Hakîm et-Tirmizî Hazretleri Hâtemü’l-Evliyâ’ Olan Zâtın,“Halkın Fesada Düştüğü” Bir Devirde “Türk’e Gönderileceğini” Haber Vermişti!..
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı “Hatmü’l-evliyâ’” adlı eserinde, kırkların tümünün zuhûrundan sonra “Hâtemü’l-evliyâ’” olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (v. 932), yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı “Büdüvv-ü Şe‘n” adlı risâlesinde belirttiğine göre, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk’e gönderileceğini keşfetmişti.
Hazret sanki âhir zamanın fitne, sıkıntı ve buhranla dolu karanlık günlerinde yaşayan insanların, isyanları nedeniyle belâya maruz kaldıkları bir âna nazar edercesine, mânâ âleminde; “halkın hepsini susmuş, korkudan dehşete düşmüş” ve “kimileri kimini tanımaz ve korkudan garipleşmiş” bir hâlde müşâhade etmiş; kendisine Allah tarafından “emrolunmuş bir kimse”nin, “hiç kimse farkına varmadan” böyle bir ortamda “yardımcılarıyla birlikte” yeryüzüne geldiği haber verilmişti. Bu kişi diğer velîler üzerinde söz ve tasarruf sahibi bir zât olmalıydı ki, tanımadığı bir kimse kendisine; “Şu acâipliği görüyor musun? Emrolunan kişi kendileriyle konuşmak için tüm dünya ehlinden kırk kişiyi istemiş!” diyerek, onun “hepsi dünya ehlinden olan bu kırklar”ı mânevî bir toplantıya çağırdığını bildirmişti. Toplantı emri yalnız kırklar’a gelmiş, ancak bu zâtı, yanındaki bazı velîlerle birlikte Hazret de merâk edip görmeyi istemişti. Öyle ki; “Emrolunan kişiyi ben hangi şeyle tanıyacak ve (onunla) ne zaman tanışacağım?” diyerek, bu arzusunu açıkça da dile getirmekteydi. Bunun üzerine Hazret’e: “Kırkların henüz tamamı mevcud değilken; emrolunan kişinin bunların üzerine, Türk’e geleceği haber” verildi. Nitekim Hazret, bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra; halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtaran bir de ordu bulunduğunu müşâhade ederek; “Halkın, mâ‘iyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu.” diyor ve ardından “Kendilerini korkuttuğunu görmüş olduğum şeyden onlar sayesinde tesellî buluyorlardı.” buyurarak, halkın içine düştükleri fesaddan bu ordu sayesinde kurtulduklarına işaret ediyordu. Çünkü bu zât “Türk’e geleceği” sırada, henüz “kırklar tamamına ermeden bu halk fesâda düşmüş”tü. Hazret nihayet kırklarla birlikte bu toplantıya katılacağını haber aldı ve kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. O an kendisine: “Niye ağlıyorsun? Biz onunla konuşup sırlaşacağız ya!” diyen bir kimseye; “Ben başka bir yere konulacağım diye ağlamıyorum. Kalbimin merhametinden ötürü ağlıyorum. Bana insan topluluklarının içine konulacak olan kırklar daha bu devirde seyrettirildi ya, işte bunun için ağlıyorum!” demiş ve yine kendisine heyecanla: “Emrolunan kişiyi gördün mü? Emrolunan kişiyi gördün mü?” diyen başka bir kişiye ise: “Hayır! Lâkin kubbe kapısının sonuna kadar vardım, iki ayağımla sıçrayarak emrolunan kişinin kapısını çaldım. Emrolunan kişiyi bu kubbeden elini çıkarır gibi gördüm.” cevabını vermişti. Bunları söylerken, birdenbire “emrolunan kişi”nin “kırklar”a işâret ederek; “Bu kırkları şu hazîreye götürün, onları burada ‘ayakta tutma’ya hapsedin!” emrini verdiğini işitti. Hazret, o kişiyi görme lütfuna eriştiği bu andan sözederken; “O bu dünya ehlinden daha farklı ve seçkindi. Ben emrolunan kişinin küçük ordusuyla ve Türk’le yürüyordum, bana hiç kimse zarar veremiyordu. O ben de dâhil olmak üzere, büyüklerin hepsini bu toplantıda biraraya topladı.” diyordu. Bundan sonra o zât, Hazret’e; “Mescide çık, sana kendimle ilgili sırlar vereceğim!” dedi ve ardından kendisine: “Sen onların tümünün zuhûruyla kâim olacak kimseyi görüyorsun!” şeklinde bir hitap geldi. (Hakîm et-Tirmizî, “Risâle’-i Büdüvv-i Şe‘n”, İsmâil Sâ’ib, nr. 1571, vr. 215b-216a-217a)
Nitekim o, ileride kaleme alacağı “Hatmü’l-evliyâ’” kitabı’nda, müşâhade ettiği bu “kırk kişi”den ve “onların tümünün zuhûru”ndan sonra “Türk’e geleceği”ni gördüğü bu esrârengiz kimseden; “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- in vefâtından sonra, ümmetinden kırk kişi onun yerine kâ’im olur. Yeryüzü onlarla ayakta durur. Onlardan biri ölünce yerine bir başkası geçer. Bunların sayıları tükenip, dünyanın zevâl vakti gelince Allah bir velî gönderir. Bu velîyi seçmiş, kendine yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, ona bir de ‘Hâtemu’l-velâye’ tahsis etmiştir.” diye sözedecekti. (Hakîm et-Tirmizî, “Hatmü’l-Evliyâ”, s. 247, nşr. Ömer Öngüt. Bas.: Hakikat Yay. İstanbul, 2003)
Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh-Hazretleri’nin Müşâhâdesine Göre;
Hâtemü’l-Evliyâ’ Arapça Değil, Başka Bir Milletin Dilini Konuşuyordu!..
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhâtü’l-Mekkiyye” adlı eserinde Hâtemü’l-evliyâ’ olan zâtın “Arab’ın en şerefli soyuna mensup olacağını” haber verdiği halde (c. 3, s. 87-88), Resulullah Aleyhisselâm’ın huzurunda Arapça değil, başka bir milletin diliyle konuştuğuna dikkati çekerek; “Hatm onun (Resûlullah’ın) huzurunda diz çökmüştü ve ona bir kadının sözünü haber veriyordu, Ali -radiyallahu anh- de Hatm’in konuştuğu dili tercüme ediyordu.” demiştir. (“Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, c. 1, s. 114. bas.: Beyrut, 1994)
Çünkü o Araplar’ın değil, Türkler’in arasına gönderilmiştir.
Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü’l-Mekkiyye"nin 73. Bâb’ ında, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hem cismânî hem de rûhânî Ehl-i beyt’ine mensup olan zâta işâret ederek şöyle buyurmuştur:
"Hatm, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yalnız hissî sülâlesinden değil; onun -sallallahu aleyhi ve sellem- hem soy, hem de ahlâk sülâlesinden olacaktır." (Fütûhâtü’l-Mekkiyye; c.3, s.89, bas.: Beyrut, 1994)
Muhyiddin-i İbnü’l Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“El-Hatm... Ki o tektir. O, âlemde bir (kişi) dir. Allah, velâyeti onunla hatm eylemiş, mühürlemiştir. Evliyâ arasında ondan büyüğü yoktur.” (Fütûhat-ı Mekkiyye)
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır. Eğer işaret ettiğim bu nükteyi anlayabildiysen senin için faydalı bir bilgi hasıl olmuştur.” (Fusûs’ül-Hikem)
“O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah’tan alır.” (Fusûs’ül-Hikem)
“Bu ilim, ilm-i billâh’ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.” (Fusûs’ül-Hikem)
“Allah-u Teâlâ bu hâtem-i velâyeti ne bize, ne bizden evvelkilere nasib etmeyip, bu makâmı bizden saklamıştır.” (Fusûs’ül-Hikem)
Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib" Kitabı’nda, Hâtemü'l-evliyâ
Hakkında Neler Söylemişti?
Şeyhü'l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, husûsiyetle Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın makâmını, alâmetlerini ve ayırt edici husûsiyetlerini tespit etmek için yazdığı "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ" adlı kitabındaki ifâdesine göre;
• Hatemü'l-evliyâ, batı tarafından zuhûr edecektir. Bu, "Cüz’î Muhammedî imamlığın Hâtem’i" olan bu zâtın apaçık bir alâmetidir. (s.15)
• O’nun "Hâtemü'l-evliyâ"lığının tasdik edici alâmeti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallâhu anh-in halîfelerinden biri olarak gönderilmesi ve onun zikrini tâlim ve telkin etmesidir. (s.48)
• O uzuna çok yakın orta boylu, pembe tenli bir kimsedir. Görünümü, pırıl pırıl parıldayan bir ay gibidir. (s.75)
• En şerefli Arap soyuna ve nesline mensuptur; fakat görünüş itibâriyle daha çok Acem'leri anımsatır. (s.75)
• Önünde neşredilmiş, açılmış bir bayrak vardır. (s.16)
• Fesad ateşinin sönmesi, ümmetin başı ile sonunun birleşmesi gibi kâziyeler onun zuhûru ile meydana gelir. (s.16, 18, 74)
• O’nun ilmi râsih, nasîbi yüce, Nûr’u apaçıktır; o, sırrı ve nasihati dile getirilir bir kimsedir. (s.73)
• Tıpkı resul ve nebîlerin diliyle söylediği gibi, Allah kullarına Hakk'ı onun diliyle söyler. (s.73)
• Allah-u Teâlâ bütün muhteşemliğine rağmen onu halkın nazarından gizler. (s.16)
• Belâların ve hâinliklerin ortalığı sardığı fitne zamânında, ihvânı ile birlikte Hakk’a bağlılığı gözetir ve bu hususta onlara öncülük eder. (s.22)
• O, hiç bilmezken 'Hatemiyyet' mertebesiyle kemâl bulur. (s.71)
• O'nun Hatemiyyet'i "Nûrun alâ Nûr"; yâni "Nûr üstüne Nûr"dur. (s.15-16)
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn-i İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın makam ve mertebesini, Allah katındaki ulviyyetini ve Evliyâullah Hazerâtı arasındaki yüce mevkiini beyân etmek için “Ankâ’-i Mugrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-Evliyâ’ ve Şemsü’l-Mağrib” isminde bir eser yazdığı malûmunuzdur.
Bu eserinin bir noktasında buyurur ki:
Bil ki Hatm, velâyet bayrağının taşıyıcısı ve makâmın ve gâyenin nihâyeti olur. Nitekim o, hiç bilmezken ‘Hatm’ oldu ve cesedlenmiş bir rûhâniyyet ve müteaddit bir ferdâniyyet içinde, dilemeksizin ve tasarruf etmeksizin iş onda vâroldu.” (“Ankâ’-i Mugrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-Evliyâ’ ve Şemsü’l-Mağrib”, Şehid Ali Paşa, nr.: 1287, vr. 51b)
“Tıpkı resûl ve nebîlerin diliyle söylediği gibi; Allah, kullarına Hakk’ı onun diliyle söyler.” (s. 73)
"Bu onun sülâlesinden ve neslindendir. 'Hatm' onun yalnız hissî sülâlesinden değil, onun -sallallahu aleyhi ve sellem- hem soy, hem de ahlâk sülâlesinden olacaktır." ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye" c. 3, s. 89)
•