Fetih ruhu ve nizam-i âlem

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
FETİH RUHU VE NİZAM-I ÂLEM

ALPEREN GÜRBÜZER

Fethin sadece savaş yönünü görmek ve kahramanlığı ön plana alan değerlendirmelerde bulunmak yanlış kanaatlere yol açacağı muhakkak. Malum, fethe etki eden ekonomik, sosyal ve jeopolitik faktörler söz konusu. Bu anlamda tarihimizi sosyo-ekonomik açıdan yorumlayan Ömer Lütfi Barkan, Fuat Köprülü, İlber Oltaylı ve Prof. Halil İnalcık gibi kıymetli tarihçilerimizin değerlendirmelerine kulak vermekte fayda var. Madem öyle, tarihçilerimizin tarihe sosyo-ekonomik ve medeniyet yönüne eğilmeleri gerekir. Aksi takdirde genç nesillerin fetih ruhunu törpüleme görevi ifa etmiş olacaklardır.
Tek tip tarihi model anlayışıyla hareket ettiğimiz müddetçe fetih ruhunu canlandıramayız. Fetih ruhuna haiz olmak için mutlaka tarihi belgelerin ışığında, çok yönlü bakış açısıyla objektif tarih modeli ortaya kaymak icap eder.
İstanbul’un fethini incelerken, hislerimizin telkininden ziyade aklımızın ışığında belgeleri konuşturmak, genç nesillere hizmet olacaktır. Her nedense çoğu kez, Ulubatlı Hasan’ın burçlara diktiği üç hilalli bayrağın hissi heyecanına kapılıyoruz ama, gel gör ki; fethe zemin hazırlayan ekonomik, sosyal ve katılımcı örgütlenmeye dikkatimizi yoğunlaşmıyoruz. Elbette ki, heyecanımız olacak, bu gayet tabii bir durum. Fakat tarihi vakaları hislerle izah etmek, tarihe haksızlık olacağı gibi, yarınlarımızı heba etmeye yol açacaktır.
Şayet Fuat Köprülü ve Halil İnalcık gibi tarihçilerin tarihe sosyoekonomik ve kültürel bakışlarıyla tarihe bakabilmeyi kavrayabilseydik, hiç şüphesiz objektif tarih idrakine sahip olma imkânına kavuşabilirdik. Hatta Nizam-ı Âlem ülküsünün bir kuru cihangirlik davası değil bir medeniyet hareketi olduğunu anlayacaktık.
Fetih deyince ne anlıyoruz? Fethin amacı neydi? Fethin takip ettiği metot, kullandığı malzeme ve mühimmatın evsafı nelerden ibaretti gibi sorularla zihnimizi yormak varken, kolaycılığa kaçıp daha çok fethin kahramanlık boyutuna odaklanıyoruz. Zaten beyin fırtınası yapabilseydik fethin çok boyutlu bir hadise olduğunu idrak edebilirdik pekâlâ.
Fethin anlamını, yayılmak, açılmak ve fethetmek diye tarif etmekle de iş bitmiyor. Şayet yayılmaktan maksat sadece belli bir coğrafyayı kuşatma diye nitelendiriyorsak, o zaman fetih ruhundan bihaberiz demektir. Doğru olan düstur ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri alanda ilerlemek, yapılanmak ve açılmak tarzında ifade edebilmektir. Doğru dürüst bir tarih teşhisi ortaya koymak içinde tarihi geleneğimizi kahramanlık boyutundan çıkarıp, medeniyet boyutunu ön plana almak gerekir. Zaten sosyo-ekonomik ve kültürel tarihi perspektif bunu gerektirir.
Bakın batı’da, M. Boch, L. Febvre ve Fernand Braudel gibi aydınlar, tarihi sosyal değişim üzerine kurmakla alışılmışın dışında yeni bir anlayış geliştirmişlerdir. Üstelik bu tip yaklaşımlar bizde Ömer Lütfi Barkan, Fuat Köprülü ve Prof. Halil İnalcık, İlber Oltaylı gibi birçok tarihçimizin zihninde, tarihe sosyo-ekonomik yönden bakmasına etki etmişte. O halde bu verilerden hareketle Fetih Ruhu ve Nizam-ı âlem ülküsünü medeniyet çerçevesinde değerlendirmeye çalışalım.
Bilindiği üzere fethin 54 güne sığan muazzam bir hazırlık boyutu var. Bu kısa zaman diliminde fethin gerçekleştirilmesinde kahramanlığın yanı sıra;
—Fethe halkın katılımını sağlamadaki büyük bir teşkilatlanma ağı,
—Ordunun tam teçhizatlı hazırlanması,
—Lojistik donanımın temini,
—Gemilerin karadan Haliç’e inecek tarzda yapılması,
—Derviş gazilerin maneviyat rolü,
—Üç katı surları yıkabilecek topların döktürülmesi gibi fevkalade bir dizi tedbirler, fethin vuku bulmasında en önemli unsurlardır. Maddi ve manevi her alanda organize olmuş halimiz Türk milletinin kültürü, sanatı, ekonomik yapısı, hayat tarzı, kabiliyeti ve medeniyeti hakkında ışık vermektedir. Belli ki İstanbul’un fethinde kültür var, sanat var, ekonomi var, beceri var, kahramanlık var, hemen her şey var. Önemli olan var olan maddi ve manevi unsurları görebilmektir. Anlaşılan tarihi iyi analiz ettiğimizde Fetih Ruhu ve Nizam-ı Âlem esprisinin ne demek olduğunu daha iyi idrak etmiş oluruz.
Fetihlerin savaş cephesini görüp de, perde arkasındaki ekonomik sosyal ve kültürel yönüne bakmamak abesle iştigaldir. Rumeli Hisarı’nın o muhteşem surlarına bakıp kendimizden geçeriz, ancak o hisarların dört buçuk ayda tamamlanmasındaki üretkenliği göremedikten sonra neye yarar ki. Asıl bizi heyecanlandırması gereken husus Osmanlı’nın üreticiliği ve zamana karşı yarışı ve kendi devrinin imkânları doğrultusunda medeniyetini oluşturması mühim bir hadise olmalıydı. İşte, Fetih Ruhu bu müthiş medeniyet misyonuyla gerçekleşti. Fatih’in topların döküm işleminde bilhassa Macar Urban’dan faydalanması ve bizatihi kendisinin başında bulunup balistik muayenelerini kontrol etmesi, peygamber dilinden o övülmüş kumandan nezdinde toplumun dışa açık yönünü de ortaya koymaya yetmiştir. Sanıldığının aksine Osmanlı içe kapanık bir toplum değildi, bilakis dışa açık ve bir o kadar da üç kıtaya hükümran olan bir fetih toplumuydu. Fethin daha da mühim yanı, hem iç hem de dış dinamiklerimizin enerjiye dönüşmesi şeklinde tezahür etmiş olmasıdır. Kelimenin tam anlamıyla bu enerjinin adı Nizam-ı âlem hareketidir.
İstanbul’un fethinde en çarpıcı dikkat çeken özelliklerimizden biri de muazzam örgütlenme olgusudur. Dahası; eli kılıç tutan gazi-alperenler, şeyhler, müderrisler, kumandanlar, ahiler ve halkın bütün birimlerinin katılımıyla gerçekleşmiş bir fetih organizasyonu, bütün canlılığıyla önümüze sergilenmiştir. Yediden yetmişe herkesin el birliğiyle dillere destan katılımcı organizasyonundaki bu müthiş becerisi Osmanlı’nın teşkilat yapısının üstünlüğünü ortaya koymaya yeter artar da. Her ne kadar bazı önyargılı tarihçiler “Barbar Türkler” suçlamasında bulunsalar da gerçekleri örtmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Zira güneş balçıkla sıvanamaz. Kaldı ki; Rumeli Hisarı’nın yapımında katılımcı anlayışla gerçekleşen taşların taşınıp işlenmesi, iş disiplini ve büyük bir dayanışma örneği ortaya koyma becerisi, onların bu iddialarını çürütmektedir. Biz fetih esnasında bile böyle bir organizasyonu kurma maharetini ortaya koymuş milletiz. Belli ki yerleşik birimlerimizi harekete geçirerek İstanbul’u fethetmişiz. Eğer göçebe dinamizmiyle fethetmeye kalkışsaydık, tarihte yıkıcılığıyla ün salmış Moğol kasırgasından hiçbir farkımız kalmayacaktı. Osmanlı, medeniyet olarak fethe damgasını vurduğu içindir ki, gelecek nesle kalıcı eserler bırakabilmiştir. Asla kabalık, yıkıcılık gibi öğeleri fetih ruhunda göremezsiniz. Bir kere ekonomik, sosyal ve kültürel ağırlıklı fetih sembollerimiz, barbarlık yaftalamalarının yanlışlığını ispatlamaya yetiyor zaten.
Osmanlı fethettiği yerleri fethetmekle kalmıyor aynı zamanda medeniyetini de götürüyordu. Yani ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel dokusunu da yayıyordu. O günkü şartlarda fetih ruhu Nizam-ı âlem hareketine dönüşüyordu. Bu yüzden İstanbul’un fethi, hem stratejik, hem kültürel, hem ticari, hem de askeri yönden önemini bin kat artırıyordu. Zira İstanbul dışa açılmanın kilometre taşını oluşturuyordu. Bu yüzden İstanbul, bizim için ikinci Söğüt’tür. Bir başka ifadeyle Osman Gazi’nin Şeyh Edebali birlikteliğiyle gerçekleştirdiği I. Söğüt ne ise, Fatih ve Akşemseddin ikilisinin gerçekleştirdiği II. Söğütte odur. Nasıl ki, Osmanlı küçük bir aşiret iken, Osman Gazi ve Şeyh Edebali eliyle yoğrulup beylikten devlete geçilebildiyse, aynen öyle de Fatih ve Akşemseddin’in elinden yoğrulan ikinci Söğüt hamuruyla da Viyana kapılarına dayanan cihangir Nizam-ı âlem devlet doğmuştur. Şayet İstanbul fethedilmeseydi, Balkanlar’da, Akdeniz’de, Anadolu’da ve Karadeniz’de açılım gerçekleşemezdi. Fetih öncesine baktığımızda Osmanlı gerek Balkanlarda, gerekse Anadolu’da birçok çökme badireleri atlattığını görürüz. Boğazlara hâkim olunca bu problem büyük ölçüde giderilmiş olup böylece Osmanlı’nın kendine güveni fetih ruhuyla birlikte yeniden dirilişe geçmiştir.
Fetih, Türk tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Selçuklu coğrafyasında vatanlaşan Türkler, fetihle uygarlaşma doruğuna ulaşmıştır. İstanbul alınmakla kalmamış beraberinde müesseseleşme alanında ileri adımlar atılmış, şehirleşme hız kazanmış, lonca sisteminde gelişmişlik kaydedilmiş ve kendi kabımızdan çıkıp Rönesans’ımızı kurmuşuz. Anlaşılan; Türk’ün Rönesans’ı İstanbul’un fethiyle vuku bulmuştur. Rönesans, bir anlamda fetih ruhunun özü olup yeniden Türkün diriliş hamlesidir. Nitekim her milletin gelişme sicilinde göçebelik, yerleşiklik, sanayileşme ve bilgi toplumu yolunda geçirdiği birçok evreler vardır. Mesela bir Avrupalı için yeniçağ miladı Amerika’nın keşfiyle başlar. Anlaşılan Avrupa Amerika’nın keşfine kadar ortaçağını yaşarken, Osmanlı o sıralarda altın (yükseliş) çağlarını yaşıyordu. Hatta Osmanlı 1580’de İngiltere’ye cüzi bir gümrük vergisi karşılığında ticaret serbesti imkânı sağlayarak sanayileşmelerinde önemli ölçüde katkıda bulunmuş bile. Böylece İngiltere, Devlet-i Aliye sayesinde mevcut yan sanayisini beş misli artırıp kendi klasik kapitalizmini gerçekleştirmiştir. Tıpkı, bu ABD’nin bugün dünya dengesine etki yapmasında olduğu gibi Osmanlı da fethi müteakip, o günkü dünyaya yön vermede önemli pay sahibi olmuştur. Bu yüzden Osmanlı serbest pazarının, İngiltere’nin sanayileşmesine önemli katkısı inkâr edilemez. Değim yerindeyse dün Osmanlı ilgi odağıydı, bugün de Amerika başroldedir.
Malum, fetih şuuru, Fatih’te çocuk yaşta oluşmaya başlamıştır. Sakın ola ki böyle bir bilinç 13 yaşındaki bir çocukta nasıl olur demeyiniz. Elbette ki o devrelerde sürekli yanından ayrılmayan Zağanos ve Şahabettin gibi hem siyaset, hem de kumandanlık dehası paşaların varlığı büyük bir şanstı. Bilhassa bu iki lala ona fetih ruhu aşılıyordu habire. Tabii aşılayanlar olduğu gibi caydırmak isteyenler de vardı. Neyse ki Çandarlı Halil Paşa’nın muhalefetine rağmen, Fatih Sultan Mehmet:“Bizans ülkemizin ortasında kaldıkça bizim devletimiz için emniyet yoktur” diye kararını çoktan vermişti bile.
Fethe önce iki sene süren ince eleyip sık dokuma denilen analitik hesaplarla işe koyulunmuş, ardından o müthiş hazırlık safhasıyla birlikte İstanbul’un fethi nasip olmuştur. Öyle ki; her iş bir sistem dâhilinde yürütülmüştür. Hatta stratejik önlemler de ihmal edilmez. Mesela, Karaman arkadan saldırmasın diye sus payı olarak arazi verilir, bu arada Venediklilerle anlaşma yapılır, bir yandan askeri teçhizat yenilenir diğer taraftan sayısı artırılır, derken toplar döktürülür de. Bütün bu hazırlıklardan daha da önemlisi, İslâm hukukunda Müslüman bir devletin, harbe girmeden önce üç kez teslim teklifinde bulunma kaidesinin uygulanmasıdır. Zaten Fatih, şehrin harabiyetine yol açmama adına fazla can ve mal zayiat verme taraftarı değildi. Bu yüzden önce hukuku kanallara başvurmuştur. Ne var ki şehrin kendiliğinden teslim teklifi karşılık bulmayınca fetih kaçınılmaz hal almıştır. Böylece, 21 yaşındaki genç Fatih Sultan Mehmet komutasında Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev gibi nice âlimler ve Zağanos, Şahabettin gibi paşalar (lalalar) ve gazi alperenler eşliğinde İstanbul’un fethi gerçekleşir. Zafer günü şehir kapısından Ayasofya’ya adım atar atmaz atından inip, ilk iş olarak alnını secdeye koyması ve iki rekât şükür namazı kılması mühim bir hadisedir. Düşünsenize o yaşta zaferin heyecanıyla bir an olsun gurura kapılmayıp Allah’a kul olmanın idrakiyle hareket eden bir kumandandan söz ediyoruz. Ona da o yakışırdı zaten.
Fatih’in kumandanlık meziyetinin yanı sıra, ince ruhluluğu da kayda değerdir. Şöyle ki, o hem şair, hem âlim, hem de dervişti. O’nun G. Bellini’ye elinde gülüyle kendisini resimlemesi, peygamber gülünün takipçisi olduğunu gösterir. Biliyordu ki gül sevgidir, sevgilinin bakışlarındaki pırıltıdır. İşte o pırıltı, işte o heyecan fethin manevi yönünü de ortaya koymaya yeter artar da.
Fatih, aynı zamanda Nizam-ı Âlem davasına gönül vermiş bir kumandandır. O’ndaki Nizam-ı Âlem şuuru şu sözlerde bütün heybetiyle gösterip şöyle der: “Bütün İslam dünyasının gaza kılıcı benim elimdedir.” Gerçekten de fethi müteakip bu veciz güzel sözler yazılı olarak Memluk Sultanlığına iletilmenin ardından o ince hilal kaşlı bakışlarından yeni hedefinin Roma olduğu gözlerden kaçmaz da. Derken İstanbul’un fethi müteakip, bu sefer kızıl elmamız Saint Pierre’nin kubbesi olacaktır artık.
Devlet-i ebed müddet için İstanbul’dan ötelere taşmak gerekiyordu. Nizam-ı Âlem ülküsü, öyle bir ülkü ki durmak bilmiyor, ölümüne bir sevdayla yüklü bir davadır. Bu sevdayı yaşayan bilir, yaşamayan asla bilemez. İşte fetih ruhu dediğimiz hareketin sırrı bu ruhu tadanların bakışlarında gizli. Yaşadılar ve sonunda zafer inananların lehine tecelli etti. Nitekim Ayasofya’nın kubbesindeki kızıl topu (kızıl küresi) Kızılelma’ya dönüştürmeyi başardılar da. Üstelik Ayasofya’nın kubbesine kondurulan hilaller üç kıtada hükümran olup, Nizam-ı Âlemi müjdeler de.
Fetih olayı, bir hareket olmanın ötesinde Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya yönelen diriliş hamlesidir. Bu diriliş ruhu, batı’yı korkuya sevk ettiyse de ileride avantaja dönüşen hareket olduğunu belli eder de. Zira İstanbul’un fethiyle Osmanlı’nın ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel yapısının etkileri Batı’ya yansıyacaktır. Kelimenin tam anlamıyla Avrupa devletlerinin toparlanıp, sistem oluşturmasında Osmanlı’nın katkı payı çoktur. Bu gün her sahada batıya dönük hayranlığın bir başka benzeri o dönemde Osmanlı’ya duyuluyordu. Bir aydınımızın: “Tarihte tek mucize var, o da Osmanlı mucizesidir” dediği olay, batı’yı derinden etkilemiştir. O mucizenin adı hiç kuşkusuz Nizam-ı Âlem ülküsüdür.
Osmanlı fetih ruhuyla batıya yayılırken, doğu dünyası da Haçlı seferlerinden korunmuş oluyordu. Demek ki; fetih açılmanın ötesinde koruyucu şemsiye de. Böylece bu şemsiye sayesinde İslam dünyası himaye altına alınmıştır.
Batıya rehber olan ve doğuyu da koruyan, tek güç Nizam-ı Âlem vakasıdır.
Vesselam.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/fetih-ruhu-makale,4622.html
 
Üst