Ercan Tekin
Kıdemli Üye
- Katılım
- 25 Eyl 2010
- Mesajlar
- 5,631
- Tepkime puanı
- 266
- Puanları
- 0
DARU'L-HİKME / AÇIK OTURUM
"ELEŞTİRELLİKTEN TEKFİRE; TASAVVUF ANLAYIŞI"
~ 1.BÖLÜM ~
(NET'TE İLK KEZ)
Katılımcılar: Ebubekir Sifil Hoca, Talha Hakan Alp Hoca,
Abdülkadir Yılmaz Hoca, Orhan Ençakar Hoca, Muhlis Turan Hoca
"RIHLE / SAYI-15'den..."
https://www.facebook.com/EbubekirSifilHoca
Bismillahirrahmanirrahim
Modernleşmenin MüsLüman muhayyilede yapıbozumuna uğrattığı ilk alan hiç kuşkusu o muhayyilenin/zihnin 'ev'i olan düşünsel ve irfanî birikimdir.
Yapıbozumu için seferber olan Batı, bu faaliyeti ilk dönemde Oryantalizm adıyla nam olunan emperyalist entelektüel çabayla başlattı ve süreç içerisinde hedef değiştirmeden farklılaşan çaba, günümüze değin devam etti.
Fakat yapıbozumu sadece Batının yaptığı faaliyetler eliyle değil, maalesef bazı durumlarda Müslümanların çabalarıyla da devam etti. Her ne kadar samimi çabalar olarak okunmaya çalışılsa da neticede Müslüman zihnin varlık zeminin altı oyulmakta ve bir anlamda bu faaliyetler sonunda Müslüman 'özne' kendine yabancılaşmakta. Bu minvalde özellikle "Fıkıh ve Tasavvuf", bahsi geçen yapıbozumuna maruz kalan İlk alanları temsil ediyor.
Hakikatin külli/bütünsel olarak idrak edilebilmesinin yegâne yolu olan vahye iman ue tüm gerçeklikleri vahyin rehberliğinde okuma, anlama çabası ne Fıkıhsız ne de Tasavvufsuz mümkün görünmüyor. Hele postkolonyal dönemin çok kültürlülük adıyla piyasaya sürdüğü 'şirk kültürü' ve onun toplumsal boyutu olan 'tekâsür toplumu' söz konusu olduğunda fıkhın ue tasavvufun diriltici soluğu Müslüman olarak kalmanın en kavi yolu olarak görünmekte; fıkıhsız bir tasavvufun ue tasavvufsuz bir fıkhın mezkûr şirk kültürüne mukavemeti ise imkân dâhilinde olamamaktadır.
Bu bağlamda Türkiye kamuoyunda özellikle Tasavvuf konusunda eleştirel bakışın -açıkçası yapılan eleştirellikten daha fazlası, buna tekfir demek abartı sayılmamalıdır- temel metinlerinden olan İbrahim Sarmış'ın "Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam" (Ekin yay.) başlıklı kitabı Darul-Hikme hocaları tarafından bir açık oturumla değerlendirildi.
Ancak en başta şunun belirtilmesi gerek: Mezkûr çalışma ve benzerleri için bir açık oturum yeterli olamamaktadır. Her biri için müstakil çalışmaların yapılması ue hakikatin teslim edilmesi gerekiyor. Bundan eleştiriye konu olan her argümanın doğru olduğu anlamı çıkarılmamalıdır, ancak anlamaya ve sahih olanı bulmaya dönük olmayan eleştiri biçimiyle maalesef hakikatin retorikle gizlenmesi gibi bir absürdite oluşturuluyor.
Açık oturum boyunca sadece İbrahim Sarmış'ın değil, yer yer Ferit Aydın'ın "Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik" (Süleymaniye Vakfı yay.) kitabı ile Abdulaziz Bayındır'ın "Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış" (Süleymaniye Vakfı yay.) kitabına da atıfta bulunularak değerlendirme yapılmıştır.
Duamız Tasavvuf'un sahih olarak anlaşılması ve kirlenen zihinlerimizin onunla arınmasıdır.
Ebubekir Sifil hoca: Evvela tasavvufun menşei konusunda İbrahim Sarmış'ın iddiaları var. Genellikle bu iddialar müsteşriklere dayandırılmış, dikkat çeken bir şey bu. Bir de iddialar arasında da bir tutarsızlık var. İbrahim Sarmış, bunların hangisi gerçek etkendir, bu konuda bir şey söylemiyor. Ama belli ki, ya odur, ya odur veya onların tamamıdır gibi örtülü bir tasdiki var. önemli bir diğer husus: Zühd hayatını da kabul etmiyor, zühdün de İslam'a sonradan sokulmuş bir şey olduğunu söylüyor. Buradan başlayabiliriz.
İslam'ın ilk asırlarında Tasavvuf terim,kavram olarak, evet yoktur; yahut bir disiplin olarak, sonradan gelişmiş, kurumlaşmış haliyle yoktur, ama kavram olarak, mazruf olarak vardır. Bu zühd hayatında kendini gösteriyor. Her ne kadar daha sonraki dönemlerde, bidayetteki zühd hayatında görülmeyen birtakım kavramlar uygulamalar ortaya çıkmış olsa da, hemen hemen bütün tasavvufî ekoller kendilerini bu zühd hayatına dayandırıyorlar, oluşum dönemi öncesi zühd,zahidler vakıasına dayandırıyorlar.
Vakıa, bizim tensib edeceğimiz tasavvuf da ancak böyle bir zemine oturan bir tasavvuf olacaktır. Müteşerri sufiler dediğimiz, şeriata sıkı sıkıya bağlı olan, bütün kabullerinin hassasiyetlerinin Kitap-Sünnet-Şeriat zemininde olduğunu, olması gerektiğini söyleyen bütün sufiler de zaten böyle söylüyor: "Bizim bu yolumuzda Kitap ve Sünnet'e aykırı bir şey yoktur. Kitap ve sünnet'e aykırı olan şeylerin bizim yolumuzla ilgisi yoktur” tarzında açık ifadeler var malum olduğu üzere...
Talha Hakan Alp hoca: İbrahim Sarmış bunu da tenkid başlığı yapıyor, kitap ve sünnete bağlılık iddialarını da bir tür kamuflaj olduğunu söylüyor. Çok ön yargılı, agresif bir üslup var. Belirttiğiniz gibi, sadece tasavvufun marifetullah boyutuna değil; pratik, ameli, zühd boyutuna da savaş açmış birisi. Savaş açmış diyorum, çünkü kullandığı ifadeler niyet okumaya kadar vardıran bir üslup taşıyor. Ve çok ciddi manada neo-selefî akımın Abduh, Afganî, reşit rıza çizgisinin etkisi var dilinde, bakış açısında. Yani İslam'ın kalbe, tasfiyeye dönük boyutlarını adeta yok sayan bir anlayış. Tamamen aksiyoner bir İslâm yorumuyla kalemi eline almış.
Dolayısıyla marifetullah'ı, nazarî boyutu bir kenara bırak zühd boyutunu bile kabullenmiyor, hatta zaman zaman hadis inkârı da yapıyor, sahih hadisleri de inkâr ediyor. Yani baktığımızda modernist bir görüşle yapılmış bir tenkit, yoksa selefî bir tenkit değil; neo-selefi bir tenkit yani.
Ebubekir Sifil hoca: Evet, somut iddialara geçebiliriz.
Talha Hakan Alp hoca: Tasavvufun kaynağı İle ilgili olarak el-Afifî -malum, onun tasavvuf kitabı var, Türkçeye de tercüme edildi- biraz daha mutedil şeyler söylüyor. Oryantalistlerin isimlerini de veriyor; onların, tasavvufa kaynak arama konusunda kiminin Hint'e, kiminin yeni-platonculuğa, kiminin Hristiyan ruhbancılığına işaret ettiğini belirttikten sonra, bütün bunların tasavvufun birebir kaynağı olamayacağını söylüyor. Tasavvufun kaynağının tamamen İslâmî olduğunu, zamanla kendini ifade ediş biçiminin dış kültürlerle alakasının kurulabileceğini söylüyor, özü itibariyle Müslüman coğrafyanın kendi dinamikleridir, kültürüdür ama bunun ifade ediş biçimi zaman içerisinde bölgesel tesirlerle de etkileşim haline girmiş olabilir diyor.
Nitekim Basra merkezli tasavvuf hareketinin Hind'le, İran'la temasına işaret ediyor. Burada Afifi Muhammed İkbal'den de güzel bir alıntı yapıyor. İkbal, medeniyet içinde doğmuş hiçbir akımın, umumi bir cereyanın tamamen harici kaynaklara bağlanamayacağını, özü itibariyle mahalli ama form itibariyle dışarıyla bir münasebetinin, etkileşimi'nin olabileceğini söylüyor ki, bu o kadar abartılacak bir durum da değildir.
Biz zaten bütün İslâmî ilimlerin kaynak olarak Kuran-Sünnet merkezli, temelde Müslümanca bakışın eseri olduğunu söylüyoruz. Ama zaman içerisinde bunların form ve ifade biçimiyle ve muhtevasına kattığı yeni problemler itibarıyla muhtelif kültürlerden yararlanmıştır. Hemen bütün klasik İslâmî İlimler mantıktan etkilenmiş, onun dilini ve sistemini kullanmıştır. Klasik mantık malum Aristo'ya dayanıyor. Form başka şey, öz başka şey..
Bu İnceliği İbrahim Sarmış göz ardı ediyor Afifi çok daha mutedil.
Ebubekir Sifil hoca: Ya bilerek göz ardı ediyor, gözden uzak tutuyor ya da işin farkında değil, bilmiyor.
Talha Hakan Alp hoca: Zaten akademik manada bir tasavvufçu değil İbrahim Sarmış, hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış biri değil.
Ebubekir Sifil hoca: Bir de şöyle bir vakıa var: Hiçbir evrensel yapı; bölgesel, yerel, lokal ölçeklerle sınırlı, kendisini böyle bir sınırlamaya tabi tutmuş olamaz. Eğer bir yapı, bir olgu evrensellik iddiasındaysa, vakıa da bunu gösteriyorsa, bu yapının dışarıdan bir takım unsurları bünyeye alıp onları absorbe etmesi, özümsemesi, kendileştirmesi, yaramayan unsurları dışarı atması gayet tabiidir. Bu da onun kabiliyetini, evrenselliğini, kapasitesini gösteren bir şey olur. Diyelim ki, ilk dönemlerde zühd hayatıyla ilgili bir takım uygulamalar daha sonraki dönemlerde Hint'ten, İran’dan, Hıristiyanlıktan bir takım unsurlar almış olsun. Bu unsurlar asla taalluk etmedikten sonra, özü belirleme oranında bünyeye nüfuz etmedikten sonra, bunların tahkim edici yan unsurlar olarak devreye sokulmasında bir mani olmasa gerektir.
"Çile" diye bir uygulamayı Selef te bulamıyoruz mesela. Bu uygulama 'Erbain' diye daha sonra tasavvufta bir kurum haline gelecek, bununla ilgili uygulamalar, mekanlar oluşacak... Diyelim ki bunun Hıristiyan ruhbanlığından ya da Hint mistisizminden etkilenerek oluşturulmuş bir şey olduğu sarahaten ortaya konmuş bulunsun. Bizim nefsî mücadelede bunu, diyelim ki bir biçimde Efendimizin (s.a.v) Ramazanda girdiği itikâfla da uyumlu hale getirerek, onunla da özdeşleştirerek İslâmî bir forma, muhtevaya kavuşturmuş olmamıza ne mani var? Sonuçta bunun hizmet ettiği şeye bakılacak. Bu neye hizmet ediyor? Eğer kişi girdiği çilede Hristiyanlığa, Hıristiyanlık unsurlarına ait bir takım şeylerle oradan çıkıyorsa, tamam doğru. Ama orası nefis terbiyesiyle ilgili bir mekansa ve uygulama buna dönük bir şeyse, kişiyi olgunlaştıran, tezkiye eden bir şeyse bunun bir manisi olabilir mi? Bir, bunu konuşabiliriz.
İkincisi: Bütün bu hay-huy içerisinde tartışma konusu yapılan kavramlar, uygulamalar... Herhangi bir tasavvufî ekol bunların behemehal yapılması icab eden farz-ı ayn şeyler yahut yapılmaması halinde kişiyi dinden çıkaran şeyler olduğunu söylüyorsa burada bir problem olduğunu biz de söyleriz. Bu eğer kişinin mübahlar alanına giren bir hususta özel tercihi ise, buraya özel bir vurgu yapmışsa, bu uygulamadan bir netice almışsa -diyelim kİ çile veya rabıta uygulamasında- bunu çok fazla köpürtüp abartıp, "bu olmazsa olmaz bir şeydir, İtikâdî amelî bir farzdır, yapmayan şöyle günaha girer, böyle dinden çıkar" demedikten sonra bunun mübahlık alanında bulunmasında, icra edilmesinde bir mani olmamak gerektir.
Mübahlar veya müstehaplar alanına giren bir ameli İşleyenlerin onu farzlar derecesine çıkarması ne kadar yanlışsa, o ameli haramlar Seviyesine indirmek de o derece yanlıştır. Meseleye ef'al-i mükellefin çerçevesinde baktığımızda, eğer bu farz-ı ayn olsa, ameli bir farz olsa bunun bütün tasavvufî ekoller tarafından yapılması gerekltiğini ortaya koymak gerekir. Nakşibendilik'teki rabıta mesela, eğer farz-ı ayn olsa tüm tasavvufî ekoller tarafından bunun ortaya konulması gerekir. İkincisi, bunun bir nass'tan delili olması lazım ki farzdır diyelim. Nasstan bir delili yoksa kim bu farzdır dİyebilir. Çile uygulaması da hakeza. Bir de tabi kişilerin burada kendi özel tercihleri, netice aldıkları özel uygulamaları müesseseleştirmeleri söz konusu olur. Bir kişi azimetle ameli tercih edebilir, hatta bunu kendisine bağlayıcı bir yükümlülük olarak alabilir.
Bir başkasını bununla ilzam etmedikten sonra, "ben çileye gireceğim, Çile uygulamasını arkamdan gelenlere de genel uygulama olarak öngördüm" dese, ondan da müspet neticeler alsa bunu tartışma konusu olarak masaya getirmenin, buradan arızalar çıkartmaya çalışmanın çok fazla anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle meseleleri olduğundan büyük gösterip, şirk ithamı gibi tutumlara sapmanın önemli bir arıza olduğunun altını çizmemiz gerekir.
Talha Hakan Alp hoca: Sadece farz-ı ayn değil, Sünnet oldugu yönünde bir iddia taşımadıktan sonra mübah yahut müstehab dese sorun olmaz. Nitekim fıkıh'ta müstehabın, âlimlerin güzel gördüğü şey anlamında kullanıldığını da görüyoruz. Keza mekruh da böyledir. Bunların örfî ve nazarî tarafı var, illâ ayette hadiste karşılığının olması gerekmiyor. Ama farz, vacib, sünnet dediğiniz zaman bunlar biraz daha nasslarla birebir ilişkili kavramlardır. Yani müstehab, mübah kabilinden bunların ortaya konulmasında bir beis yok.
Burada mesela az evvel dediğiniz çile uygulaması Allah Resulü’nün hayatında itikâf örneğinde sünnet'te özünü buluyor. Keza perhiz, Müslümanın gerek yemek içmek anlamında gerek bilumum dünya lezzetleri karşısında son derece kanaatkar olması özünü İslâm'ın zühd esasında buluyor, tabi, bu özün formüle edilişi belli bölgelerde çile, erbain şeklinde olmuştur, bu çok değil. Yani, çileyi yeter kİ “bu dinde sünnettir" diye bir iddia ile takdim etmesinler, mesele bu.
Ebubekir Sifil hoca: Böyle bir takdim var mı bildiğiniz? Yani çile uygulamasını yapanlar bunun farz, vacip, sünnet olduğunu, nassa dayanan bir uygulama olduğunu söylemiyor. Benim bildiğim böyle bir şey yok.
Abdülkadir Yılmaz hoca: Nakşibendi tarikatında çile diye bir uygulama benim bildiğim kadarıyla yok.
Talha Hakan Alp hoca: Tarikatın esasları sadedinde var. Aslında şunu netleştirmemiz gerekiyor: Tarikatla din birbirinden ayrı kurumlardır. Din Allah'ın vaz'ıdır. Allah'ın rızasına ulaşmanın genel ve temel prensiplerini var eder. Tarikat ise sahanın mütehassıslarının geliştirdiği, kültüre, bölgeye ve meşrebe göre şekillenmiş özel formüller bütündür.
Tarikatı dinle alakalı, ama dinin içinden bir yapı değil, dinle temas kurmak için yararlanılan bir vasıta olarak görürsek o zaman bütün bunlar anlamlıdır, Tarikatın şartı, esası olarak bir şeylerden bahsedebiliriz. Ama dinin şartı, esası, hükmü olarak vazettiğimiz zaman mutlaka bunun Kur'an'da Sünnette bir delilinin olması gerekiyor, önce tarikata ayrılan alanı konuşmamız gerekiyor. "Tarikat nedir?" veya müesseseleşmiş haliyle "tasavvuf nedir?" sorusu burada önem kazanıyor. Bu meseleyi netleştirmiş olsak tarikat tartışmalarında epey bir mesafe kazanabiliriz.
Ebubekir Sifil hoca: Şüphe yok kİ, vasıl-vesile İlkeleri içerisinde tasavvufu kategorik olarak bir yere oturtmamız zor görünüyor. Neden? Çünkü, tasavvufun ana amacı, Allah'ın rızasından başka bir şeyi amaçlamayan, takvada zühdde arzu edilen seviyeye ulaşmış İnsanı yakalamaksa, burada dinin dışındaki bir kurumun dinle münasebetinden değil, dinin bizatihi hedef olarak belirlediği bir şeye ulaşmada bir metottan bahsetmek daha uygun olur. Yani diyelim ki Allah korkusu, haşyet, ya da Allah sevgisi, muhabbetullah... Bir insan fıkıh tahsil ederek buna ulaşabiliyorsa ne âlâ, ne güzel ? o İnsanın illa bir tarikata girip oradan bunlara ulaşmasını şart koşmak farz kılmak kimsenin yaptığı bir şey değil, haddine de değil. Böyle bir şey gerekmiyor. İmam Ebû Hanîfe'nin ve İmam eş-Şâfiî'nin, "Evliyaullah fukaha değilse eğer, yani evliyaullah tabiri fukahayı anlatmıyorsa, Allah'ın velisi yoktur" dedikleri naklediliyor.
Şimdi hepimiz kendi şahsi tecrübelerimizi düşünelim. Tek başına yaşadığımız bir hayatta önümüze çıkan şeytanın ve nefsin türlü tuzakları, ayak oyunları... Bunlarla birebir baş edebilecek irade kuvvetinde bilgi seviyesinde olmak her insan için tek başına mümkün değil. Dolayısıyla burada bu bir tecrübeyse eğer, daha evvel bu yoldan geçmiş birilerinin rehberliğinden istifade etmekten daha tabi bir şey olamaz. Bu ilim öğrenmek gibi bir şey yani. Nasıl bir insan Arapça öğrense tıpkı imam Gazzalî'nin felsefe okuması gibi, Arapça öğrense İslâmî ilimleri kendi kendine tahsil etse, aklen böyle bir şey mümkün müdür? Mümkündür. Ancak insanın bunu yapabilmesi adeten çok zor bir şeydir.
Yani kapasitesi çok yüksek bir insan olacak, iradesine hakim olacak, vaktini çok iyi kullanacak, zekası, hafızası, kavrama kapasitesi çok yüksek olacak, her türlü imkânları olacak, bu işe zaman ayıracak ve İslâmî ilimleri sıfırdan alıp öğrenecek. Bu aklen mümkündür ama adeten imkânsız denebilecek ölçüde zordur.
Talha Hakan Alp hoca: Bahsettiğiniz hususla ilgili şu aklıma geldi. Cenab-ı Allah'ın bizden istediği şeylere baktığımız zaman bunlar içinde bir tasnifte bulunmamız mümkün. Şöyle bir tasnif: Cenab-ı Allah kullarından istediği bazı şeylerin formunu belirlemiş, bazılarının formunu, vesaitini, tarikini belirlememiş. Mesela zikrullah, sabır, şükür, tevekkül. Yani umum ahval-i kalbiyye dediğimiz şeylerin Allah celle celalühü formunu vaz edip de şu şekilde yapacaksınız diye bizden detaylıca bir istekte bulunmamış. Ama namazın erkanı, eda ediliş biçim ve keyfiyeti bizzat belirlenmiş. Ama mesela sabır böyle değil, zühd de böyle değil. Bunlar biraz insani tecrübe, biraz meşrep ve tahammülle alakalı uygulamalar. Tarih boyu Müslümanların bu uygulamalara dair tecrübeleri olmuştur. Bu tecrübeler sonraki nesiller için birer numune teşkil eder, rehberlik oluşturur.
Tasavvuf da böyledir, genelde baktığımız zaman tarikat bir müessese olarak neyi temine çalışıyor, mezkur ahval-i kalbiyyeyi müstakim biçimde müride gerçekleştirmeyi hedefliyor. Yoksa namaza, oruca dair yeni bir form getirmiyorlar. Belki biraz daha hassaslaştırıyorlar, daha iyi namaz kılmamız için. Ama huşua dair bir form getiriyorlar. Çünkü huşuun bir formu yok ayette, hadiste. Olamaz da zaten. Kişiden kişiye, meşrepten meşrebe, kişinin tahammül gücüne, teyakkuzuna göre değişebilen bir şey. Tarikat o yüzyılların tecrübesiyle değişik meşreplere göre huşuun formlarını ortaya koyuyor ve biri diğerini nakzetmiyor üstelik. Yani tamamen insanî bir tecrübe.
Abdulkadir Yılmaz hoca: Bir de hocam, tarikat ehlinin çile rabıta gibi uygulamaları mükellefin ahkâmından sünnet farz veya vacip diye tanımlamadığını kabul edelim. Peki, bunları bidat olmaktan çıkaracak hususiyet nedir? Mesela biz diyelim ki zaman zaman sizle konuşuyoruz. Namazlardan sonra 33'er defa çektiğimiz tesbihat var. Bunların çekilmesi haddizatında sünnettir. Hz. Peygamber efendimiz(s.a.v.)'in yapılmasını teşvik ettiği hususlardır. Ama toplu bir şekilde yaptığımızda icabında bid'at olup olmama noktasında tartışma konusu olabiliyor. Çile ve rabıta gibi uygulamaları bid'at olmaktan çıkartacak şey nedir?
Ebubekir Sifil hoca: Burada usul zemininde açığa kavuşturmamız gereken bir şey var. Efendimiz(s.a.v.)'in bir şeyi yapması sünnettir. Dolayısıyla o şeyi O'nun yaptığı gibi yapmak sünnettir. Peki O'nun yapmadığı bir şeyi yapmak nedir? Ya da O'nun yaptığı ve fakat bağlayıcılığı konusunda elimizde kesin delil bulunmayan hususlarda aynı şeyi bir başka biçimde yapmak nedir? Onun hükmü nedir? Efendimiz (s.a.v) muhteva ile birlikte formu da belirlemişse, o forma aykırı bir şey yapanı ikaz etmiş, uyarmışsa evet o muhtevanın o forma uygun yapılması lazım. Ama o muhtevayı başka bir formda yerine getirmek isteyen birisiyle ilgili bir hüküm yoksa ne yapacağız? Yani Efendimizin (s.a.v) terkleri, birşeyi yapmaması ne hüküm ifade eder?
Efendimiz bir şeyi yapmamış, bunu yapmaması bilinçli bir terki mi gösteriyor, yoksa o anda onu yapması için herhangi bir sebep yoktu da onun için mi yapmadı. Menhiyattan olduğu için mi Efendimiz(s.a.v.) ondan uzak durdu, yoksa onu yapmaması o konuda bir sakınca olduğundan, şer'i bir mahzur olduğundan, yasak olduğundan değil, ama öyle denk geldiği için mi? Bunları açıklığa kavuşturmamız lazım.
Herhangi bir fiil, yapılmasını gerektiren bir durum olmadığı için Efendimiz (s.a.v) tarafından yapılmamışsa, bununla birlikte Efendimiz (s.a.v)'den sonra herhangi bir sebeple yapılması gerekli hale gelmişse, İbn Teymiyye onu yapmanın bid'at olmadığını söyler. Örnek olarak da Kur'an'ın cem edilmesini ve tek imamın arkasında Teravih kılınmasını gösterir.
Allahu a'lem, Efendimiz (s.a.v)'in yaşadığı hayat tarzı içerisinde, o günkü sosyolojik toplumsal yapı içerisinde insanların, tesbihatı bırakalım, sünnet namazlarını mescide gidip özellikle mescitte kıldıklarına dair bir şey bilmiyoruz. İnsanlar Medine gibi çok büyük olmayan bir uçtan öbür uca diyelim ki bugün çok küçük kasabalarda ilçelerde belki görebileceğimiz bir yapı içerisinde bir uçtan öbür uca bir saatte iki saatte gidebileceği bir şehir düşünelim; avâlîyi kastetmiyoruz, böyle bir yapı içerisinde insanların beş vakit namazlarını mescide gidip kılmaları, arkasından evine işine gücüne döndüğünde sünneti de orada kılma imkanına sahip olmaları o günkü toplumsal yapı içinde anlaşılabilir bir şey.
Birde bugünün hayatını, modern hayatı düşünün. Mesai saatlerine riayet etmesi gereken insanları düşünün. Bu insanlar ne yapacaklar? Sünnet namazı mescitte kıldıysa kıldı, kılmadıysa hiç kılamayacak. Tesbihatı mescitte yaptı yaptı, yapmadı yapamayacak. Vakti yok, günlük hayatın koşuşturması, zaman darlığı vs... Burada acaba maksada ulaşmak için bu formda böyle bir değişiklik olsa ve bunu bid'at saysak -bid'at olduğunda şüphe yoktur, zira o zaman böyle bir şey olmamıştı- bunu bid'at-ı hasene saysak ne lazım gelir?
Bugünün şartlarında işyerini bırakıp yahut amirinden izin alıp camiye giden kişi sünnet namazları, râtibe dediğimiz namazları ya terk edecek, kılmayacak ya da mescitte kılacak. Farz namazın arkasından ya toplu olarak tesbihat yapacak ya da tesbihatı terk edecek. Ne dememiz lazım? Bir fıkıhçı olarak siz ne dersiniz bu konuda?
Abdulkadir Yılmaz hoca: Tesbih için düşünüldüğünde bu izahtan hareketle olumsuz bir şey söylemek belki zor fakat çile ve rabıta hakkında aynı şeyi söylemek doğru mu hocam?
Ebubekir Sifil hoca: Bid'at uygulamalar bahsiyle ilgili olarak tesbihat örneğini verdiğin için söylüyorum. Bir sünneti değişik formda yerine getirmek bid'at olsa bile bid'at-ı hasene olur diyoruz, herhalde bu konuda bir itiraz yok. Sünneti yerine getiriyoruz ama Efendimiz (s.a.v)'in ya da Sahabe-i kiramın yaptığı formdan farklı bir formda yerine getiriyoruz. Bir takım zaruretlerden, modern hayatın getirdiği bizim dışımızda oluşmuş şartlardan kaynaklanan...
Talha Hakan Alp hoca: Sübha/tespih. Ama sahabede başlamış yani.
Ebubekir Sifil hoca: Sahabe zamanında başlamış ise bunu bid'at olarak kabul etmek doğru değil. Ebû Hureyre'nin (r.anh), üzerinde düğümler olan bir ipi varmış; onunla tesbihat yapar, zikir çekermiş.
Orhan Ençakar hoca: Bu formla İlgili bir şey söylemek istiyorum: İbrahim Sarmış bîr rivayet veriyor. Darîmi'nin 'Sünen'inden. Abullah ibni Mes'ud(r.anh) Kure Mescidi'ne gelmiş ve bazı halkalar görmüştür. Her halkanın ortasında bir yığın çakıl taşı ve başlarında duran bir adam, halka yapan insanlara yüz defa sübhanallah, yüz defa elhamdülillah ve yüz defa Allahu Ekber diyor, onlar da tekrar ediyorlardı. Abdullah ibni Mes'ud(r.anh) onlara şöyle dedi: "Ey insanlar! Allah'a yemin ederim ki sîzler ya Rasulullah'ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz yahut sapıklık (dalalet) kapısını açmış bulunmaktasınız." (Sarmış, Tasavvuf ve İslam, 2012, s, 41)
Bu rivayeti kullanarak zikrin dahi sünnette örneği bulunmayan bir şekilde yapılamayacağını ve şayet yapılırsa bunun bir bid'at ve dalalet olacağını söylemekte.
Ebubekir Sifil hoca: Söz konusu rivayette dikkat edilmesi gereken birkaç husus var:
1.Mescitte halkalar halinde zikir yapan kimseleri daha önce Ebû Musa el-Eş'ârî (r.anh) görmüş, fakat onları kınamak bir yana, yaptıkları işin hayırlı olduğunu düşünmüştür.
2.Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onların yanına gidip durumu sorunca onlar ellerindeki çakıl taşlarını göstererek tesbih, tekbir ve tehlil sayılarını şaşırmamak için onları kullandıklarını söylüyorlar. O da buna mukabele olarak, "Günahlarınızı sayın" buyuruyor. Buradan şunu anlıyoruz: Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onların mescitte halkalar halinde toplu zikir yapmalarını değil, yaptıkları zikri çakıl yardımıyla belli sayılarda yapmalarını yanlış bulmaktadır.
3.İbn Mes'ûd (r.anh), onların, gelecekte bir sapkınlığa kapı açacak kimseler olacaklarını firasetle görmüştür. Tepkisi buradan kaynaklanmaktadır. Nitekim olayı nakleden ravî, o kimselerin Nehrevan'da Haricîlerin safında Hz. Ali'ye (r.anh) karşı savaştıklarını gördüğünü söylüyor.
4.Nihayet Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onlara tepkisini gösterdikten sonra yaptıkları işi derhal terk etmeleri gibi bir emir vermiyor. Rivayetin siyak-sibak'ından, onları dağıtmayıp, bulundukları hal üzere terk ettigini gösteriyor.
5.Diyelim ki mesele İbrahim Sarmış'ın takdim ettiği gibidir, öyle olsa bile bu, son tahlilde Abdullah b. Mes'ûd'un (r.anh) görüşü, İçtihadıdır. Buradan hareketle toplu zikir yapmanın caiz olmadığını söylemek doğru değil. Çünkü biz Efendimiz(s.a.v.) zamanında ashab-ı suffe'nin grup grup zikirle meşgul olduğunu biliyoruz. Efendimiz(s.a.v.)'in de buna şahit olduğunu biliyoruz. Bir gün çıktı Efendimiz(s.a.v.) mescide, ehl-i suffe'nin yanına, baktı ki iki grup olmuşlar. Ne yapıyorsunuz burada diye sordu. Bir grup Allah'ı zikrediyoruz, bir grup da ilmî müzakere yapıyoruz dediler, ilmî müzakere yapanların yanına oturdu. Demek ki grup halinde zikir yapmak o zaman mevcut.
Talha Hakan Alp hoca: Ama toplu zikir bu.
Abdulkadir Yılmaz hoca: Aralarından bir tanesi başlarında duruyor: "100 kere şöyle (Sübhanellah, Allahu Ekber) deyin' diyor diğerleri de onun dediğini ellerindeki taşları adedince söylüyor. Hatta İbn Mesud(r.anh) diyor ki 'bu şekilde zikrinizi sayacağınıza günahlarınızı sayın”. Zikri "saymaya" karşı çıkıyor sanki. Toplu zikirden ziyade daha çok "saymaya” tepkisi varmış gibi, zahirinden anlaşılan...
Talha Hakan Alp hoca: Orada bir ritüel geliştiriliyor ona tepki veriyor ibn Mesud (r.anh).
Orhan Ençakar hoca: Rivayette -Sarmış kitabına almasa da- Ebu Musa el-Eşarî(r.anh)'ın, İbn-i Mes'ud(r.anh)'ın "Neden müdahale etmedin?" sorusuna: "Ben bunu
hayırlı bir iş olarak gördüm" dediği geçmekte. Ebu Musa el-Eşarî(r.anh) gibi bir sahabînin bu duruma müdahale etmeyip aksine "hayırlı bir iş olarak gördüm" demesi de bu meselede farklı mülahazalarla değişik sonuçlara varılabileceğini göstermektedir.
Ebubekir Sifil hoca: İbn Mes'ûd(r.anh) hazretlerinin burada belli sayıda ve emir-komuta ile zikir yapılmasını doğru bulmadığını söyleyebiliriz. Burada tepki toplu zikre değil, bu zikrin belli bir formda yapılmasınadır. Zira Efendimiz (s.a.v)'den, toplu zikrin cevazına delalet eden sahih hadisler varit olmuştur. Bunu biliyoruz. Tekraren söyleyelim ki, son tahlilde bu bir sahabî kavlidir.
Talha Hakan Alp hoca: Bütün sahabenin ortak tavrı değildir. Ama İbn Mesud(r.anh)'ın bu tavrı da gayet şayan-ı takdirdir. Çünkü sahabede dinin özünü de formunu da koruma konusunda bir tayakkuz var, bid'at cereyanlara karşı daha bir hassasiyet var. Bu, teyakkuzun keskinliğiyle alakalı bir şey ki o gün eğer bu denli hassas olmasalardı din bugüne bu şekliyle gelemezdi. Ama ilk çağda haliyle orijinalliği muhafazaya dönük bu kaygı muhteva iyice oturduktan sonra, dinin karışma, tahrif edilme korkusu büyük oranda atlatıldıktan sonra şedden lizzeria mesafe konulan bazı şeyler bugün yapılabilir hale geldi. Onlara karşı o kadar rezervli olmamıza gerek yok. Sahabe çağını böyle değerlendirmek gerekiyor, eğer toplu bir tavır yoksa. İlk zamanlarda hadislerin yazımı gibi birçok meselede görüyoruz. Yani birçok şey zaman içerisinde artık meşrulaşmış.
Din tahrif mi edilmiş? Hayır, artık o çağda bu formu koruma gereği kalmamış.
Ebubekir Sifil hoca: Bunu genelleştirmek ve bütün sahabe olaya böyle bakardı demek için en azından birkaç tane daha örnek bulabilmemiz lazım ki, tamam sahabenin genel tavrı böyleydi diyebilelim.
Bir İkincisi de bazı şeyler var ki dış etkenlerin dayatmasıyla insanlardaki genel ahvalin bozulmasıyla vs. ilgili olarak uygulama alanlarını formunu değiştirerek devam ettirmek zorunda kalıyoruz. Yani insanların genel ahvali bozulduğunda işte mestûrun (durumu bilinmeyen ravi) rivayetinde olduğu gibi. İmam Ebû Hanîfe mestur ravilerin rivayetini kabul ediyor. Ama ondan sonra İmameyn, zamanın değiştiği ve insanların ahvali bozulduğu için mestûrun rivayetini kabul etmiyor. İnsanların ahvalini araştırmak özel olarak onunla ilgili şeyler geliştirmek gibi zaruretler hasıl oluyor.
Şimdi az önceki örnek üzerinden devam edersek, modern hayatın getirdiği tempo içerisinde siz namazlarınızı mescitte toplu olarak farzların önünden ardından kılmayanlara, yani evinde, işyerinde münferit olarak kılanlara herhangi bir şey dememek, sünnet olanın bu olduğunu itiraf etmek kayd-u şartıyla kılanlara da sen bid'at işliyorsun gibi bir dayatma içinde olmak doğru değil. Yani değişen hayatın getirmiş olduğu bir durum var. Biz Sahabe dönemindeki gibi bir hayatta yaşamıyoruz. Dikkat ederseniz bununla ilgili olarak pek çok fıkhî hüküm bile değişiyor. Sahabe devrinde mevcut olup da bugün uygulama alanı bulamayan pek çok hüküm değişiyor. Nasıl değişiyor? Sahabe-i kiram döneminde yerleşim merkezleri son derece küçük.
Bir şehrin dışındaki bağların bostanlanrı dışına çıktığınız zaman sefer oradan başlıyor. Ama şimdi İstanbul'un bir ucundan öbür ucuna doksan km'den fazla yol gidiyorsunuz; sefer mesafesi gidiyorsunuz yani, ama seferi olmuyorsunuz. Bununla ilgili malum yeni bazı şeyler var. Seferde idarî taksimatı esas alan yeni görüşler var. Adam diyor ki ben Üsküdar'da oturuyorsam Üsküdar sınırlarını çıktığımda seferi sayılabilmeliyim. Gerçekten de öyle; İstanbul nerden başlıyor nerde bitiyor, belli değil; birbirine girmiş durumda. Sefer olgusu Sahabe dönemindeki gibi değil. Bu bir örnek.
Yerleşim birimleri anormal oranda büyüyor. Böyle olunca seferle ilgili birtakım hükümleri gözden geçirmek zorunda kalıyorsunuz. Bunun gibi gerek tasavvuftaki bir takım uygulamalar, gerek bid'at kategorisine sokulan bir takım şeyler bu hayatın getirdiği sosyolojik zaruretler çerçevesinde bir kere daha düşünülmeli.
Abdulkadir Yılmaz hoca: Cuma namazının şehrin en büyük tek camisinde kılınması meselesi gibi. Hatta Kasanî diyor ki, iki camide kılınması yönünde de rivayetler vardır Hanefî mezhebi içerisinde. Zaten iki cami bütün kasaba nüfüsünun tamamını genelde alır bu yüzden üçüncü camide kılmak gereksizdir ve de sahih olmaz diyor açıkça söylüyor. Şimdi İstanbul'u bir değil iki değil yüz camiye sığdıramazsınız.
Ebubekir Sifil hoca: Evet dolayısıyla bu meseleyi de böyle sosyolojik zaruretler çerçevesinde değerlendirmekte fayda var. Şimdi düşünün, münkeratın, fuhşiyatın, nefsaniyatın, şeytaniyatın insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar açık-aleni teşvik gören alanlar olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Televizyonu açıyorsunuz, münkerat. İnternete giriyorsunuz, münkerat. Sokağa çıkıyorsunuz münkerat. Böyle bir dünyada bekar bir delikanlının ben kendimi tüm bunlardan ideal ölçüde muhafaza edebiliyorum demesi ne kadar mümkündür?
Biz bu hayatın içinde yaşıyoruz. Bekar bir delikanlıyı bırakın evli bir genci düşünün. Evli bir gencin bu münkerata bulaşmadan bu hayatı yaşaması ne kadar mümkündür? Adeta her tarafımızdan çekiştirildiğimiz bir dünyada İnsanın kendini bir korunak içine alması çok anlaşılabilir bir şey; hatta yerine-kişisine göre zarûrî bir şey, Kendini izole bir hayatın içerisinde günlük hayattan ne kadar koparabiliyorsa, bu taalluklardan ne kadar sıyrılabiliyorsa o kadar izole bir hayatın İçerisinde muhafaza etmeye çalışması insanın ancak belli ortamlarda bulunmasıyla mümkündür. Nedir bu ortamlar?
1.Bir cihad ortamında bulunursunuz, cephede bulunursunuz. Oradaki hava otomatik olarak sizi ahirete yöneltir, dünya ile taalluklarınız zayıflar. Evet orada kendinizi muhafaza edersiniz.
2.Yahut bir ilim ortamı içerisinde, bir medrese ortamı içerisinde bulunursunuz. Yalıtılmış bir ortamdır orası. Orada kendinizi ideale yakın ölçülerde muhafaza edebilirsiniz.
3.Ya da bir tarikat yapısı içerisinde bulunursunuz. Kendinize orada küçük, izole bir dünya kurarsınız. O izole dünya içinde kendinizi muhafaza edebilirsiniz.
Yani bunu biraz da yaşadığımız hayatın getirdiği olgular, fiilî durumlar esasında bir kere de düşünmek lazım. Tarih içinde Tasavvuf karşıtları olmuştur, Tasavvufa itirazlar olmuştur, bunların haklı yanları var, haksız yanları var; bunları konuşacağız. Ama Tasavvuf meselesini, realitesini konuşurken bunun insanın hayatına, ahiretine ne getirdiğini ne kattığını da hesaba katarak, özellikle modernité vakıasını dikkate alarak konuşmakta da yarar var diye düşünüyorum.
Talha Hakan Alp hoca: Edille-i şer'iyyenin dördüncü unsuru olarak ictihad faaliyeti şer'î hususların tarih boyu dinamizmini mümkün kılmıştır. Müctehidler kendi branşlarına göre bu dinamizmi sağlamıştır. Bir sufî de tasavvuf alanında bir müctehiddir, Kur'an, sünnet, icma ile çatışmamak kaydıyla formlar geliştirebilir. Yaşadığı bölgeye, kültüre ve hitap ettiği İnsanların mizaç ve meşrep özelliklerine göre yeni formlar, uygulama ve örgütlenme biçimleri geliştirebilir. Yaptığının değişmezliğini biz Kur'an ve sünnet'e bakarak söylüyoruz. Ama içtihada baktığımızda zorunluk olarak bir değişkenlik söz konusudur. Az evvel verdiğimiz misaller zaten bunun bir vakıa olduğunu gösteriyor.
Burada sıkıntı, tasavvuf ve içinde teşekkül eden yapıların/tarikatların mutlaklaştırılması. Kültüre ve sosyal şartlara göre değişebildiğini savunduğumuz bu yapının bir sınırı vardır, olmalıdır? Her İçtihadın, her iyi niyetli çabanın ve kurumsallaşma teşebbüsünün bir meşruiyet sınırı olması lazım. Mutlaklaştırıldığında bu sınırı aşmış oluyor. Zaten ümmeti bölüp parçalayan da, herkesin kendi içtihadını, bu ictihad etrafında örgülediği söylem ve yapıyı mutlaklaştırması. Bir diğer sorun ilgili yapıların din gibi takdim edilmemesi gerekiyor. Bir ictihad, vasıta, formül olarak değil de asıl-din olarak takdim edilmesi ilgili sınırın ihlali olur. Keza bunun niyet-akıbet itibariyle şedden lizzeria Müslümanlara zarar verecek bir görünüm de arz etmemesi gerekiyor.
Tasavvuf ve tarikat yapıları da bu gibi kayıtlarla kayıtlı, sınırlıdır. Kimse bunun kayıtsız, şartsız meşru olduğunu savunmuyor, savunamaz da.
Ebubekir Sİfİl hoca: O zaman buradan yeni bir noktaya geliyoruz. Tasavvuf derken bizim bu alan içerisine giren her yapıyı her uygulamayı, meşrebi, tecrübeyi meşruiyet kılıfına büründürmek gibi bir niyetimiz yok. Tıpkı fıkıh derken fıkıh sahasında icra-yı faaliyet etmiş her kişinin meşrebini meşru kabul etmek, ettirmek gibi bir durumumuz olmadığı gibi... Tıpkı hadis derken, hadis alanında icra-yı faaliyet etmiş herkesi, her meşrebi meşruiyet kılıfına büründürmek gibi gayretkeşliğimiz olmadığı gibi. Tasavvuf derken de Tasavvuf konusunda icra-yı faaliyet etmiş herkesin ve her meşrebin meşru sınırlar içinde hareket ettiğinin söylenmesi ve müdafaa edilmesi gibi toptancı bir kabulümüz yok. Tarih içinde Tasavvuf adına ortaya çıkmış nice kişiler ve hareketler var ki, bunların Ehli Sünnet dışı Tasavvuf akımları olduğunu bizzat Tasavvufun içindeki insanlar, Tasavvuf büyükleri söylüyor.
Kerramiye diye bir ekol var mesela. Bunlar tecsimci malumunuz. Bunları biz Ehl-i Sünnet tasavvuf ekolü kabul etmiyoruz. Aynı şekilde Şia içinde tasavvufî cereyanlar, ekoller, kişiler bulunduğunu biliyoruz. Keza Abdulgani en-Nablusi'nin el-Hadikatu'n-Nediyye'de söylediği bir şey var; diyor ki: "Bazı arifler alemin kadim olduğu görüşündedir."
Bazı alimler dediği kimdir bilmiyoruz. Oysa alemin olduğunu söylemek imam Gazzalî'ye göre, hatta Kelam alimlerinin tamamına göre küfürdür. Bunu söyleyen kişi kim olursa olsun, ister tasavvufî alan içerisinde icra-yı faaliyet etmiş olsun, ister tasavvuf dışında olsun, alemin kadim olduğunu söylüyorsa u küfürdür. Bu şer-î, itikadî bir hakikat ise, bu hakikati herkes üzerinde cari kılmamız lazım, bu prensibi herkese uygulamamız lazım. Aynı şekilde Ehli Sünnet içi tasavvuf ekollerinde zaman zaman bireysel bir takım sapmalar arızalar ya da zaman içerisinde kurumlaşma eğilimine girmiş bazı arızalar olabilir mi? Olabilir. Tasavvufu müdafaa etmek adına bu arızaları da müdafaa etmek, devam ettirmek, bunları din yerine koymak Ehli Sünnet olduğunu söyleyen insanlardan sadır olmaması gereken arızalardır.
Bu kitapta da var, daha önce başka örneklerini de gördük, herhangi bir insanın Allah Teala'ya mahsus İlahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemek küfürdür. Bir İnsan bunu söylüyorsa o insanın bunu meşru Sünnî tasavvuf adına ifade etmesi, bunu delillendirmesi, bunu müdafaa etmesi mümkün mü? Keza günümüzde Sünnî tasavvuf ekolleri İçinde bile uydurma rivayetleri bile bile kullananlar, bunları tasavvufun temeliymiş gibi gösterenler, bunlar olmadan olmuyormuş gibi tasavvufu bunlarla aynîleştirenler özdeşleştirenler büyük bir cürüm içinde, vebal altındadır. Tasavvufu müdafaa etmek yaşatmak adına bunları müdafaa etmek ve yaşatmak, eğer bilinçli yapılan bir şey ise büyük bir cürümdür, Allah korusun kişiyi dinden bile çıkarabilir.
Efendimiz (s.a.v) kendisinin Allah'ın ilahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemiş mi? Böyle bir şey yok, bilmiyoruz. Selef zahidlerinde böyle bir şey var mı? Yok, bilmiyoruz. Kul kuldur, Allah Allah'tır. Evet, veli hadisinde olduğu gibi, insan nafile ibadetlerle Allah'a o kadar yaklaşır ki, o İnsanın söyledikleri, yaptıkları, tepkileri, hareketleri size hep Allah'ı hatırlatır. Bunu anlarız, o insan Allah Teala'nın bir nevi muhafazası altındadır. Ama o insanların Allah Teala'ya mahsus İlahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemek başka birşeydir. Bunu veli hadisiyle izah edemeyiz. Bu büyük bir arızadır. Bunun da Sünnî tasavvuf İçinde mutlak surette ciddi bir tenkide tabi tutulması lazım.
Bu yanlışlığın yapıldığını görüyoruz; Tasavvuf deyince bize kadar intikal etmiş herşeyi muhafaza, müdafaa etmek gibi bir mecburiyetimiz varmış gibi! Oysa vahdet-i vucüd gibi bir meseleyi ve bu bağlamda varit olmuş diğer şathiyatı muhafaza ve müdafaa etmek... Böyle bir dini mecburiyetimiz yok. Böyle bir mecburiyet olsa İmam Rabbanî bunu savunurdu, buna itiraz etmezdi. Bunu bir dinî, küllî hakikatmiş gibi, inanılması, kabul edilmesi şart bir meseleymiş gibi görmek doğru değil. Dolayısıyla tasavvuf alanında özellikle icra-yı faaliyet eden insanların Kur'an, Sünnet, Şeriat-ı garra temelinde bu meseleleri büyük bir özgüvenle, cesaretle yeniden gözden geçirmesi, tartışması ve Tasavvufu bu türlü arızalardan arındırması bir dini vecibedir diye düşünüyorum.
Talha Hakan Alp hoca: İsterseniz tek tek somut meselelere geçebiliriz. Önce bir usul belirlemiş olduk. Temel bir bakış açısı önerisi yaptık. Tasavvufun kaynağına dair söylediği şeylerin oryantalist menşeî'li olduğunu ifade ettik. Ve İkbal'in de sözüyle teyid ederek genel ve yaygın nitelik kazanan hiçbir akımın münhasıran haricî etkenlere sosyolojik olarak bağlanmasının mümkün olmadığını ancak ifade biçimi, müesseseleşme şekli gibi kültürel ve sosyal boyuta tekabül eden yönleri itibariyle belki harice yönelik temaslar, faydalanmalar olabileceğini söyleyebiliriz. Ama tasavvufun özü ve çekirdek muhtevası itibariyle Müslümanların kendi değerlerinden ve dinamiklerinden doğduğunu itiraf etmek durumundayız.
Ele alacağınız bir mesele yoksa 220. sayfadaki "tasavvufta tanrı anlayışı" konusunu masaya yatırmak istiyorum.
"ELEŞTİRELLİKTEN TEKFİRE; TASAVVUF ANLAYIŞI"
~ 1.BÖLÜM ~
(NET'TE İLK KEZ)
Katılımcılar: Ebubekir Sifil Hoca, Talha Hakan Alp Hoca,
Abdülkadir Yılmaz Hoca, Orhan Ençakar Hoca, Muhlis Turan Hoca
"RIHLE / SAYI-15'den..."
https://www.facebook.com/EbubekirSifilHoca
Bismillahirrahmanirrahim
Modernleşmenin MüsLüman muhayyilede yapıbozumuna uğrattığı ilk alan hiç kuşkusu o muhayyilenin/zihnin 'ev'i olan düşünsel ve irfanî birikimdir.
Yapıbozumu için seferber olan Batı, bu faaliyeti ilk dönemde Oryantalizm adıyla nam olunan emperyalist entelektüel çabayla başlattı ve süreç içerisinde hedef değiştirmeden farklılaşan çaba, günümüze değin devam etti.
Fakat yapıbozumu sadece Batının yaptığı faaliyetler eliyle değil, maalesef bazı durumlarda Müslümanların çabalarıyla da devam etti. Her ne kadar samimi çabalar olarak okunmaya çalışılsa da neticede Müslüman zihnin varlık zeminin altı oyulmakta ve bir anlamda bu faaliyetler sonunda Müslüman 'özne' kendine yabancılaşmakta. Bu minvalde özellikle "Fıkıh ve Tasavvuf", bahsi geçen yapıbozumuna maruz kalan İlk alanları temsil ediyor.
Hakikatin külli/bütünsel olarak idrak edilebilmesinin yegâne yolu olan vahye iman ue tüm gerçeklikleri vahyin rehberliğinde okuma, anlama çabası ne Fıkıhsız ne de Tasavvufsuz mümkün görünmüyor. Hele postkolonyal dönemin çok kültürlülük adıyla piyasaya sürdüğü 'şirk kültürü' ve onun toplumsal boyutu olan 'tekâsür toplumu' söz konusu olduğunda fıkhın ue tasavvufun diriltici soluğu Müslüman olarak kalmanın en kavi yolu olarak görünmekte; fıkıhsız bir tasavvufun ue tasavvufsuz bir fıkhın mezkûr şirk kültürüne mukavemeti ise imkân dâhilinde olamamaktadır.
Bu bağlamda Türkiye kamuoyunda özellikle Tasavvuf konusunda eleştirel bakışın -açıkçası yapılan eleştirellikten daha fazlası, buna tekfir demek abartı sayılmamalıdır- temel metinlerinden olan İbrahim Sarmış'ın "Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam" (Ekin yay.) başlıklı kitabı Darul-Hikme hocaları tarafından bir açık oturumla değerlendirildi.
Ancak en başta şunun belirtilmesi gerek: Mezkûr çalışma ve benzerleri için bir açık oturum yeterli olamamaktadır. Her biri için müstakil çalışmaların yapılması ue hakikatin teslim edilmesi gerekiyor. Bundan eleştiriye konu olan her argümanın doğru olduğu anlamı çıkarılmamalıdır, ancak anlamaya ve sahih olanı bulmaya dönük olmayan eleştiri biçimiyle maalesef hakikatin retorikle gizlenmesi gibi bir absürdite oluşturuluyor.
Açık oturum boyunca sadece İbrahim Sarmış'ın değil, yer yer Ferit Aydın'ın "Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik" (Süleymaniye Vakfı yay.) kitabı ile Abdulaziz Bayındır'ın "Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış" (Süleymaniye Vakfı yay.) kitabına da atıfta bulunularak değerlendirme yapılmıştır.
Duamız Tasavvuf'un sahih olarak anlaşılması ve kirlenen zihinlerimizin onunla arınmasıdır.
Ebubekir Sifil hoca: Evvela tasavvufun menşei konusunda İbrahim Sarmış'ın iddiaları var. Genellikle bu iddialar müsteşriklere dayandırılmış, dikkat çeken bir şey bu. Bir de iddialar arasında da bir tutarsızlık var. İbrahim Sarmış, bunların hangisi gerçek etkendir, bu konuda bir şey söylemiyor. Ama belli ki, ya odur, ya odur veya onların tamamıdır gibi örtülü bir tasdiki var. önemli bir diğer husus: Zühd hayatını da kabul etmiyor, zühdün de İslam'a sonradan sokulmuş bir şey olduğunu söylüyor. Buradan başlayabiliriz.
İslam'ın ilk asırlarında Tasavvuf terim,kavram olarak, evet yoktur; yahut bir disiplin olarak, sonradan gelişmiş, kurumlaşmış haliyle yoktur, ama kavram olarak, mazruf olarak vardır. Bu zühd hayatında kendini gösteriyor. Her ne kadar daha sonraki dönemlerde, bidayetteki zühd hayatında görülmeyen birtakım kavramlar uygulamalar ortaya çıkmış olsa da, hemen hemen bütün tasavvufî ekoller kendilerini bu zühd hayatına dayandırıyorlar, oluşum dönemi öncesi zühd,zahidler vakıasına dayandırıyorlar.
Vakıa, bizim tensib edeceğimiz tasavvuf da ancak böyle bir zemine oturan bir tasavvuf olacaktır. Müteşerri sufiler dediğimiz, şeriata sıkı sıkıya bağlı olan, bütün kabullerinin hassasiyetlerinin Kitap-Sünnet-Şeriat zemininde olduğunu, olması gerektiğini söyleyen bütün sufiler de zaten böyle söylüyor: "Bizim bu yolumuzda Kitap ve Sünnet'e aykırı bir şey yoktur. Kitap ve sünnet'e aykırı olan şeylerin bizim yolumuzla ilgisi yoktur” tarzında açık ifadeler var malum olduğu üzere...
Talha Hakan Alp hoca: İbrahim Sarmış bunu da tenkid başlığı yapıyor, kitap ve sünnete bağlılık iddialarını da bir tür kamuflaj olduğunu söylüyor. Çok ön yargılı, agresif bir üslup var. Belirttiğiniz gibi, sadece tasavvufun marifetullah boyutuna değil; pratik, ameli, zühd boyutuna da savaş açmış birisi. Savaş açmış diyorum, çünkü kullandığı ifadeler niyet okumaya kadar vardıran bir üslup taşıyor. Ve çok ciddi manada neo-selefî akımın Abduh, Afganî, reşit rıza çizgisinin etkisi var dilinde, bakış açısında. Yani İslam'ın kalbe, tasfiyeye dönük boyutlarını adeta yok sayan bir anlayış. Tamamen aksiyoner bir İslâm yorumuyla kalemi eline almış.
Dolayısıyla marifetullah'ı, nazarî boyutu bir kenara bırak zühd boyutunu bile kabullenmiyor, hatta zaman zaman hadis inkârı da yapıyor, sahih hadisleri de inkâr ediyor. Yani baktığımızda modernist bir görüşle yapılmış bir tenkit, yoksa selefî bir tenkit değil; neo-selefi bir tenkit yani.
Ebubekir Sifil hoca: Evet, somut iddialara geçebiliriz.
Talha Hakan Alp hoca: Tasavvufun kaynağı İle ilgili olarak el-Afifî -malum, onun tasavvuf kitabı var, Türkçeye de tercüme edildi- biraz daha mutedil şeyler söylüyor. Oryantalistlerin isimlerini de veriyor; onların, tasavvufa kaynak arama konusunda kiminin Hint'e, kiminin yeni-platonculuğa, kiminin Hristiyan ruhbancılığına işaret ettiğini belirttikten sonra, bütün bunların tasavvufun birebir kaynağı olamayacağını söylüyor. Tasavvufun kaynağının tamamen İslâmî olduğunu, zamanla kendini ifade ediş biçiminin dış kültürlerle alakasının kurulabileceğini söylüyor, özü itibariyle Müslüman coğrafyanın kendi dinamikleridir, kültürüdür ama bunun ifade ediş biçimi zaman içerisinde bölgesel tesirlerle de etkileşim haline girmiş olabilir diyor.
Nitekim Basra merkezli tasavvuf hareketinin Hind'le, İran'la temasına işaret ediyor. Burada Afifi Muhammed İkbal'den de güzel bir alıntı yapıyor. İkbal, medeniyet içinde doğmuş hiçbir akımın, umumi bir cereyanın tamamen harici kaynaklara bağlanamayacağını, özü itibariyle mahalli ama form itibariyle dışarıyla bir münasebetinin, etkileşimi'nin olabileceğini söylüyor ki, bu o kadar abartılacak bir durum da değildir.
Biz zaten bütün İslâmî ilimlerin kaynak olarak Kuran-Sünnet merkezli, temelde Müslümanca bakışın eseri olduğunu söylüyoruz. Ama zaman içerisinde bunların form ve ifade biçimiyle ve muhtevasına kattığı yeni problemler itibarıyla muhtelif kültürlerden yararlanmıştır. Hemen bütün klasik İslâmî İlimler mantıktan etkilenmiş, onun dilini ve sistemini kullanmıştır. Klasik mantık malum Aristo'ya dayanıyor. Form başka şey, öz başka şey..
Bu İnceliği İbrahim Sarmış göz ardı ediyor Afifi çok daha mutedil.
Ebubekir Sifil hoca: Ya bilerek göz ardı ediyor, gözden uzak tutuyor ya da işin farkında değil, bilmiyor.
Talha Hakan Alp hoca: Zaten akademik manada bir tasavvufçu değil İbrahim Sarmış, hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış biri değil.
Ebubekir Sifil hoca: Bir de şöyle bir vakıa var: Hiçbir evrensel yapı; bölgesel, yerel, lokal ölçeklerle sınırlı, kendisini böyle bir sınırlamaya tabi tutmuş olamaz. Eğer bir yapı, bir olgu evrensellik iddiasındaysa, vakıa da bunu gösteriyorsa, bu yapının dışarıdan bir takım unsurları bünyeye alıp onları absorbe etmesi, özümsemesi, kendileştirmesi, yaramayan unsurları dışarı atması gayet tabiidir. Bu da onun kabiliyetini, evrenselliğini, kapasitesini gösteren bir şey olur. Diyelim ki, ilk dönemlerde zühd hayatıyla ilgili bir takım uygulamalar daha sonraki dönemlerde Hint'ten, İran’dan, Hıristiyanlıktan bir takım unsurlar almış olsun. Bu unsurlar asla taalluk etmedikten sonra, özü belirleme oranında bünyeye nüfuz etmedikten sonra, bunların tahkim edici yan unsurlar olarak devreye sokulmasında bir mani olmasa gerektir.
"Çile" diye bir uygulamayı Selef te bulamıyoruz mesela. Bu uygulama 'Erbain' diye daha sonra tasavvufta bir kurum haline gelecek, bununla ilgili uygulamalar, mekanlar oluşacak... Diyelim ki bunun Hıristiyan ruhbanlığından ya da Hint mistisizminden etkilenerek oluşturulmuş bir şey olduğu sarahaten ortaya konmuş bulunsun. Bizim nefsî mücadelede bunu, diyelim ki bir biçimde Efendimizin (s.a.v) Ramazanda girdiği itikâfla da uyumlu hale getirerek, onunla da özdeşleştirerek İslâmî bir forma, muhtevaya kavuşturmuş olmamıza ne mani var? Sonuçta bunun hizmet ettiği şeye bakılacak. Bu neye hizmet ediyor? Eğer kişi girdiği çilede Hristiyanlığa, Hıristiyanlık unsurlarına ait bir takım şeylerle oradan çıkıyorsa, tamam doğru. Ama orası nefis terbiyesiyle ilgili bir mekansa ve uygulama buna dönük bir şeyse, kişiyi olgunlaştıran, tezkiye eden bir şeyse bunun bir manisi olabilir mi? Bir, bunu konuşabiliriz.
İkincisi: Bütün bu hay-huy içerisinde tartışma konusu yapılan kavramlar, uygulamalar... Herhangi bir tasavvufî ekol bunların behemehal yapılması icab eden farz-ı ayn şeyler yahut yapılmaması halinde kişiyi dinden çıkaran şeyler olduğunu söylüyorsa burada bir problem olduğunu biz de söyleriz. Bu eğer kişinin mübahlar alanına giren bir hususta özel tercihi ise, buraya özel bir vurgu yapmışsa, bu uygulamadan bir netice almışsa -diyelim kİ çile veya rabıta uygulamasında- bunu çok fazla köpürtüp abartıp, "bu olmazsa olmaz bir şeydir, İtikâdî amelî bir farzdır, yapmayan şöyle günaha girer, böyle dinden çıkar" demedikten sonra bunun mübahlık alanında bulunmasında, icra edilmesinde bir mani olmamak gerektir.
Mübahlar veya müstehaplar alanına giren bir ameli İşleyenlerin onu farzlar derecesine çıkarması ne kadar yanlışsa, o ameli haramlar Seviyesine indirmek de o derece yanlıştır. Meseleye ef'al-i mükellefin çerçevesinde baktığımızda, eğer bu farz-ı ayn olsa, ameli bir farz olsa bunun bütün tasavvufî ekoller tarafından yapılması gerekltiğini ortaya koymak gerekir. Nakşibendilik'teki rabıta mesela, eğer farz-ı ayn olsa tüm tasavvufî ekoller tarafından bunun ortaya konulması gerekir. İkincisi, bunun bir nass'tan delili olması lazım ki farzdır diyelim. Nasstan bir delili yoksa kim bu farzdır dİyebilir. Çile uygulaması da hakeza. Bir de tabi kişilerin burada kendi özel tercihleri, netice aldıkları özel uygulamaları müesseseleştirmeleri söz konusu olur. Bir kişi azimetle ameli tercih edebilir, hatta bunu kendisine bağlayıcı bir yükümlülük olarak alabilir.
Bir başkasını bununla ilzam etmedikten sonra, "ben çileye gireceğim, Çile uygulamasını arkamdan gelenlere de genel uygulama olarak öngördüm" dese, ondan da müspet neticeler alsa bunu tartışma konusu olarak masaya getirmenin, buradan arızalar çıkartmaya çalışmanın çok fazla anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle meseleleri olduğundan büyük gösterip, şirk ithamı gibi tutumlara sapmanın önemli bir arıza olduğunun altını çizmemiz gerekir.
Talha Hakan Alp hoca: Sadece farz-ı ayn değil, Sünnet oldugu yönünde bir iddia taşımadıktan sonra mübah yahut müstehab dese sorun olmaz. Nitekim fıkıh'ta müstehabın, âlimlerin güzel gördüğü şey anlamında kullanıldığını da görüyoruz. Keza mekruh da böyledir. Bunların örfî ve nazarî tarafı var, illâ ayette hadiste karşılığının olması gerekmiyor. Ama farz, vacib, sünnet dediğiniz zaman bunlar biraz daha nasslarla birebir ilişkili kavramlardır. Yani müstehab, mübah kabilinden bunların ortaya konulmasında bir beis yok.
Burada mesela az evvel dediğiniz çile uygulaması Allah Resulü’nün hayatında itikâf örneğinde sünnet'te özünü buluyor. Keza perhiz, Müslümanın gerek yemek içmek anlamında gerek bilumum dünya lezzetleri karşısında son derece kanaatkar olması özünü İslâm'ın zühd esasında buluyor, tabi, bu özün formüle edilişi belli bölgelerde çile, erbain şeklinde olmuştur, bu çok değil. Yani, çileyi yeter kİ “bu dinde sünnettir" diye bir iddia ile takdim etmesinler, mesele bu.
Ebubekir Sifil hoca: Böyle bir takdim var mı bildiğiniz? Yani çile uygulamasını yapanlar bunun farz, vacip, sünnet olduğunu, nassa dayanan bir uygulama olduğunu söylemiyor. Benim bildiğim böyle bir şey yok.
Abdülkadir Yılmaz hoca: Nakşibendi tarikatında çile diye bir uygulama benim bildiğim kadarıyla yok.
Talha Hakan Alp hoca: Tarikatın esasları sadedinde var. Aslında şunu netleştirmemiz gerekiyor: Tarikatla din birbirinden ayrı kurumlardır. Din Allah'ın vaz'ıdır. Allah'ın rızasına ulaşmanın genel ve temel prensiplerini var eder. Tarikat ise sahanın mütehassıslarının geliştirdiği, kültüre, bölgeye ve meşrebe göre şekillenmiş özel formüller bütündür.
Tarikatı dinle alakalı, ama dinin içinden bir yapı değil, dinle temas kurmak için yararlanılan bir vasıta olarak görürsek o zaman bütün bunlar anlamlıdır, Tarikatın şartı, esası olarak bir şeylerden bahsedebiliriz. Ama dinin şartı, esası, hükmü olarak vazettiğimiz zaman mutlaka bunun Kur'an'da Sünnette bir delilinin olması gerekiyor, önce tarikata ayrılan alanı konuşmamız gerekiyor. "Tarikat nedir?" veya müesseseleşmiş haliyle "tasavvuf nedir?" sorusu burada önem kazanıyor. Bu meseleyi netleştirmiş olsak tarikat tartışmalarında epey bir mesafe kazanabiliriz.
Ebubekir Sifil hoca: Şüphe yok kİ, vasıl-vesile İlkeleri içerisinde tasavvufu kategorik olarak bir yere oturtmamız zor görünüyor. Neden? Çünkü, tasavvufun ana amacı, Allah'ın rızasından başka bir şeyi amaçlamayan, takvada zühdde arzu edilen seviyeye ulaşmış İnsanı yakalamaksa, burada dinin dışındaki bir kurumun dinle münasebetinden değil, dinin bizatihi hedef olarak belirlediği bir şeye ulaşmada bir metottan bahsetmek daha uygun olur. Yani diyelim ki Allah korkusu, haşyet, ya da Allah sevgisi, muhabbetullah... Bir insan fıkıh tahsil ederek buna ulaşabiliyorsa ne âlâ, ne güzel ? o İnsanın illa bir tarikata girip oradan bunlara ulaşmasını şart koşmak farz kılmak kimsenin yaptığı bir şey değil, haddine de değil. Böyle bir şey gerekmiyor. İmam Ebû Hanîfe'nin ve İmam eş-Şâfiî'nin, "Evliyaullah fukaha değilse eğer, yani evliyaullah tabiri fukahayı anlatmıyorsa, Allah'ın velisi yoktur" dedikleri naklediliyor.
Şimdi hepimiz kendi şahsi tecrübelerimizi düşünelim. Tek başına yaşadığımız bir hayatta önümüze çıkan şeytanın ve nefsin türlü tuzakları, ayak oyunları... Bunlarla birebir baş edebilecek irade kuvvetinde bilgi seviyesinde olmak her insan için tek başına mümkün değil. Dolayısıyla burada bu bir tecrübeyse eğer, daha evvel bu yoldan geçmiş birilerinin rehberliğinden istifade etmekten daha tabi bir şey olamaz. Bu ilim öğrenmek gibi bir şey yani. Nasıl bir insan Arapça öğrense tıpkı imam Gazzalî'nin felsefe okuması gibi, Arapça öğrense İslâmî ilimleri kendi kendine tahsil etse, aklen böyle bir şey mümkün müdür? Mümkündür. Ancak insanın bunu yapabilmesi adeten çok zor bir şeydir.
Yani kapasitesi çok yüksek bir insan olacak, iradesine hakim olacak, vaktini çok iyi kullanacak, zekası, hafızası, kavrama kapasitesi çok yüksek olacak, her türlü imkânları olacak, bu işe zaman ayıracak ve İslâmî ilimleri sıfırdan alıp öğrenecek. Bu aklen mümkündür ama adeten imkânsız denebilecek ölçüde zordur.
Talha Hakan Alp hoca: Bahsettiğiniz hususla ilgili şu aklıma geldi. Cenab-ı Allah'ın bizden istediği şeylere baktığımız zaman bunlar içinde bir tasnifte bulunmamız mümkün. Şöyle bir tasnif: Cenab-ı Allah kullarından istediği bazı şeylerin formunu belirlemiş, bazılarının formunu, vesaitini, tarikini belirlememiş. Mesela zikrullah, sabır, şükür, tevekkül. Yani umum ahval-i kalbiyye dediğimiz şeylerin Allah celle celalühü formunu vaz edip de şu şekilde yapacaksınız diye bizden detaylıca bir istekte bulunmamış. Ama namazın erkanı, eda ediliş biçim ve keyfiyeti bizzat belirlenmiş. Ama mesela sabır böyle değil, zühd de böyle değil. Bunlar biraz insani tecrübe, biraz meşrep ve tahammülle alakalı uygulamalar. Tarih boyu Müslümanların bu uygulamalara dair tecrübeleri olmuştur. Bu tecrübeler sonraki nesiller için birer numune teşkil eder, rehberlik oluşturur.
Tasavvuf da böyledir, genelde baktığımız zaman tarikat bir müessese olarak neyi temine çalışıyor, mezkur ahval-i kalbiyyeyi müstakim biçimde müride gerçekleştirmeyi hedefliyor. Yoksa namaza, oruca dair yeni bir form getirmiyorlar. Belki biraz daha hassaslaştırıyorlar, daha iyi namaz kılmamız için. Ama huşua dair bir form getiriyorlar. Çünkü huşuun bir formu yok ayette, hadiste. Olamaz da zaten. Kişiden kişiye, meşrepten meşrebe, kişinin tahammül gücüne, teyakkuzuna göre değişebilen bir şey. Tarikat o yüzyılların tecrübesiyle değişik meşreplere göre huşuun formlarını ortaya koyuyor ve biri diğerini nakzetmiyor üstelik. Yani tamamen insanî bir tecrübe.
Abdulkadir Yılmaz hoca: Bir de hocam, tarikat ehlinin çile rabıta gibi uygulamaları mükellefin ahkâmından sünnet farz veya vacip diye tanımlamadığını kabul edelim. Peki, bunları bidat olmaktan çıkaracak hususiyet nedir? Mesela biz diyelim ki zaman zaman sizle konuşuyoruz. Namazlardan sonra 33'er defa çektiğimiz tesbihat var. Bunların çekilmesi haddizatında sünnettir. Hz. Peygamber efendimiz(s.a.v.)'in yapılmasını teşvik ettiği hususlardır. Ama toplu bir şekilde yaptığımızda icabında bid'at olup olmama noktasında tartışma konusu olabiliyor. Çile ve rabıta gibi uygulamaları bid'at olmaktan çıkartacak şey nedir?
Ebubekir Sifil hoca: Burada usul zemininde açığa kavuşturmamız gereken bir şey var. Efendimiz(s.a.v.)'in bir şeyi yapması sünnettir. Dolayısıyla o şeyi O'nun yaptığı gibi yapmak sünnettir. Peki O'nun yapmadığı bir şeyi yapmak nedir? Ya da O'nun yaptığı ve fakat bağlayıcılığı konusunda elimizde kesin delil bulunmayan hususlarda aynı şeyi bir başka biçimde yapmak nedir? Onun hükmü nedir? Efendimiz (s.a.v) muhteva ile birlikte formu da belirlemişse, o forma aykırı bir şey yapanı ikaz etmiş, uyarmışsa evet o muhtevanın o forma uygun yapılması lazım. Ama o muhtevayı başka bir formda yerine getirmek isteyen birisiyle ilgili bir hüküm yoksa ne yapacağız? Yani Efendimizin (s.a.v) terkleri, birşeyi yapmaması ne hüküm ifade eder?
Efendimiz bir şeyi yapmamış, bunu yapmaması bilinçli bir terki mi gösteriyor, yoksa o anda onu yapması için herhangi bir sebep yoktu da onun için mi yapmadı. Menhiyattan olduğu için mi Efendimiz(s.a.v.) ondan uzak durdu, yoksa onu yapmaması o konuda bir sakınca olduğundan, şer'i bir mahzur olduğundan, yasak olduğundan değil, ama öyle denk geldiği için mi? Bunları açıklığa kavuşturmamız lazım.
Herhangi bir fiil, yapılmasını gerektiren bir durum olmadığı için Efendimiz (s.a.v) tarafından yapılmamışsa, bununla birlikte Efendimiz (s.a.v)'den sonra herhangi bir sebeple yapılması gerekli hale gelmişse, İbn Teymiyye onu yapmanın bid'at olmadığını söyler. Örnek olarak da Kur'an'ın cem edilmesini ve tek imamın arkasında Teravih kılınmasını gösterir.
Allahu a'lem, Efendimiz (s.a.v)'in yaşadığı hayat tarzı içerisinde, o günkü sosyolojik toplumsal yapı içerisinde insanların, tesbihatı bırakalım, sünnet namazlarını mescide gidip özellikle mescitte kıldıklarına dair bir şey bilmiyoruz. İnsanlar Medine gibi çok büyük olmayan bir uçtan öbür uca diyelim ki bugün çok küçük kasabalarda ilçelerde belki görebileceğimiz bir yapı içerisinde bir uçtan öbür uca bir saatte iki saatte gidebileceği bir şehir düşünelim; avâlîyi kastetmiyoruz, böyle bir yapı içerisinde insanların beş vakit namazlarını mescide gidip kılmaları, arkasından evine işine gücüne döndüğünde sünneti de orada kılma imkanına sahip olmaları o günkü toplumsal yapı içinde anlaşılabilir bir şey.
Birde bugünün hayatını, modern hayatı düşünün. Mesai saatlerine riayet etmesi gereken insanları düşünün. Bu insanlar ne yapacaklar? Sünnet namazı mescitte kıldıysa kıldı, kılmadıysa hiç kılamayacak. Tesbihatı mescitte yaptı yaptı, yapmadı yapamayacak. Vakti yok, günlük hayatın koşuşturması, zaman darlığı vs... Burada acaba maksada ulaşmak için bu formda böyle bir değişiklik olsa ve bunu bid'at saysak -bid'at olduğunda şüphe yoktur, zira o zaman böyle bir şey olmamıştı- bunu bid'at-ı hasene saysak ne lazım gelir?
Bugünün şartlarında işyerini bırakıp yahut amirinden izin alıp camiye giden kişi sünnet namazları, râtibe dediğimiz namazları ya terk edecek, kılmayacak ya da mescitte kılacak. Farz namazın arkasından ya toplu olarak tesbihat yapacak ya da tesbihatı terk edecek. Ne dememiz lazım? Bir fıkıhçı olarak siz ne dersiniz bu konuda?
Abdulkadir Yılmaz hoca: Tesbih için düşünüldüğünde bu izahtan hareketle olumsuz bir şey söylemek belki zor fakat çile ve rabıta hakkında aynı şeyi söylemek doğru mu hocam?
Ebubekir Sifil hoca: Bid'at uygulamalar bahsiyle ilgili olarak tesbihat örneğini verdiğin için söylüyorum. Bir sünneti değişik formda yerine getirmek bid'at olsa bile bid'at-ı hasene olur diyoruz, herhalde bu konuda bir itiraz yok. Sünneti yerine getiriyoruz ama Efendimiz (s.a.v)'in ya da Sahabe-i kiramın yaptığı formdan farklı bir formda yerine getiriyoruz. Bir takım zaruretlerden, modern hayatın getirdiği bizim dışımızda oluşmuş şartlardan kaynaklanan...
Talha Hakan Alp hoca: Sübha/tespih. Ama sahabede başlamış yani.
Ebubekir Sifil hoca: Sahabe zamanında başlamış ise bunu bid'at olarak kabul etmek doğru değil. Ebû Hureyre'nin (r.anh), üzerinde düğümler olan bir ipi varmış; onunla tesbihat yapar, zikir çekermiş.
Orhan Ençakar hoca: Bu formla İlgili bir şey söylemek istiyorum: İbrahim Sarmış bîr rivayet veriyor. Darîmi'nin 'Sünen'inden. Abullah ibni Mes'ud(r.anh) Kure Mescidi'ne gelmiş ve bazı halkalar görmüştür. Her halkanın ortasında bir yığın çakıl taşı ve başlarında duran bir adam, halka yapan insanlara yüz defa sübhanallah, yüz defa elhamdülillah ve yüz defa Allahu Ekber diyor, onlar da tekrar ediyorlardı. Abdullah ibni Mes'ud(r.anh) onlara şöyle dedi: "Ey insanlar! Allah'a yemin ederim ki sîzler ya Rasulullah'ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz yahut sapıklık (dalalet) kapısını açmış bulunmaktasınız." (Sarmış, Tasavvuf ve İslam, 2012, s, 41)
Bu rivayeti kullanarak zikrin dahi sünnette örneği bulunmayan bir şekilde yapılamayacağını ve şayet yapılırsa bunun bir bid'at ve dalalet olacağını söylemekte.
Ebubekir Sifil hoca: Söz konusu rivayette dikkat edilmesi gereken birkaç husus var:
1.Mescitte halkalar halinde zikir yapan kimseleri daha önce Ebû Musa el-Eş'ârî (r.anh) görmüş, fakat onları kınamak bir yana, yaptıkları işin hayırlı olduğunu düşünmüştür.
2.Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onların yanına gidip durumu sorunca onlar ellerindeki çakıl taşlarını göstererek tesbih, tekbir ve tehlil sayılarını şaşırmamak için onları kullandıklarını söylüyorlar. O da buna mukabele olarak, "Günahlarınızı sayın" buyuruyor. Buradan şunu anlıyoruz: Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onların mescitte halkalar halinde toplu zikir yapmalarını değil, yaptıkları zikri çakıl yardımıyla belli sayılarda yapmalarını yanlış bulmaktadır.
3.İbn Mes'ûd (r.anh), onların, gelecekte bir sapkınlığa kapı açacak kimseler olacaklarını firasetle görmüştür. Tepkisi buradan kaynaklanmaktadır. Nitekim olayı nakleden ravî, o kimselerin Nehrevan'da Haricîlerin safında Hz. Ali'ye (r.anh) karşı savaştıklarını gördüğünü söylüyor.
4.Nihayet Abdullah b. Mes'ûd (r.anh) onlara tepkisini gösterdikten sonra yaptıkları işi derhal terk etmeleri gibi bir emir vermiyor. Rivayetin siyak-sibak'ından, onları dağıtmayıp, bulundukları hal üzere terk ettigini gösteriyor.
5.Diyelim ki mesele İbrahim Sarmış'ın takdim ettiği gibidir, öyle olsa bile bu, son tahlilde Abdullah b. Mes'ûd'un (r.anh) görüşü, İçtihadıdır. Buradan hareketle toplu zikir yapmanın caiz olmadığını söylemek doğru değil. Çünkü biz Efendimiz(s.a.v.) zamanında ashab-ı suffe'nin grup grup zikirle meşgul olduğunu biliyoruz. Efendimiz(s.a.v.)'in de buna şahit olduğunu biliyoruz. Bir gün çıktı Efendimiz(s.a.v.) mescide, ehl-i suffe'nin yanına, baktı ki iki grup olmuşlar. Ne yapıyorsunuz burada diye sordu. Bir grup Allah'ı zikrediyoruz, bir grup da ilmî müzakere yapıyoruz dediler, ilmî müzakere yapanların yanına oturdu. Demek ki grup halinde zikir yapmak o zaman mevcut.
Talha Hakan Alp hoca: Ama toplu zikir bu.
Abdulkadir Yılmaz hoca: Aralarından bir tanesi başlarında duruyor: "100 kere şöyle (Sübhanellah, Allahu Ekber) deyin' diyor diğerleri de onun dediğini ellerindeki taşları adedince söylüyor. Hatta İbn Mesud(r.anh) diyor ki 'bu şekilde zikrinizi sayacağınıza günahlarınızı sayın”. Zikri "saymaya" karşı çıkıyor sanki. Toplu zikirden ziyade daha çok "saymaya” tepkisi varmış gibi, zahirinden anlaşılan...
Talha Hakan Alp hoca: Orada bir ritüel geliştiriliyor ona tepki veriyor ibn Mesud (r.anh).
Orhan Ençakar hoca: Rivayette -Sarmış kitabına almasa da- Ebu Musa el-Eşarî(r.anh)'ın, İbn-i Mes'ud(r.anh)'ın "Neden müdahale etmedin?" sorusuna: "Ben bunu
hayırlı bir iş olarak gördüm" dediği geçmekte. Ebu Musa el-Eşarî(r.anh) gibi bir sahabînin bu duruma müdahale etmeyip aksine "hayırlı bir iş olarak gördüm" demesi de bu meselede farklı mülahazalarla değişik sonuçlara varılabileceğini göstermektedir.
Ebubekir Sifil hoca: İbn Mes'ûd(r.anh) hazretlerinin burada belli sayıda ve emir-komuta ile zikir yapılmasını doğru bulmadığını söyleyebiliriz. Burada tepki toplu zikre değil, bu zikrin belli bir formda yapılmasınadır. Zira Efendimiz (s.a.v)'den, toplu zikrin cevazına delalet eden sahih hadisler varit olmuştur. Bunu biliyoruz. Tekraren söyleyelim ki, son tahlilde bu bir sahabî kavlidir.
Talha Hakan Alp hoca: Bütün sahabenin ortak tavrı değildir. Ama İbn Mesud(r.anh)'ın bu tavrı da gayet şayan-ı takdirdir. Çünkü sahabede dinin özünü de formunu da koruma konusunda bir tayakkuz var, bid'at cereyanlara karşı daha bir hassasiyet var. Bu, teyakkuzun keskinliğiyle alakalı bir şey ki o gün eğer bu denli hassas olmasalardı din bugüne bu şekliyle gelemezdi. Ama ilk çağda haliyle orijinalliği muhafazaya dönük bu kaygı muhteva iyice oturduktan sonra, dinin karışma, tahrif edilme korkusu büyük oranda atlatıldıktan sonra şedden lizzeria mesafe konulan bazı şeyler bugün yapılabilir hale geldi. Onlara karşı o kadar rezervli olmamıza gerek yok. Sahabe çağını böyle değerlendirmek gerekiyor, eğer toplu bir tavır yoksa. İlk zamanlarda hadislerin yazımı gibi birçok meselede görüyoruz. Yani birçok şey zaman içerisinde artık meşrulaşmış.
Din tahrif mi edilmiş? Hayır, artık o çağda bu formu koruma gereği kalmamış.
Ebubekir Sifil hoca: Bunu genelleştirmek ve bütün sahabe olaya böyle bakardı demek için en azından birkaç tane daha örnek bulabilmemiz lazım ki, tamam sahabenin genel tavrı böyleydi diyebilelim.
Bir İkincisi de bazı şeyler var ki dış etkenlerin dayatmasıyla insanlardaki genel ahvalin bozulmasıyla vs. ilgili olarak uygulama alanlarını formunu değiştirerek devam ettirmek zorunda kalıyoruz. Yani insanların genel ahvali bozulduğunda işte mestûrun (durumu bilinmeyen ravi) rivayetinde olduğu gibi. İmam Ebû Hanîfe mestur ravilerin rivayetini kabul ediyor. Ama ondan sonra İmameyn, zamanın değiştiği ve insanların ahvali bozulduğu için mestûrun rivayetini kabul etmiyor. İnsanların ahvalini araştırmak özel olarak onunla ilgili şeyler geliştirmek gibi zaruretler hasıl oluyor.
Şimdi az önceki örnek üzerinden devam edersek, modern hayatın getirdiği tempo içerisinde siz namazlarınızı mescitte toplu olarak farzların önünden ardından kılmayanlara, yani evinde, işyerinde münferit olarak kılanlara herhangi bir şey dememek, sünnet olanın bu olduğunu itiraf etmek kayd-u şartıyla kılanlara da sen bid'at işliyorsun gibi bir dayatma içinde olmak doğru değil. Yani değişen hayatın getirmiş olduğu bir durum var. Biz Sahabe dönemindeki gibi bir hayatta yaşamıyoruz. Dikkat ederseniz bununla ilgili olarak pek çok fıkhî hüküm bile değişiyor. Sahabe devrinde mevcut olup da bugün uygulama alanı bulamayan pek çok hüküm değişiyor. Nasıl değişiyor? Sahabe-i kiram döneminde yerleşim merkezleri son derece küçük.
Bir şehrin dışındaki bağların bostanlanrı dışına çıktığınız zaman sefer oradan başlıyor. Ama şimdi İstanbul'un bir ucundan öbür ucuna doksan km'den fazla yol gidiyorsunuz; sefer mesafesi gidiyorsunuz yani, ama seferi olmuyorsunuz. Bununla ilgili malum yeni bazı şeyler var. Seferde idarî taksimatı esas alan yeni görüşler var. Adam diyor ki ben Üsküdar'da oturuyorsam Üsküdar sınırlarını çıktığımda seferi sayılabilmeliyim. Gerçekten de öyle; İstanbul nerden başlıyor nerde bitiyor, belli değil; birbirine girmiş durumda. Sefer olgusu Sahabe dönemindeki gibi değil. Bu bir örnek.
Yerleşim birimleri anormal oranda büyüyor. Böyle olunca seferle ilgili birtakım hükümleri gözden geçirmek zorunda kalıyorsunuz. Bunun gibi gerek tasavvuftaki bir takım uygulamalar, gerek bid'at kategorisine sokulan bir takım şeyler bu hayatın getirdiği sosyolojik zaruretler çerçevesinde bir kere daha düşünülmeli.
Abdulkadir Yılmaz hoca: Cuma namazının şehrin en büyük tek camisinde kılınması meselesi gibi. Hatta Kasanî diyor ki, iki camide kılınması yönünde de rivayetler vardır Hanefî mezhebi içerisinde. Zaten iki cami bütün kasaba nüfüsünun tamamını genelde alır bu yüzden üçüncü camide kılmak gereksizdir ve de sahih olmaz diyor açıkça söylüyor. Şimdi İstanbul'u bir değil iki değil yüz camiye sığdıramazsınız.
Ebubekir Sifil hoca: Evet dolayısıyla bu meseleyi de böyle sosyolojik zaruretler çerçevesinde değerlendirmekte fayda var. Şimdi düşünün, münkeratın, fuhşiyatın, nefsaniyatın, şeytaniyatın insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar açık-aleni teşvik gören alanlar olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Televizyonu açıyorsunuz, münkerat. İnternete giriyorsunuz, münkerat. Sokağa çıkıyorsunuz münkerat. Böyle bir dünyada bekar bir delikanlının ben kendimi tüm bunlardan ideal ölçüde muhafaza edebiliyorum demesi ne kadar mümkündür?
Biz bu hayatın içinde yaşıyoruz. Bekar bir delikanlıyı bırakın evli bir genci düşünün. Evli bir gencin bu münkerata bulaşmadan bu hayatı yaşaması ne kadar mümkündür? Adeta her tarafımızdan çekiştirildiğimiz bir dünyada İnsanın kendini bir korunak içine alması çok anlaşılabilir bir şey; hatta yerine-kişisine göre zarûrî bir şey, Kendini izole bir hayatın içerisinde günlük hayattan ne kadar koparabiliyorsa, bu taalluklardan ne kadar sıyrılabiliyorsa o kadar izole bir hayatın İçerisinde muhafaza etmeye çalışması insanın ancak belli ortamlarda bulunmasıyla mümkündür. Nedir bu ortamlar?
1.Bir cihad ortamında bulunursunuz, cephede bulunursunuz. Oradaki hava otomatik olarak sizi ahirete yöneltir, dünya ile taalluklarınız zayıflar. Evet orada kendinizi muhafaza edersiniz.
2.Yahut bir ilim ortamı içerisinde, bir medrese ortamı içerisinde bulunursunuz. Yalıtılmış bir ortamdır orası. Orada kendinizi ideale yakın ölçülerde muhafaza edebilirsiniz.
3.Ya da bir tarikat yapısı içerisinde bulunursunuz. Kendinize orada küçük, izole bir dünya kurarsınız. O izole dünya içinde kendinizi muhafaza edebilirsiniz.
Yani bunu biraz da yaşadığımız hayatın getirdiği olgular, fiilî durumlar esasında bir kere de düşünmek lazım. Tarih içinde Tasavvuf karşıtları olmuştur, Tasavvufa itirazlar olmuştur, bunların haklı yanları var, haksız yanları var; bunları konuşacağız. Ama Tasavvuf meselesini, realitesini konuşurken bunun insanın hayatına, ahiretine ne getirdiğini ne kattığını da hesaba katarak, özellikle modernité vakıasını dikkate alarak konuşmakta da yarar var diye düşünüyorum.
Talha Hakan Alp hoca: Edille-i şer'iyyenin dördüncü unsuru olarak ictihad faaliyeti şer'î hususların tarih boyu dinamizmini mümkün kılmıştır. Müctehidler kendi branşlarına göre bu dinamizmi sağlamıştır. Bir sufî de tasavvuf alanında bir müctehiddir, Kur'an, sünnet, icma ile çatışmamak kaydıyla formlar geliştirebilir. Yaşadığı bölgeye, kültüre ve hitap ettiği İnsanların mizaç ve meşrep özelliklerine göre yeni formlar, uygulama ve örgütlenme biçimleri geliştirebilir. Yaptığının değişmezliğini biz Kur'an ve sünnet'e bakarak söylüyoruz. Ama içtihada baktığımızda zorunluk olarak bir değişkenlik söz konusudur. Az evvel verdiğimiz misaller zaten bunun bir vakıa olduğunu gösteriyor.
Burada sıkıntı, tasavvuf ve içinde teşekkül eden yapıların/tarikatların mutlaklaştırılması. Kültüre ve sosyal şartlara göre değişebildiğini savunduğumuz bu yapının bir sınırı vardır, olmalıdır? Her İçtihadın, her iyi niyetli çabanın ve kurumsallaşma teşebbüsünün bir meşruiyet sınırı olması lazım. Mutlaklaştırıldığında bu sınırı aşmış oluyor. Zaten ümmeti bölüp parçalayan da, herkesin kendi içtihadını, bu ictihad etrafında örgülediği söylem ve yapıyı mutlaklaştırması. Bir diğer sorun ilgili yapıların din gibi takdim edilmemesi gerekiyor. Bir ictihad, vasıta, formül olarak değil de asıl-din olarak takdim edilmesi ilgili sınırın ihlali olur. Keza bunun niyet-akıbet itibariyle şedden lizzeria Müslümanlara zarar verecek bir görünüm de arz etmemesi gerekiyor.
Tasavvuf ve tarikat yapıları da bu gibi kayıtlarla kayıtlı, sınırlıdır. Kimse bunun kayıtsız, şartsız meşru olduğunu savunmuyor, savunamaz da.
Ebubekir Sİfİl hoca: O zaman buradan yeni bir noktaya geliyoruz. Tasavvuf derken bizim bu alan içerisine giren her yapıyı her uygulamayı, meşrebi, tecrübeyi meşruiyet kılıfına büründürmek gibi bir niyetimiz yok. Tıpkı fıkıh derken fıkıh sahasında icra-yı faaliyet etmiş her kişinin meşrebini meşru kabul etmek, ettirmek gibi bir durumumuz olmadığı gibi... Tıpkı hadis derken, hadis alanında icra-yı faaliyet etmiş herkesi, her meşrebi meşruiyet kılıfına büründürmek gibi gayretkeşliğimiz olmadığı gibi. Tasavvuf derken de Tasavvuf konusunda icra-yı faaliyet etmiş herkesin ve her meşrebin meşru sınırlar içinde hareket ettiğinin söylenmesi ve müdafaa edilmesi gibi toptancı bir kabulümüz yok. Tarih içinde Tasavvuf adına ortaya çıkmış nice kişiler ve hareketler var ki, bunların Ehli Sünnet dışı Tasavvuf akımları olduğunu bizzat Tasavvufun içindeki insanlar, Tasavvuf büyükleri söylüyor.
Kerramiye diye bir ekol var mesela. Bunlar tecsimci malumunuz. Bunları biz Ehl-i Sünnet tasavvuf ekolü kabul etmiyoruz. Aynı şekilde Şia içinde tasavvufî cereyanlar, ekoller, kişiler bulunduğunu biliyoruz. Keza Abdulgani en-Nablusi'nin el-Hadikatu'n-Nediyye'de söylediği bir şey var; diyor ki: "Bazı arifler alemin kadim olduğu görüşündedir."
Bazı alimler dediği kimdir bilmiyoruz. Oysa alemin olduğunu söylemek imam Gazzalî'ye göre, hatta Kelam alimlerinin tamamına göre küfürdür. Bunu söyleyen kişi kim olursa olsun, ister tasavvufî alan içerisinde icra-yı faaliyet etmiş olsun, ister tasavvuf dışında olsun, alemin kadim olduğunu söylüyorsa u küfürdür. Bu şer-î, itikadî bir hakikat ise, bu hakikati herkes üzerinde cari kılmamız lazım, bu prensibi herkese uygulamamız lazım. Aynı şekilde Ehli Sünnet içi tasavvuf ekollerinde zaman zaman bireysel bir takım sapmalar arızalar ya da zaman içerisinde kurumlaşma eğilimine girmiş bazı arızalar olabilir mi? Olabilir. Tasavvufu müdafaa etmek adına bu arızaları da müdafaa etmek, devam ettirmek, bunları din yerine koymak Ehli Sünnet olduğunu söyleyen insanlardan sadır olmaması gereken arızalardır.
Bu kitapta da var, daha önce başka örneklerini de gördük, herhangi bir insanın Allah Teala'ya mahsus İlahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemek küfürdür. Bir İnsan bunu söylüyorsa o insanın bunu meşru Sünnî tasavvuf adına ifade etmesi, bunu delillendirmesi, bunu müdafaa etmesi mümkün mü? Keza günümüzde Sünnî tasavvuf ekolleri İçinde bile uydurma rivayetleri bile bile kullananlar, bunları tasavvufun temeliymiş gibi gösterenler, bunlar olmadan olmuyormuş gibi tasavvufu bunlarla aynîleştirenler özdeşleştirenler büyük bir cürüm içinde, vebal altındadır. Tasavvufu müdafaa etmek yaşatmak adına bunları müdafaa etmek ve yaşatmak, eğer bilinçli yapılan bir şey ise büyük bir cürümdür, Allah korusun kişiyi dinden bile çıkarabilir.
Efendimiz (s.a.v) kendisinin Allah'ın ilahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemiş mi? Böyle bir şey yok, bilmiyoruz. Selef zahidlerinde böyle bir şey var mı? Yok, bilmiyoruz. Kul kuldur, Allah Allah'tır. Evet, veli hadisinde olduğu gibi, insan nafile ibadetlerle Allah'a o kadar yaklaşır ki, o İnsanın söyledikleri, yaptıkları, tepkileri, hareketleri size hep Allah'ı hatırlatır. Bunu anlarız, o insan Allah Teala'nın bir nevi muhafazası altındadır. Ama o insanların Allah Teala'ya mahsus İlahî ve zatî sıfatlarla muttasıf olduğunu söylemek başka birşeydir. Bunu veli hadisiyle izah edemeyiz. Bu büyük bir arızadır. Bunun da Sünnî tasavvuf İçinde mutlak surette ciddi bir tenkide tabi tutulması lazım.
Bu yanlışlığın yapıldığını görüyoruz; Tasavvuf deyince bize kadar intikal etmiş herşeyi muhafaza, müdafaa etmek gibi bir mecburiyetimiz varmış gibi! Oysa vahdet-i vucüd gibi bir meseleyi ve bu bağlamda varit olmuş diğer şathiyatı muhafaza ve müdafaa etmek... Böyle bir dini mecburiyetimiz yok. Böyle bir mecburiyet olsa İmam Rabbanî bunu savunurdu, buna itiraz etmezdi. Bunu bir dinî, küllî hakikatmiş gibi, inanılması, kabul edilmesi şart bir meseleymiş gibi görmek doğru değil. Dolayısıyla tasavvuf alanında özellikle icra-yı faaliyet eden insanların Kur'an, Sünnet, Şeriat-ı garra temelinde bu meseleleri büyük bir özgüvenle, cesaretle yeniden gözden geçirmesi, tartışması ve Tasavvufu bu türlü arızalardan arındırması bir dini vecibedir diye düşünüyorum.
Talha Hakan Alp hoca: İsterseniz tek tek somut meselelere geçebiliriz. Önce bir usul belirlemiş olduk. Temel bir bakış açısı önerisi yaptık. Tasavvufun kaynağına dair söylediği şeylerin oryantalist menşeî'li olduğunu ifade ettik. Ve İkbal'in de sözüyle teyid ederek genel ve yaygın nitelik kazanan hiçbir akımın münhasıran haricî etkenlere sosyolojik olarak bağlanmasının mümkün olmadığını ancak ifade biçimi, müesseseleşme şekli gibi kültürel ve sosyal boyuta tekabül eden yönleri itibariyle belki harice yönelik temaslar, faydalanmalar olabileceğini söyleyebiliriz. Ama tasavvufun özü ve çekirdek muhtevası itibariyle Müslümanların kendi değerlerinden ve dinamiklerinden doğduğunu itiraf etmek durumundayız.
Ele alacağınız bir mesele yoksa 220. sayfadaki "tasavvufta tanrı anlayışı" konusunu masaya yatırmak istiyorum.