dedekorkut1
Doçent
GÖNÜLLÜ AÇLIK
SELİM GÜRBÜZER
Aç kalma korkusu oldubitti insanlığın ortak endişesi olarak karşımıza çıkmakta. Ancak gönüllü açlık bundan istisnadır. Zira insanoğlu bir bakıyorsun inancının gereği kutsal addettiği günlerde kendini ibadet ruhuyla gönüllü açlığa adayabiliyor. Bu demektir ki, insanı ürperten kendi iradesiyle tuttuğu gönüllü açlık değil, tıpkı kıtlık günlerde olduğu gibi her an insanın kendi iradesi dışında karşı karşıya kalabileceği aç kalma korkusu asıl ürpertecek bir durumdur. Örnek mi? İşte tarihte Osmanlı ordusunun Plevne savunmasında erzak yollarının kesilmesiyle zorunlu açlık tehlikesi durumuyla karşı karşıya kalması en göze çarpan örnek olarak ortaya çıkarken, günümüz dünyasında ise bilhassa Afrika’daki insanların açlık ve sefalet içerisinde ölüme terkediliyor olmaları bunun en dramatik örneği olarak ortaya çıkmaktadır.
Hele insanoğlu kendi iradesi dışında deprem, sel felaketi, kıtlık gibi bir dizi felaketlerin neticesinde açlıkla karşı karşıya kalmaya bir görsün ölmeye razı bir haleti ruhiye içerisine kendini koyuverirken, kendi iradesiyle tuttuğu gönüllü oruçta ise tam aksine nefsi arzularının kökünü kurutaraktan huzur bulmak, kendini Allah’a adayıp O’nunla kaynaşmak vardır. Tabii ki gönüllü açlık ibadetiyle huzur bulmak sadece İslam dinine has bir durum değil elbet, diğer semavi ve suni dinlerde ve bir takım esoterik topluluklarda da kültürel boyutta var olan bir durumdur. Nasıl mı? İşte kurucusunun vefatından sonra Hindistan’ın kuzeyinde ve güneyinde kalan ülkelerde yayılmış ve yerel kültürlerin katkısıyla farklı nitelikler kazanarak bulunduğu ülkelerin önemli bir dini hale gelen Budist dünya görüşü ve düşüncesinin temel hedeflerinden kurtuluşa ermek, yani nirvana’ya ulaşmak için Budistlerin haftalık tatil günü olan uposatha, aslında hem bir araya gelmek hem de oruç tutma anlamına gelen bir tür meditasyon uygulamasından başka bir şey değildir. Böylece kendilerini meditasyona tabi tutmakla nefsin acı ve ıstırap vericiliğinin ortadan kaldırılabileceklerinin huzurunu içten içe yaşayacaklarına inanmaktalar. Hakeza Hinduların kutsal metinleri Puranalardan ilham alaraktan yılın belli ay ve günlerini gönüllü açlıkla geçirirken, Çin Taoizm’inde ise ölümsüzlüğe ulaşmak için muhakkak ki yardımcı kuvvet olarak perhiz kurallarına sıkı sıkıya uygulayarak ulaşabileceklerine inanmaktalar. Ve tüm bunlara ilaveten yine uzak doğu coğrafyasında konumlanmış irili ufaklı birtakım inanç guruplarının öğretilerinin metinlerine baktığımızda büyük bayram dedikleri günlerde kötülüklerden arınmak adına 15 gün boyunca oruç tuttuklarını görebiliyoruz. Antik Yunan ve Roma klasiklerine baktığımızda ise uğursuz addettikleri günlerin şerrinden ve belaları def etmek adına kendilerini gönüllü açlığa tabi tuttuklarını müşahede ederiz.
Peki ya ateistler? Malum ateistler tüm dinlere karşı tavır alaraktan kitlelere hitaben “Ne tanrısı, ne ahireti, ne orucu, keyfine bak, kendini hiçbir zevkten mahrum etme” türünden sapkın söylemlerde bulunmalarına rağmen ne ilginçtir ki; kimi zaman bir bakıyorsun halkların sömürülmesine karşı gösterdikleri devrimci yaklaşımla bir anda kendilerini ölüm orucunun kollarına bırakabiliyorlar. Sonuçta anlaşılan o ki; hangi sistem, hangi öğreti, hangi akım ne amaçla kendilerini gönüllü açlığa tabii tutarsa tutsun bizim açımızdan hiçbir bağlayıcılığı söz konusu değildir. Bizim için bağlayıcı olan Yüce Allah’ın (c.c) Kur’an’ı kerimde; “Ey İman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” (Bakara, 183) diye beyan buyurduğu ayetin mana ve ruhuna sadık kalaraktan tuttuğumuz orucun ibadet ruhuyla yerine getirilmiş olması çok önem arz etmektedir. Önemi şundan belli ki bir ay boyunca Allah için gönüllü olarak tutulan orucun mükâfatının bizatihi Yüce Yaradanımız tarafından veriliyor olmasıdır. İşte bundan dolayıdır ki, büyük bir heyecanla yolunu gözlediğimiz Şehr-i Ramazan ayını adeta telli duvaklı devesinin üzerine binmiş hilal kaşlı bir gelin misali “Ey! Şehri Ramazan! Hoş geldin” sefalarıyla karşılamaktan büyük bir manevi haz alırız da. Bu öyle bir hoş der dem karşılayıştır ki, Ramazan boyunca tuttuğumuz oruçları asla bedenimizdeki arızaları gidermek, organlarımızı dinlendirmek ya da Allah’ın rızasının kazanmanın dışında başka maksatlarla tutulan zorunlu açlıkların tam aksine hilalin görünmesiyle birlikte kendimizi Yüce Allah’ın ikramına layık olmak maksatlı gönüllü oruca talip olma karşılayışıdır.
Malumunuz bedenimizle ilgili arızaları tomografi ve ultrasonografi gibi tıbbi cihazlar aracılığıyla öğrenmek mümkünken, ruh için aynı şeyi söylemek pek mümkün gözükmüyor. Bikere adı üzerinde ruh, etkisi ise varlığında gizlidir. Ruhu melekemizi ancak Allah’ı zikrettiğimizde hissedebiliyoruz. Hakeza gönüllü olarak tuttuğumuz oruç vesilesiyle de varlığını hissettirmekte. Dikkat ettiyseniz oruçluyken insanların kahır ekseriyeti masumlaşmakta, karıncayı bile incitmekten imtina eder bir halet-i ruhiye içerisine girmekte. İşte bu masumiyet hali ruhi melekemizin bizim üzerimizdeki varlık tesirinin bir işaretidir. Hem nasıl ki zekât vesilesiyle zengin ile fakir arasında bir gönül bağı etkisi veya köprü bağı oluşuyorsa, hiç kuşkusuz Allah için tutulan oruç vesilesiyle de bedenimizle ruhumuz arasında bir ünsiyet ve köprü bağ oluşması gayet tabiidir. Derken bu oluşan köprü bağlar sayesinde Allah’ın lütfu Ramazanı şerifin başlangıcının rahmet, ortasının mağfiret, sonunun da cehennem azabından kurtuluş olduğunu şuuruna ermiş oluruz.
İşte görüyorsunuz oruç, sırf gönüllü açlıktan ibaret bir ibadet olmayıp aynı zamanda bizi asli vatanımızla buluşturacak bir köprü de. Kim bilir, belki de ilk insan Âdem (a.s)’ın asli cennet vatanında yasaklı ağacın yemişinden yemekle o bozulmuş orucun kefareti olarak dünya yurduna indirilmiş olduk. Sanki Yüce Allah mümin kullarının bir ders çıkarıp şu fani dünyada bir daha asla bozmayacağınız gönüllü oruç ibadetini hakkıyla yerine getirmemizi dilemekte. Ki, yeniden asli vatanımıza kavuşalım diye bir mesajdır bu. Tabii, mesajı alabilene.. Şayet mesajı alabildiysek biliniz ki bu noktada bizim ‘Sefer der vatan’ hasretimizi giderecek tek bineğimiz on bir ayın sultanı Ramazan-ı Şerif ismiyle müsemma manevi Burak bineğimizden başkası değildir elbet. Yeter ki, Ramazan-ı Şerifin sonsuz rahmet ve bereketinden hakkıyla istifade edilmeye çalışılsın bir gün elbet ecel kapıya dayandığında bir bakmışsın ten kafesimizden ruhumuzun bir kelebek misali ötelere doğru kanat çırpıp aslı vatanına kavuştuğunu görürüz. Derken bu sayede asli vatanımızla olan hasret buluşmamız bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olur.
SELİM GÜRBÜZER
Aç kalma korkusu oldubitti insanlığın ortak endişesi olarak karşımıza çıkmakta. Ancak gönüllü açlık bundan istisnadır. Zira insanoğlu bir bakıyorsun inancının gereği kutsal addettiği günlerde kendini ibadet ruhuyla gönüllü açlığa adayabiliyor. Bu demektir ki, insanı ürperten kendi iradesiyle tuttuğu gönüllü açlık değil, tıpkı kıtlık günlerde olduğu gibi her an insanın kendi iradesi dışında karşı karşıya kalabileceği aç kalma korkusu asıl ürpertecek bir durumdur. Örnek mi? İşte tarihte Osmanlı ordusunun Plevne savunmasında erzak yollarının kesilmesiyle zorunlu açlık tehlikesi durumuyla karşı karşıya kalması en göze çarpan örnek olarak ortaya çıkarken, günümüz dünyasında ise bilhassa Afrika’daki insanların açlık ve sefalet içerisinde ölüme terkediliyor olmaları bunun en dramatik örneği olarak ortaya çıkmaktadır.
Hele insanoğlu kendi iradesi dışında deprem, sel felaketi, kıtlık gibi bir dizi felaketlerin neticesinde açlıkla karşı karşıya kalmaya bir görsün ölmeye razı bir haleti ruhiye içerisine kendini koyuverirken, kendi iradesiyle tuttuğu gönüllü oruçta ise tam aksine nefsi arzularının kökünü kurutaraktan huzur bulmak, kendini Allah’a adayıp O’nunla kaynaşmak vardır. Tabii ki gönüllü açlık ibadetiyle huzur bulmak sadece İslam dinine has bir durum değil elbet, diğer semavi ve suni dinlerde ve bir takım esoterik topluluklarda da kültürel boyutta var olan bir durumdur. Nasıl mı? İşte kurucusunun vefatından sonra Hindistan’ın kuzeyinde ve güneyinde kalan ülkelerde yayılmış ve yerel kültürlerin katkısıyla farklı nitelikler kazanarak bulunduğu ülkelerin önemli bir dini hale gelen Budist dünya görüşü ve düşüncesinin temel hedeflerinden kurtuluşa ermek, yani nirvana’ya ulaşmak için Budistlerin haftalık tatil günü olan uposatha, aslında hem bir araya gelmek hem de oruç tutma anlamına gelen bir tür meditasyon uygulamasından başka bir şey değildir. Böylece kendilerini meditasyona tabi tutmakla nefsin acı ve ıstırap vericiliğinin ortadan kaldırılabileceklerinin huzurunu içten içe yaşayacaklarına inanmaktalar. Hakeza Hinduların kutsal metinleri Puranalardan ilham alaraktan yılın belli ay ve günlerini gönüllü açlıkla geçirirken, Çin Taoizm’inde ise ölümsüzlüğe ulaşmak için muhakkak ki yardımcı kuvvet olarak perhiz kurallarına sıkı sıkıya uygulayarak ulaşabileceklerine inanmaktalar. Ve tüm bunlara ilaveten yine uzak doğu coğrafyasında konumlanmış irili ufaklı birtakım inanç guruplarının öğretilerinin metinlerine baktığımızda büyük bayram dedikleri günlerde kötülüklerden arınmak adına 15 gün boyunca oruç tuttuklarını görebiliyoruz. Antik Yunan ve Roma klasiklerine baktığımızda ise uğursuz addettikleri günlerin şerrinden ve belaları def etmek adına kendilerini gönüllü açlığa tabi tuttuklarını müşahede ederiz.
Peki ya ateistler? Malum ateistler tüm dinlere karşı tavır alaraktan kitlelere hitaben “Ne tanrısı, ne ahireti, ne orucu, keyfine bak, kendini hiçbir zevkten mahrum etme” türünden sapkın söylemlerde bulunmalarına rağmen ne ilginçtir ki; kimi zaman bir bakıyorsun halkların sömürülmesine karşı gösterdikleri devrimci yaklaşımla bir anda kendilerini ölüm orucunun kollarına bırakabiliyorlar. Sonuçta anlaşılan o ki; hangi sistem, hangi öğreti, hangi akım ne amaçla kendilerini gönüllü açlığa tabii tutarsa tutsun bizim açımızdan hiçbir bağlayıcılığı söz konusu değildir. Bizim için bağlayıcı olan Yüce Allah’ın (c.c) Kur’an’ı kerimde; “Ey İman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” (Bakara, 183) diye beyan buyurduğu ayetin mana ve ruhuna sadık kalaraktan tuttuğumuz orucun ibadet ruhuyla yerine getirilmiş olması çok önem arz etmektedir. Önemi şundan belli ki bir ay boyunca Allah için gönüllü olarak tutulan orucun mükâfatının bizatihi Yüce Yaradanımız tarafından veriliyor olmasıdır. İşte bundan dolayıdır ki, büyük bir heyecanla yolunu gözlediğimiz Şehr-i Ramazan ayını adeta telli duvaklı devesinin üzerine binmiş hilal kaşlı bir gelin misali “Ey! Şehri Ramazan! Hoş geldin” sefalarıyla karşılamaktan büyük bir manevi haz alırız da. Bu öyle bir hoş der dem karşılayıştır ki, Ramazan boyunca tuttuğumuz oruçları asla bedenimizdeki arızaları gidermek, organlarımızı dinlendirmek ya da Allah’ın rızasının kazanmanın dışında başka maksatlarla tutulan zorunlu açlıkların tam aksine hilalin görünmesiyle birlikte kendimizi Yüce Allah’ın ikramına layık olmak maksatlı gönüllü oruca talip olma karşılayışıdır.
Malumunuz bedenimizle ilgili arızaları tomografi ve ultrasonografi gibi tıbbi cihazlar aracılığıyla öğrenmek mümkünken, ruh için aynı şeyi söylemek pek mümkün gözükmüyor. Bikere adı üzerinde ruh, etkisi ise varlığında gizlidir. Ruhu melekemizi ancak Allah’ı zikrettiğimizde hissedebiliyoruz. Hakeza gönüllü olarak tuttuğumuz oruç vesilesiyle de varlığını hissettirmekte. Dikkat ettiyseniz oruçluyken insanların kahır ekseriyeti masumlaşmakta, karıncayı bile incitmekten imtina eder bir halet-i ruhiye içerisine girmekte. İşte bu masumiyet hali ruhi melekemizin bizim üzerimizdeki varlık tesirinin bir işaretidir. Hem nasıl ki zekât vesilesiyle zengin ile fakir arasında bir gönül bağı etkisi veya köprü bağı oluşuyorsa, hiç kuşkusuz Allah için tutulan oruç vesilesiyle de bedenimizle ruhumuz arasında bir ünsiyet ve köprü bağ oluşması gayet tabiidir. Derken bu oluşan köprü bağlar sayesinde Allah’ın lütfu Ramazanı şerifin başlangıcının rahmet, ortasının mağfiret, sonunun da cehennem azabından kurtuluş olduğunu şuuruna ermiş oluruz.
İşte görüyorsunuz oruç, sırf gönüllü açlıktan ibaret bir ibadet olmayıp aynı zamanda bizi asli vatanımızla buluşturacak bir köprü de. Kim bilir, belki de ilk insan Âdem (a.s)’ın asli cennet vatanında yasaklı ağacın yemişinden yemekle o bozulmuş orucun kefareti olarak dünya yurduna indirilmiş olduk. Sanki Yüce Allah mümin kullarının bir ders çıkarıp şu fani dünyada bir daha asla bozmayacağınız gönüllü oruç ibadetini hakkıyla yerine getirmemizi dilemekte. Ki, yeniden asli vatanımıza kavuşalım diye bir mesajdır bu. Tabii, mesajı alabilene.. Şayet mesajı alabildiysek biliniz ki bu noktada bizim ‘Sefer der vatan’ hasretimizi giderecek tek bineğimiz on bir ayın sultanı Ramazan-ı Şerif ismiyle müsemma manevi Burak bineğimizden başkası değildir elbet. Yeter ki, Ramazan-ı Şerifin sonsuz rahmet ve bereketinden hakkıyla istifade edilmeye çalışılsın bir gün elbet ecel kapıya dayandığında bir bakmışsın ten kafesimizden ruhumuzun bir kelebek misali ötelere doğru kanat çırpıp aslı vatanına kavuştuğunu görürüz. Derken bu sayede asli vatanımızla olan hasret buluşmamız bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olur.