiliyorsa mesela...

Abdulkadir Yılmaz hoca: Evet, ne yazık ki onu yapmıyor.

Talha Hakan Alp hoca: Şahısları konuşacağımıza müesseseyi konuşuyoruz.

Ebubekir Sifil hoca: İlkeleri, kavramları...

Talha Hakan Alp hoca: Müessese ve müesseselerin hedefi, ilkeleri üzerinden şahısların tenkidine varız, bunu yapanlarla beraberiz. Ama şahıslar üzerinden müessese hedefi, İlkeleri, mevzuatı tartışıldığı zaman bu eşyayı tersyüz etmek oluyor.

Ebubekir Sifil hoca: Şahısları tenkidde bizim bu eleştirilere fırsat vermeden önce kendimizin bunu yapması lazım. Bu sorumluluk bize düşer. Dışarıdan birinin bunu yapması tahribe dönük oluyor. Başta bizim yapmamız gerekiyor, yanlış kimden gelirse gelsin, ne maksatla gelmiş olursa olsun yanlıştır. Bunlar Tasavvufa da, ehline de yakışmayan şeylerdir. Onlara zarar veren şeylerdir. Bunu bizim söylememiz lazım.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Bu konunun devamı olarak bir şey söylemek istiyorum. Haris el-Muhasibî "el- Mekâsib" isimli eserinde iki isim veriyor. Abdullah bin Yezid İle Abduk es-Sufî diye iki tasavvuf müntesibinden bahsediyor. Bu iki ismin kesbi haram kıldığını ama bunlar dışında ümmetin tamamının bunun aksi görüşünde olduğunu söylüyor. Zaten Haris el-Muhasibî'nin eseri de -bazı bölümleri- helal kesbin faziletleri hakkında. Konuyu ayet ve hadislerle temellendiriyor.
Ama İbrahim Sarmış neredeyse bütün sufîlerin çalışmayan, çalışmayı zemmeden, teorik olarak -onun tabiriyle yani- tevekkül ehli, çalışmayı zül addeden kimseler olduğunu söylüyor. Onları, bu fikirlerinin bir neticesi olarak insanlara el açan kimseler olarak gösteriyor. Halbuki hakikat böyle değil. Haris el-Muhasibî söylüyor ümmetin tamamı helal kesbi kesinlikle zarurî görüyor, insanın hayatını idâme ettirebilecek kadar bir kesbi... aynı zamanda Hz. Peygamberin de (s.a.s.) hadislerinde bunu buyurduğunu söylüyor. "Kişinin en temiz rızkı eliyle kazanıp yediğidir." (Ebu Davut) buyuruyor. Tasavvuf ehlinden bazılarının tekkelerine iş/meslek sahibi olmayanları almadıklarını da görüyoruz.
Bahauddîn Nakşibendî hazretlerinin şartlarından bir tanesi tekkesine giren kişilerin mutlaka bir meslek, bir iş sahibi olmasıdır. Bunu tasavvuf tarihini işleyen kitaplardan öğreniyoruz.

Ebubekir Sifil hoca: Anadoludaki tasavvuf hareketi de bu meslek örgütlenmeleri etrafında oluşuyor. Hatta kadınları bile örgütlemişler. Ahiyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum... gibi.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Yani hep marjinal birkaç örnek üzerinden ya da tasavvuf camialarında tasavvuf öğretilerini gereğince hayatlarına tatbik etmemiş olan bazı insanlar üzerinden bütün tasavvufu ve bütün tasavvuf ehlini itham etmek şeklinde bir değerlendirme yapıyor.

Ebubekir Sifil hoca: Bu ve benzeri çalışmaların en büyük ortak zaaflarını bu oluşturuyor: Çok ön yargılı, ithamkâr. İtham etmek, mahkum etmek üzere yazılmış şeyler.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Bir insan bir şeyin tamamını müdafaaya ya da tamamını eleştirmeye kilitlenmişse bu şekil çok büyük yanlışlara düşmesi kaçınılmaz oluyor.

Talha Hakan Alp hoca: Bir de şahtiyyat meselesi var. Özellikle Beyazıd-ı Bistamî üzerinden gündeme geliyor bu. Sözün başında da ifade ettiğimiz gibi, biri olumlu diğeri olumsuz olmak üzere iki tarafa çekilebilecek olan sözleri sürekli olumsuz yöne çekiyor. Üstelik çok agresif bir dille yapıyor bunu. Mesela Beyazıt-ı Bistamî'nin bir takım şathiyyeleri var. Halbuki tasavvuf öğretisinde ve geleneğinde bu tür şathiyyeler itibar görmemiştir. Eğer biz Beyazıt Bistamî üzerinden tasavvufu eleştireceksek tasavvufun ölçülerine bakmamız lazım, tasavvuf buna karşı nasıl bir tavır almış? Tasavvuf bu tür şathiyyeleri çok affedersiniz sümüklü tasavvuf sayıyor, muteber görmüyor.
Bunların açığa vurulmasını yanlış buluyor. Şathiyeler, tasavvuf tecrübesi içinde paranteze alınmış, sufî dünyanın geneline yayılmasının önüne geçilmiş nadirattandır. Çok maslahatçı bir tutum. Ama bu şahıs bu şathiyyeleri merkeze alarak tasavvuf eleştirisi yapıyor. Şimdi Beyazıd-i Bistamî'ye yerleşik tasavvufta geliştirilen perspektiften bakarsan bunlar ekseriyat sekr/manevi geçkinliği baskın olan bir sufîdir. Buradan değil de bîr yabancı gözüyle ve biraz da ön yargıyla bakarsan Beyazıd-ı Bistami zındığın biridir, zaman zaman şathiyyeleri gerçek kimliğini dışa vurmuştur, ama sekr hali demek suretiyle bunu kamufle etmişlerdir. Sekr halini bir kamuflaj olarak değerlendirirsin ki Sarmış'ın yaptığı da budur.
Halbuki ehli hadisin imamlarından İmam Zehebi'ye bakıyoruz Beyazıd-ı Bistami hakkında olumlu şeyler söylüyor, kötü şeyler söylemiyor. En sonunda da ondan bazı sözler nakledilir, bazıları sahih değildir diyor Sülemî'den nakille. Bazıları da sekr halinde söylenmiştir, onları itibara almamak lazım diyor. Zehebî gibi biri bile Beyazıd-ı Bistamî hakkında hep güzel bilinen şeyleri esas alarak konuşuyor. Tasavvufu şathiyyat üzerinden mi değerlendirmeliyiz, yoksa tasavvufun geneline yansıyan sözler, müstakim tavırlar üzerinden mi değerlendirmeliyiz?!

Ebubekir Sifil hoca: Tasavvuf konusunda gördüğümüz ortak tenkit konularından biri de keşf ya da ledünnî İlim. Bu, şer'î zahirî ilimlerin bir alternatifi midir, bunlardan bağımsız bir ilim midir, yoksa bunun da bir takım kayıt ve şartları var mıdır? Doğrusu bu konuda yazmış, konuşmuş Tasavvuf büyüklerinin ortak bir tavır aldığını görmek biraz zor. Keşfî bilgiyi esas alıp zahirî ilmi ona tabi kılan ya da ondan istiğna eden bir tavır var mıdır, vardır; Ibn Arabî'de bu çok net görülüyor, Keşfî bilginin doğrudan kaynağından geldiği için yanılmazlığını söylüyor, ama velinin kendi keşfini okumasının bir ictihad meselesi olduğunu da söylüyor.
İmam RabbânÎ'nin bu konudaki tavrı çok net: Ledünnî ilimlerin sıhhati için şer'î ilimlerin sarahatine uyması lazımdır. Şer'î ilimleri kıl kadar aşsa, zerre ağırlığında aykırılığı olsa o ilim sekr halinden sayılır. Zira hakikat Ehli Sünnet ulemasının gerçek olarak kabul ettiğidir. Bunun dışında kalanlar, yani onların hakikat dediğine aykırı olanlar şu hükümlerin dışında olamazlar: Zındıklık, bid'at yahut bir vaktin sekri, sözü ittihada götüren halin ağır basması. Bunu şimdi abartıp, alternatif bir din anlayışı gibi sunmak çok açık ve net ki çarpıtmaya dönük bir şey. Masum bir tespit olsa bile genelleme olduğu için arızalı.

Talha Hakan Alp hoca: Sekr kavramıyla ilgili de diyor ki, din bize sarhoşluk veren her şeyi yasaklamıştır, bu bir düşünce veya hal olabilir, fark etmez. Bu da haramdır diyor. Pes doğrusu, hücrelerine kadar tasavvufun her şeyinde bir kusur arıyor.
Hâlbuki burada bilinçli bir eylem yok. Adam kendini zikre, namaza veriyor, huşua veriyor Kuran okuyor, gayri ihtiyarî kendinden geçiyor. Yahut bu psikolojik bir süreçtir, seyr-u sülükte yaşamış olduğu bir haldir. Yani emredilmemiş bir fiili yaptığı için transa geçmek değil ki bu, adam namaz kılmasın mı yani! Bu denli tasavvuf tecrübesine, hissiyatına yabancı!

Abdulkadir Yılmaz hoca: İbni Teymiyye dahi "Mecmû"unun tasavvuf bölümünde bu gibi durumları fıkıhtaki helal maddelerle sarhoş olma durumuyla aynı paralelde değerlendiriyor.

Talha Hakan Alp hoca: Gayet munsif. Zehebî de öyle, bu tür zevatı tezkiye etmek için sekr kelimesini bir mazeret olarak kullanıyor, hiç de yadırgamıyor sekr kelimesini. Kesinlikle bir ön yargı, mahkum etme çabası var. Bu, kitabın her paragrafında hissediliyor. Keşke daha tarafsız, biraz daha tahlili bir bakışla daha İlmî bir çalışma yapmış olsaydı da biz de hakikaten tasavvuf içerisinde uç diyebileceğimiz, bizim de kabul etmediğimiz, sakındırdığımız meseleleri daha güvenilir biçimde bu kitaptan öğrenme imkanımız olsaydı. İnsanlara da tavsiye edebilseydik. Şimdi dediklerine de insan itibar edemiyor. Arka planda neo-selefi zihin yatıyor. Zühdü, tevekkülü ve mahviyeti maşayla tutan aktivist İslam söyleminin izlerini görmemek mümkün değil. Tasavvufa en büyük garazları burada.

Ebubekir Sifil hoca: Kur'an ve Sünnet söylemli tasavvuf tenkitlerinin herhalde genel karakteri bu zaten. Bir taraftan Kur'an ve Sünnet'e dayandığını söylerken, öbür taraftan Tasavvufu tenkit eden çevrelerin en azından bir kısmına hakim olan genel hava bu. Burada kabirlerle tevessül meselesi var, 172'de: "İslam aleminde kabirleri kutsallaştırma eğilimi aşırı Şiiliğin bir tutumu olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Oysa kabirleri kutsallaştırıp ibadetgah edinmemeleri konusunda Hz. Peygamber Müslümanları uyararak şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerin ve salih kişilerin kabirlerini tapınak yapan Yahudilere ve Hristiyanlara Allah lanet etsin."
"Ancak Şia Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandırdıkları kişilerin kabirlerini yükseltmiş, üzerine yüksek kubbeler ve sandukalar yaparak, içten ve dıştan altın yaldızlarla süsleyerek ziyaret yeri ve anıt haline getirmiştir."diyerek Şiaya dayandırıyor.
"Tasavvufçular da aynı yolu izleyerek kabir ve yatırları ziyaretgah haline getirmeyi, etrafını tavaf edip taşı toprağıyla teberrük etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerine ilke edinmişlerdir."
Oysa "Biz bunları yapalım, bunlar bizim ilkemiz olsun' diyen, böyle bir şey söyleyen kimse yok tasavvufta. el-Hatibu'l-Bağdadî, Tarihul Bağdad'ın başlarında Bağdad'da çok sayıda ziyaretgah bulunduğunu söylüyor, bunları sayıyor. Bunların her birinin Ümmet-i Muhammed tarafından ziyaret edildiğini söylüyor. Bunlardan bir çoğu hakkında da "kabri başında yapılan dualar müstecabdır, bu tecrübe edilmiştir" notunu ekliyor. Şimdi ümmetin böyle bir uygulaması var, salih insanların kabirlerini ziyaret ediyor ümmet, kabirlerin başında dua ediyor, o duanın müstecab olduğunu tecrübe ediyor. Bunu söyleyen hadis kökenli birisi. Yani Tasavvuf ehli olsa diyeceksiniz ki tarafgirlik yapıyor! Ama el-Hatibu'l-Bağdadi bunu söyleyen. Böyle olduğu zaman, bunu şiilerin iddiasına dayandırmak ayakları boşlukta duran bir iddia!
Kaldı ki bu Tasavvuf ehlinin bir ilkesi de değil. Kaldı ki tevessül, cevaz-ademi cevaz noktasında tartışılması gereken bir mesele. Kalkıp da bunu Tasavvufun karakteristik vasıflarından birisi ya da aslî unsurlarından birisi olarak göstermenin bir anlamı yok. Tasavvuf ehli olmayan pek çok kimsenin tevessülde bulunduğunu biliyoruz. ez-Zehebi'nin Siyeru A'lami'n-Nübela'sında çok çarpıcı örnekler var bu konuda gerçekten. Teberrük-tevessül konusunda Halid b. Velid (r.a)'den tutun İmam Ahmed b. Hanbel'e kadar... Efendimiz(s.a.s.)'den kalan birtakım şeylerle, sakalının bir teliyle bile teberrükte bulunmuşlar.
İmam Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah naklediyor: Babamın, Resulullah efendimizin saç tellerinden birini alarak ağzına koyduğunu ve onu öptüğünü gördüm. Zannederim onu gözünün üzerine de koydu. Onu suyun içine daldırdı o suyu içti ve onunla şifa diledi. Yine babamın, Resulullah efendimizin çanağını aldığını su kabının içinde yıkadığını ve sonra da yıkama suyunu içtiğini gördüm. Yine onun şifa dileyerek zemzem suyunu içtiğini, o suyla ellerini ve yüzünü mesh ettiğini gördüm."
Yine ez-Zehebî, Siyeru A'lami'n-Nübela'da üç büyük muhaddis; İmam et-Taberani, Ebubekr b. Mukri ve Ebu'ş-Şeyh'ten naklediyor. Medine'deyken bir gün azıkları tükeniyor, aç kalıyorlar. Ebubekr b. Mukri, Efendimiz (s.a.s)'in kabrinin başına gidip sesleniyor, "Ya ResulAllah, el-cû', el-cû'", (açlık bizi perişan etti) diye şikayette bulunuyor. Sonra eve geliyorlar, akşam veya ertesi gün üçü bir arada otururken kapı çalıyor. Açıyorlar kapıyı; kıyafetinden Efendimiz (s.a.v)'in soyundan geldiği anlaşılan biri. Diyor ki, akşam efendimizi rüyamda gördüm, sizin açlıktan kendisine şikayet ettiğini söyledi ve size bu yiyecekleri getirmemi emretti. Üç büyük muhaddis! Burada "ölülere hitap etme şirk"i söyleminden tutun, "tevessül şirki" söyleminene kadar birçok şey var!!! ez-Zehebi bu olayı, sıhhat-zaaf açısından hiçbir tenkit zikretmeden naklediyor. Bunlar bu ümmetin selefi, sulehası tarafından ortaya konmuş uygulamalar, icraatlardır.
Tenkid edelim, arızaları dile getirelim, daha kötü gidişatlara yol açabilecek durumlara dikkat çekelim. Ama işin aslına, özüne dokunmayalım. Çünkü işin aslı, özü, bu ümmetin selefi tarafından benimsenmiş, uygulanmış şeyler, bunlara dokunursak bu ümmetin üzerinde var olduğu zeminin taşlarıyla, temelle oynamaya başlarız. Ne olur? Tabii ki üstümüze çöker.

Abdulkadir Yılmaz hoca: İbrahim Sarmış tasavvufu hiçbir istisnası olmadan tamamen sapıklıklardan ibaret olduğunu iddia ediyor şu satırlarında: "tasavvufu sapıklıklardan tezkiye ettiğin zaman tasavvuf denilen şeyden eser kalmaz."

Ebubekir Sifil hoca: Hatta "İslamda tasavvufu değil, tasavvufta İslamı konuşmak lazım"diyor.

Talha Hakan Alp hoca: Velayet, velilik konusu var bir de, kuran ve sünnetteki velayet kavramıyla tasavvuftaki veli kavramı hakikaten bir araştırma konusu olmalı ama İbrahim Sarmış'ın ve selefî kesimin bu konuyu ele alış tarzı da son derece sathi. Daha derinlikli, etraflı, analitik yaklaşım sergilemelerini beklerdik. Bu çevrede genellikle tasavvufta evliya kavramı çok ağır şartlarla biraz ötelenirken bunlar da o kadar basite indirgiyorlar ki iman eden dini yükümlülüklerini yerine getiren adam velidir. Her mümin velidir, noktasına getiriyorlar. Gerekçe olarak da Yunus suresindeki 62-63. ayeti kerimeleri ileri sürüyorlar. "Allah'ın velilerine korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar iman eden ve müttaki olan kimselerdir."
Kur'an'daki iman eden ve müttaki olan vurgusu öyle sıradan iman eden ve dini yükümlülüklerini yerine getiren adam diye basitleştirebileceğimiz bir şey değil ki yani. Allah peygamberleri de iman edenler, takva sahibi olanlar diye takdim ediyor. Oradaki iman ve takvanın tonajı ile senin Türkçeye aktardığında "veli, iman eden ve dini yükümlülüklerini yerine getiren adamdır" cümlesindeki tonaj aynı değil!
"Kim bir velime düşmanlık ederse ona harp ilan ederim" hadisi var. Yani Kuran-ı Kerim veliyi genel ölçülerle, ama tonajı çok yüksek kelimelerle anlatıyor. Lâkin bazen hususî bir içerik de katıyor meseleye. Bu hadisi şerif Buharî'de geçiyor malum. Devamında da "kulum bana nafilelerle yaklaşır" diye çok hususî bir bağlamı var. Nafile ibadetlerle Allah'a öyle yaklaşmış ki, artık Allah onun tutan eli, gören gözü olmuş. Böyle bir insanın anlatıldığı bir hadisin başında veli kavramı geçiyor. Şimdi sen kalk velinin sıradan mümin olduğunu söyle ve evliyâ kavramının içini boşalt! Burada da bir tefrit var.

Ebubekir Sifil hoca: Kur'an-ı Kerim'de de aslında veli kelimesinin bütün müminleri ifade edecek şekilde kullanıldığını söylemek pek mümkün görünmüyor.

Talha Hakan Alp hoca: Evet mümkün değil. Allah velidir ama müminler Allah'ın velisi midir? Bu bi yerde geçiyor.

Ebubekir Sifil hoca: Hah, şimdi siz bu ayeti bütün mü'minler hakkında genelleyebilir misiniz Allah aşkına! Bütün mü'minler müttaki midir, korku ve hüzünden sıyrılmış mıdır?! Burada özel bir kitlenin kastedildiği çok açık...

Talha Hakan Alp hoca: Bundan sonra getirdiği ayetler Allah'ın mü'minlerin velisi mevlâsı olduğu ile ilgili. Bu başka bir şey bizim Allah'ın velisi olmamız başka bir şey. Bizim bir bütün olarak Allah'ın velisi olduğumuzu gösteren bir ayet yok.

Ebubekir Sifi hocal: İmam Ahmed b. Hanbel'in, Ebu Davud'un naklettiği, daha başka hadis imamlarından da gelmiş uzun bir hadis var. Efendimiz(s.a.s.) bir gün namazı bitirdikten sonra cemaate yüzünü dönmüş ve şöyle buyurmuş. "Ey insanlar dinleyin, akledin ve bilin ki, Allah azze ve celle'nin bir takım kulları vardır; onlar ne peygamber ne de şehittir. Ama peygamberler ve şehitler onların meclislerine makamlarına ve Allah'a yakınlıklarına gıpta ederler. Bunun üzerine bir bedevî uzaklardan gelip efendimiz(s.a.s.)'e işaret etmiş ve şöyle demiş: Ey Allah'ın peygamberi! İnsanlar arasından ne peygamber ne de şehit olan, ama peygamberlerin ve şehitlerin makamlarına ve Allah'a yakınlıklarına gıpta ettiği bu bir grup insan kimdir? Bize onların özelliklerini anlat".
Bedevî'nin bu suali üzerine efendimiz(s.a.s.)'in yüzünde bir sevinç ifadesi oluşuyor ve şöyle buyuruyor: Onlar kabilelerinden uzak, bilinmeyen, tanınmayan kimselerdir. Onları birbirlerine akrabalık ve yakınlık bağları kavuşturmuş değildir. Allah için birbirlerini severler ve birbirleriyle halis dostluk kurarlar. Allah Teala kıyamet günü onlar için nurdan minberler yaratır ve onları üzerlerine oturtur. Onların yüzlerini ve elbiselerini nur yapar ve kıyamet günü herkes korku içindeyken onlar korkmazlar. Onlar Allah'ın velileridir ki onlara kıyamet gününde ne korku ne de üzülmek vardır." Evet!

Abdulkadir Yılmaz hoca: Hocam, bu hadis velilerin peygamberlerden yüksek olduğu bağlamında gündeme gelmez mi? Nasıl anlamak gerekir, buna da değinelim isterseniz.

Ebubekir Sifil hoca: Evet, burada peygamberlerin velilere gıpta etmesi, "keşke ben de onun makamında olsaydım" anlamında değil, onların makamıyla övünmesi, onların makamını takdir etmesi ve ümmeti adına gıpta etmesi anlamındadır. "Ümmetimin tamamı keşke bu makamda olsa" şeklinde bir gıpta etmedir yani.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Sizin bahsettiğiniz bağlamda değerlendirebilecek başka bir ayet var hocam: "Biz insana şah damarından daha yakınız" (Kaf: 16) ayeti kerimesi. Tevessüle hacet olmadığı yönünde bunu da kullanıyorlar. "Allah bize şah damarımızdan da yakınken neden cenab-ı hakk'a bizi yakınlaştırması amacıyla vesileler kullanırız?" şeklinde. Allah'ın bize yakın olması başka bir şey, bizim Allah'a yakın olup olmadığımız ayrı bir şey.

Talha Hakan Alp hoca: Tevessülümüz Allah'ın bizi duyması İçin değil ki, bizim Allah'a yaklaşmamız için.

Ebubekir Sifil hoca: Meseleyi buradan alırsak, o zaman mü'minlerin birbiri için dua etmesinin bir anlamı olmaz. Efendimiz(s.a.s.), Hz. Ömer'den (r.anh) dua istemiş malum, Allah Teala(c.c.) bütün insanlara şah damarlarından daha yakın. Üstelik peygamberimiz(s.a.s.) Allah Teala(c.c.)'ya bütün insanlardan daha yakın. Buna rağmen Hz. Ömer'i (r.anh) aracı yapıyor. "Bizi de duanda unutma kardeşim” diye, Tabiri caizse ona dua ısmarlıyor. Demek ki Allah Teala'nın bir takım şeyleri bir takım şeylere vesile kılması şeklindeki sünnetullah burada da carî. Evet Allah(c.c.) bize şah damarımızdan daha yakın; ama dualarımızın kabulü için bir takım şeyleri de sebep kılmış. O'nun bize yakınlığı, bu sebepleri görmemize engel teşkil etmemeli. Efendimiz(s.a.s.)'e kör bir sahabî geliyor, malum. Gözlerinin açılması için dua istiyor. Oysa kendisi Allah'a dua edebilir, niye etmedi de geldi dua istedi? Bir vesile arıyor, bir sebep arıyor, Kendini murada eriştirecek bir vesile.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Efendimiz(s.a.s.)'in bütün mü'minlerden dua istemesi söz konusu. Ezanı duyan mü'minlerden kendisi için "Muhammed'e vesileyi ihsan et" duasını yapmamızı istiyor. Hz Ömer(r.anh) gibi birisinden istediği gibi, sıradan bir Müslümandan da istemiş oluyor.

Ebubekir Sifil hoca: Bu söylediğiniz şey sadece hadisler için değil, Kur'an-ı Kerim için de carî. Hz. Yusuf'un (a.s) gömleğini babasına göndermesi, yüzüne sürmesini istemesi, böylece gözlerinin açılacağını söylemesi çok güzel bir örnek. Gömleği gözüne sürünce Hz. Yakub (a.s)'ın gözleri açılıyor. Allah'a doğrudan dua ederek, gözlerinin açılmasını isteyecek konumda bir peygamber söz konusu. Bunu yapmak yerine oğlunun gönderdiği gömleği gözlerine sürmeyi tercih ediyor. Şimdi, Hz. Yusuf(a.s.), Hz. Yakub(a.s.)'ı Allah'a haşa şirk koşmaya mı teşvik etti diyeceğiz? Yahut Hz. Yusuf(a.s.) bilmiyordu, peygamber değildi o zaman diyelim, babası nasıl sürdürdü bu hatayı? "Allah bana şah damarımdan daha yakın, atın bu bez parçasını..." demedi.

Orhan Ençakar hoca: Ayetin devamında da oğulları hata yaptıklarını söylüyorlar ve bizzat babalarını aracı koyarak kendilerini affetmesi için Allah'a dua etmesini istiyorlar. (Yusuf, 97)

Ebubekir Sifil hoca: Tasavvuftaki bir takım haller makamlar için bunlara Kur'an ve Sünnet'ten zemin arasak bulabilir miyiz? Bir kısmına bulabiliriz. Kuşeyrî'nin meşhur Risale'sinde, es-Serrâc eTûsî'nin el-Muma'ında, Avârifu'l-Ma'ârifte, İbnu'l- Kayyım Medaricu's-Sâlikîride ve daha birçok eserde Tasavvuftaki hangi hallerin hangi ayete-hadise dayandığı veya hangi makamların Kur'an ve Sünnet'ten nerelere tekabül edeceği konusunda malumat bulmak mümkün. Bunların Kur'an ve Sünnet'ten tamamen bağımsız şeyler olduğunu söylemek doğru değil. Bunların tamamını Kur'an ve Sünnet'e dayandırmak gibi bir mecburiyet de olmaması lazım. Çünkü bu bir ilim dalıdır, kendine mahsus bir ıstılahı vardır, ayrı bir dünyadır. Her ilim dalının kendine mahsus ıstılahları vardır, bu normaldir.
Yani Usul-i Fıkhın herhangi bir terimini Kur'an ve Sünnet'ten delillendirmek zorunda değilsiniz. Nasıl ki burada Kur'an ve Sünnet'te bulunmayan kavramlar var, Tasavvufta da aynı şey söz konusudur.
Belki burada bir şey üzerinde durulabilir ki Sarmış da orda durmuş. Tasavvufu diğer İslami ilimlerle kıyaslarken, bu ilimler İslam'ın özünün, aslının, kendileri olduğunu iddia etmemiştir, ama Tasavvuf İslam'ın özü benim diyor. Diğerleri kabuktur; öz benim diyor. Dolayısıyla bu iddiada bulunan bir ilmin diğer ilimlerle kıyaslanması doğru olmaz diyor.
Tasavvuf öz benim derken, Kur'an ve Sünnet'ten bağımsız bir alan mı açıyor kendine, orada öz benim diyor; yoksa Kur'an ve Sünnet'in bizim ulaşmamızı istediği özü Tasavvuf temsil ediyor da onun için mi böyle diyor? Mesela ihsan makamından hareket edersek, hangi İslâmî ilim dalı insanı Allah'ı görüyormuşçasına ibadet makamına kıvamına ulaştırmayı vadediyor? Herhangi bir ilim dalının böyle bir vaadi hedefi yok. Evet İslâmî ilimler insanları kalben, ruhen eğitmekten tamamen bağımsız değil. Ama münhasıran ben şu insan tipini yakalayacağım bunu inşa edeceğim bunu da şu metodlarla yapacağım diye ortaya çıkmış bir ilim dalı yok. Bu fiilen yaşanarak ortaya konacak bir tecrübedir. İşin tabiatı zaten bu.
Şimdi bu vakıadan hareketle İslami ilimler tarihinde yazan konuşan pek çok insan pek çok hata yapıyor. Mesela Hadis tarihinde bu çok konuşulur, bazı fakihler çok hadis rivayet etmenin çok makbul bir şey olmadığını söylemişler. Hadisi çoğaltmanın çok anlamı yoktur şeklinde tespitlerde bulunmuşlar. Bu bizatihi hadislerin yayılması işiyle iştigal etmenin gayri meşruluğunu göstermez. 0 insanlar kendi dünyalarında ehem-mühim sıralaması yapıyorlar. Çok hadis rivayet etmektense az rivayet et, ama onunla amel et. Çok hadis rivayet etme işine kendini adadığın zaman bu seni ulaşman gereken hedeften alıkoymasın. Kemale ulaşmada bu sana bir mani teşkil eder, onun için bu işle çok iştigal etme diyorlar. Benzeri bir eleştiri de Tasavvuf ehlinden fukaha için sadır olmuş. Bu kîlu-kal ile fazla iştigal etmeyin; oturun kalbinize bakın, gönlünüze bakın, ibadetlerinize bakın diye.
Her ilimle iştigal eden insan meseleye kendi perspektifinden bakıyor ve ehem-mühim sıralaması yapıyor. Bunu bu şekilde anlamak gerekir, aksi halde İslami ilimlerin her birinin diğerini dışladığını, reddettiğini söylememiz gerekir ki, bütüncül baktığımızda bunu vakıaya teyit ettirmemiz mümkün olamaz.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Bu, her ilme ait kitapların mukaddimesinde musannifin o ilmin en şerefli üstünü olduğunu söylemesine benziyor.
Bir de tasavvuf kitaplarının birçoğunun başında müellif o kitabı yazarken rüyada efendimiz(s.a.s.)'in bir işareti üzerine bu kitabı yazdığını söylüyor. Burada şöyle bir soru gündeme geliyor: ‘Böyle bir hâdise üzerine kitap yazılması o kitabın içindeki tüm bilgilerin doğru, şeriata uygun olduğunun teminatı olur mu?"

Ebubekir Sifil hoca: Tabii ki olmaz. Böyle bir iddiada bulunan bir olmuş mudur? Belki spesifik bir örnek vardır bilmiyorum, bu kitabımda yazdığım her şey kelimesi kelimesine mutlak doğrudur diye...

Talha Hakan Alp hoca: O böyle düşünmez de zaman içerisinde muhibleri tarafından böyle adı konmamış bir algı oluşur. Dolayısıyla o metne dair bir eleştiri yönelttiğinizde hemen bir tepkiyle karşılaşırsınız.

Ebubekir Sifil hoca: Evet ama tabii bu sistemin özüne dokunan bir şey değil. Tasavvufu algılamada oluşan bir arıza. Bazı tasavvuf ehlinden ya da tasavvuf ehli olduğunu iddia edenlerden sadır olmuş bir arıza. Ama bunların dışında ben bu yazdıklarımın yüzde yüz doğru olduğuna kalıbımı basarım diyen var mı bilmiyorum ben şahsen.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Tasavvuftaki bazı aşırı görüşlerin tasavvuf camiası içerisinde yer alan ehil kimseler tarafından arındırılması gerekiyor dediniz başta. Fakat Tasavvuf camiası içinde yer alan bu kişiler, belki şu düşüncenin etkisinde kalabilirler: "madem ki ilahî işaretle yazılmıştır bu kitaplar, öyleyse nasıl olabilir de yanlış bir şey barındırabilir".

Ebubekir Sifil hoca: İslam ilimleri tarihi içerisinde pek çok örneğine mutlaka hepimiz rastlamışızdır, bir müellif bir kitabı yazmadan önce bir istihare yapar. Allah onun gönlüne bir şey ilka ve ilham eder. O da aldığı ilham ile kitabını yazar. Şimdi bu kimse diyebilir mi ki, ben bunu ilham ile yazdım, dolayısıyla bunun içindeki her şey doğrudur; içinde hiç ama hiç hata yoktur? Efendimiz(s.a.s.)'den işareten yazılması da buna benzer bir şeydir. Bir müellifin bir konuda eser yazıp o konudaki boşluğu doldurması ona ilham edilmiş bir şey olur, buna itiraz edilmez. Fakat bu o eserde yazılan her şeyin harfi harfine doğru olduğunu garanti etmez.
Bir de o tarz iddiaları icmali olarak anlamakta fayda var. Bediüzzaman da Risalei Nur için "yazdırıldı" diyor. Bu eserdeki her şey vahiydir şeklinde anlaşılmaması lazım bunun. İcmali olarak Risalei Nur, icmali olarak tasavvufî kitaplar doğru zaruri bir iş yapmıştır anlamında. Ama bu, "içindeki her şey Allah'ın garantisi altındadır" anlamına gelmez. İmam eş-Şâfiî de diyor malum, "Allah kendi kitabından başka hiçbir kitabın hatasız olmasını murad etmemiştir" diye. İmam el-Buharî'nin kitabı bile tenkit edilmiş. İmam ed-Dârekutnî'nin tenkitleri böyle. Keza İmam Müslim'in Sahih'i tenkit edilmiş. Bu kitapların aslını özünü teşkil eden rivayetler değil bu tenkit edilenler; ama sonuçta hata mıdır, hatadır. Bu yüzden "el-Buhari ve Müslim'in hadis aldığı kimse cerh-ta'dilde köprüyü geçmiştir" diye bir söz var. Buna bizzat hadis alimleri itiraz etmiş, böyle denemez demişler.
Çünkü el-Buhari ve Müslim öyle adamlardan rivayet almıştır ki o rivayetleri seçerek almıştır, onların dışındaki rivayetleri arızalıdır. Dolayısıyla bir kitabın işaretle ilhamla yazılmasını icmali olarak onun doğru bir iş yaptığı şeklinde anlamak daha doğru olur.

Muhlis Turan hoca: İslâmî ilimler içerisinde niye sadece tasavvufa saldırılıyor?

Ebubekir Sifil hoca: Bu saldırıyı yapan herkesin farklı bir maksadı olabilir. Birisi gerçekten çok iyi niyetlidir; bu alanın kontrol edilemez alan olduğunu, kontrol edilemez alan olduğu için de bu alanda icra-yı faaliyet gösteren insanların dine zarar verdiğini düşündüğü için tenkit edebilir. Bir adam da vardır ki, şahsî bir takım garazları vardır, bunu bizim tespit edebilmemiz mümkün değil. Bizim işin özüne bakmamız lazım, bu tenkitler doğru mudur, yanlış mıdır?

Talha Hakan Alp hoca: Hakkı teslim için ben bir örnek vermek istiyorum: Mürid-şeyh ilişkisi ve müridin mürşide takınması gereken adap bağlamında, mürid şeyhini sürekli gözünde büyük görmeli ilkesine örnek olarak Menakibu'l-arifinden, Eflaki'den Sultan Veled tarikiyle babası Mevlana'nın bir anlatımını konu alan bir anekdot veriyor. Orada "Mevlana etrafındaki insanlara diyor ki; mürid kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir. Ondan sonra örnekler veriyor. Bir adam
Beyazıd-ı Bistami'nin müridlerinden birine soruyor "şeyhin mi büyük, Ebu Hanife mi?" Mürid: şeyhim diyor. Ebubekir mi büyük senin şeyhin mi? O yine şeyhim, diyor. Nihayet o bütün sahabeyi birer birer saydıktan sonra o, Muhammed mi büyük senin şeyhin mi dedi. Yine şeyhim büyüktür dedi. En son tanrı mı büyük senin şeyhin mi diye sordu. Mürid: Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka
bir şey tanımam, hep onu tanırım dedi. Başka bir müride de "tanrı mı büyük yoksa senin şeyhin mi?" diye sordular, o da "bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur" dedi. Ariflerden biri de "bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki bu farkı ortaya koysun" diye cevaplamıştır aynı soruyu.
Böyle aşırı uç örnekler var, bu kesinlikle genel tasavvuf eleştirisi için kullanılmaz. Çünkü veli de olsa sahabeden sonraki bir mertebeye koyuyoruz, değil peygamberlere, sahabeye bile yetiştirmiyoruz. Ama böyle şeyler konuşulmuş, kitaba geçirilmiştir. Bunu da kabul etmek gerekir. Dolayısıyla bu sapkın veli anlayışının tarih içinde etkilemiş olduğu küçük de olsa bir çevre vardır. Sarmış, tasavvuf değil de tasavvufun içindeki aşırı uçlar diye bir kitap yazmış olsaydı ve bunları içine koymuş olsaydı kesinlikle takdiri hak ederdi.

Ebubekir Sifil hoca: Biraz önce de söyledik, Sarmış bunu yapmadan önce tasavvufun içinden birilerinin bunu yapması gerekir diye. Bugüne kadar gelmiş her şeyi korumacılık refleksiyle dokunulmazlık zırhına bürümek yerine kendi içinde bir tenkit mekanizması işleterek onların yapması gerekir. Vaktiyle es-Serrâc et-Tûsî'nin ya da İmam-ı Rabbanî'nin yaptığı gibi...
Burada bir noktaya açıklık getirelim. "Onların bunların" derken, tasavvufun dışından biri gibi konuşuyor değiliz. Bu sahada fiilen yer iştigal eden insanları kastediyoruz. Bu kişilerin bunu yapması lazım. İlahiyat fakültelerinin tasavvuf kürsülerinde bulunan insanların ya da Tasavvufî cemaatlerin başında bulunanların bu tür şeyleri yapması beklenir. Belki onlar da hani, biz bunu tenkit edersek tasavvuf yapısı yara alır gibi bir anlayışla mı yapmıyor bunu bilmiyorum, ama doğru bir şey değil, Siz yapmazsanız dışarıdan birileri böyle saldırır, tasavvufu tümüyle mahkum eder.

Talha Hakan Alp hoca: Muhlis Turan'ın sorusuna şu cevap da verilebilir. Tasavvuf diğer ilimlere nazaran halka bire bir daha çok ilişkili olduğu için, halkın şu an ki halini fatura edebileceğimiz en yakın belki en etkin bir ilim dalı. Fıkıh biraz daha soyuttur. İlmihal üzerinden insanlarla bir temas var, o da eleştiriliyor. Tasavvuftan sonra en çok eleştirilen de ilmihaldir mesela.

Ebubekir Sifil hoca: Bir de son zamanlarda bir iki yüz yıl içerisinde ortaya çıkan Vehhabilik akımının anti-tasavvuf söyleminin de etkisi var. Onlarda da tasavvufu genellemelerle mahkum eden bir tavır dikkat çekiyor.

Muhlis Turan hoca: Bu ucuz bir eleştiri değil mi ama hocam. Mesela Sarmış'ın kitabı Türkiyedeki en ciddi tasavvuf eleştirisi yapan kitaplardan olmasına rağmen, ön yargılı saldırgan olarak niteliyorsunuz mesela bu kitabı.

Ebubekir Sifil hoca: Ben şuna inanıyorum: Vehhabi kesimden genellemeler yaparak tasavvufu eleştirenler ez-Zehebi'nin Siyeru A'lami'n-Nübela'sını okusa, şirk diye yaftaladığı birçok şey orada var. Bu bir yönüyle tek kanallı beslenmenin getirdiği bir arıza.
Böyle önemli temel bir meselede köşeli köşeli sözler söylemeden önce insan bir çok kanaldan bakacak bu iş nasıl görünüyor, muhaddisler, imamlar ne yapmış diye... Şimdi sen teberrük denen şeyi şirktir diyorsun, atalardan kalan eşyayı kutsallaştırmak gibi başlıklar altında internete girin gırla gidiyor... gidin Siyeru A'lami'n-Nübela'ya bakın, es- Sübki'nin Tabakatu'ş-Şafiiyyeti'l-Kubra'sına bakın, bir yığın örnek göreceksiniz orda selefin teberrük uygulamalarına dair.

Talha Hakan Alp hoca: Bir de ön yargılı ve kurgulu bir eleştiri. Adam önce kafasında tasavvufu bir yere oturtmuş, sonra bunun altını doldurmaya çalışıyor. Böyle olduğu için bu eleştiriler bende pek bir etki bırakmıyor. Tam aksine tasavvufu daha dikkat ve ciddiyetle inceleme isteği veriyor. Ama tasavvufun dilini kavramış, hissiyatını yaşamış, tecrübe etmiş birilerinin yapmış olduğu eleştiriler hem daha ikna edici, hem daha analitik, hem daha dakik ve net, hem de daha yapıcı oluyor. Bunlar tasavvuf tarihinde bir iz de bırakıyorlar. Bir tashih sağlıyorlar. Tusî, Kuşeyrî, Sühreverdî, Rabbanî, Simnanî, Zerruk, Ali Osman Akfırat(Basiretu's-salikin kitabının yazarı) mesela... Bunların hepsi birer sufî ama yaygın tasavvuf tecrübesine hiç mi itiraz getirmemişler, zaman zaman çok sert dil bile kullanmışlar. Bunlar daha etkili olmuş.

Ebubekir Sifil hoca: Tasavvufun içinden birilerinin bunu devam ettirmeleri lazım. Tusî'nin diline bakın, bazı yerlerde çok ağır gerçekten, dersiniz ki bu dışarıdan biri. Onun tasavvuf adına ortaya konan uygulamalara yönelttiği itirazlar bugün aynı şekilde tasavvuf ehli tarafından işletilse, bu arızaları daha az yaşarız.

Abdulkadir Yılmaz hoca: Burada Osman Akfırat hocayı ve onun "Basiratu's-Salikin" adlı kitabını özellikle vurgulamak gerekir, Rıhle'nin son sayısında tanıtıldı bu kitap. Müteahhir tasavvuf ehli arasında iç kritik yapan ender şahsiyetlerden biri olarak gösterilebilir kendisi. Rabıta konusunda da söylediği önemli bilgiler var.

Ebubekir Sifil hoca: Bu rabıta meselesini de köpürtüp dinin asli meselelerinden biriymiş gibi algılamak doğru değil. Yaparsınız yapmazsınız, caiz dersiniz, caiz değil dersiniz. Bir kısmın bunu dinin vazgeçilmezi olarak göstermesi, diğer kısmın bunun şirk olduğunu söylemesi ifrat ve tefrittir.

Erdal Kurgan hoca: Tasavvufa yönelik eleştiriler modern zamanlarda entelektüel okumuş çevrelerde daha çok yaygınlaşmış sanki. Oysa tasavvufun tezkiyesi ve terbiyesi kapitalist nimetlerle kendini kaybetmiş modern insana, kendi hakikatini hatırlatacak yegâne imkâna sahip.

Ebubekir Sifil hoca: Tasavvuf eliyle tabi mümessilleri eliyle batıda birçok insan Müslüman oluyor ama tabi bu ona mahsus bir şey değil. Selefîler de çok sıkı çalışıyorlar ve bunlar eliyle ihtida eden pek çok insan var.

Muhlis Turan hoca: Bir de güncel olaylara tepkisizlik de bunları tetikliyor hocam.

Ebubekir Sifil hoca: Evet bu da önemli bir etken. Tasavvuf ehli diye bildiğimiz bir kısım insanların ümmetin yaşadığı küresel problemlere tepkisiz olması ya da ülke bazında yaşanan problemlerle ilgili gerekli tepkiyi koyamaması da tasavvufun tenkit hedefine oturtulmasında önemli etkenlerden biri. Ama bunu tasavvufun yapısından özünden kaynaklanan bir durum olduğunu söylemek de doğru değil. Birçok cihad hareketi tasavvufî örgütlenmeler zemininde neşvu nema bulmuş. Bu Mevlana Halid'de de, Ahmed Ziyauddîn Gümüşhünevi'de de, Şeyh Şamil'de de, Senusiler'de de öyle...

DİPNOT:
[1] "Bir gün Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem insanlarla birlikte otururken Cebrail Aleyhisselam (insan suretinde) ona gelip İman nedir!' diyor sordu. Hz. Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:
"İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, dirilişe ve kadere iman etmendir.
Bu defa Cebrail aleyhisselam 'İslam nedir?' diye sordu. Hz. Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:
'Allah'a ibadet edip ona hiçbir şeyi şirk koşmaman, namaz kılman, zekat vermen, Ramazan orucunu tutman, gücün yettiği takdirde Beyti (şerifi) tavaf etmendir.'
Cebrail aleyhisselam bu sefer de 'İhsan nedir?' diye sorunca Hz. Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:
'İhsan; Allah'a sanki O'nu gürüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni muhakkak görür."
[Buharî-Müslîm]
 

müttaki

Profesör
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
2,775
Tepkime puanı
75
Puanları
48
Konum
istanbul
Taşıma suyla değirmen dönmez. Durmadan upuzun yazılar taşıyıp dur sonrada tasavvufu ispat etmekle nefsini öv. Ercan tekin olmasa tasavvufun hali nice olurdu. İyiki varsın.
 

nefahtü

Kıdemli Üye
Katılım
21 Haz 2013
Mesajlar
5,117
Tepkime puanı
337
Puanları
0
Konum
istanbul
Taşıma suyla değirmen dönmez. Durmadan upuzun yazılar taşıyıp dur sonrada tasavvufu ispat etmekle nefsini öv. Ercan tekin olmasa tasavvufun hali nice olurdu. İyiki varsın.
siz okudunuzsa bir özet yazsanız..bu kadar uzun olunca ekrandan okumak güç oluyor..
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Taşıma suyla değirmen dönmez. Durmadan upuzun yazılar taşıyıp dur sonrada tasavvufu ispat etmekle nefsini öv. Ercan tekin olmasa tasavvufun hali nice olurdu. İyiki varsın.

Müttaki kardeşim, nefsimi övdüğümü nereden bilirsin?
Allah'ın veli kullarına dil uzatanlara karşı gelip, Allah'ın veli kullarını savunmamız eğer nefesimizi övmek oluyorsa vay halimize!

Ehli sünneti müdafaa etmek, tasavvufu bilmeyenlerin inkârından tasavvufu savunmak eğer kendimizi övmekse vay halimize!

Uzun yazı eleştirisine sözüm yok ama ilim takipçilerinin uzun yazı derdi olmaz!
 

müttaki

Profesör
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
2,775
Tepkime puanı
75
Puanları
48
Konum
istanbul


Müttaki kardeşim, nefsimi övdüğümü nereden bilirsin?
Allah'ın veli kullarına dil uzatanlara karşı gelip, Allah'ın veli kullarını savunmamız eğer nefesimizi övmek oluyorsa vay halimize!

Ehli sünneti müdafaa etmek, tasavvufu bilmeyenlerin inkârından tasavvufu savunmak eğer kendimizi övmekse vay halimize!

Uzun yazı eleştirisine sözüm yok ama ilim takipçilerinin uzun yazı derdi olmaz!
sayın ercan... bir ayette allahın isimlerini yüceltin yazar. Bizde bu ayet müşkül oldu ne demek istiyor burada allahın ismi yüce değil mi ki benden yüceltme isteniyor diye düşünür dururdum. Sonra bir kamil abi dedi ki bak allahın isimleri sana emanet edilmiş sen onlarla işler yapıyorsun. Bu işleri benliğine mal etme. O vakit bismillah ne demekmiş daha iyi anladım. Bir ağa ve bir marabasını düşün. Maraba ağanın adına işler yapıyor maraba kendi vazifesini yaparsa ona yeterlidir. Fakat ağasının malı mülküyle başkalarına ağalık taslarsa ona der ki ağa hopppp sen sadece bir marabasın. Ağa benim der haddini bil. Hatta hz.isa şöyle misal verir. Bir vezir tebaasına çok sert davranıyormuş kral vezire demiş ki seni vezirlikten alıcam sende normal bir vatandaş olacaksın. Sonra vezir düşünmüş halka bol bol yardım etmeye bağışlarda bulunmaya başlamış. Eğer halkın arasına dönersem yüzüne bakabileceğim birileri olsun.
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
sayın ercan... bir ayette allahın isimlerini yüceltin yazar. Bizde bu ayet müşkül oldu ne demek istiyor burada allahın ismi yüce değil mi ki benden yüceltme isteniyor diye düşünür dururdum. Sonra bir kamil abi dedi ki bak allahın isimleri sana emanet edilmiş sen onlarla işler yapıyorsun. Bu işleri benliğine mal etme. O vakit bismillah ne demekmiş daha iyi anladım. Bir ağa ve bir marabasını düşün. Maraba ağanın adına işler yapıyor maraba kendi vazifesini yaparsa ona yeterlidir. Fakat ağasının malı mülküyle başkalarına ağalık taslarsa ona der ki ağa hopppp sen sadece bir marabasın. Ağa benim der haddini bil. Hatta hz.isa şöyle misal verir. Bir vezir tebaasına çok sert davranıyormuş kral vezire demiş ki seni vezirlikten alıcam sende normal bir vatandaş olacaksın. Sonra vezir düşünmüş halka bol bol yardım etmeye bağışlarda bulunmaya başlamış. Eğer halkın arasına dönersem yüzüne bakabileceğim birileri olsun.
Dediğim gibi ben kendime hiçbirseyi mal etmiyorum, dinimi ifsad edenlere karşı dinimi savunan basit bir müslümanım.Dinimize yapılan her ifsadla karşıyım.Hocalarımız, müslümanların itikadlarına saldıranlara karşı bildiklerinizle mücadele edin buyurmaktadırllar.Herhal ya sizin böyle bir derdiniz yok veyahut zan üzere beni değerlendiriyorsunuz.
 

müttaki

Profesör
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
2,775
Tepkime puanı
75
Puanları
48
Konum
istanbul
savaş ne için yapılır. Diğer tarafı etkisiz hale getirmek için. Sen körü körüne saldırıyorsun senin inançlarınada körü körüne saldırmalarına sebebiyet veriyorsun. Resülallah putperestlerin putuna sövmeyin olur ki onlarda sizin ilahınıza söver demiş. İnsanlar puta da tapsa ona saygı duyacağız ki saygı bekleyelim. Bir Müslümanın en büyük silahı sevgidir zira sevdimde yarattım dediğine yunusemrem yaratandan ötürü severiz diyor. bildiğin birazda sevgi olsun.
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
savaş ne için yapılır. Diğer tarafı etkisiz hale getirmek için. Sen körü körüne saldırıyorsun senin inançlarınada körü körüne saldırmalarına sebebiyet veriyorsun. Resülallah putperestlerin putuna sövmeyin olur ki onlarda sizin ilahınıza söver demiş. İnsanlar puta da tapsa ona saygı duyacağız ki saygı bekleyelim. Bir Müslümanın en büyük silahı sevgidir zira sevdimde yarattım dediğine yunusemrem yaratandan ötürü severiz diyor. bildiğin birazda sevgi olsun.
Bakın siz herhalde bu konuda size yazdıklarımı ve forumdaki ehli sünnet müdaafasında yazdıklarımı iyi okumadan cevap yazıyorsunuz.

1- Kendi ifademlede belirtiyorum saldırmıyoruz, savunuyoruz!

2- Saldıranlar belli,
''o şirk, siz kafirsiniz, sizler müşriksiniz, sizler yahudi ve hristiyanlar gibisiniz'' ifadeleriyle ehli sünnet cemaati mensuplarını ve alimlerini tekfir edenler asıl saldırıyorlar.

3- Bizler ise o güruha karşı ilimle, hüccetli nakiller ile cevaplar bulup paylaşıyoruz hem müslümanların itikadlarına saldıran bu güruhlara karşı savunma yapıyoruz hemde o güruhdakilerin hidayetine vesile olmaya uğraşıyoruz.

Bunlar işte gerçekler.

Sizden ricam mevzulara hakim olup böyle tenkitleri yaparken daha tutarlı olmanızdır çünkü mücadelemiz şahsi olmamakla birlikte önemlidir.

Birde karşımızdakiler samimi değiller gayeleri fitne çıkartıp ehli sünneti karalayıp propaganda yapmaktır.
Eğer bu güruh samimi olsaydı kendilerini gizlemez, itikadi konumlarını, fırkalarını ve alimlerinin isimlerini sır gibi saklamaz şeffaf olurlar ve verilen ilmi cevapları okuyup analiz edip cevap verirlerdi ama hiçbirini yapmamakla birlikte samimi değiller.

Sizin dediğiniz sevgi yaklaşımı samimi ve şeffaf olanlara yapılır.

Bakınız Tasavvuf konusunda Ömer Çelik adlı vehhabiye sevgiyle yazdık!
ves'selam
 

çelebiler

Kıdemli Üye
Katılım
4 Ocak 2013
Mesajlar
7,457
Tepkime puanı
211
Puanları
0
sayın ercan... bir ayette allahın isimlerini yüceltin yazar. Bizde bu ayet müşkül oldu ne demek istiyor burada allahın ismi yüce değil mi ki benden yüceltme isteniyor diye düşünür dururdum. Sonra bir kamil abi dedi ki bak allahın isimleri sana emanet edilmiş sen onlarla işler yapıyorsun. Bu işleri benliğine mal etme. O vakit bismillah ne demekmiş daha iyi anladım. Bir ağa ve bir marabasını düşün. Maraba ağanın adına işler yapıyor maraba kendi vazifesini yaparsa ona yeterlidir. Fakat ağasının malı mülküyle başkalarına ağalık taslarsa ona der ki ağa hopppp sen sadece bir marabasın. Ağa benim der haddini bil. Hatta hz.isa şöyle misal verir. Bir vezir tebaasına çok sert davranıyormuş kral vezire demiş ki seni vezirlikten alıcam sende normal bir vatandaş olacaksın. Sonra vezir düşünmüş halka bol bol yardım etmeye bağışlarda bulunmaya başlamış. Eğer halkın arasına dönersem yüzüne bakabileceğim birileri olsun.

Aklı olana,ibret alana çok güzel yazmışsınız.Keşke akledebilseler.
 

Yahayy

Kıdemli Üye
Katılım
25 Ocak 2014
Mesajlar
4,603
Tepkime puanı
147
Puanları
63
Konum
İstanbul
Dediğim gibi ben kendime hiçbirseyi mal etmiyorum, dinimi ifsad edenlere karşı dinimi savunan basit bir müslümanım.Dinimize yapılan her ifsadla karşıyım.Hocalarımız, müslümanların itikadlarına saldıranlara karşı bildiklerinizle mücadele edin buyurmaktadırllar.Herhal ya sizin böyle bir derdiniz yok veyahut zan üzere beni değerlendiriyorsunuz.

Tasavvuf sizin dininizin bir parçası mı? Ya da ayrılmaz bir parçası mı, O'nu savunduğunuzda dininizi savunmuş oluyor sunuz?
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Tutumunuz ne kadar da müslüman ve mü'min ahlakını gösterir düzeyde tebrikler,
sayın moderatör Ercan Bey.
Alimlere tekfir eden birine göre epey edebli takılıyorsun.
Bak arkadaşın birkaç dakika önce çok ahlaklı bir yorum yapmış neden kinayeni o arkadaşına yapmadın?
Evet cüppeli cemaatinin ne beyinsiz olduğunu biliyor demek ki onun için cemaatine Kuran'ı anlamayacaklarını söylüyor.
 

müttaki

Profesör
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
2,775
Tepkime puanı
75
Puanları
48
Konum
istanbul
Siz birbirinizin etini yemekten zevk alıyorsunuz. ercan tekin ve çelebiler yahayy... allahın nimetlerinden mahrum kalıp nefsinizi birbirinizin etleriyle beslemeyin. Bizim başka bi diyeceğimiz yoktur. Selametle
 

Ercan Tekin

Kıdemli Üye
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
5,631
Tepkime puanı
266
Puanları
0
Siz birbirinizin etini yemekten zevk alıyorsunuz. ercan tekin ve çelebiler yahayy... allahın nimetlerinden mahrum kalıp nefsinizi birbirinizin etleriyle beslemeyin. Bizim başka bi diyeceğimiz yoktur. Selametle

Müttaki senin şeyhin varmı varsa kim?


Ayrıca biz giybet etmiyoruz karşılıklı yazışıyoruz

Üsluba gelirsek benim şeyhime müşrik diyene sevgiyle muamele edemem.
 
Üst