HAYVANLAR ÂLEMİ

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara

HAYVANLAR ÂLEMİ​

SELİM GÜRBÜZER

PİRE

Adı:
Pire

Konakladığı mekân: Canlıların üzeri, yer döşemelerin çatlak araları, ev ve iş yerlerinin birçok alanları.

Yiyecekleri: Hayvani artık, deri pulları ve kan.

Üremeleri: Dişiler hangi optimal şartlarda olursa olsun hemen hemen her yere yumurtalarını bırakabildiklerinden neslin devamı bakımdan pek sıkıntı çekmezler.

Pire konuk olacağı avının kokusunu hissetmeye dursun ansızın bir sıçrama hareketiyle derhal o canlı üzerine çöküp, deri döküntüleriyle birlikte kanını emip beslenmenin zevkini çıkartabilen bir hayvan. Yani en biricik işi kan emmektir. Hele bir sıçrayışı var ki kendi fiziki boyunun elli katı mesafe kat etmekle kalmayıp takla bile atabiliyor. Öyle ki; takla atarken es kaza düşse, hiç önemi yok. Çünkü elastiki yapıya sahip olma özelliği sayesinde zerre miskal incinmezler. Zaten yan böğrünün yassı oluşu konakladığı canlının kılları üzerinde kızak misali kayıp gezinmesine büyük bir avantaj sağlamakta. Her ne kadar dıştan baktığımızda fiziki yapısı pek ayırt edilmese de mikroskop altında tüm azaları görülebiliyor. Nitekim mikroskobik inceleme sonucunda; ön ve orta bacak eşlerinin kısa, arka bacaklarının ise uzun olduğu, her şeyden öte kanatsız grimsi kahverengi bir küçücük canlı olduğunu fark ederiz.

Dişi pirelerin bıraktıkları beyaz yumurtalar o kadar küçük ki siyah bir kumaş üzerinde bile fark etmek zordur. Malum larvalar düştükleri yerde biriken tozlarla beslenirler. Tabii bu arada daha henüz yavru oldukları için ilk etapta kan emici özelliği taşımazlar. Olsun Rabbül âlemin onu bu haliyle bile rızklandırmakta. Şöyle ki; onu yaratan güç yassı bir ipek kozasının içerisinde pupa halde büyütüp belli bir müddet saklı tuttuktan sonra olgunlaşma dönemine doğru “Enginlere sığmam taşarım” misali kozayı yırtacak ilhamı veriyor. Böylece kendini kozadan dışarı atabiliyor. Artık hayata sıçrama zamanının geldiğini fark eden pire bu noktadan sonra rahatlıkla kan emecek düzeye gelmiş olur. O halde bu durumda bize yolun açık olsun demek düşer. Madem Allah insana yürü kulum diyor, kulda gereğini yapıp yürümeli. Baksanıza pire yürümek bir yana, sıçrıyor da.

Demek ki, pireler omurgasız ve kan emerek beslenen kanatsız böceklerdir. Çıplak gözle görülmese de vücudunun alt kısmında toplam altı adet ayak olup, bu sayede kendi vücut uzunluğunun 200 katı zıplayabiliyorlar. Keza söz konusu böceklerin tüm fiziki unsurları çıplak gözle görülmese de mikroskop altında iyi incelendiğinde baş kısmında 2 adet keskin göz, kendi aralarında iletişimi sağlayacak anten, ayakuçlarında çengel ve vantuzların varlığı görülecektir.

İnsanların zaman zaman pirelenip kaşındıklarına şahit oluruz. Çünkü gerek büyük baş hayvanlar ve gerekse bizler kaşınırken onlar afiyetle kanımızı emdikleri gibi işi bittikten sonra yumurtasını bırakıp çekilmekteler. Böylece bulaşıcı bir hayvan olarak onları her an ensemizde hissederiz. Dolayısıyla mümkün mertebe pireli ortamlardan uzak kalmakta fayda var. Gerçi günümüzde pireye karşı birtakım kimyasal dezenfektan ve birtakım ilaçlamalardan olsa gerek artık etrafımızda pirelenen insan pek göremez olduk. Şurası muhakkak onlar daha çok evcil hayvanlar vasıtasıyla bize bulaşmakta. Derken birçok hastalıklar onlar vasıtasıyla vücudumuza sirayet ediyor. Hatta hiç tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde hemen hemen her yere zıplayıp yatak yorgan dâhil evimizin her alanına veya kuytu yerlere bıraktığı yumurtalar yoluyla neslini devamını sağlıyorlar.

Dünyanın her tarafında 1500 kadar pire türünün olduğundan dem vurulmakta. Bu türler arasında kan emenler olduğu gibi farklı bir şekilde beslenenler de var. Nitekim su piresi ve pamuk piresi bunların tipik bir misalidir. Anlaşılan birçok tür hem bitkisel, hem de su da yaşayan organik maddelerle beslenmekteler. Bizler onları kan emen bir böcek olduğuna odaklanırken bu arada bilmem farkında mıyız pirelerin karnının altında bulunan deliklerden ses dalgaları yaymalarının yanı sıra, yüksek frekansa hassas sesleri işittiklerini gözden kaçırmış oluyoruz. Oysa asıl üzerinde durulması gereken mucizevî olay bu olsa gerektir. Her ne kadar insanlar kendi aralarında tartıştıklarında; “Pireyi deve yapma” deseler de meğer onlar en az deve kadar birçok özelliklere sahip yaratıklarmış.

GÜVE

Bir tür böcek ve kurtçumsu minicik kelebek hayvanlardır. Dıştan bakıldığında kanatların donuk olduğunu sanırız. Fakat mikroskop altında incelendiğinde harika bir sanat eseri karşısında olduğumuzu fark ederiz.

Genelde odun, kumaş ve kürk üzerinde beslenirler. Bu yüzden tırtıllar mağaza ve ambarlarda büyük zarara yol açan canlılar olarak dikkat çeker. Olur ya bir gün elbise dolabınızı açtığınızda raflara katlayıp özene özene dizdiğiniz birçok yünlü elbiselerinizin deforme olduğunu gördüğünüzde eve hırsız mı girdi diye sakın şaşmayın. Biliniz ki bu başınıza gelen durum büyük bir ustalıkla kemirip kendisine ziyafet çeken güvenin açtığı işten başkası değildir. Hatta elbiselerinizi silkelediğinizde uçuştuklarını bile görmek mümkün. Sadece elbiseleri kemirseler yine iyi, yünlü halılarımıza bile musallat olabiliyorlar. Dolayısıyla kürklerinizi, kumaşlarınızı sık sık fırçalamanın yanı sıra gerektiğinde her mevsim havalandırmakta fayda var. Ayrıca dolap veya sandığa kâfurun, naftalin gibi tozları da koymayı ihmal etmemek gerekir.

Güveler aynı zamanda tarla ve ambarlarda stoklanan buğday ve mısıra da zarar vermekteler. Özellikle yazın dişi kelebeklerin başaklar üzerine bıraktıkları yumurtalar bulaşmanın ilk adımını teşkil eder. İkinci adım yumurtadan çıkan tırtıl evresi olup, bu evre de besleneceği gıdayı içinden çıktıkları yumurta kabuğundan sağladıkları gözlemlenmiştir. Derken beslenme sırası başaklara gelip, malum başak tanelerinde gıdalanma içten içe kemirmek şeklinde gerçekleşir. Üçüncü adım ise tahılların hasat edildiği dönemde tırtılların verdiği ikinci dölün ambarda stok halde bulunan danelere yerleşmesiyle vuku bulur. Şayet ambarlar yerleştirilen buğdaylar birtakım kimyasal dezenfektanlarla muamele edilmezse yediğimiz her ekmek sağlığımız için tehdit unsuru oluşturması ihtimal dâhilindedir. Demek ki güveyi yaratan Allah, önce güveyi yumurta, sonra tırtıl, daha sonra kanatlı bir kelebek halinde elbise, un, makarna, erişte ve kuru üzüm gibi gıdalar üzerine salıverip rızklandırmakta. Niye salınıyor demeyin. Zira yaratan böyle murad etmiş, dolayısıyla kula düşen hikmetinden sual eylememesidir.

Tüm bunlara ilaveten dikkat çeken bir ipek böceği güvesi var ki minicik boyuna rağmen koku alma konusunda onun emsali böcek yoktur diyebiliriz. Nitekim Rabbül âlemin onu iki duyarlı antenle donatmasıyla birlikte bu rekor ona has kılmıştır. Öyle ki bu donanım sayesinde dişisinin kokusunu 12 kilometre uzaklıktan bile hissedebiliyor.

PEYGAMBER DEVESİ (Mantidae)

Böcek familyasından bir hayvan olup, onu hep peygamberdevesi olarak biliriz. Genellikle yaşadıkları yerler tropikal ve subtropikal bölgelerdir. Tip itibariyle kafası üçgenimsi, antenleri kıl gibi ince ve uzun, bacakları birbirine eklemlerle ekli olup biri dikenli, diğer ikisi uzun parçalı, vücudu ise uzun ve ince yapı görünümdedir. Anlaşılan o ki, bu donanım boşa dizayn edilmemiş, bilakis avını yakalayacağı sırada ayaklarındaki iki uzun parçasını kıskaç hale getirip kıskıvrak avlamak için tanzim edilmiş. Tabii daha başka maharetleri de var. Şöyle ki; kamuflaj olma özelliği sayesinde gezindiği yerlerdeki doğal renginden ziyade kendini daha çok çiçeğe benzetip hem düşmanından korunur, hem de gerektiğinde renkten renge girip avını tuzağa düşürebiliyor. Bazen öyle oluyor ki avını liken ve parlak çiçek renginin dışında karınca kılığına girerek bile avlayabiliyor. Nasıl derseniz, önce kıskaçlarını kullanmadan pür dikkat hareketsiz bir vaziyette avını gözetleyip, daha sonra avını avlayabileceğinden emin olduğunda ön kısmı kalkık vaziyet alıp bacaklarını kıskıvrak bir şekilde avı üzerine yapıştırmak suretiyle gerçekleşir. Bu arada gözlerden kaçmayan dikkat çeken bir husus var ki, avını avlayacağı sırada kalkık vaziyette pozisyon aldığı durum hep dua eder gibi algılanmış olup, insanlar ona peygamberdevesi gözüyle bakmışlardır. Olsun avı için dua edermiş gibi görünse de doğru olan bir şey var ki, o da fiiliyatıyla gıdasına kavuşmasıdır. Derken daha çok karınca, hamam böceği, sinek vs. böceklerle kendine ziyafet çekmektedir. Ayrıca peygamber devesinin yamyamlık özelliği de var. Şöyle ki; çiftleşme anında dişiler erkekleri bile yiyebiliyor. Neyse ki erkeğin kafası koparılsa da her halükarda çiftleşme gerçekleşebiliyor. Yumurtlama ise ya ağaç kabuğu, ya da çalılar üzeri olmaktadır. İlginçtir bunlar aşırı obur hayvanlar olarak ta dikkat çekerler. Dolayısıyla yediği besinler zehirli de olsa midesi kaldırabiliyor. İşte çiftçiler söz konusu tüketici yönlerini çok iyi bildiklerinden tarlalarda zararlı haşerelere karşı yumurta keselerinden faydalanırlar. Böylece haşerelerin bertaraf edilmesiyle birlikte çiftçilerin yüzü aydınlanıverir. Keza bu hayvanlar yumurtalarını titizlikle muhafaza etmek içinde kuyruk üzerinde ipeğe benzer bir köpükle sert bir duvar örerler. İşte bu sert duvarlar arası dizili olan ceviz büyüklüğünde ki yumurtadan çıkan 350 civarı yavru, yaz mevsimiyle birlikte hayata merhaba deyip işe koyulurlar.

AĞUSTOS BÖCEĞİ

Özellikle bunlar sıcak bölgelerin tombulsu gözde çalgıcı böcek hayvanlarıdır. Belki inanmayacaksınız, ama gerçek. Türkiye’de 4 yıl, Amerika’da ise 17 yıl toprak altında uyuduktan sonra hayata göz kırpan bir tür var. Dile kolay 17 yıl. Bu olay Hz. İsa (a.s)’ın havarilerini hatırlatır bize. Zira havariler 300 yılı aşkın bir süre mağarada uyuduktan sonra mucizevî bir olayla hayata dönmüşlerdi. Ağustos böceği 17 yıl sonra gözünü açsa bile beş haftaya kalmaz, her fani gibi o da yaz sonu çiftleştikten sonra hayata veda edecektir elbet. İşte o beş haftalık kısa bir zaman dilimi neslinin devamına yetiyor artıyor da. Şöyle ki; dişi ağustos böceği keskin uçlu uzantılı borusuyla ağaçların genç sürgünleri üzerine sondaj yapıp yumurtalarını oyduğu kısma yerleştiriverir. Hatta Yüce Allah hortumlarını keskin donanımlı yaratmış ki gagalarıyla tırpanladığı ağaç filizleri yeniden filizlenmesin. Aksi takdirde filizlenen ağaç dalları yavruların oyuktan çıkmasına mani olacaktı. Böylece bu donanım sayesinde altı hafta sonra larvaların çıkması sağlanır. Larvalar da tıpkı annelerinin bir zamanlar yaptığı gibi önce kendisine uygun ağaç kök bulur, sonra köke yapışıp kök öz suyunu emerler. Daha sonra kazıcı ön ayaklarıyla toprağı kazıp 17 yıllık bir hayat evresini geçireceği yerde erginleşene kadar uykuya dalarlar. En nihayetinde topraktan haşir misali diriliş gerçekleşir. Nitekim dirilişin akabinde ağaç gövdesine tırmanıp kabuk değiştirmesiyle birlikte içerisinden zayıf yapıda çift kanatlı rengârenk ağustos böcekleriyle karşılaşırız. İyi ki de varlar. Çünkü onlar havadan uçuşurken inleyen nağmeler ruhumuzu dinlendirmekte. Belli ki Yüce Allah biz aciz kullara larvanın ağustos böceğine dönüşmesi dâhil tüm 17 yıllık bir safahatın karşılığı zikre dalış ötüşlerini dinletme lütuf’unda bulunup, ömre bedel bir olay yaşatıyor. Derken 5 haftalık zikir senfoni sonrası annesi gibi bir ağaç dalına yumurtlamanın ardından ömrünü tamamlayıp “Ya baki entel baki” dercesine ötelere göç eyler.

İPEK BÖCEĞİ

Adı üzerinde ipek böceği, ama aslında o narin bir kelebek. Şöyle ki kendisini savunmak adına ördüğü ipek kozası sayesinde bu adı almış. Belli ki koza kendisinin salgıladığı sıvı sayesinde oluşmakta. Bu durumun farkında olan üreticiler her bir kelebekten önceden hazırladıkları beyaz kâğıtlar üzerine 450–500 civarı yumurta yumurtlamasını sağlarlar. Derken yumurtalar kuluçka makinesine alınıp 20 gün içerisinde belirli ısı şartlarında larvaya dönüşürler. Artık bu noktadan sonra larva yumurta kabuğunu kırıp beslenme devresine geçiş yapar. İşte bu devrede dışarı çıkan larvalar her iki üç saatte bir dut yaprağı ile besiye alınırlar. Böylece 1,5 ayın sonunda büyüme ve gelişim devresini tamamlamış olan larvalar yaklaşık 7,5 santim boyunda pupa evresine terfi ederler. Fakat pupa konumdayken ayakları olmadığından hareketsizdirler. Olsun, onu bu halde bile koruyan bir donanım olacaktır elbet. Nasıl donanım derseniz, gayet kolay. Zira pupa, koza örüp kendisini korumayı bilecektir. Tabiî o bu işi koruma adına yaparken ördüğü ipeklerin tekstil sanayinde paha biçilmez bir iplik olacağını bilemeyecektir. Varsın bilmesin, kendisi bilmese de Halik biliyor ya. Keza kulda bildiğinden bu aşamada özel itinayla hazırladığı bir çöp veya ağaç filizine tutunacak tertibatı ihmal etmez de. Niye etsin ki insanoğlu çok iyi biliyor ki pupanın üst dudak deliğinden çıkan salgının havayla teması sonucunda zamklaşmasıyla birlikte tutunduğu dalın etrafını tel tel dolamaya başlayacak, derken üç gün içerisinde pupa kozasını sonlandırmış olacaktır. Hani derler ya her çilenin sonunda bir aydınlık var diye. Aynen öyle de koza aşamasından sonra sıra artık kelebek olma zamanıdır. Ancak ne var ki çiftçiler buna geçit vermezler. Çünkü kozadan çıktıkları andan itibaren ördüğü ipekleri parçalayıp koparacaklardır. Dolayısıyla bu aşamada koza halde fırına verilirler. Kelebek olmasına müsaade verilen pupaların çok az bir kısmı ise çiftçilerce yumurtlasın diye alıkonulurlar. Bunun dışındakiler fırın veya sıcak su buharında öldürülürler. Böylece fırınlamaya verilen kozalar açıldığında makaralara sarılan bir kozadan takriben 1000 metre uzunluğunda iplik elde edilir. Meğer Çinlilerin yıllarca sır olarak sakladıkları ipek kumaşı, ipek böceğinin kozasında gizliymiş. Fakat gün geldi sır zır olunca tekstil dünyasının yüzü aydınlanıverdi. Onlar sevine dursunlar biz onun önce yumurta halinden larva haline geçişine, dut yaprağından nasıl beslendiğine, bundan öte insanların hayrına ipek yapmayı nasıl öğrendiğine, sonra da kanatlanıp nasıl kelebek olduğuna hayranız. Dahası tüm bu başkalaşım evrelerini ilham eden Allah’a hayranız.

KELEBEK

Tırtılın bir gün kelebek haline dönüşeceğini çoğu kimse kestiremez. Çünkü ikisi arasında bayağı fark vardır. Biri kanatsız solucanı andırır, diğeri ise rengârenk kanata sahip uçuşan bir küçücük böcek pozisyonundadır. Dişi kelebek sanki bir yerden emir almışçasına erkek kelebek tarafından döllenmiş yüz veya birkaç bin arasında yumurtasını yaprağın yanına bırakır. Bırakması da gerekir. Çünkü neslin devamı için buna mecburdur. Düşünsenize daha henüz tırtıl larva aşamasındayken vaktaki güç kazanır o gün geldiğinde yumurta kabuğunu kırıp kurtçuk halde dışarı çıkmasını bilecektir. Peki, dışarı çıkınca ne olacak. Tabii ki ilk iş hemen yanı başında bulunan yaprakları yeyip kendini beslemeye almak olacak. Özellikle dut yaprağı birinci derece gıda kaynağı olup, yeteri kadar bu kaynaktan beslendikten sonra zaman içerisinde alt dudağının altında dökülen salgı bezinden çıkan sıvı iplik şekline dönüşecektir. Peki sonrası? Sonrası malum ipek ipliği ile yaprağa tutunup vücudu etrafında kendine bir ağ örecektir. Ki; bu ördüğü ağ ona koza olur. Derken koza içerisinde geçirdiği bir takım değişimler sonucu pupa (krizalit) devresine adım atılır. En nihayet aylar süren bir süreç tamamlandığında izleyenleri mest eden renkli kanatlı kelebeğin kırlar veya bayırlarda çiçekten çiçeğe dolaşıp uçuştuğuna şahit oluruz. Anlaşılan tırtıl, bir zamanlar yaprağın üzerinde sürünürken gün gelip kuş misali uçacağını kendisinin bile inanmayacağı bir uçuşa geçmektedir. Şimdi o bu durum karşısında; “Bir zaman yumurtaydım, sonra tırtıl, daha sonra koza ve en nihayet herkesin gıpta ile seyrettiği ve etrafa neşe katan bir kelebeğim” diye övünse yeridir. Bir başka en ilginç yönü de ince hortumu vasıtasıyla bitki sularını içmesidir. Ki, buna mecburdur. Çünkü onu yaratan çene ve gagadan mahrum yaratmış. Neyse ki hortumuyla önce konduğu çiçeği kontrol etmekte, ardından gereken besini alıp Yaratana şükretmekte.

ATEŞ BÖCEĞİ

Geceleyin kırda bayırda dolaştıysanız bir anda etrafınızda yansıyan ve boşlukta dalga dalga bir ışığın parladığını görmüşsünüzdür. İşte o ışık saçan fener ateş böceğinden başkası değildir. İlginçtir böceğin vücuduna giren oksijenin sinir ağıyla reaksiyona girip, daha önceden var olan karnında ki beş çeşit kimyasal maddeyle sentezlenince etrafa ışık saçabiliyor. Bu ışık sadece etrafı aydınlatmakla kalmayıp, aynı zamanda erkek ve dişi ateş böceklerin kendi aralarında irtibatı sağlayan bir iletişim şebekesi işlevi de görür. Böylece bu işaretleşmeler sayesinde izdivaç gerçekleşmiş olur.

ELMA KURDU(Sinek)

Yuvasız hayvan olmaz elbet. Çoğu hayvan kendini korumak adına kendi çapında yuva yapma için uğraşıp dururken, öylesi var ki; hiçbir zahmete katlanmadan kendini tatlandırılmış bir ortamda bulmanın zevkini yaşar. Sözünü ettiğimiz şey sineğin oluşum evresiyle ilgili elma kurdundan başkası değildir. Belki yazın elma ağaçların etrafında uçuşan sinekler dikkatinizi çekmiş olabilir. Belli ki iş olsun diye uçuşmuyorlar. Dişi sinek olgunlaşmış elmanın üzerine konduğunda hemen vücudunun altında yer alan keskin tüpüyle delik açıp tüp içerisinde ki yumurtalarını elmanın içerisine şırınga edebiliyor. Böylece enjekte edilen yumurtalar bir süre sonra tıpkı bir çocuğun anne karnında dokuz aylık geçirdiği embriyolojik gelişmenin bir başka benzer aşamalarını tamamlamasıyla birlikte kurda dönüşecektir. Ta ki bu durum elma karnında zevki sefa içerisinde beslenip sonbaharla birlikte elmalar olgunlaşıp ağaç dibine düşene kadar devam eder. Derken sonbahar onun için bir doğum günü olup, tıpkı anne karnında doğan çıplak çocuk misali elma rahminden dışarı çıktığında toprağı için için oymaya başladığında yazlık hayatından kışlık hayatına sürünerek göç eyler. Toprak bu noktada elma kurdu için ikinci bir ana rahimdir. Tabii bu ikinci ana rahminde başkalaşım evreleri var olup, söz konusu aşamaları geçirdikten sonra yaz mevsimi kabuğundan çıkıp karşımıza sinek olarak çıkar. İşte sinek dediğimiz, aslında önce yumurta, sonra elma içerisinde kurt ve en nihayet toprak ana rahminden dışarı çıkıp havada uçuşan çift kanatlı bir canlı demektir.

SİVRİ SİNEKLER

Sivrisinekler tıpkı tırtıllar gibi başkalaşım geçiren böcekler olup, başkalaşım evreleri dört safhada gerçekleşir. Nitekim yaz kış demeden hangi başkalaşım evresinde olursa olsun fark etmez gerek su içerisinde geçireceği yumurta, larva ve pup evreleri, gerekse karada geçireceği olgunlaşma dönemleri başarıyla tamamlanır. Geçirmiş olduğu evrelerden anlaşıldığı üzere az bir su gölcüğü onun bu aşamaları geçirmesine yetiyor, artıyor da. Fakat yinede her aşamasında bir takım şartların oluşması gerekir. Mesela yumurtadan çıkacak olan yavrular için optimal sıcaklığa sahip bir ortam olması gerekir ki gelişebilsinler. Aksi takdirde aşırı sıcak veya kuraklık yumurtaların oluşumunu sekteye uğratabiliyor.

Sivrisineklerin en belirgin özelliği insan veya hayvan kanı emmesidir. Sineğe kan emme ilhamını veren Allah, parmağımızdan çıkan harareti hissetme yeteneği de verecektir elbet. Öyle de zaten. Nitekim parmaktan çıkan hararet havada dalga oluşturduğundan duyargası vasıtasıyla hemen fark eder de. Bu arada sivrisinek kan emer emmez, kanın pıhtılaşmasını önleyecek sıvı çıkarmayı da ihmal etmez. Demek ki etrafımızda vızıldayarak uçuşmalarının sebebi hep bu kan içinmiş. Aynı zamanda bu sesler erkek ve dişi sivrisinekler arasında çiftleşme melodileri olarak değerlendirilir. Şurası muhakkak sivrisineklerin bitki ve meyve sularını emerek beslenen türleri de mevcut.

Bu arada sivrisineklerden hoşlanmamız gayet tabii bir olay olarak karşılamak gerekir. Çünkü sarıhumma, fil hastalığı ve sıtma gibi hastalıklar onun vasıtasıyla bulaşmakta. Neyse ki virüs kaynaklı hastalıklar bunlar tarafından taşınamamaktadır. Bu yüzden bu kadarına şükr etmek en doğrusu.

Birde karasinekler var ki; Yüce Allah onları üç bacaklı, ayaklarını iki tırnak olacak şekilde yaratmış. Böylece bu ayak yapısı sayesinde tavanda bile gezinebiliyorlar. Belli ki minicik ayak tırnaklarına yerleştirilen yapışkanımsı madde her tür zeminde yürümesini kolaylaştırabiliyor. Onlar gezine dursun, şu da bir gerçek bunlarda tıpkı sivrisinekler gibi mikropların barındığı yerlere konması dolayısıyla birtakım hastalıkları tetikleyecek şekilde gezinip duran hayvanlardır. Bu yüzden onların bulunduğu ortamlarda açıkta yiyecek bırakmamakta sayısız faydalar var elbet. Neyse ki onlarla iç içe yaşamamıza rağmen yine de pek sık hastalanmayız. Allah-ü Teala söz konusu sinek kanatların birini panzehirli yaratması hasebiyle diğer kanadıyla taşıdığı zehir etkisiz hale gelebiliyor. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v) yemeğe düşen bir sineğin tamamının batırılması noktasında tavsiye buyurup, böylece 1400 yıl öncesinden sinek kanatlarından birinin panzehir olduğuna işaret etmiştir. Ki; İbnu Mace’de Ebu Saidi’l Hudri (r.anh)’tan rivayet bir hadisi şerifte; “Sineğin iki kanadının birinde zehir, diğerinde şifa vardır. Eğer bir tarafı yemeğe düşerse, onu içine iyici batırın (sonra çıkarıp atın). Çünkü o, önce zehri (kanadını banar), şifa(lı kanadı) geri bırakır” diye buyrulmuştur.

KARINCALAR

Sosyalleşmeden bahsederiz, ama her nedense bir türlü karınca misali sosyal olamıyoruz. Zaten karıncalardan yeteri kadar ders alınsaydı, belki de sosyal hayatımız kararıp solmayacaktı. Baksanıza karıncalar küçük varlıklar olmasına rağmen vücutlarının 50 kat üstü yük kaldırabiliyorlar. Üstelik yaptığı işi severek yapmaktalar. Keza bir insan da karınca misali işini severse birçok işi yapacak düzeye gelebiliyor. Demek ki karıncalar kemiksiz zayıf yaratıklar görünse de yaptığı işlere bakınca güçlü varlıklar olduğu ortaya çıkıyor. Bir kere kendi aralarında iş bölümü yapması onları daha da güçlü kılan bir husus... Düşünsenize dünya üzerinde 10 bin çeşit karınca türünün hemen hepsi küçücük yaratıklar, ama güçlü çene yapılarıyla sert yiyecekleri bile parçalayacak güce sahipler.

Öyle karıncalar var ki; kendi dışında bir takım hayvanlardan istifade edebiliyorlar. Nitekim Aphide ve Coccid gibi obur minicik böceklerden bile bir inekten süt sağar misali emip beslenebiliyor. Yine bir başka karınca çeşidi var ki bitki biti diye bilinen böceğin suyunu (şekerli bal özü) toplayıp en iyi şekilde yararlanabiliyor. Anlaşılan bu tipler geçimlerini hayvancılık üzerine kurup yaprak biti ve yeşil sinek yetiştirmeye adamış durumdalar. Özellikle bu iş için sonbahar mevsimi bulunmaz bir fırsat teşkil eder. Yani bu mevsim bitki bitlerinin yeraltında karınca yuvalarına taşındığı güz dönemidir. Malum ilkbahar geldiğinde ise bitki biti yumurtasından yumurtalar çıkmasıyla birlikte yavru bitler ot kök odalarına aktarılır. Tabii taşınacakları mekân mısır kökü olursa daha iyi olur. Çünkü yavru bitler en çok mısır köklerinden hoşlanırlar. Derken mısır köklerine nakledilme işlemi mısır filiz verene dek sürer. Böylece karıncalar emeklerinin karşılığı onlardan bal elde etmiş olurlar. Belli ki bahçıvanlar; karınca ve bitki bit kökleri arasında ortaklaşa işbirliğine dayalı düzenin en canlı şahidi konumunda olmaları hasebiyle bu tip bitki bit böceklere karınca ineği demişlerdir. Bahçıvanlar gayet iyi biliyorlar ki sıvı damlalarını toplayan karıncalar olmasa yapraklar damlacıklarından geçilmeyecekti. Bu yüzden bahçıvanlar karıncalara teşekkür borçlular. Hakeza karıncalarda öyledir. Yani ortada karşılıklı yardımlaşma söz konusu. Zira karıncalar bit sayesinde hem kendine, hem de diğer karıncaların beslenmesine vesile olmaktalar. Zaten karıncalar bunun gereği olarak bitleri kendi yuvalarında konuk etmekle kalmayıp onları kışın ayazında korumanın yanı sıra bahar yaklaştığında otlanmalarını veya güneşlenmelerini sağlıyorlar. Hatta güneşlenen yumurtaların çatlayıp neslinin devamına yardımcı olurlar.

Peki, bitki bitinin yumurtası olur da karıncanın olmaz mı? Elbette olur. Mesela bir kraliçe beyaz karınca var ki; günde 30.000 yumurta bırakıyor. Nasıl oluyor demeyin. Belli ki onu yaratan beyaz karıncanın profilini yumurtası içerisine kodlamış. Dile kolay 30.000 yumurta, sene hesabına vurursak rakamlar daha da büyüyecektir. Anlaşılan olaya “Doğa ana” gözüyle bakanlar bu sayı karşısında tabiat tufanında boğulmaya mahkûm kalacaklardır. Bizler ise Yaratıcının kudreti karşısında bir kez daha şükrümüz artacaktır.

Güney Amerika’nın bazı bölgelerinde öyle karıncalar var ki; meyve bahçeleri veya koruları istila etmeleriyle birlikte yaprakları bir bir kıyıp gübre haline getirirler. Bu arada yuvalarına dönüşü sırasında beraberinde şemsiye tarzı yaprak üzeri taşıdıkları minicik karıncalar dikkat çeker ki; bunlara şemsiye karıncalar denilir. Derken yolculuğun sonunda güçlü çeneleriyle taşıdıkları yaprakları iyice çiğneyip yumuşatmanın ardından mağaralara sermenin mutluluğunu yaşarlar. Böylece emeklerinin karşılığında yetişen mantarlar karıncaların beslenme kaynağı olur.

ÖRÜMCEK

Örümcekleri gören sanır ki çok uysal hayvanlar, oysa saldırgandırlar. Hatta birbirlerine bile dalaşıverirler. Bu yüzden hepsini bir arada görmek pek mümkün olmaz. Yani bizim anladığımız manada onlarda aile hayatı yoktur, aksine bireysel takılan yaratıklardır. Bu arada dışarıdan bakınca cinsiyetini belirlemekte çok güçtür. Çünkü testis karın boşluğuna gizlenmiştir. Hayat süreleri ise 15 ayla sınırlıdır. Yüce Allah örümceğin beslenmesi için vücudun arka bölümüne bez yerleştirdiği gibi kendisini saklaması içinse yuva kurma ve avını kuşatmaya elverişli sıvı madde (ipek meydana getiren sıvı) yaratmış. Bir kısım örümcek var ki; avlarını sıçrama hamle ile avlamaktalar. Keza bir kısım türler var ki; avını ördükleri ağ vasıtasıyla tuzağa düşürmekteler. Hatta av operasyonununa ara verip istirahata çekilmiş olsalar bile ördükleri ipliğin titreşimi sayesinde ağa düşen her avdan anında haberdar olabiliyorlar. Genellikle çekirge, sinek ve eşek arısı gibi böceklerin ayaklarına telin dolanması sonucu ağa düşmesiyle örümceğe yem olması bir olmaktadır. Hatta bazı türler var ki bunlar sadece böceklerle yetinmeyip yavru kuş, amfibyum ve sürüngen gibi yaratıklarda avları arasına girer. Sonuçta hangi türden olursa olsun, genel itibariyle örümcekler kıskıvrak yakaladığı avını çıkardıkları zehir salgısıyla anbean felce uğratabiliyorlar. Sadece felç etse gam yemeyiz, aynı zamanda felç haline getirdiği avını limon gibi sıkıp şiraze haline getirdiği sıvıyı emmek suretiyle yudumlayıverirler de. Afiyetle yudumlamanın ardından arta kalan içi boş kabuklar uygun bir yere (dışarı) atarlar. Örümceğe ve onun yaratılışında sırra bak ki ağız kısmı güçlü olmamasına rağmen tuzak, hile derken avını alt edebiliyor. Yani bu işi 8 bacağında zehir içeren kancalar sayesinde başarmakta. Dahası çengeller avını delmeye ve akıtmaya fazlasıyla yetip, deldiği yerden zehri sızdırmasıyla birlikte avını şaşkın hale getirebiliyor.

Malum böcekler genellikle altı bacaklı olup, örümcekler ise sekiz bacaklı, antensiz ve kanatsızdırlar. Neyse ki örümceklerde anten işi üstlenecek ağzın uç kısmında pedipalp denen çıkıntılar var. Pedipalp bacağa benzediğinden olsa gerek bunlara duyu bacakları denmekte. Peki, bunlar ne işe yarar derseniz, elbette ki hem iletişimi sağlar, hem de üreme zamanı biriken spermaların transferinde çiftleşme organ vazifesi görür. Bu durumda erkek örümceğin pedipalpi spermalarla dolduğunda dişi aramaya koyulacağı muhakkak. Fakat dişi örümcek arayım derken canından olmakta var. Madem öyle tedbir babından izdivacının başlangıcında dişiden uzak bir mesafede sevgi gösterileri sahnelemek gerekir. Çünkü yakın kalmakla işin sonunda yakayı ele verme riski söz konusudur. O halde bir şeyler yapmalı, yapılır da. Şöyle ki; ilk evvela sevgi şovuyla dişinin aklını çelip açlık hissi unutturulmaya çalışılır, sonrasında ise döllenme hedeflenir. Hatta yanında erzak olarak taşıdığı böceği ikram edip yaklaşmayı dener, ama sevgi dansından bitap düşen erkek örümcek sonunda avlanmaktan kurtulamaz. Tabii bu arada kaçmayı başaranlar da var. Sonuçta ister yakalansın ister yakalanmasın biriktirdiği spermalar vasıtasıyla vuslat gerçekleşir de. Derken 20–60 gün sonra döllenmiş yumurtalardan çıkan yavrular hayata adım atmış olurlar. Anne örümcek yavrularına o kadar şefkatlidir ki onları babasından mahrum bir vaziyette sırtında taşımakta bile. Solunum ise deri kıvrımı görünümdeki kitap akciğerler vasıtasıyla gerçekleşir.

İlginçtir örümcekler kılcal damarlardan yoksun canlılardır. Dolayısıyla açık dolaşım sistemine sahipler. Bu arada ördükleri ağlar üçgen, dörtgen ve trapez görünüme haiz şaheser niteliğinde. Tabiî ağ örmeyen cinslerde mevcut. Malum ağ ören örümcekler, karın altlarında üç çift ağ organa sahip olmakla dikkat çekerler. Öyle ki bu üç organın dışarıya çıkışını sağlayan minicik kapılar(gözenekler) bile var. Anlaşılan bu kapılar süs olsun diye yaratılmamış, bilakis karınlarındaki salgı bezlerden salgılanan sıvılar minik kapılardan çıktığında havayla temas sonucu sertleşip ağ iplikler oluştursun diye konulmuş. Böylece minicik deliklerden (kapılardan) çıkan sertleşmiş sıvıyı (teli) örme işi bu noktadan sonra kendilerine düşer. Bunu nasıl yapıyor derseniz, tabiî ki önce kendine uygun bir yer seçerek gerçekleştirir. Bu seçtiği yer ister bir ağacın uç noktası, ister bir odanın tavanı olsun fark etmez, her halükarda bir şekilde ağının ucunu yapıştıracak bir yer bulabiliyor. Derken konakladığı yere bağladığı ağın ucunu yapıştırıp bacaklarıyla iyice preslemenin ardından ağ akışın devamını sağlar. Sonrasında ise kendini boşluğa bırakmanın ardından her bir incecik teli toplayıp dokuma sanayine taş çıkartacak türden nakış işlemeli dairevi şekiller örmeye başlar. Böylece örme işlemi tamamlandığında ağın iskeleti ortaya çıkmış olur. Hatta ördüğü ağ üzerinde ayaklarının altındaki çengel veya vücudunun yağlı olması sayesinde yapışmadan rahatlıkla kayık misali süzülüp gezinti bile yapabiliyor.

Demek ki ağ hem bir harika sanat eseri, hem de av yakalamak için iyi bir kapan. Bir sinek düşünün ki; ağa konmaya dursun anında örgü ağına yapışık vaziyette kalıp kendisini ağın ortasında bulur. Böylece tuzağa düşmüş sineğin çırpınışları örümceğin zehirlemesiyle hayatı sonlanır.

Hazır örümcekten söz etmişken Sevr mağarası kıssasını da bu arada zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki;

Müşrikler Peygamberimizin öldürülmesini göze alacak kadar ölçüyü kaçırmışlardı. Cibril Emin Rasulüllah’a durumu vahiyle haberdar ettikten sonra Allah-ü Teala İsra suresinin 80. ayetini kalbine şöyle vahy etti:

-Ey Rabbim, beni dürüst bir girişle yeni yurduma girdir. Dürüst bir çıkışla yurdumdan çıkar. Kendi canibinden bana yardımcı olan bir delil ve güç ver.

Habib-i Ekrem (s.a.v)’e gelen vahyin talimatı üzerine Hz. Ali’yi çağırdı ve ona:

—Ya Ali bu gece yatağımda benim yerime sen yatacaksın, dedi. O da öyle yaptı zaten. Fakat Kureyş Habib-i Kibriya’nın evini akşamüstü çembere almıştı. Elbet onu koruyan bir güç olacaktır. Nitekim Rasulüllah’da hane halkıyla vedalaştıktan sonra kapıyı açıp Yasin süresini okuyarak tan müşriklerin arasından geçip haneyi saadetinden ayrılabilmiştir. Zaten Allah-ü Teâla bu durumu ayeti kerime de:

-Biz onların önlerine bir set... koyduk da onların üzerini örtüverdik. Artık onlar göremezler beyan buyurmuşta.

Gerçekten de önlerinden geçtiği halde onu ne gördüler ne de bir sese şahit oldular. O Allah’ın ilahi koruması altında bir kelebek misali aralarından uçuverdi.

Şimdi Mekke onsuz öksüz. Öyle ki Medine yoluna koyulmadan önce doğup büyüdüğü topraklara son kez tutku gözlerle baktı. Ardından sadece sıla hasreti kaldı. Yani artık onun için hicret kaçınılmazdı.

Hz. Ebubekir Allah Resulünü bekliyordu ki birazdan geldiğinde birlikte Sevr’e yürümeye koyuldular. Mağaraya geldiklerinde yorgun düşmüşlerdi. Nebiyi Ekrem Ebubekir’in dizine başını koyarak uyumaya başladı, ama birazdan yüzüne düşen nazlı gözyaşı damlaları uyanmasına yetmişti bile. Rasulullah Ebubekir’e baktı:

-Ya Ebubekir neler oluyor?

Hz. Ebubekir (r.a);

-Bir yılanın deliğinden çıktığını gördüm, sana zarar vereceğini düşünerek ten ayağımla deliği kapatmaya çalışırken ayağımı ısırdı, canım yandı, bunun üzerine gözyaşımı tutamadım.

Allah Resulü tükürüğünü ayağına çalınca Ebubekir rahatlayıp, bir anda sızı diniverdi.

Mağarada bunlar olurken Ebu Cehil başta olmak üzere Peygamberimizin evine girdiklerinde yatağında bulamamışlardı, onun yerine Hz. Ali yatıyordu. Tabii Ali’yi sıkıştırmaya başladılar:

-Derhal söyle, nerede O?

Hz. Ali (k.v):

-Geceleyin çıkıp gitti deyince, tez elden iz sürmekle meşhur Müdlic’e yüz deve karşılığında teklif götürülerek Rasulullah’ın ve Ebubekir’in izlerini iz sürüp ilerlemeye başladılar. Derken mağaranın kapısına kadar dayandılar. Bu arada Hz. Ebubekir’in rengi sararmıştı. Çünkü müşrikleri yakından görüyordu. Resulü Ekrem(s.a.v):

-Ya Ebubekir korkma! Allah bizimle beraber, dedi.

Müşrikler örümcekle örülmüş mağara girişini görünce:

-Baksanıza örümcek örmüş burayı, dolayısıyla boşa vakit geçiriyoruz deyip mağaranın kapısından döndüler. Bu noktadan sonra Ebubekir rahatlamıştı. Kendisi için değil tabii, Resulü Kibriya’nın başına bir hal gelmemesi içindi. Nitekim derin bir nefes almıştı o an.

Sevr mağarasına üç gün boyunca Hz. Ebubekir’in oğlu ve hanımı tarafından yemek taşındı, iaşeleri giderildi. Ebubekir’in oğlu iman etmemesine rağmen hem oğul olarak görevini yaptı, hem de sırrını sır bilip, bu durumu saklamayı bildi de.

Mağarada geçen üç gün, aslında üç asra bedeldi. Zira o üç günün önemini Hz. Ömer’in şu sözlerinden daha iyi anlayabiliriz. Bakın Hz. Ömer diyor ki:

-Vallahi Ebubekir’in o mağarada bir gecesi Ömer’den ve Ömer ailesinden daha hayırlıdır.

Bu sözler gerçekten mağaranın mağara olmanın ötesinde bir başka anlam çağrıştıran yönü olduğunu ortaya koyuyordu.

ARILAR

Geçim kaynakları bal olup koloni halinde yaşarlar. Öyle ki koloni de bir kraliçe, birçok erkek arı ve binlerce işçi arı vardır. Özellikle işçi arılar bütün gün topladıkları nektar ve çiçek tozlarını diğer işçi arkadaşların (arıların) yardımıyla bala çevirip hem kendileri beslenir, hem de insanlara şifa kaynağı olurlar. Tabii tüm bunlar büyük bir iş bölümü sayesinde gerçekleşir. İlginçtir arılar iğnesiyle soktukları canlının canını yakmakla birlikte akabinde kendisi de birkaç saat içerisinde mevta olur. Fakat Kraliçe arı bundan müstesnadır. Çünkü o bir iğnesini bir kullanımlık kullanmakla ölmez. Dolayısıyla müteaddit defalar kullanma lüksüne sahiptir. Malum erkek arıların iğneleri yok, zaten ihtiyaç duymazlar da. Nitekim hayat boyu asalak yaşarlar.

Adı: İşçi arı.

Cinsi: dişi.

Bunlar çiçek çiçek dolaşıp Allah tarafından yaratılmış hortumlarıyla ortalama 2000 çiçek üzerinde nektar toplamakla meşgul arılardır. Tabiî ki bal arısı önce kaynak keşfi yapıp, sonra kendine özgü danslarıyla arkadaşlarına gideceği yeri bildirecektir, bildirir de. Şayet konaklayacağı çiçek güneş yönündeyse (batı) kovanın üst kısmına doğru dikey hareket edecek demektir, yok eğer güneşin aksi istikamet (doğu) doğrultusu ve kovanın alt tarafından dans ediyorsa işe koyulacak manasınadır. Yani sabah başka, akşam başka uçuş yönü tatbik edip toplayacağı nektarları beraberinde götürdüğü heybesine doldurur. Derken yuvalarına döndüklerinde topladığı nektarlar 8 rakam görünümlü dans eşliğinde kovandaki bal kümeleri üzerine bırakılmak üzere görevli işçi arılara teslim eder. Böylece toplanan nektarların işleme alınması sağlanarak kovan içerisindeki arının salgıladığı özel bir kimyasal sıvıyla birlikte bala çevrilir. Bu arada kimi işçi arılar var ki; karınlarından sızan bal mumundan altıgen petek örmekle memurdurlar. Netice itibariyle tıpkı bal imalatında olduğu gibi bal mumu da şifa kaynağı olarak hizmete sunulur.

Adı: Erkek arı.

Cinsi: erkek.

Kovanın içerisinde asalak halde yaşamalarına rağmen en önemli vazifesi zifaf uçuşu sırasında kraliçe adayını döllemektir. Zaten zifaf sonrası misyonları sona erdiğinden dolayı işçi arılar tarafından hayatlarına son verilir.

Adı: Kraliçe arı.

Cinsi: dişi.

Asıl görevi yumurtlamak olup neslin devamını sağlamaktır. Keza yumurtladığı arılara başkanlık yapmakta görev kapsamındadır.

Bilindiği üzere “tek taşlı” yabani arılar olduğu gibi konaklayacağı mekânları kum ve çamurdan inşa eden arılar da var. Mesela özellikle yabani arılar yuvalarını ahşap liflerinden kurup, kâğıt üretiminin bitki liflerinden yapılacağı noktasında insanlığa rehber olmuşlardır. Bu yüzden Jacob Schaffer, yabani arıları ilk kâğıt üreten firmalar olarak ilan etmiştir. Hatta ilan etmekle kalmamış barınaklarında biriken ilkel ham kâğıt maddesini kullanarak kâğıt yapmayı düşünmüş ve başarmışta..

Bir yandan insanlar kâğıt sanayinde ilerlemenin sevincini yaşarken, öte yandan eşek arılar kâğıttan yapılmış yuvalar içerisinde hayata göz kırparlar. Bu harikulade kâğıt yuvaların inşası önce kraliçe eşek tarafından kıymık toplanmakla, sonrasında ise toplanan kıymıkların ağından saldığı tükürükle yumuşatılıp hamur haline getirilme işlemiyle gerçekleşir. Böylece kraliçe arının başlattığı bu inşaat kimi zaman ağaç, kimi zaman yerin altı olabiliyor. Derken hamur kıvamını aldıktan sonra geometrik kurallara uygun tarzda inşa edilen petek izleyenleri hayretler içerisinde bırakır. En nihayet peteklerin üzerine kâğıttan şemsiye kurup yumurtasını buraya bırakmasıyla birlikte bu faaliyet tamamlanmış olur. Yani kraliçe arı döllenmemiş yumurtaları erkeklerin odasına, döllenmiş yumurtalar ise doğacak olan işçi arıların kalacağı yer veya müstakbel kraliçe adayların koğuşuna yerleştiriverir. Zaten işçi arıların doğmasıyla birlikte kâğıt yapımı iyice hız kazanıp, yuvalar şişirilmiş bir balon büyüklüğüne ulaşır.

ARIM BALIM PETEĞİM

Bir an arı kovanına konuk olduğunuzu düşününüz, koloni içerisinde ana arı liderliğinde işçi arı ve erkek arı olmak üzere üç farklı karakterde arı böcekler olduğu görülecektir. Malumunuz Kraliçe arı, kovanı idare eden baş olmanın yansıra aynı zamanda yumurtlama görevi de üstlenmiş bir ana arıdır. Ve ana arının dakikada 2 yumurta yumurtladığı belirlenmiştir. Hele bu hesabı günlük hesaba döktüğümüzde günlük takriben 2500 adet yumurtayı yumurtladığı görülür.

Öyle anlaşılıyor ki arı ailesinin planlı ve dengeli bir şekilde üreyip çoğalması Kraliçe arının (ana arının) kendi isteği ve kontrolörlüğünde gerçekleşmektedir. Böylece Kraliçe arı dilerse dişi, dilerse erkek arı yumurtlayabiliyor. Nasıl mı? Bikere şunu unutmayalım ki Kraliçe arının vücut yapısında spermaların bulunduğu bir çanak vardır. Çanak aynı zamanda bir işaret niteliğinde bir göstergedir. Kraliçe arı yumurtlayıp eğer çanağı buruşturursa yumurtanın döllendiğine işaret teşkil edip bir süre sonra yumurtadan dişi çıkacağı anlamını taşır bu. Yok, eğer çanağı büzmezse yumurtanın döllenmediğinin anlamına gelip içerisinden erkek arı çıkacak demektir. Kelimenin tam anlamıyla erkek arılar dölsüz yumurtalardan meydana gelirken işçi arılarda döllü yumurtalardan meydana gelmekte. İlginçtir bu arada dünyaya gelen dişi arılardan hangisi önce doğarsa arı beyi (ana arı) önceliği hakkı ona tanınır. Hatta sadece Arı beyi hakkı tanınmakla kalınmaz bu arada ileride kendisine rakip olabilecek diğer kendi cinsiyetinden dişi arıları öldürme hakkı da tanınır. Anlaşılan, Yüce Allah (c.c) her bir arı kovanı için arıları idare edecek tek bir Kraliçe arı beyini baş tayin etmeyi murad etmiştir. Öyle ya, şayet bir arı kovanı topluluğunu idare edecek ikinci bir başkan daha çıkmış olsa, evliyaullahtan bir Allah dostunun da dile getirdiği “Bir kilime on derviş sığar ama iki padişah sığmaz” gerçekliliğinin arı toplulukların idaresi içinde geçerlilik arz eden hakikat payı olacaktır. Nitekim ilerisinde ikilik çıkmasın diye potansiyel lider konumunda olabilecek dişi arıların bir kısmı öldürülmek suretiyle arı topluluğunun bölünüp parçalanmasının önüne geçilmiş olunur da. Bu arada hazır liderlikten söz etmişken Peygamberimiz (s.a.v) bakın bu hususta ne buyuruyorlar: “Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarında birini başkan seçsinler” (Ebu Davud, Cihad 80). İşte hadis-i şerifin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere birlik ve dirlik için başkanlık sistemi tüm canlı toplulukların kaosa sürüklenmemesi açısından ilaç gibi gelmektedir dersek yeridir. Hele bu ilaç her bir kolonide bal yapımına yönelik çalışan bir topluluksa tek bir kolonide tek bir Kraliçe arının başkanlık etmesi şarttır da.

Her neyse asıl mevzumuza döndüğümüzde oldu ya, arı kovanı nüfus bakımdan aşırı kalabalıklaştı (80-100 bin arası), bu durumda bal arılarının bazıları ister istemez Arı beyi (ana arı) başkanlığında yeni bir yuva kurmak için göç etmek zorunda kalacaktır. Zaten arı kolonilerinde kış mevsiminde sadece dişi arılar koloniyi mesken tutarken erkek arılarda ilkbaharda yeni sezonla birlikte görülerekten mesken tutmuş olurlar. Peki, bu arada koloniden göç etmeyip de yuvada kalan diğer arıların hal ve ahvalleri ne haldedir derseniz, onlarda malum Kraliçe olacak genç dişi arı beyini (kraliçe arı adayı) daha tahta oturtmadan önce ilerisinde başkanlığını hakkını verecek şekilde zifaf uçuşunun hazırlıklarına koyulacaklardır. Nitekim bu uğurda genç arı beyi peşine erkek arıları takıp (birbiri ardına dizip) gruplar halinde yükseklere doğru uçuş yapmaya koyulduklarında, icabında bu uçuşlar esnasında erkek arılardan telef olanlar çıkabileceği gibi adeta etten duvar olup da ayakta kalabilen babayiğit erkek arılarda çıkacaktır. Ta ki ayakta kalabilen bu erkek arıların çiftleşme esnasında cinsel organları ve barsakları kraliçe arının (arıbeyi) karnında asılı kala kalır ancak o zaman görevlerini yerine getirmenin gönül rahatlığıyla hayata veda etmiş olacaklardır. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, kendi arı neslinin devamına katkıda bulunma adına gerektiğinde canda feda edile biliniyormuş meğer. Onlar canlarını feda ede dursun bu arada dişi arı da malum bu durumdan istifadeyle yumurtlayacağının ilk işaretlerini vererekten yuvanın yeni kraliçesi olurken, zifaf uçuşunun akabinde bir şekilde hayatta kalmayı başaran erkek arılar ise Arı beyi eşliğinde evlerinin yolunu tutup yuvalarına dönmüş olurlar. Tabii yuvaya dönmek iyi hoşta, ancak yuvaya dönüş ortamı bir öncekinden çok farklı bir hal alacaktır. Öyle ki hayatta kalan erkek arılar dönüş sonrasında yuvalarında yeniden konakladıklarında bir köşede inzivaya çekilmiş konumda sanki hiçbir iş yapmayacakmışçasına asalakça bir hayat tarzı bir portre çizeceklerdir. Her ne olursa olsun biz yine de insafı elden bırakmayıp asalakça demek yerine daha temkinli bir dil kullanmakta fayda var. Dahası onların bu halleri ilk etapta bize asalakça bir hayat tarzı gibi gelse de aslında böylesi bir inzivaya çekiliş hali tedbir maksatlı bir uygulama olduğunu düşünmemiz icab eder. Öyle ya, hadi diyelim ki Kraliçe arı öldü, illa ki neslin devamı için atıl durumda kalan bu arıların hâlihazırda bir güç takviyesi olarak devreye sokulması an meselesi diyebiliriz. İşte biz bu gerçeği beşer idrakiyle sonradan fark etmiş olsak bile yine de yuva içerisinde onların bir köşeye çekilmiş halde oturduklarına tahammül edemeyen yuvanın aktif halde çalışan arıları meseleye bizim fark ettiğimiz şekliyle bakmayıp günü geldiğinde yeri geldiğinde tepelerine çöküp iğneleriyle öldürdükleri de bilinen bir gerçekliktir.

Hiç kuşkusuz petek arının evidir. Üstüne üstük öyle sıradan bir evde değildir, tam aksine kimi arıların çeneleri vasıtasıyla bal mumundan altıgen şeklinde ördükleri şahika eser petek evidir bu. Düşünsenize ellerinde herhangi bir ölçüm aleti olmadığı halde bir bakıyorsun tüm dünyanın mimarlarına taş çıkartırcasına bal mumu salgılayaraktan altıgen mimari görünümlü petek ev inşa edebiliyorlar. Dışarıdan baktığında işin içine sanırsın ki usta insan eli girmiştir buraya, oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Bu işin patentinin bizatihi arılara ait olduğu o kadar net kendini belli eder ki inşa ettikleri yuvaya dışarıdan su sızmasına yönelik her türlü önlemleri bile almayı ihmal etmediklerini görürüz. Derken önceden planlanmış böylesi ustaca yalıtımı sağlanan yuvanın izolasyonu sayesinde hem küf mantar üremesinin önüne geçilmiş olunur hem de yavrularının ölümüne meydan verilmemiş olunur. İşte arı gibi daha pek çok böceklerin gösterdikleri bu tip ustalık maharetleri sadece yuva yapımı veya ev inşaatı faaliyetleriyle sınırlı da değildir. Zira daha pek çok maharet gerektiren örneklerin tümüne baktığımızda kendileri küçücük böcek türü canlı varlıklar olmalarına rağmen büyüklere taş çıkartırcasına boyundan büyük işlere damga vurduklarını görürüz. Nitekim gerek ipek böceklerinin koza yapımında gösterdikleri maharetler gerekse arıların bal yapımında gösterdikleri maharetler bunun en bariz tipik örneklerini teşkil eder. İşte bu nedenledir ki ipek böceği ve arı gibi böcek türü hayvanların küçücük kalıbına bakaraktan sakın ola ki onları hafife almayalım, zira o küçücük kalıbın içerisinde envaı türlü maharetlerin varlığı gizlidir. Hem hafife alsak ne yazar, onlar bir şekilde eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış tüm insanlığa kendi maharetlerini gösterircesine bir bakıyorsun altıgen prizma şeklinde inşa ettikleri peteğin her bölmesinin silindir şeklinde bir boşluk içerisinde son derece belli bir hesaba dayalı geometrik seçimin göstergesi diyebileceğimiz mükemmel şahika bir eser ortaya koyabiliyorlar. Gerçekten de işi hafife almayıp işin üzerine ciddiyetle eğildiğimizde neden bir başka geometrik şahika eser şeklinde değilde illa altıgen tercih nedenidir diye düşündüğümüzde, belli ki çok sayıda bölmelerin oluşumu için kendilerine alan açmak ancak böylesi bir altıgen tarzı tasarımla mümkün olabileceği gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Keza ancak böylesi bir tasarımla en az yer kaybına müsait bir ortamın oluşabileceğini idrak etmiş oluruz. Dolayısıyla arı gibi küçücük böcekleri hafife almak yerine ortaya koydukları şahika eserlerine bakaraktan ders almak daha aklı başında bir tutum olacaktır. Kaldı ki Yüce Allah (c.c) birçok Kur’an ayetlerinde beyan buyurduğu veçhiyle kullarından yerde ve gökte yarattığı küçük büyük her ne varsa tüm canlı cansız varlıklar üzerinde düşünüp ibret almamızı dilemektedir. Gerçekten de bu manada Yüce Allah (c.c) yaratılan varlıklar arasında arıları barınacakları donanım ve bal yapma kabiliyeti bakımdan yaratmakla hem biz aciz kullarının ufkunda kovan içerisinde nasıl bir geometrik işlemler yapıldığı hususunda düşünmeye sevk etmekte hem de yaratılış örneklerine tefekkür gözüyle baktığımızda yaratılış gayemize de ilham olmakta. Tabii bu arada unutmayalım ki ibretlik dersler çıkarmamız gereken hususlarda işi sadece bal mumuyla yuvalarını yapan arılarla sınırlı tutmamalı, malum ayağından bulundurduğu bal mumuyla yuvalarını yapan arılardan başka bize tabiatta ilham kaynağı ve örneklik teşkil edecek daha nice imar ustası arıların inşa faaliyetlerinden alacağımız ibretlik derslerde var elbet. Öyle ki tabiat şartlarında ağaç ve taş kovuklarını yuva olarak kullanan yabanı arılar da olduğu gibi mekânlarını kum ve çamurdan inşa eden “tek taşlı” arıları da bu kapsamda düşünmemiz gerekir. Nitekim bu tür maharet sahibi özellikleri haiz yabani arılar yuvalarını ahşap liflerinden kurmakla kâğıt yapımının bitki liflerinden imal edileceği noktasında insanlığa ufuk açıp rehber olmuşlar bile. Öyle ki bu noktada Jacob Christian Schaffer, yaptığı deneysel çalışmalara dayanak olarak gösterdiği yabani arıları ilk kâğıt üreten firmalar olarak tanımlamaktan kendini alamaz da. Merak bu ya, o sırasıyla;

-Önce arıların barınaklarında elde ettiği hamur kıvamı ham maddeleri ve arpa samanını parçalara ayırır,

-Akabinde hazır hale getirdiği saman hamurunu paçavra hamuruyla karıştıraraktan elde ettiği mamulleri su ile kaynatır,

-En nihayetinde kaynattığı mamulleri tokmak darbeleriyle kireç sütü içerisinde birkaç saat bekletip liflere ayırmak suretiyle kâğıt üretiminde kullanılabileceğinin mucitliğini cümle âleme göstermiş olur.

Tabii arıların ilham kaynağı oldukları maharetler bitmedi, dahası var elbet. Öyle ki; bir bakıyorsun bu söz konusu arılar kendilerine özgü özel ses sistemi donanımıyla donatılmaları sayesinde kovanını çok rahatlıkla bulma maharetini sergileyebiliyorlar. Böylece bütün gün çiçeklerden topladığı nektarları işleyerek insanlığa hem gıda ikram etmiş olurlar, hem de şifa kaynağı olurlar. Üstüne üstük tüm bu uğraşılar sadece kendi istifadeleri için değildir, üretilen balın yüzde biri bile tek bir arı için fazla gelebiliyor, geriye kalanı malum hem beslenmek hem de insanlığa şifa olsun babından bizlere sunulmuş olur. Bu yüzden tüm âlemi yoktan yaratan Yüce Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Nasıl şükretmeyim ki, baksanıza Allah-u Teâlâ kimi arılara çiçekler üzerine konup nektarlarından faydalansın diye karnındaki iki mideden birini özel bir enzimle nektarı karıştıracak ve bal imal üretecek şekilde yaratmıştır. Hiç şüphe yoktur ki arıya bal üretme ilhamını kodlayanda Yüce Rabbimizdir. Hele bir bal arısı düşünün ki kendisine hiçbir şey öğreten olmadığı halde ağaç ağaç, yaprak yaprak, çiçek çiçek dolaşıp şifa kaynağı bal üretim işine koyulabiliyor. Malumunuz nektar toplama görevini üstlenen arılar mesai sonrası zerre miskal hiç yolunu şaşırmaksızın yuvalarına kazasız belasız dönüş yapabildikleri gibi topladıkları nektarı kovanın içinde çalışan arıya nakledebilmekteler de. Petek görevlisi arı da gelen bu emaneti bal mumundan yapılmış peteğe aktarır, derken bal mumu petek dolana kadar bu döngü devam edip dururda. Tabii bunlar olması gereken faaliyetlerdir. Asıl bize bundan daha ilginç gelen husus arıların bilhassa mesai sonrasında kendilerini yolda haramilere kaptırmadan kovanlarını bulmakta son derece mahir kervan yolcusu olma özellikleridir. Doğrusu araştırmacılar bu noktada arıların gidiş ve dönüşlerinde yollarını şaşırmaksızın gün boyu önüne çıkan her bir cismi pusulasız bir şekilde çok rahatlıkla tespit edebilme kabiliyetlerini polarize ışık yardımıyla gözlerindeki yeşil alıcı hücrelerle algılamalarına bağlayarak yorumlarlar. Arılarda bir diğer dikkat çeken ayırıcı özellik ise dünyada ne kadar sayıda arı topluluğu varsa hepsinin de aynı ortak dille iletişim kuruyor olmalarıdır. İşte bu noktada kullanılan bu ortak dilin adına vızıltı dili dersek yeridir. İyi ki de her bir kafadan ayrı ayrı ses çıkmıyor, aksi halde ortada çok büyük karmaşıklık bir durum söz konusu olacaktı. Hiç kuşkusuz aynı ortak vızıltı sesiyle tabiatta seyri âlem eylemek kendi aralarında ki iletişimde çok büyük kolaylıkları beraberinde getirmesi sayesinde vuku bulmakta. Hem nasıl ki dünyada dilleri ve renkleri ayrı olan Müslümanların minarelerde okunan ezanı kendi ana dillerinde değil de orijinal dilinde okunduğunda aynı ortak dilde buluşturup namaz için hiçbir sıkıntı çekmeksizin ortak iletişim parolası olmaya yetiyorsa, aynı şekilde arılarda da vızıltı dili ortak iletişim parolası olmaya ziyadesiyle yeter artar da. Zaten biz bu gerçeği söylesek de söylemesek de arıların hemen hepsi tek bir dil çatısı altında yekvücut olup çoktan birbirleriyle anlaşabileceği dünya ölçeğinde ortak arı diline dayalı birliktelik oluşturmuşlar bile. Derken bu ortak dil birlikteliği sayesinde kovanın girişinde adeta elçilik görevi yapan ya da nöbet tutan bir bekçi arı kovanının başında giriş ve çıkışlarda güvenli bir şekilde aynı ortak dili kullanaraktan vazifesini çok rahatlıkla yürütüyor durumda olabiliyor. İşte aynı ortak dili kullanmak avantajı bu ya, bir bakıyorsun herhangi bir tehlike anında arının tek bir vızıltı sesi çıkarmasıyla birlikte kovandaki diğer arı arkadaşlarını kendilerini savunmak için acil eylem planına geçiş yapabiliyorlar da. Hatta arıların günün ilk ışık saatlerinde bir bakıyorsun çalışma esnasında vızıldamaların tonunu daha da artırdıklarını görmekteyiz. Bu arada unutmayalım ki arılar sadece peteklere bal yapmaz, buna ağaç kavukları, kayalıkların içi ve kuytu yerlerde dâhildir. Öyle ki bal yapmadan önce yuvanın her yerini polen, yani bal mumuyla sıvamayı da ihmal etmezler. Böylece bu arada sıvacılıkta da mahir olduklarını yaptıkları sıva yalıtımının gayet korunaklı bir şekilde ortaya koydukları izolasyon işlemlerinden de anlamış oluruz.

Evet, kulluk bilincinde olan müminlerin sabah ezanıyla yeni bir güne diriliş muştusu uyanışına geçmelerine vesile benzer bir hadiseyi her sabah görevli bir arının vızıldamasıyla koro halinde arıların işe koyuluşlarından da bu tip uyanışı görmek pekâlâ mümkün. Ki, kolonideki arılar arasındaki bu tip iletişim uyanışı arıların bizatihi kendi vücut dışına salgıladıkları feromon adı verilen kimyasal madde salgısıyla gerçekleşmektedir. Düşünsenize koro halinde yuvalarından rastgele çıkış olmadığı gibi bu sıradan bir yola koyuluşta değildir. Tam aksine daha önceden gideceklerin yerlerin bile yön tayininin bile tespiti yapılaraktan yuvadan çıkış ve yola koyuluş planlamasının ta kendisi bir koyuluştur bu. Peki ya dönüş planı? Hiç kuşkusuz gidişleri gibi dönüşleri de muhteşem planlamayla gerçekleşen bir dönüş projesi olur. Derken mesai sonrasında her bir arı görevlerini yerine getirmenin huzuruyla evin yolunu tutup yuvalarına döndüklerinde ilk iş kovandaki arkadaşlarına gittiklerin yerlerin adeta topoğrafık çalışmalarında edindiği bilgilerden tutunda çiçek çiçek topladıkları nektarların cinsine varana kadar hemen her bilgi paylaşımını vızıltı sesleri eşliğinde bir rapor halinde sunmak olur. İşte bu bilgi paylaşımı sayesinde nöbeti devr alan diğer arılarda ertesi günü vızıldayaraktan yola koyulduklarında tarif edilen yerlere uçuşmuş olurlar. Tabiî ki arıların planlı ve programlı bir şekilde ortaya koydukları sadece nektar toplamak ya da bal yapmaktan ibaret faaliyetlerle sınırlı değil, çok daha nice sırlarına vakıf olamadığımız ve daha nice bilmediğimiz programlı faaliyetleri de vardır elbet. Her ne kadar arı ve bal mucizesinin sırrı tam olarak çözülmüş olsa da sonuçta hani halk arasında “Aslan yattığı yerden belli olur” şeklinde sıkça dillendirdiğimiz atasözümüz, tamda bu noktada arıların daha ne gibi faaliyetlerde bulunabileceklerinin ipuçlarını akıllara düşürmeye ziyadesiyle yeter artar da. Nitekim arıların kendi çabalarıyla yaptıkları mekânları en ufak hata payı bile bulamayacağımız bir şekilde, yani mesken tutacakları yuvalarını geometri kurallara en uygun bir şekilde inşa etmeleri gerçekten de “aslan yattığı yerden belli olur” atasözünün tam da en bariz göstergedir. Hele birde bu göstergenin haricinde arıların inşa ettikleri peteklere trene bakar gibi bakmak şekliyle değil de araştırmacı gözüyle bakmaya çalıştığımızda sırlarına vakıf olmanın ötesinde büyük bir gıptayla hayretler içerisinde adeta kendimizden geçip kala kalacağımız muhakkak. Örnek mi? Mesela en basitinden işçi arıların bir durumuna bakıyorsun çiftleşme kapasitesi olan arıların peteklerinde rahatlıkla üremeleri için inşaat mühendislerine taş çıkartacak derecede değişik boyutlarda odacıklar inşa etmekte son derece hüner sahibi oldukları gözlerden kaçmaz da. Düşünsenize daha doğmamış işçi arılar için küçük odacıklar, erkek arılar içinde büyük odacıklar inşa etmeyi ihmal etmeyecek kadar işin erbabı oldukları her hallerinden kendini belli ederde zaten. Kelimenin tam anlamıyla “daha doğmamış bebeğe don biçmek” tarzında diyebileceğimiz bir ön görünün ve titizliğin neticesinde ortaya çıkan bir inşa faaliyetinin adı bir mucizedir bu.

Peki, bu titizlik sadece doğacak olan arılara özgü bir hassasiyet mi? Hiç kuşkusuz bu hassasiyet kendilerini ve yuvayı idare edecek olan Kraliçe arı için daha üst doruktadır. Bikere adı üzerinde arı beyi (Kraliçe arı), elbette ki yuvanın idaresini üstlenecek olan Kraliçe arı için hem ona hassaten özene bezene oda inşa edilmesini gerektirir hem de dişi larvalar içerisinden seçilecek olan kraliçe arının önemine binaen dişi arıların bakımlarının da tükürük bezlerince salgılanan arı sütünden beslenmelerini.

İşte arıların böylesi bir titizlik içerisinde adeta imece usulü tüm hazırlıkların garantici bir tutum içerisine girerekten işlerini hal yoluna koymaları mucizevi kayda değer bir hadisedir. Ki, işlerini hal yoluna koymaya mecburlar da. Çünkü arı sütüyle beslenen dişi larvalardan (yavruların) bir kısmının ilerisinde arı beyi olma ihtimali vardır. Öyle ya, madem bu ihtimal göz ardı edilemeyecek derecede hassasiyet gerektiriyor, o halde bu durumda dişi larvaların özel muameleye tabi tutularaktan arı sütüyle beslenmeleri son derece gayet tabii bir tutumdur. Nitekim bu bilinç doğrultusunda Kraliçe arı için şanına layık çok odanın inşasında en ufak ihmalkârlığa yer verilmez de. Böylece arıların annesi olarak seçilip yetişmiş olan Kraliçe arı da kendisine gösterilen bu ihtimam karşısında bir yandan döllenmemiş yumurtalarını erkek arılar için ayrılan odaya (petek gözüne) bırakırken diğer yandan da döllenmiş yumurtaları doğacak olan işçi arılar ve müstakbel kraliçe adaylar için ayrılmış odalara bırakaraktan sorumluluğunu gereğini yerine getirmiş olur.

Aslında arıların imece usulü çalışaraktan ortaya koydukları ilerisine yönelik hazırlıklı olunuz türünden yaptıkları inşa faaliyetlerinden çıkarmamız gereken ders şudur ki, biz aciz kullarında yaratılış gayemiz doğrultusunda hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışacak bir şekilde her an hazırlıklı olmamız gerektiğidir. Hem nasıl hazırlıklı olmayalım ki? Baksanıza arılar küçücük ten kafes içerisinde Yüce Allah’ın kendilerine yüklediği yaradılış kodları doğrultusunda dağ taş bayır ova demeden cansiperane bir şekilde vazifelerini yerine getirirken, bizim haydi haydi cümle mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilmiş kullar olarak daha çok çalışıp yaratılış gayemizin gereğini yerine getirmemiz icab eder. Nitekim bu manada Kur’an’da geçen arı ve bal mucizesi biz aciz kullara örnek gösterilerekten kulluk vazifemizi “fikir, zikir ve şükür” üçlü sacayağı üzerine inşa etmemiz gerektiğinin doğrudan mesajı verilir de. Madem öyle, verilen bu mesajdan hareketle arı olup vızıldayalım ki biiznillah “fikir, zikir ve şükür” balı gönlümüze ve ruhumuza sirayet etmiş olsun.

Bakınız, Allah Teâlâ “Rabbin bal arısına: dağlardan, ağaçlardan ve hazırlanmış kovanlardan yuva edin, sonra her çeşit üründen(meyve ve çiçek) ye, sonrada Rabbinin işlemesi için gösterdiği yollardan yürü diye öğretti(ilham etti). Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal (şerbet) çıkar. İşte bunda da düşünenler için ibret vardır” (Nahl 68–69) diye beyan buyurmakla balın esrarını gözler önüne seriyor. Ayet-i celilenin mana ve ruhundan anlaşılan o ki; bal hem besin, hem de doğal bir ilaç deposudur. Bal o kadar şifa kaynağıdır ki arılar dışkılarını bile baldan uzak alanlarda yapmaktalar.

Bal aynı zamanda şekerler bakımdan %79 kadarı zengin besin kaynağı olup yüzde yirmiye yakın dilimlerini de madensel tuzlar, azotlu maddeler, B kompleksi vitaminler, C vitamini ve A vitamini gibi içerikler oluşturur. Zaten balın içeriği bu denli zengin maddeler içermesiydi adından asla şifa deposu olarak söz edilemezdi. Öyle ya, mesela iskorbüt hastalığına (C vitamini eksikliği) yakalanmış bir şahıs bir bakıyorsun şifa kaynağı bal sayesinde derdine deva bulabiliyor. Hakeza şifa kaynağı balı karabiberle karıştırıldığında kronik bahar nezlesine iyi geldiği bilinen bir gerçekliktir. Yine bir bakıyorsun ameliyat sonrası cerrahi yaraların kısa zamanda kapanmasında doğal merhem olabiliyor.

Bu arada arım balım peteğim gözüyle baktığımız arıya birde metafizik boyut bir gözle baktığımızda tıpkı bülbülün güle meftun olduğu gibi arının da çiçeğe meftun olduğunu görürüz. Nitekim her haliyle meftun hale bürünmüş canlılara şöyle bir bakıyorsun o meftunluk (gönül vermişlik) hali örümceğe ağ yaptırırken, ipek böceğine koza ördürmekte, arıya da bal yaptırmakta. Hele canlılar arasında bilhassa arılar vızıldayaraktan aşklarını ilan ede dursunlar, bizlerde bu arada arıların bu meftunluk ilanı aşkları karşısında;

Arım balım peteğim

Gülüm dalım çiçeğim

Bilsem ki öleceğim

Yine seni seveceğim
” nağmeleriyle candan tebrik edip tüm bu olan bitenlerden ders çıkararak aşkla şevkle madden ve manen çalışıp arı gibi vızıldamak gerekir.

TERMİTLER

Genellikle termitler otçul olup, tropikal iklimde sosyal işbirliğine dayalı bir hayat yaşarlar. Termitler sosyal olmanın yanı sıra tükürük ve diğer salgılarını toprağı yumuşatmak için kullanıp sade yuva veya köşkler inşa edebiliyorlar. Hatta şahika eser diyebileceğimiz inşa ettiği mekânlarda çocuk odasından tutunda kiler, nöbetçi odaları ve mantar yetiştirme odalarına varıncaya kadar her türden bölmeler mevcuttur. Dahası hava dolaşımını sağlayacak tünellerden oluşan aircondition sistemi bile söz konusudur. Bunlar öylesine gökdelen yapmada mahirler ki Afrikalılar zaman zaman 6 metre uzunluğu bulan yuvaları yıkıp enkazdan arta kalan malzemelerden tuğla imal edebiliyorlar. Keza termitler vücutça bir santimetreyi geçmeyecek kadar küçük, ama belki de dünyanın en savaşçı ve karıncaya benzer böceğimsi hayvanlar olarak dikkat çeker. Her ne kadar beyaz karıncalar diye anılsalar da, bilakis onlar hamam böcekleriyle akraba topluluklardır. Kaldı ki en büyük düşmanları karıncalar, nasıl akraba olabilir ki.

Hele bir onların kolonisine düşmanları yanaşmaya dursun derhal ölümü pahasına da olsa adeta bir askeri manga halinde harekete geçip heveslerini kursaklarında bırakabiliyor. Bu arada termitlerin çok değişik tipleri olmasıyla birlikte imha yöntemleri cinsine göre değişebiliyor. İlginçtir Afrika termitleri ustura tarzı dişleri sayesinde düşmanını parçalarken, Malezya termitleri de bir volkan misali patlayıp düşmanını sarı renkli bir sıvının püskürüğü altında boğmakta. Hakeza kuru tahta termitleri ise koloninin gerisinde baş kısmıyla delikleri tıkayıp, böylece düşmana geçit vermemekle dikkat çeker. Yine bir başka tür Afrika ve Güney Amerika işçi termitler var ki, bunlar da bağırsaklarından saldıkları püskürtücü salgı ile saldırganları bombardımana tutup onları alt edebiliyor, ama akabinde birkaç saat içerisinde iç organları parçalanıp kendileri de ölürler.

Adı: İşçi termit.

Bunlar yiyecek toplamakla meşgul olmanın yanı sıra ayrıca yumurtadan çıkan yavru termitlerin bakımını da üstlenmiş termitlerdir. Keza işçi termitler mühendislik alanında da yetenek sergileyip, toprak veya dışkılarından yüksekliği 7 metreyi bulan görkemli inşaatlar inşa edebiliyorlar. İşçi termitler kanatsız olup, bunlar asla yumurtlamazlar. Hiç şüphesiz en büyük yardımcıları kolonideki küçük asker termitlerdir. Büyük asker termitler ise daha çok genç larvalar, kraliyet çiftinin barındığı kovan ve diğer bütün işçi termitlerin güvenliğini sağlamak misyonunu yüklenmişlerdir. Zaten bu koruma ve kollama görevi olmasa termit kolonileri her an düşman saldırılarına hedef olacaklardı. İyi ki de varmışlar. Baksanıza bunların (Büyük askerlerin) hem kılıç gibi alt çene avantajları var, hem de kendine özgü torbada muhafaza edilmiş püskürtücü sıvıya sahip donanımda mevcut, o halde niye korunmasınlar ki.

Prof. Glen Prestwick araştırma grubu ve Andre Q. çalışmaları sonucunda termitlerin ısırma, fırçalama ve püskürtme tarzında üç temel savunma silahın varlığını tespit etmişlerdir. Anlaşılan ısırgan termitler düşmanın üzerinde yara açmakla kalmayıp, aynı zamanda yara üzerine zehirli bir madde saçma hünerine sahipler. Fırça termitler de üst dudağını fırça gibi kullanıp avının gövdesine zehir sürme mahareti sergiler. Keza püskürtme donanıma sahip bir termit ise itfaiyeci gibi davranıp düşmanının üzerine koyu bir zamk fışkırtmakla meşhurdur.

Adı: Kral ve kraliçe termit.

Asıl görevi üreme işini üstlenip neslin devamını sağlamaktır. Dahası kraliçe termit her üç saniyede yumurtlamalı ki nesli devam edebilsin. Zaten bu uğurda kral ve kraliçe termitler gözaltında tutulup, ayrıca kraliyet ailesinin önemine binaen büyük itina ile ayrı bir bölmede ağırlanırlar. Hatta onlar için özel çocuk odaları bile hazırlanır.

Bu arada şunu belirtmekte fayda var, Termitlerin en büyük düşmanı hiç kuşkusuz adından dikenli karıncayiyen diye söz ettirenidir. Nasıl olsa termitlerin sindirimi zor olmadığından bunlar için büyük bir fırsat olur. Yani ağızlarında dişleri olmasa bile kısa burunları vasıtasıyla toplayıp dilleriyle öğüttükten sonra termiti rahatça sindirebiliyorlar. Hakeza aynı akıbet karıncalar içinde söz konusudur.

TATU

Adı:
Tatu

Konakladığı mekân: Tropikal Amerika.

Yiyecekleri: Bitkilerin yanı sıra, omurgalı termit gibi küçücük hayvan veya hayvan leşleridir.

En dikkat çeken yönü dişsiz (diş yerine hafif köksüz çıkıntıları var) ve deri kökenli kemik bağlardan oluşan zırha sahip olmasıdır. Zaten zırh sayesinde düşmanından rahatça korunabiliyorlar. Aslında derisinin zırhlı olmasından dolayı onu görenler hareket yapamayacağını sanır, ama işin aslı öyle değil. Tam aksine gövdelerinin belli aralıklarla kemerli olması ona sağa sola eğilir bükülür manevra imkânı sağladığı gibi açılır kapanır menteşe özelliği de katar. Üstelik üzerindeki zırha rağmen çok hızlı koşup hızlıca düşmanlarının arasından bile tüyebiliyor. Hatta yakalanacağını sezdiğinde ya toprağa kendini gömer, ya da fırsat bulamazsa baş ve ayaklarını gizleyip zırha bürünmüş halde top şekil almasıyla birlikte kurtulabiliyor.

Üremeleri ise döllenmiş yumurtayı önce farklılaştırıp yumurtayı 4–12 parçaya bölmenin ardından bir batında dört yavru doğurmak tarzında cereyan eder. Keza yavrular ya hep dişi, ya da hep erkek doğmaktadır. Ayrıca savunmaya yönelik bir hayvan olması hasebiyle esas yiyeceği termit olup, bunun yanı sıra toprağı eşeleyip böcekleri ve kurtçukları bile avlayabiliyorlar. İşte tatuların zararlı böcekleri yemelerine istinaden onlar hep çevreci faydalı canlılar gözüyle bakılmıştır.

KUŞLAR

Yüce Allah (c.c); “Yer ile gök arasında musahhar ol(arak uçuş)an kuşlara bakmadılar mı? Bunları (orada) Allah-ü Tealadan başkası tutmuyor. Bundan da iman edecek bir kavim için nice ayetler (ibretler) vardır” (Nahl,79) diye beyan buyurmakta.

Kuşlar uçmalarına engel olmasın diye hafif ağırlıkta yaratılmışlardır. Aksi takdirde kendilerini savunamayacaklardı. Zaten azaları geniş ya da sert veya ikisi arası orta ağırlıkta yaratılmış olsalardı besinlerini almakta zorlanacaklardı. Özellikle gerek yürüme, gerek uçma, gerekse yere konmak için iki ayaklı yaratılmışlar. Hatta ayakları üzerinde ince ve deriden bir örtünün olması ona dayanıklılık sağlıyor. Keza ayaklarının tüyle kaplı olmaması tüylerine çamur türü şeylerin yapışmamasına yönelik bir planın gereği olarak karşımıza çıkıyor. Kanatlarının yarım daire şeklinde örülü kemiklerle donatılması ise kanatlarına çırpma manevrası kazandırmak içindir. Ayrıca beslenme esnasında her türlü olumsuzlukların yaşanma ihtimaline binaen pençeleri yere düşen bir şeyi tam manasıyla kavrasın diye hem geniş tutulmuş hem de güçlü kılınmıştır.

Bilindiği üzere kuşların ağzında diş yoktur, varsın olmasın, çokta önemi yok. Zaten bu iş için gagaları diş vazifesi görüyor ya, bu yetmez mi? Baksanıza tüyler ise dökülmeyecek şekilde dizayn edilmiş ki çıplak kalıp üşümesinler. Hatta tüyler hafif yaratılmış ki ötelere rahat uçabilsinler. Belli ki ortada ince bir plan var. Düşünsenize kanatları suyla temas ettiğinde bile titrek tüyler sayesinde su zerrelerini biranda salmanın yanı sıra tekrar normal hafif konumuna dönebiliyor. Bundan öte kuşun tüyleri arasına rüzgâr girip uçuşa engel olmasın diye az açılır donanımlı yaratılmıştır. Tüyler, aynı zamanda vücut sıcaklığını muhafaza eden klima görevi üstlenir. Peki bu durumda su kenarı veya suda yaşayan kuşların hali nice olur derseniz, malum onların kanatları hem soğuktan korunsunlar hem de su vücuduna nüfuz etmesin diye yağlı yaratılmıştır. İşte çözüm bu. Nitekim karabatak ve martıların kanatları böyledir. O halde karabatak su içerisinde üşür diye boşa heyecan yapmayalım. Onu yaratan Allah vücudunu su geçirmez yağ tabakadan donatıp onu fazlasıyla korumakta. Bir başka dikkat çeken husus ise fırtına ve yağmurun geleceğine işaret taşı sayılan martıların karaya vurması hadisesidir. Böylece denizciler bu işaret sayesinde tüm önlemlerini almış olurlar. Keza leylekler göç mevsimi göründüklerinde o an kar yağsa bile kış devam edecek anlamına gelmeyecektir. Zira onların gelişi baharın gelişi demektir. Yine deniz kuşların en büyüğü diye bilinen albatros ise üreme mevsimi geçtikten sonra okyanus ötesi gideceği menzile hiç şaşırmadan yol alabilen bir kuş olarak dikkat çeker. Bu arada her sene çiftleşip neslinin devamı adına bir tane yumurta yumurtlamayı da ihmal etmezler.

Ayrıca ilginç çeken bir başka kuş ise şüphesiz balıkçıl kuşudur. Şöyle ki balık, kurbağa, yengeç her ne varsa yakalayıp yeme becerisi sergileyebilen bir hayvan. Ayrıca sakın ola ki onun bacakları uzun ve kemikli olmasına bakıpta tüyle kaplı olmamasına üzülmeyin. Tabiî ki tüysüz olması onu her an ısı kaybına uğratacağı muhakkak. Fakat demokrasilerde çareler tükenmez derler ya, aynen öyle olduğu üzere zaman zaman tek ayak üzerine durup kendince çözüm bulmuş bile.

Peki, kuşlar bitip tükenmek bilmeyen bu enerjiyi neye borçlular derseniz gayet basit. Vücudunda bulunan radyatör görevi yapan soğutma sistemi sayesinde elbet. Bu sistem olmasa tıpkı bir araç motorunun ısınmasıyla birlikte patlama söz konusu olacaktı ki, kuşu yaratan hiç kuşkusuz ona has radyatör donanımı ihsan etmeyi de ihmal etmeyecektir. İşte bu iş için akciğerle irtibatı kesmeyecek hava torbaları (radyatör) bu vazifeyi fazlasıyla yerine getirmeye yetiyor artıyor da. Böylece hava torbaları bir yandan vücutta fazla ısıyla nemi atarken, diğer yandan ise karbondioksit verip yerine oksijen alımını sağlar. Bu arada kuşun kalbi motor rolü, göğüs azaları ise uçuş malzemesi görevi üstlenir. Derken bu donanıma sahip kuşlar tıpkı kuzey kutup dairesi civarında kuşlar gibi yuvalarını yaptıktan sonra güneye doğru uçarlar. Fakat konakladıkları yerlerde yaz bitimiyle birlikte tekrar dönüş yaparlar. Belli ki yapılan tüm göç uçuşları için takriben çeyrek milyon defa kanat çırpmak gerektirir ki; bu yüzden kuşlara pilotların piri dersek yeğdir.

Kuşlar tek kanaldan hem dışkısını, hem yumurtasını dışarı çıkarması bile sıradan bir olay gibi gözükmüyor. Dolayısıyla kuşlar yumurtlar, fakat doğurmazlar. Zaten bir kuş yavrusunu karnında taşıyacak nitelikte yaratılmış olsa taşıma zorluğundan uçması mümkün olmayacaktı. Bu arada Allah-ü Teala yarattığı kuşa yumurtası üzerinde kuluçkaya yatma içgüdüsü ve yavrularıyla aynı mekânı paylaşmasına yönelik otlardan yuva yapma becerisinin yanı sıra kuluçka evresinin son demlerinde gagasıyla yumurtaları parçalayıp yavrusunu besleme ilhamı da vermiştir. Böylece her yıl dünya üzerinde milyarlarca kuş hayata veda edip yerine yenileri gelmekte. Yani yumurtalar aracılığıyla her yaz gök kubbeyi hoş seda ile şenlendiren canlar uçuşmakta.

Gerçekten yumurta deyip geçmemeli. Çünkü kuş yumurtası harika bir sanat ürünü. Öyle ki yumurta gözenekler açık tutulabildiği gibi kapanıyor da. Niye derseniz, özellikle suda yüzen kuşların bu sisteme çok ihtiyaçları var. Aksi takdirde suyun gözeneklere girmesi sonucu civcivin oksijensizlikten dolayı boğulması söz konusu olacaktır. Sadece yumurta kabuğundan su sızsa gam yemeyiz, bakterilerin fırsattan istifade içeri dalmaları her an mümkün olabiliyor. Dolayısıyla tedbir babından gözenekler kapanır açılır şekilde tasarlanmıştır.

Kuşlar rızk aramak uğruna diyar diyar uçmaktan bir an olsun geri durmazlar. Kuşun yemek borusu kursak taşlığına kadardır. Bu yol boyunca kademeli bir şekilde yiyecekler usul usul geçmekte olup, topladığı danelerin doğrudan doğruya taşlığa gitmenin önü kesilir. Yani kursak bir noktada alınan gıdayı hem depo etmeye, hem de mideye indirmeye yarar. Bu alınan gıda solucanda olsa fark etmez derhal kursağa indirilir.

Yarasa, Huma gibi kuşlar yükseklerden uçarken gündüz değil geceleyin dışarı turlamaktalar. Mesela yarasa turlarken gözleriyle değil vücutlarında yer alan radar sistemiyle etrafı kolaçan etmekte. Yani radar sistemi sayesinde neşrettiği yüksek frekanslı ses dalgalarının nesnelere çarpmasıyla birlikte geri dönen ekostik yankıyla yönlerini tayin ederler. Böylece rızklarını havada uçma esnasında böcek avlayarak temin ederler. Hatta vampir yarasalar da vardır. Bunlar malum hayvanların kanlarını emerek beslenirler. Neyse ki hayvanın kanını emerken acı ve sızı vermiyorlar. Tam tersi sızıverme bir yana büyük bir ustalıkla toplardamarı bulup anestezi işlemine benzer bir metotla yarmaktadır. Yarasaların en irisi ise tilki yarasalar olup beslenme kaynakları çiçek ve meyve olmaktadır. Ayrıca bu tiplerin diğer yarasalardan farkı gözlerinin keskin olmasıdır. Fakat bunların radar sistemleri fazla gelişmemiştir.

Bütün kuşların tüyleri senede bir dökülüp yerine yenisi gelmekte. Dolayısıyla tüy deyip geçmemek gerekir, yenilenmesi önemini ortaya koyuyor zaten. Zira baykuş tüylerinin yumuşak ve uzun olması yavaşça süzülerek uçsun diyedir. Şahinin tüyleri kısa olup ona hızlı uçuş kabiliyeti sağlamak içindir. Keza karabatak kuşunun rızkı da su olması hasebiyle tüy ona yüzme ve dalgıçlık kabiliyeti verir. Bu arada dalgıçlıktan söz etmişken dalgıç kuşlarının çürüyen otlar üzerinde mesken tuttuklarını, su kuşların ise su üzerinde yüzen bir mekânda kuluçkaya yattıklarını bilmekte fayda var..

Kuşlar aynı zamanda yuva yapmakta mahir canlılardır. Hele bunlar arasında bir kuş var ki dokumacılara adeta parmak ısırtan cinsten. Şöyle ki etrafında topladığı saman çöplerini ilmikleyip halka halinde yuva örüyor. Tahmin etmişsinizdir, bu kuş adı üzerinde dokumacı kuştan başkası değildir. Ördüğü yuvanın giriş kapısı altta olup yumurta ise antrenin rafında muhafaza altına alınmıştır. Hatta düşmanlarına yem olmamak için yuvasını tersine örecek kadar emniyeti elden bırakmadıkları gözlemlenmiştir. Yuva derken elbette sadece dokumacılık akla gelmemeli. Zira Afrika ve Asya’da yaşayan gugukgiller cinsinden bir kuş var ki; yerleştiği ağaç kovuğunu erkeğin getirdiği çamuru tükürüğü ile bulamaç haline getirdikten sonra yuvasını ağzıyla rahatlıkla sıvayabiliyor. Öyle ki sıvaya sıvaya sadece başını çıkartacak kadar bir pencere (delik) bırakır. Böylece yavruları yumurtadan çıkacağı ana kadar erkeğinin getireceği gıdaları delikten başını çıkartmak suretiyle almaktadır. İşte erkeğin dış işlere bakması, eşinin ise iç işlere adaması denen olay bu olsa gerektir. Keza bir başka kırlangıca benzeyen bir kuş türü var ki; tükürüğü kaya yüzeyini yapışkan hale getirir. Derken yarım daire şeklinde tükürüğün kalınlaştığına iyice emin olduktan sonra yumurtalarını o alana (belirlediği kaya yüzeyine) bırakıp neslin devamını bu yöntemle devam ettirir. Yine bir bambaşka tümsek yapan bir kuş var ki; o da çürüyen bitki artıklarından tümsekli yuvalar inşa etmekte mahir usta bir kuş. Hatta inşa ettiği tümseğin tepesinde nöbet duran (gözetim kulesi) erkeğin gözetimi altında yumurtalarını bile muhafaza edebiliyor. Hâsılı tüm verdiğimiz örneklerden anlaşılan şu ki; kimi kuş yumurtalara bir ağaç kovuğu, kimi yumurtalara bir kaya parçası üzerine çizilen yapışkan bir daire, kimi yumurtalara da tümsekler mekân olabiliyormuş.

Güvercinler üç aylık olduklarında uzak diyarlara uçup tekrar evine dönmesini bilecek şekilde eğitilirler. Eğitimini tamamlayan güvercin sahibi tarafından özgür bırakılsa da 2400 kilometre uzaklığı bulan diyarlara uçuşun ardından evine dönebiliyor. Belli ki onu yaratan güç pusulasız evine dönmesini sağlayacak ilham kuvveti vermiş. Bu arada insanında hakkını yememek gerekir. Zira insanoğlu güvercinlerin bu özelliklerinden hareketle onları haberleşme aracı olarak kullanmayı bilmiştir. Yine güvercinin bir başka ilginç özelliği kuluçka esnasında yumurtaya tam olarak yapışık kalmamasıdır. Çünkü tam yapışık kuluçkaya yatsaydı vücut teri yumurtayı bozup, böylece yavru oluşamayacaktı. Demek ki her şey bir hesap ve plan içerisinde cereyan ediyor.

Malum kartallar güçlü pençeleriyle kaplumbağayı göklere çıkarıp bir dağın veya kayanın üzerine geldiğinde avını bırakıp parçalanmasını sağladıktan sonra kendisine ziyafet çekebiliyor. Hatta Filipinler'de bir kartal türü var ki avlama sanatının üstünlüğüne atfen maymun yiyen kartal olarak anılır. Kartalların en büyüğü ise Güney Amerika’da yaşayıp son derece kuvvetli pençeleri ve çevik hareketleriyle dikkat çekenidir. Bunlar aynı zamanda maymun yakalamakta mahir hayvanlardır. Ayrıca bir de balıkçıl kartallar var ki; bunlar bir yandan su üzerinden 30 metre yükseklikte çemberimsi daire çizip uçarken, öte yandan su altında balıkları nokta atışı maharetle radar misali yerini belirleyip avını avlamakla meşhurdurlar. Kartallar için en veciz söylenilecek bir kelam varsa, o da “Kartallar yükseklerden uçar” sözüdür.

Kargaların gıdası genellikle leş ve hayvan tersleridir. İlginçtir erkek kargalar dişi kargalarla bir arada pek bulunmazlar. Zekâ yönünden ise insansı davranış sergilerler. Nitekim Habil kabil olayında; Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğü zaman bir anda ortada kalan cesede ne yapacağını düşünürken birde ne görsün yanı başında bir karga toprağı eşeleyip avını gömüyor. Tabii bu durum karşısında Kabil; “Bir karga kadar bile olamadım” deyip mezar kazmayı keşfetmiştir.

Bir dölengeç kuşu düşünün ki göklerde uçuşurken aşağılarda ne var ne yok iyi görebiliyor. Nitekim insanların bıraktıkları her ne varsa ardından toplamayı da ihmal etmezler. Dikkat edin ardından diyoruz, yani kesinlikle kendisini koruma adına insan önünden yiyecek toplamazlar.

Dünyanın en büyük dağ kuşları hiç kuşkusuz And akbabasıdır. Onlar And dağlarında uçarken öte yandan keskin gözleriyle aşağıları taramayı da ihmal etmezler. Böylece aşağılarda birçok ölmüş hayvan leşleri onlar sayesinde temizlenmiş olur.

Ya cennet kuşlarına ne dersiniz. Adı üzerinde cennet. Yani hem adı güzel hem de kendisi. Vatanı ise Yeni Gine, Kuzey Amerika ve civarı adalarıdır. Bir başka özellik ise erkeğin dişisinin dikkatini çekmek adına hem süslenmesi hem de nağmeler dökmesidir. Hatta kuyruğundaki renkli sorguçlarını yelpazelendirip izdivacını ilan etmekten geri durmaz da. Onlar işte bu yönleriyle dünyanın en güzel kuşları olmayı çoktan hak ettiler bile.

Kuşların uçmayanları da var elbet. Üstelik sayıları bir hayli kalabalık ta. Mesela deve kuşu bunun tipik misali olup temel gıdası bitki olmaktadır. Keza yediği gıdaları yuttuğu taşlarla öğüterek hallederler.

Hâsılı kelam; kuşlar semada uçan mükemmel uçaklar olmanın yanı sıra bazı türleri var ki; hem iyi bir dalgıç, hem de denizde iyi yüzen bir gemidir.

PAPAĞAN

Genelde bir insan hep aynı şeyleri söylediğinde sıkılıp hemen; “Papağan gibi tekrarlama” uyarısında bulunuruz ya, nedeni gayet basit. Çünkü papağan böyle bir hayvan, ağzından taş patlasın 40–50 kelimelik bir cümle çıkartabiliyor. Hele hele evcil olarak kafesinde esir yaşadığında taklit özelliği daha da derinlik kazanır. Fakat çevrede özgürce uçuştuğu zamanlarda bu özellik yoktur. Dolayısıyla insan gibi düşünüp konuşan bir varlık değil, sadece taklit yapmak özelliği olan bir hayvan. Belli ki cümle âlemde düşünerek konuşma kabiliyeti sadece insana has kılınmış.

Papağanları dişisinden veya erkeğinden ayırmak için en pratik yol, şayet erkeğin sevgi gösterisi karşılık bulursa anlayın ki karşıtı dişidir, karşılık bulmayıp sinirlenirse erkektir. Zaten karşılık bulduğunda son derece birbirlerine bağlı ve sadakatli olurlar.

Papağanların ayakları dört parmaklı olup, aynı zamanda ağaçlara tırmanmada gagası yardımcı olmaktadır. Nitekim gagasının kalın ve kıvrık olması hem çiçek, meyve ve tohum gibi yiyecekleri kırmada tabla ödevi görmekte, hem de dokunma işlevi kazandırır. Kanatları ise kısa olup çok iyi uçuculardır. Peki ya tüyler? Malum tüylerin yeşil, kırmızı, mavi, sarı, beyaz ve siyah olması hasebiyle seyredenleri kendine cezp eder. Aman efendim seyirde ne demek, seyrine doyum olmaz da. Genellikle barındığı mekân ya ağaç kovuklarıdır, ya da kaya yarıklarıdır. Üremeleri ise yumurtlama yöntemiyle gerçekleşir. Keza bunca güzel yönlerine rağmen olumsuz bir yönü yok mu? Elbet var. Mesela bilinen psittakozu (papağan hastalığı) hastalığı papağanlar vasıtasıyla geçtiğinden bu yönüyle de zararlı olabiliyor.

AĞAÇKAKAN

Ağaç gövdeleri onun için hem bir yuva, hem barınma, hem de beslenme kaynağıdır. Üç fonksiyonu yerine getirebilmek için gereken donanım fazlasıyla kendisinde mevcut. Ağacı oymak için güçlü bir gaga, tutunmak için uzun dilinden çıkardığı yapışkan madde, tırmanmak için kuvvetli tırnak ve ağaca dolanması içinde kuyruk ihsan edilmiştir. Hele bir ağacı oymaya dursun, sanırsın ki inşaatta çalışan işçilerin keser sesleri. Oysa bu ses 800 metre uzaklıkta bile duyulabilen ağaç kakana özgü çalışma sesleridir. O aynı zamanda ağacı kakalamakla kalmayıp ağaç kabuğu içerisindeki böcek ve kurtları da avlar. Öyle ki bir saniyede 15–20 vuruş yapar. Düşünsenize normalde bir insan o vuruşları yapsa beyin kanamasından gitmesi an be an mümkünken, ağaçkakan güçlü beyin yapısı sayesinde beyin travması yaşamamaktadır. Anlaşılan boyun kasları son derece güçlü kılınmış ki beyin kanaması tehlikesiyle karşı karşıya kalmasın. Yani Rabbül âlemin onu her bakımdan korumaya çoktan almış bile.

Ağaçkakanların bir diğer dikkat çeken yönü ise üremek için ağaç gövdeleri üzerinde oydukları oyuklardır. Oyuklar içerisine 3–4 arasında bıraktıkları yumurtaları erkekler döllemenin yanı sıra, yumurtadan çıkacak yavruların bakımını daha çok erkekler alakadar olur.

PELİKAN

Adı:
İri kuş türü.

Konakladığı mekân: Tropikal Amerika kıyılarında yaşarlar.

Yiyecekleri: Avladıkları balıklar.

Halk arasında gagasının kaşığa benzemesinden olsa gerek kaşıkçı kuşu diye anılır. Sadece gaga olsa iyi, gagasının altında ayrıca balık avlamaya elverişli ağ da var. Bu heybe sayesinde hem kendisi beslenir, hem de yavrusu. Pelikan gerektiğinde yediği besin cinsine göre renk bile değiştirebiliyor. Her şeyden öte onları en ilginç kılan avlama sanatıdır. Zira önce işe heybesine su almakla iş koyulur, sonra su dolu heybeye balıkların düşmesini bekler. Derken heybeye düşen balıkları gagasının her iki yanından boşalttığı suyla kıskıvrak yutup muradına ermiş olur. Belki de onun böyle bir avlama metodu sergilemesi insana ilham olmuş olsa gerekçi balıkçılar avlamada daha çok ağ kullanırlar. Üremeleri ise koloni halinde olup, ayrıca yumurtalama da söz konusudur. Nitekim ebeveynler yumurtadan çıkan yavruların tam geliştiğine kanaat getirdikten sonra onları kendi kaderleriyle baş başa bırakıp terk ederler. Böylece kendi başlarına kalan pelikanlar birkaç haftaya kalmadan uçuş bile yapacak seviyeye gelirler.

PENGUEN

Adı:
Penguen

Cinsi: Kuş

Yiyecekleri: Deniz ürünleri.

Yaşadıkları bölgeler: Kutup ve soğuk bölgeler.

Penguenler kuş cinsi olmasına rağmen uçamıyorlar. Olsun önemi yok, onlarda denizde yüzüş uçuşu yapmaktalar. Hele bir ayakları var ki; sanki bir palet. Üstelik bu paletler ve kuyrukları bir dümen görevi yapıp, bu sayede balık veya karides türü deniz canlıları avlamaya yarar. Hatta rızkı uğruna denizlerde aylarca kalabildikleri gibi daha sonraları kayalık tepelere doğru tırmanıp buralarda mesken tutabiliyorlar. İlginçtir erkek penguenler dişi penguenleri kendilerine çekmek için habire taş hediye ederler. Belli ki taş hediyenin ötesinde bir anlam içeriyor. Zira taşlar sıcak havalarda karların erimesine karşılık tedbir açısından gereklidir. Bu yüzden önemine binaen yuvanın temeli için hediye olarak taş seçilmiş. Yani izdivaç için çakıl taşı bulmak bir vazife. Hatta bu izdivacın ardından yuvasında yumurtlayan penguenler yumurtaları erkeklere emanet edip rızık aramak için denize bile açılırlar. Anlaşılan o ki erkeğin görevi yumurtaların üzerinde iki ay boyunca yatmak ve yavrunun yumurtasından çıkmasına yardımcı olmaktır. Bazen erkek penguenin etrafta hava almak için dolaştığı da görülür, ama yine de ekseriyetle gününü yumurtanın başında geçirmektedir. Ta ki yumurtanın kuluçka devri yaklaşana kadar bu durum devam eder. Dişi penguen ise yuvasına döndüğünde yavrusunun dünyaya gelişini beraberinde getirdiği balıkları takdim ederek kutlar. Derken yavrusuna bakmak üzere nöbeti babasından devr alır. Böylece iki ay boyunca bitap düşen erkek penguen açlığını gidermek adına denize koyulup güç tazeler. Ardından tekrar anne penguenden emaneti teslim alır. İşte bu karşılıklı nöbetleşme sayesinde iyice yetişkin hale gelen yavru penguenin artık bir noktada tek taraflı beslenmeyle yetersizliği ortaya çıkar. Ki; bu durum karşısında baba ve anne penguen, yetişkin yavrusunu diğer penguenlerin arasına bırakıp birlikte denize açılma gereğini duyarlar. Döndüklerinde bunca penguen arasında evlatlarını karıştırmadan seçip tekrardan bağrına basmaları görenleri ister istemez hayretler içerisinde bırakır. Ne diyelim, galiba anne ve baba şefkati bu olsa gerektir.

YARASA

Bakmayın onun öyle kör gözlüm olmasına. En üst seviye diyebileceğimiz radar sistemine sahip programı sayesinde gören gözlere taş çıkartacak cinsten bir hayvan. Nitekim kanatlarıyla yaydığı dalgaların etrafındaki nesnelere çarpması sonucu yansıyan ses dalgaları hem avını yakalamaya yetiyor hem de yönünü (ekolokasyon) belirleyebiliyor. Üstelik beslenme adına çıkarttıkları sesler yirmi binin üzerinde ultrasonik ses dalgaları oluşturduğu için insanlar tarafından çoğu kez duyulmaz da. Beslenmesi genellikle sinek türü zararlı böcekler olup geceleyin ortaya çıkarak rızkını düzenli uçuşlarıyla gerçekleştirirler. Hatta bir saat içerisinde 300 civarında böcek avlayabiliyorlar. Böylece çevreye çok faydalı bir hizmette bulunmuş oluyorlar. Yarasaların bir de kan emen türleri var ki, bunlar için özellikle sıcakkanlı hayvanlardan at ve sığır kanı iyi bir gıda kaynağı olur. Öyle ki vampir yarasalar üst üste ardı sıra kan içmediği zaman ölebiliyor. Barındıkları mekânlar ise karanlık mağaralardır. Yarasalar aynı zamanda hemen hemen dünyanın her tarafında sürüler halinde göç ederek yaşayabilen doğurgan hayvan olup, yazın faal, kışın ise kış uykusuna yatarak hayatlarını geçirirler. Uyurken de baş aşağı uyurlar. Çünkü bu pozisyon beyne kan akışının gitmesini sağlar. Üremeleri çiftleşme şeklinde olup erkek ve dişi yarasalar sadece izdivaç durumlarda bir araya gelirler. İlginçtir doğurduğunda tek bir yavru doğurup, o da birkaç haftaya kalmadan uçuş kabiliyeti kazanabiliyor. Hayat süreleri ise 20 yılı bulur.

ÖRDEK GAGALI PLATİPUS (Ornitorenk)

Birisi çıkıp gelse dese ki bana bir hayvan gösterin ki; o hem memeli, hem sürüngen, hem de yüzücü özellikleri bir arada olan bir hayvan olsun. Tabii böyle bir teklif karşısında daha önceden hayvanlar âlemine ait bir ansiklopedi karıştırmadıysak, derhal bak kardeşim bizimle dalgamı geçiyorsun der, belki de o adamı tınmayız. Evet, tüm bu özellikleri bir arada bulunduran hayvan var. Olur ya bir gün onu kimi zaman kuş gibi kuluçkaya yatıp yumurtlarken, kimi zaman ördek gibi gaga ve perdeli ayakları sayesinde suya dalıp solucan veya küçük balık avlarken, kimi zamanda memeli bir hayvan gibi yavrusunu kucağına almış beslerken görürseniz sakın şaşmayın. Bu sözünü ettiğimiz kompleks hayvan Avustralya’da yaşayan ördek gagalı platipus(Ornitorenk)’dır elbet. Bir elde on marifet sözü sanki bunun için söylenilmiş. Baksanıza savunma silahı bile var. Zira ayak ektremitelerinin altında zehirli dikenleri sayesinde bir çırpıda düşmanını bertaraf edebiliyor. Ayrıca ayaklarının kuşlarda olduğu gibi tırnaklı olması hasebiyle gerek nehir tabanı, gerekse yeraltında bir köstebek misali toprağı eşeleyip kanal açabilme avantajına da sahip. Böylece kazdığı yer veya çukura yumurtalarını bırakıp kuluçka süresinin tamamlanmasıyla birlikte yavrularını dünyaya getirme imkânına kavuşurlar. Peki, bu kadar pek çok özelliği bir arada barındıran bu hayvanı sınıflandırırken hangi sınıfa dâhil edeceğiz sorusu geldiğinde, ne cevap vereceğiz derseniz, malum her şeyde olduğu gibi uzmanına başvurmak gerekir. Nitekim Zoologlar yavrusunu sütle beslediğinden hareketle memeli grubuna dâhil etmişlerdir. Böylece bu sınıflandırmayla iki arada bir derede kalmaktan kurtulmuş oluruz.

TAVUK YUMURTASI

Yumurta deyip geçmemeli, incelendiğinde harika bir sanat eseri karşısında olduğumuzun farkına varırız. Öyle ki yumurta dış kabuğu 15 bin adet mikroskobik gözeneklerle donatılmış durumda. İlk bakışta gözeneklerin varlığı mikropların girmesi için kolaylık gibi görünse de, hiçte göründüğü gibi değil. Zira gözenekler protein yumağıyla kaplıdır. Dolayısıyla her türlü enfeksiyona karşı geçit verilmediği gibi aynı gözenekler muhtemel darbeler karşısında dış kabuğa esneklik sağlayıp yumurtanın bir çırpıda kırılmasını önler. Keza yumurta uç kısmın sivri, alt kısma doğru ise yassı küremsi yapıda olması kabuk kısma dayanıklılık kazandırdığı apayrı bir gerçek olarak karşımızda durmakta. Ayrıca civciv için yumurtanın iç kısmı karanlık bir mahzen olmanın ötesinde sanki bir cennet yurdu. Baksanıza söz konusu mekân civcivin beslenmesine yönelik mineral ve vitamince zengin yaşanılabilir bir ortam olmanın yanı sıra aynı zamanda embriyolojik gelişimini tamamlayacağı iyi bir vatan hükmünde. Yani bu mekân hayat kaynağıdır. Madem dış âlem bir planın eseri yaratılmış, o halde iç âlemde yumurta akı ve sarı renkli sıvı ile dolu bir başka âlem olarak göz dolduracaktır. Ki; öyledir zaten. Yani iç ve dış birbirini tamamlamış haldedir. Peki, ya yumurta akı, malum o da civciv için adeta su kaynağıdır. Sarı renkli sıvı (vitellüs) ise protein ve vitamin içerikli olup, civcivin beslenmesi için hazırlanmıştır. Bu arada, civciv bu karanlık oda da nasıl nefes alıyor derseniz, cevabı gayet basit, başta da belirttiğimiz üzere gözenekler sayesinde hava alıp dışarı karbondioksit salıvermek suretiyle. Belli ki fiziki kurallar yumurta içinde geçerli bir kanun. Şöyle ki; adına difüzyon denilen yayılma yöntemi sayesinde yoğunluğu az oksijen molekülleri yoğunluğu daha fazla karbondioksit moleküllerin çekim etkisi altına girerek gereken işlem tamamlanır.

Tavuğun kuluçka dönemi rast gele bir sayı ile endeksli olmayıp tam tamına 21 gündür. Yani civcivin yumurtadan çıkışı 21 sayısıyla programlanmış. Hatta civcivin embriyolojik gelişimi belli bir hesabın gereği alacağı oksijen ve tüketeceği karbondioksit önceden belirlenmiş bile. İnsanoğlunun çoğu kez planladığı projeler fiyaskoyla neticelense de, bu civciv olunca iş değişiyor. Zira yumurtanın ebadında en ufak bir değişiklik olmaması bir ölçüyü ortaya koymaya yetiyor artıyor da. Dolayısıyla son derece düşündürücü bu mucizevî nizam karşısında O'nun huzurunda “Allah” demekten başka daha ne diyebiliriz ki. Ayrıca kuluçka süresince yumurtanın su kaybı % 16’dır. Belli ki söz konusu %16’lık su kaybı civcivin yumurtadan çıkacağı zaman başını bir boşluk içerisinde hareket ettirip kabuğu kırmak için düşünülmüş bir tasarımdır. Dahası Allah-ü Teala nemli ortamlarda yumurta kabuğundan su buharını atmanın zorluğunu ezeli ilmiyle bildiğinden su buharını tasfiye edecek düzenekle yumurtaya biçim vermiştir. Böylece civciv her halükarda yaratılış programın gereği delik açıp yumurtadan rahatlıkla çıkabilecek duruma gelebiliyor. Derken yumurtadan çıkar çıkmaz yürüyüp annelerinden her hangi bir eğitim almaksızın yemlemeye bile koyulabiliyor. Her şeyden öte şunu belirtmekte fayda var; tavuklarda bir anne yüreğine sahipler. Baksanıza civcivleri koruma süresince tehlike sezdiğinde gerektiğinde canı pahasına da olsa hayatını feda edebiliyorlar.

Ayrıca Avustralya’da Mallee adında bir erkek tavuk var ki neslini devam ettirmek adına mezarımsı çukur kazmayı kendine görev addeder. Dişi ise kazılan çukura yaklaşık 30–35 kadar yumurta bırakmakla erkeğin bu arzusunu yerine getirmiş olur. Fakat burada akla takılan bir soru var ki; anne tarafından yumurta bırakılması iyi hoşta bunların belli bir ısıda kalması gerekmez mi? Elbette gerekir. Şöyle ki bu noktada erkek tavuk hiç üşenmeksizin kum, toprak, bitki parçası her ne varsa gerekli lojistik malzemeleri taşımaktan geri kalmaz. Dolayısıyla içimizden gel keyfim gel diyensimiz geliyor. Zira dişi tavuklar bu konuda çok rahatlar. Niye rahat olmasınlar ki, nasıl olsa çukurların başında gece gündüz 2 aya süreli bekleyen erkek tavuklar var. Keşke her baba Mallee tavuğunun babası gibi olsa da gerçek anlamda “Cennet anaların ayağının altında” hadisi şerifi bir başka mana kazanabilse.

FLAMİNGO

Flamingolar hem uzun ve ince bacaklara sahip, hem de uzun eğri bir boyuna sahip, ördek ve kaz benzeri tüyleriyle dikkat çeken rosa renkli bir kuş cins hayvandır. Geniş perde ayakları sayesinde tek ayak üzerine durmakta, hatta uyuyabiliyor da. Kendisinin ördek ve kazlardan bariz farkı yediği gıdadan ötürü ya da karotin miktarının azlığı veya çokluğuna bağlı olarak tüylerinin renk almasıdır. Böylece onu seyre dalanların zihninde pembemsi harika renk cümbüşüyle bezenmiş kanatlı hayvan olarak yer edecektir. Demek ki işin sırrı karotin renk maddesinde gizliymiş. Yani karotin miktarı az ise kırmızı tondaki renkler beyaz olmakta, karotin çok ise doğal rengine bürünmekte. Mesela Flamingonun yediği gıda karides ise karanfil renk alır. Keza onu ilginç kılan bir başka özellik ise kıvrık gagasıdır. Nitekim kıvrık gagası sayesinde adeta sağlı sollu hareketlerle suyu vakumlayıp filtre edebiliyor. Böylece su içerisindeki minicik canlılar onun gıdası olur. En dikkat çeken yönü ise beslenme uğruna su içerisine başını suya daldırarak suyu bir radar gibi taramasıdır. Derken süzdüğü suyu dışarı tahliye etmek suretiyle kendisi için gereken rızka kavuşur. Üstelik bu işlemi çamurlu su içerisinde narin tüylerini kirletmeksizin gerçekleştirdiği gibi, söz konusu çamur yığınları üzerine yumurtlayabiliyor da.

BALIKLAR

Bizler uykudayken üzerimize su damlasa hemen uyanıveririz. Oysa balıklar öyle değil, yaşadığı ortam tanıdık olması hasebiyle ta ki su türbülansa uğrayana dek rahat rahat uyuyabiliyorlar.

Malumunuz Afrika’nın kavurucu sıcaklarında sular çekilip yerini kuraklığa bırakabiliyor. Bu durum elbet göz ardı edilemezdi. Bu yüzden burada yaşayan balıklar akciğerli yaratılmışlardır. Öyle ki yazın sular çekilince akciğerli balıklar kendilerini derenin çamuruna gömüp koza şeklinde yuvasında yaşayabiliyor. Hatta inşa ettiği yuvanın tepesinden bir havalandırma aspiratörü açıp nefes almakta. Bu arada yağmurlu havalarda önceden vücudunda depo ettiği yağlar sayesinde yuvasında birkaç ay canlılığını nötr halde korumasını bilecektir. Ne zamanki yağmurlu mevsimler başlar o zaman tekrar dirilişe geçerler.

Bazı balıklar var ki; ne pulu var, ne çenesi, ne de yüzgeci var. Varsa yoksa sabit bir ağzı mevcut. Bu balık taş-emen balıktan başkası değil elbet. Tabiî adı taş-emen, ama gerçekte taş filan emdiği yok. Sabit ağzı sürekli açık olduğundan dili üzerindeki bıçak görevi yapan dişler avına tutunmaya yarar. Yeter ki gözüne kestirdiği bir balık olsun, hemen bu donanım sayesinde avını elde edip, öylece beslenmiş olurlar. Solunumu ise her zaman ki gibi solungaç vasıtasıyla gerçekleşir, ama solungaç yapısının diğer balıklardan farkı ağız kısmında değil vücuduna konumlandırılan keseler içerisinde olmasıdır. Belki de böyle donanıma sahip olmasaydı kanını emdiği hayvanı bırakmak mecburiyetinde kalacaktı. Bu arada keskin dişleri veya keskin dilinin yanı sıra kendini savunabilmesi içinse vücudu yapışkan kılınmıştır. Bu yapışkanımsı madde sıvı her halükarda hazır tutulur. Demek ki fiziki olarak garip gibi görünse de aslında güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Allah garipleri sever zaten.

Bazı balıklar var ki; oltalarıyla avını avlamaktalar. Zira bu tanıma uygun baş kısmında etsi tel çıkıntılar var olup, çıkıntıların ucunda ise kanca vardır. İşte o bu donanıma sahip olmanın gereği avını yuvasının önünde pür dikkat bekleyip, tuzağa düşürmenin derdindedir. Nitekim küçük balıklar kancaları solucan zannedip ağızlarına alınca neye uğradıklarını şaşkınlığı içerisinde yutuluverirler. Bu yüzden bu tip balıklar bilim dünyasında kurbağa balık olarak anılırlar.

Balıklar yumurtlayarak üredikleri gibi köpek balığı, balina, yunus balığı ve kıkırdaklı balık gibi balıklar da doğurarak ürerler. Yumurtlayarak üreyen balıkların izdivaçları ise tam bir romantik figürler eşliğinde geçmektedir. Öyle ki su içerisinde erkek ve dişi balıklar yüzgeçleri veya vücudundan saldıkları birtakım sinyaller eşliğinde birbirlerini cezp etmekteler. Böylece dişi balıklar yumurtalarını oldukça romantik bir ortamda suya bırakmak zorunda kalırlar. Peki dişi balık bunu yapar da, erkek balık boş durur mu, elbet durmaz. Onlar da spermalarını gönderip döllenme olayına katkıda bulunurlar. Gerçekten tefekkür anlayışı doğrultusunda düşündüğümüzde minicik spermlerin engin deniz sulara veya akarsulara salıverildiğinde yumurtayı nasıl bulduğu konusu başlı başına bir mucizevî rabbaniye hadise olarak değerlendiriyoruz. Malum bazı balıklar da spermalarını su içerisine bırakmaktan ziyade dişilerin yuvalara yumurtasını bırakmasını sağlayacak yuvalar hazırlamayı tercih ederler. İlginç olan daha birkaç ayı bulmadan döllenmiş yumurta kabuğundan çıkan küçük balıkların hiçbir eğitim almadan derhal yüzmeye başlayıp avlamaya koyulmasıdır. Belli ki onun eğitimi çok önceden Yüce Allah tarafından tamamlattırılmış olsa gerek ki tereddütsüz kendilerini derin sulara daldırmaktan hiçbir güç alıkoyamıyor. Keza yine kedi balıkları denen erkek balık türleri var ki; yumurtaları ağızlarında taşımaktalar. Ta ki yavrular dünyaya teşrif edene kadar bu durum büyük bir titizle devam eder de. Bir başka ilginç balık ise oltalı balıktır. Erkek oltalı balık ergin hale geldiğinde vücudunu kendi cinsinden bir dişi balıkla birleştirip tek vücut halde bir arada hayat geçirebiliyor.

Bir insan çıka gelip erkek balık doğurur mu sorusu sorsa verilecek cevap elbette hayır olacaktır. Fakat istisnai bir durumda olsa böyle bir balık var. Şöyle ki; dişi balık erkek balığa; “Benim görevim yumurtlayacağım yumurtayı senin üreme kesene bırakmak olup, bundan sonrası sana kalmış” bir imayla 'hadi bana eyvallah' deyip uzaklaşabiliyor. Neyse ki erkek balık terk ediliş hüznünü üreme kesesinde bir müddet beklettiği yumurtalarının larvaya dönüştüğü 6–8 hafta sonunda yavrularını dünyaya getirmenin sevinciyle unutabiliyor. İşte bu sözünü ettiğimiz canlı denizatı'ndan başkası değildir. Demek ki erkeklerde doğurabiliyormuş pekâlâ.

Yıllık bitkiler olduğu gibi yıllık balıklarda vardır. Adından da anlaşıldığı üzere bunların ömürleri bir yıllıktır. Nitekim denizatları ve golyan balıkları kaya, dere ve ırmaklarda mesken tutan yıllık balıklardır. Sular kesilince ister istemez ömürleri de tükenmiş olur. Neyse ki yağmurların yağmasıyla birlikte çamur içerisinde saklı tutulan yumurtalardan çıkan yavru balıklar ebeveynlerinin neslini devam ettirecek hamleyi gösterip hayata göz kırpabiliyorlar.

Bazı balıklar var ki; denizin 450 metre derinliğinde tenha yerlerde yaşayabiliyorlar. Fakat tenha yerler olması dolayısıyla bedenleri güçsüzdür. Bu yüzden enerji kaybına uğramaksızın yiyeceklerini ilk fırsatta elde etmeleri gerekmektedir. Ki; zaten öyle de yaratılmışlardır. Rabbül âlemin sıfır ihtimalde olsa yiyeceğini garantiye alması bakımdan ağızlarını vücutlarından büyük yaratmıştır. Hatta denizin derinliklerinde yaşayan bu balıkların vücutlarının her iki yanında ışık saçan fenerler (uzuvlar) yaratmış ki kendi aralarında tanışıp kaynaşıp üreyebilsinler. Belli ki bu donanım süs olsun diye yerleştirilmemiş, belli bir maksada yönelik donatılmıştır. Bilindiği üzere okyanusun dip kısımları zifiri karanlık içerisindedir, ama bir şekilde aydınlatılması gerekir ki söz konusu balık yol alabilsin. Dahası Rabbül âlemin bu canlıya foto fosfor denen aydınlatıcı organ takmakla onu korumaya almıştır. Böylece vücuduna yerleştirilen fener maharetiyle mavi renk ışık yayıp, hem kendini korumakta, hem de rahatça dolaşabiliyor. Bizler ilk lambayı bulan Edison’la övüne duralım, meğer bu balık yaratılışından buyana ışık saçıyormuş ta bizim haberimiz yokmuş.

Avustralya’da bir balık var ki; suda yüzdüğü gibi su dışında da yürüyebiliyor. Yani karadayken solungaçlar adeta ayak görevi yapmaktadır. Hatta bizde çok söylenen bir söz var ya “Hamsi kavağa çıkar mı?” diye. Elbette çıkmaz, ama bu söz konusu balık alçak ağaçlara tırmanıp saatlerce konaklayabiliyor.

Köpek balıkları korku filmlere konu olan balıklardır. En tipik özelliği deniz dibine batmaksızın dosdoğru ilerleyebilmesidir. Nasıl oluyor da batmıyor derseniz vücutlarında bulunan hava kesecekleri sayesinde elbet. Dolayısıyla sürekli hareket etmek zorundalar. Çünkü hareket ona manevra alanı kazandırıyor. Aksi takdirde denizin dibine çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, solungaçlar arasında hava dolaşımı olmayacağından boğulma tehlikesi yaşayacaklardı. Fakat bazı köpek balıkları denizin dibine çökseler de etkilenmezler. Hatta kış uykusunu geçirip baharla birlikte uyanıp işbaşı yapanlarda var. Netice itibariyle her iki durumda köpek balıkların yüzgeç ve kuyruk kısımları su içerisinde türbülans oluşturduğundan diğer küçük balıkların arkası sırası takılmasına vesile olacaktır. Yani bilmeden de olsa onlara su içerisinde rehber olmuş olurlar. Özellikle köpek balıkların üzerine yapışarak seyahat edip keyfini çıkaran adından remora diye söz ettiren küçük balıklar bunun tipik misalini teşkil eder. Tabii köpek balıkların marifetleri bunlarla sınırlı değil, aynı zamanda keskin gözlerle uzak mesafeyi görebildikleri gibi herhangi bir canlının kokusunu çok uzaklardan alabilen güçlü duyusu var. Derken birçok yetenekleri sayesinde milyonlarca deniz altında ölmüş canlılara ait artıklar temizlenmiş olur.

Balinalar dişli ve normal balina olmak üzere iki kategoride incelenirler. Dişli olanlar dişleri gelişmediği içindir bu ad verilmiştir. Olsun önemi yok dişin vazifesini gören üst çenelerinden sarkan inci diş tabakaları yeterince elek vazifesi gördüğü için diş olsa da olur olmasa da, zaten gerekte yoktur. Çünkü suyu emdiği zaman süzgeçten sadece planktonlar geçebilmekte, diğerleri ise otomatikman tasfiye edilirler. Böylece planktonlar balinaya gıda olur. Sonuçta her iki tür balina da okyanusu beraberce turlamakta. Yine her iki türün kuyrukları kürek şeklinde olduğundan su içerisinde rahatlıkla yol kat edebiliyorlar. Hatta turladıklarında arkadaşlarından herhangi birinin başına bir şey gelse derhal yardımına koşmayı da ihmal etmezler. Bu arada balinaların her dalışlarında burun deliklerinden içeriye asla su kaçmaz. Çünkü su altındayken burun mekanizmanın içerisinde tıpkı baraj kapaklarının kapanmasını andırır açılır kapanır kapakçıklar vardır. Anlaşılan su üzerinde açılabilen kapakçık su altında beslenme moduna geçtiğinde kapanıp, böylece nefes borusuna su kaçmasının önüne geçilir. Balinalar aynı zamanda deryayı umman misali okyanus ötesine kilometrelerce seyahat edebilen mavi derin suların mavimsi dev balıkları olarak dikkat çekerler. Öyle ki pusulasız toplam 8 bin kilometreyi bulan bir seyahat gerçekleştirebiliyorlar. Keza Som balıkları da öyledir. Malum Som balıkları nehirlere yumurtalarını bıraktıktan sonra deniz yoluyla okyanuslara açılmaktan geri durmazlar. Yumurtlama dönemi gelip çattığında ise doğdukları nehirlere tekrardan pusulasız sıla-i rahim yapabiliyorlar. Belli ki onun pusulası Kenan illerinde Yakup (a.s)’ın Yusuf’un kokusunu almasına benzer bir yöntemle gerçekleşmekte. Her ne kadar seyahatleri meşakkatli olsa da yolculuk esnasında hele bir çağlayan görmeye dursunlar hemen 4–5 metreyi bulan bir sıçrayışla kendilerine ziyafet çekebiliyorlar.

Okyanusların belki de en hızlı balıkları yelken balıklardır. Baksanıza Florada yakınlarında ele geçen bir yelkenli balığın saatte 110 kilometre hızla yüzdüğü tespit edilmiştir. Belli ki ona hız kazandıran güç yüzerken yaklaşık 1 metrelik yelken kanatlarını katlayıp vücuduna yapışık kılmasından dolayıdır. Yani bir yandan yelkenler fora misali maraton hızıyla ilerlerken, diğer yandan durma esnasında yelken yüzgeçler tekrar eski konumuna geçip böylece alabora olmaktan kurtulabiliyorlar.

Bir mürekkep balığı var ki; mürekkepli kalemle yazı yazarken kendini hatırlarız. Oldu ya düşmanı bir ahtapot misali kavramayacak bir boyda ise Allah’tan ümit kesilmez dercesine adına yakışır bir tavırla mürekkep püskürtüp hızla izini kaybettirebiliyor. Hatta öyle cinsleri var ki; su içerisinden fırlamasıyla havada uçması bir olmaktadır. Böylece adını en hızlı hareket edebilen hayvanlar arasına yazdırır.

Bazı balıklar var ki; göğüs yüzgeçleri çok gelişmiş, aynı zamanda iç organlarında büyükçe hava keseleri bile mevcut. Kelimenin tam anlamıyla bu donanıma sahip balıkları uçan balıklar diye anarız. Andığımız bu uçan balıklar kendilerini savunmasız kaldıklarını hissettiklerinde derhal kuyruklarını kuvvetli bir şekilde çırptığında sudan fırlayıp yüzgeçleri havada kanat olmakta. Hatta uçuşları 200–300 metreyi bulmaktadır.

Avrupa ve Kuzey Amerika'nın nehir ve derelerinde bulunan yüzlerce türden oluşan balıklar var ki; doğup büyüdükleri vatanlarını terki diyar eyleyerek denizlere açılıp, hedef tayin ettikleri Atlas okyanusunun Sargasso denizine ulaşmaktalar. Sargasso denizinin tipik özelliği bolca yosun kaplı olmasıdır. Özellikle yumurtlamak için burası son menzil olmaktadır. Tabii sadece yumurtlamak değil kendileri içinde son menzildir. Derken görevini en iyi şekilde yapmanın huzuru içerisinde son duraklarında hayata veda ederler. Bu sözünü ettiğimiz canlı yılan balıklarından başkası değildir elbet. Ölümü pahasına gerçekleştirdiği bu seyahat belli ki ona has kılınmış.

Bazı balıklar var ki; elektrik üretmekteler. İnsanoğlu elektriği bulmakla övüne dursun bunu yaratılışın gereği yapan balıklar bu işi çoktan halletmişler bile. Zira bu tip balıklar yumuşak başının her iki tarafına yerleştirilmiş kastan yapılı aküleriyle elektrik akımı üretip avını derhal şoklayıp öldürebiliyorlar. Öyle ki 200–300 voltluk bir akımla düşmanı neye uğradığını farkına varmadan mevta olur. Mesela 650 voltluk deşarj gücüne sahip yılan balıkları bunun tipik misali sayılırlar. İlginçtir elektrik şoklarından hemcinsleri değil, kendi dışında ki avları ciddi manada zarar görür.

Balığında ayı cinsi olur mu demeyin sakın. Çünkü Antarktika da yaşayan böyle birkaç tür memeli ayı balığı var zaten. Aslında adından ayı balığı diye söz ettirmek bir kenara, bu hayvan nasıl olur da buzla kaplı bölge de biricik besin kaynağı olan balığa ulaşabiliyor, asıl irdelenmesi gereken husus bu olsa gerektir. Yani söz konusu balığın avını nasıl avlar esprisinin gizemi diş yapısında gizli. Şöyle ki; buz üzerinde dişleriyle kesip açtığı hava delikleri sayesinde suya dalış yapıp yarım saatlik turlama süresince su içerisinde avladığı avlarla beslenmesini temin ettiği gibi, ilginçtir bu zaman diliminde tekrar yolunu şaşırmadan açtığı deliklerden kendini dışarı atabiliyor. Bir başka ilginç yanı ise vücutlarında yağ deposu olmadığı halde karlar buzlar ülkesinde üşümeden hayatını devam ettirmesidir. Elbette ki onu Yaratan Allah şimdilik sırrına vakıf olmadığımız bir donanımla onu üşütmeyecektir. Bize sadece hikmetinden sual olunmaz misali amenna saddak demek düşer.

BALİNA

Yeryüzünün en iri memeli hayvanı olan balina, takriben 90 türüyle gruplar halinde okyanusun o derin soğuk sularında yüzebilen son derece zeki dev bir memeli balıktır. Bizim gibi çok sayıda kılları olmasa da belli ki onu belli bir derecede sıcakkanlı tutan üzeri kalın bir yağ tabakasıyla kaplı deriye sahip olmasıdır. Anlaşılan 30 metre boy uzunluğuna sahip 200 ton ağırlında ki bu hayvan, üzerini saran kalınca giysi sayesinde ister soğuk, ister sıcak olsun fark etmez 70–90 yıllık ömrü boyunca ısı sıcaklığı sabit kalacak şekilde yüzebiliyor. Hatta hangi şartlarda olursa olsun okyanusun o derin sularında turlarken bile yavrularına kendi bünyesinde depoladığı yağ oranı bakımdan zengin sütünü emzirebiliyor. Belli ki Allah tarafından yavru balina sütten kesildiğinde derisi kuzey denizlerin soğuğuna karşı buz kesilmesin diye anne sütü yağ yönünden zengin ayarlanmış. Balina aynı zamanda yavrularını senede bir defa doğurma özelliği ile de dikkat çeken bir hayvan. Genellikle yavrusunu doğurmak için bulunduğu konumdan uzaklara göç edip sığ suları tercih etmektedir.

Bazı balina türleri var ki; dişleri mevcuttur. Dolayısıyla bu türler beslenmek için dişlerini kullanırlar. Bazı türler var ki dişleri yoktur. Bu tür balinaların tipik özelliği ise 3 oda ağız dolusu suyu damaklarında bulunan üç yüze (300) yakın pullar vasıtasıyla süzüp mikro canlıları (planktonlar) alıkoymalarıdır. Derken çene içerisine sarkmış uzun ve sert yapılı bu sistem üzerine dizili incecik pullarla kaplı yüzgeç donanımı sayesinde planktonlar rahatlıkla sindirilebiliyor. Baksanıza Allah öyle bir donanım yaratmış ki balina vücuduna aldığı suları bir yandan çeneleri vasıtasıyla bir anda boşaltırken, diğer yandan filtre edilmiş sudan arta kalan milyarlarca planktonu midesine indirebiliyor. Tabii ki sindirilmek üzere alınan sadece küçük mikro canlılar değil, aynı zamanda güçlü çene yapılarıyla köpek balıklarını bile parçalayıp avlayabiliyorlar.

Yunus balığı ile balinalar çoğu kez diğer balıklarla karıştırılsa da her iki balıkta kuyruklarının yatay olmasıyla ayırt edilirler. Zira yüzdüklerinde tıpkı insan gibi yüzmekteler. Solunumları ise akciğerle olup, su yüzeyine çıktıklarında karbondioksit verip oksijen almaktalar. Hatta su altında uzun süre nefes alamadan kalabiliyorlar. Zaten vücutlarının 200 ton ağırlığında olması enerjisini az tüketmesine neden olmakta ve böylece solumayı geciktirmesine yaramaktadır. Tekrar solunuma ihtiyaç duyduğu zaman başının üst tarafındaki soluk delikleri vasıtasıyla oksijen depo edip besin aramak için yeniden zaman kazanabiliyor. Hatta suya girdiğinde bu delikler otomatik olarak kapatıldığından boğulma diye bir dertleri olmaksızın derinlerde seyri âlem eyleyebiliyorlar.

İlginçtir o kocaman gövdesinin yanında gözler küçücük kalmaktadır. Zaten denizin derinliklerinde göze de pek ihtiyaç yoktur. Çünkü derinliklere inildikçe ışıksızlık hâkim olmakta. Dolayısıyla görme eyleminin yerine ses dalgalarını kullanmayı tercih ederler. Hele bir nesneye dokunmaya dursunlar, anında nesneden yansıyan titreşimle yön tayin edebiliyorlar. Böylece bu ses dalgaları sayesinde etrafında her ne varsa bu dalgalara çarptıklarında anında haberdar olurlar. Anlaşılan şu ki görme duyuları çok zayıf, ama neyse ki işitme melekeleri güçlü. Her ne kadar dış kulak vazifesi yapan gözlerin arka kısmında iki delik varsa da asıl duyumu sağlayan iç kulak bölümüdür. Öyle ki kilometrelerce uzaklıkta ses dalgalarını tıpkı yarasalarda olduğu gibi algılayabilecek donanıma sahipler.

YUNUS BALIĞI

İnsanların açık denizlerde büyük bir hayranlıkla seyrettiği zararsız en zeki hayvanlardır. O da tıpkı balina gibi doğurgan memeli bir balık olarak dikkat çeker. Peki, doğurgan olmak iyi has hoşta, doğurgan memelilere has birtakım özellikler su içerisinde nasıl gerçekleşir sorusu zihnimizi meşgul edecek gibi. Neyse fazla zihnimizi meşgul etmeden bu meseleyi örneklendirmeye koyulalım. Mesela memelilere özgü soluklanmayı ele aldığımızda, Yunus balığı yavrusunun solunumunu düzenli aralıklarla sürekli su yüzüne çıkartarak gerçekleştirdiğini görüyoruz. Hatta emzirme esnasında bile yavrusunun ikide bir hava alması için nefeslendirmeyi de ihmal etmediğini gözlemliyoruz. Çünkü yunuslar akciğer solunumu yapan hayvanlar, buna mecburlar. Her şeye rağmen yine de vücut kaslarında bolca bulunan miyoglobin maddesi sayesinde derin sularda uzun süre nefes almadan yüzebiliyorlar. Malum biz insanlarda bile miyoglobin proteini var, ama sayıca az olması dolayısıyla uzun süre su altında kalamayız.

Yunus balıkları kendi aralarında ki iletişimleri kuş seslerini andırır bir sesle kurmaktalar. Hatta iyi bir eğitimden geçirildiyseler rahatlıkla insanlarla bile diyalog kurabiliyorlar. Yani birkaç kelimede olsa ağzından ses çıkarabiliyorlar. Bu yüzden insanlar onları hep uysal bir hayvan olarak bağrına basacaktır. Ömür süresi ise 25–35 yıl arasında değişebiliyor. Ayrıca burunları uzamış gaga görünümün yanı sıra, her iki çenesinde çokça dişleri olan ve sırtlarında ise tek yüzgeçleri ile dikkat çekerler. Zaten bu özelliklerinden dolayı balıklardan farklı değerlendirilirler, ama yine de insanlar onu hep balık olarak anarlar. Yine Yunuslar'ın en dikkat çeken yönü hiç şüphesiz sıçrama teknikleridir. Beslenmeleri etçil olup, en favori besin kaynağı balık veya mürekkep balıklar oluşturur.

Hazır Yunus balığından söz etmişken Yunus Peygamberimizin kıssasını da bu arada zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki; Hz. Yunus (a.s)’da İsrail oğulları Peygamberlerindendi. Ninova halkına Allah’ın buyruklarını iletmek için görevlendirildi, ama imana gelmedikleri gibi yine bildik putlara tapmaya devam ettiler. Bu durumda Yunus (a.s); “Eğer iman etmezseniz Allah 40 güne kadar Ninova Şehrini yerle bir ederek batıracak” diye tehditte bulundu. Ninova halkı hiç aldırış bile etmedi.

Hz. Yunus (a.s) kavmine kırılıp küstü, hatta Allah’tan izin almadan Dicle Nehri kenarına gelip bir gemiye binerek oradan uzaklaştı. Oysa Allah tarafından izin almadan kavmini terk etmesi caiz değildi. Derken gemiye bindi, epey yol kat ettikten sonra gemi bir anda duruverdi. Gemi bir türlü hareket edemiyordu, belli bir yere sabit kalmıştı çünkü.

Gemide bir Müneccim: ‘İçimizde bir suçlu var, kura çekelim kime düşerse onu denize atalım.’

Kura çektiler, kurada Yunus’a çıkmıştı.

Hz. Yunus (a.s):

-Evet! Efendisine itaat etmeyen suçlu adam benim.

Bu sözleri sarf eder etmez Yunus (a.s) kendisini suya attı. Kendisini denize atar atmaz bir balık yuttu onu. Yunus (a.s) balığın karnında pişmanlığını belirten; “Allah’ım sen her şeyden münezzehsin, ben gerçekten zalimlerden oldum! (Lailahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin)” sözlerini sürekli tekrarlayıp durudu. Tabii bu sözler artık Yunus’un zikri olmuştu, Allah’ta bu zikrin hatırına tövbesini kabul etti. Balık emri ilahi gereği hemen karnından taşıdığı Peygamberi çıkarıp denizin kenarına bırakıverdi.

Hz. Yunus’un gemiye bindiği gün gökyüzü kararmaya başladı. Ninova halkı paniklemişti. Şehir zifiri karanlığa bürünmüştü adeta. Hz. Yunus’un haber verdiği musibetin geleceğini anlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Yunus’u aramaya koyuldular fakat bulamamışlardı. Çünkü Yunus (a.s) onları terk etmişti. Ninova halkı çaresiz oracıktan derhal ayrılarak Tövbe tepesine çıkmanın akabinde feryat figan edip Allah’tan aman dilediler. Neyse ki Allah-ü Teala affedip dileklerini kabul etti. Hz. Yunus denizde ki hayat serüvenin dönüşünde kavmini tövbe etmiş bir şekilde bulunca seviniverdi. Derken ilahi hükümleri kavmine öğretiverir. Bir süre azaptan uzak kaldılar. Sonraları ise hem doğu, hem de batı da büyük olaylar vuku buldu. Ne mutlu Yunus balığına ki Yunus Peygambere hizmet etmiş.

AHTAPOT

Deniz altında yaşayan canavarımsı bir hayvan. Bakmayın siz onun öyle canavar görünümlü olmasına, çoğu küçük omurgasız hayvanlardır. Üstelik balık gibi yüzememekteler. Hareketini baş kısmına endeksli tentikül denilen 8 kol sağlamaktadır. Aslında ona dokunulmadığı müddetçe çekingen, korkak ve bir o kadar da uysal bir hayvan olduğu anlaşılıyor. Bir dokun bin işit derler ya, aynen onun gibi birisi dokunmaya dursun, bak o zaman kızılca kıyameti. Değim yerindeyse dünyanın kaç köşe bucak olduğunu gösteren bir tavır sergiliyor. Ki; bu durum karşısında onu rahatsız etmeye kalkışanı dokunaçlarıyla abluka altına alıp deniz içerisinde kendince bedel ödettirebiliyor. Yani tentiküller üzerinde bulunan vantuzlar avına hem tutunmaya yaramakta, hem de emme görevi yapmaktadır. Hatta vantuzlar sayesinde tutundukları yerde hareket manevrası kazanıp ilerleyebiliyorlar.

Ahtapotun asıl savunma silahı hiç kuşkusuz derisinin üzerinde sıralı halde bulunan sarı, kahverengi pigment hücreleridir. Kendisini güvencede hissetmediğini anladığında her türden renk değiştirme avantajını kullanıp bulunduğu alanın rengine bürünerek ten avlanmaktan kurtulabiliyorlar. Kolları kopsa bile kertenkelede olduğu gibi kopan kısmın yerine bir yenisi eklenir.

Engin deniz sularında hızla ilerlemesini sağlayan vücut üzerinde bulunan salkım saçak kollar değil, arkalarından çıkarttıkları gaz sayesinde gerçekleşip bir füze misali mesafe kat edebiliyorlar. Tabiî ki önce deniz suyunu emer ve sonra arkasından çıkarttığı gaz ve etki-tepki sistemine dayalı fizik kanunu ile bu işi başarırlar. Yani içerisine çektiği suyu püskürtüp kendisinin ileri doğru itilmesini sağlar. Ayrıca püskürtülen suyla birlikte etraf bir anda alabora olduğundan düşmanının kaçmasına vesile olup bu arada kendisini de gizlemiş olur.

SÜNGERLER

Süngerler deniz diplerine yapışık kalan nazlı gelin türünden hayvanlardır. Her ne kadar ilk başta hayvan mı, yoksa bitki mi diye tartışılsa da 1825 yılında yapılan çalışmalar sonucunda vücutlarına alınan suların değişikliğe uğrayıp dışarı çıkması onun bir hayvan olduğunu ele vermiştir. Öyle ki; dışarı çıkan suyun kokusuna yanaşamayan birçok deniz hayvanının yanına sokulamadığı fark edilmiştir. Bilhassa balıklar bu kokudan çok rahatsız olurlar. Belki de böyle olmasaydı savunmasız kalan bu hayvanın nesli kesilmiş olacaktı. Sonuçta bu hayvanın ne ağzı var, ne de dili. Keza iç organı da yoktur. Demek ki uzuvsuz hayvanda olabiliyormuş. Madem öyle, nasıl geçiniyor sorusu ister istemez aklımızı kurcalayacaktır. Onu yaratan bu özelliklerine uygun olarak hem bakterileri, hem de deniz altında canlıların vücutlarından dökülen artık veya dışkıları rızkı olarak tayin etmiştir. Anlaşılan deniz suyu su olmanın ötesinde besin deposu olarak ta süngerlerin ihtiyacını karşılayan besi kaynağıdır.

Bunların üremeleri de ilginç. Baksanıza eşeysiz ürüyorlar. Yani dişi yumurtalar ve erkek sperm hücreleri tek bir süngerden çıkmakta, fakat farklı zamanlarda sahne alırlar. Spermalar çıktığında su akıntıları eşliğinde bir başka süngerin bağrına transfer edilir. Belli ki Yüce Yaratıcı sperma hücrelerinin rotasını şaşırmamak için onu taşıyacak hücreleri de beraberinde yaratmış. Böylece taşındığı yerde yumurtalar arasında vuslat hâsıl olup yeni bir süngerin doğması gerçekleşir.

Malum süngerlerin vücutları silisyum ve kalsiyum karbonat bileşimleriyle desteklenmiş kalın kalkerli veya kireçli tabakayla donatılmıştır. İşte bu tabaka sayesinde kışın ayazından kendilerini korudukları gibi, baharın gelişiyle birlikte hücreler yeniden canlılık kazanıp süngere dönüşebiliyor. İşte denizleri temizleyen aynı zamanda mutfağımıza da konuk olup kap kaçağımızı temizleyen süngere ne kadar teşekkür etsek azdır diye düşünüyorum.

DENİZ ANALARI

Denizanaları şeffaf kubbemsi yapıda deniz suyu hayvanlarıdır. Bunlar arasında bazı türler var ki; ışın bile saçabiliyor. Genel itibariyle denizanaları kubbemsi şemsiyelerinin altında dokunaçlarıyla dikkat çekerler. Belli ki söz konusu dokunaçlar ona büyük bir avantaj sağlayıp, düşmanından kendini kurtarmasına yaramaktadır. Sakın ola ki onun şeffaf ve narin yapıda uysal olmasına bakıp zarar veremeyeceğini düşünmeyin. Oysa Yanlış hesap Bağdat’tan döner misali bir dokunmaya dursunlar bir anda dokunaçlarından saldığı zehirli sıvı avcının hevesini kursağında bırakıp felce uğratabiliyor. Zehiri olmayan türleri ise ışın saçıp kendini korumaya alıyor. Bizim deniz kıyılarımızda ki denizanaları her ne kadar büyük çapta tehlike teşkil etmese de yine de onların bulunduğu ortamlardan uzaklaşmakta fayda var. Hiçbir şeyler yapmasalar bile en azından vücutta yakınma ve kaşıntıya neden oldukları kesin. Hatta dünya üzerinde öyle yerler var ki buralarda yaklaşık 10 metre ebatı bulan denizanaları insana dokunmasıyla birlikte ölüme yol açabiliyor. Bu yüzden onlar hem tehlikeli varlıklar, hem de bir o kadar güzel görünüm türde olan canlılardır.

DENİZ POLİPLERİ

Belgesel izlemişseniz eğer deniz altında birbirinden harika ağaç ve çiçek modelleri dikkatinizi çekmiş olmalıdır. Bu modellerin arka planında asıl rol oynayan mimari mühendis dünyanın en basit yapılı hayvan diyeceğimiz poliplerdir elbet. Bunlar da Denizanaları gibi şeffaf görünümlü hayvanlardır. Demek ki görünüşlerine bakıp, bunlardan iş çıkmaz dememeli. Zira onlar bir eser meydana getirirken malzemesi deniz yosunlarından elde ettikleri oksijen ve deniz suyu içerisinden temin ettikleri kalsiyumdur. Dahası bunlar oksijeni ve kalsiyumu en iyi şekilde kullanabilen canlılardır. Tabii polip bunları alırken zaman içerisinde vücudunun etrafı kalkerleşip kabuk halini alır. Derken kendisini tabaka tabaka saran kabuk arasında sadece dışarıya sarkan dokunaçlar kalır. İyi ki de dokunaçlar var. Çünkü bu dokunaçlar sayesinde deniz içerisindeki küçük organizmaları kendi bünyesi içerisine alıp beslenebiliyor. Polipler genelde bir arada koloni halinde yaşayan canlılar olup öldüklerinde ardından sert kabuklarından inşa edilmiş insanı cezbeden ağaç ve çiçek görünümlü birbirinden güzel eserler kalır. Bu arada yaşayan polipler ölenlerin inşa ettikleri kireçleşmiş eserler üzerinde barınıp zaman içerisinde barındıkları mekânları kendilerinin kattıkları ürünlerle birlikte gökdelen tarzı eserlere dönüştürürler. Madem hücrelerin bölünmesiyle dokular çoğalıyor, dokulardan organlar, organlardan bir canlı oluşuyor, o halde ölenin ardından emaneti devr alan her bir polip kendisine tevdi edilen mirası saraya çevirmesini bilecektir. Derken bu arada dalgıçlara gün doğup, deniz dibinde devasa büyüklükte ağaç yapılı manzarayı seyri âlem eyleyeceklerdir. Mercan adaları der dururuz ama belli ki bu söz konusu adalar bir çırpıda oluşmamış. Yılların birikimi diyebileceğimiz poliplerin bir emeği olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki; mercanların yıllara meydan okumanın neticesinde kıyılarda kayalıklar bile oluşabiliyor.

SU AYGIRI

Su aygırı ismiyle müsemma, yani Afrika’nın büyük göllerinde ve nehirlerinde yaşayan toparlak vücuda sahip, 4 ton ağırlığında kısa bacaklı iri bir hayvandır. İri vücudu üzerinde kocaman kafa, kalın boyun, iri dudaklar vardır. İlginçtir burnu tepede olmakla beraber burun delikleri önde olan bir görünüm sergiler. Bacakları kısa olması dolayısıyla karnı yere değecek izlenimi verir. Ayaklarında ise dört parmak vardır. Bu görünümüyle su kıyısında hantal yürümesine rağmen su içerisinde iyi bir yüzücü örneği sergilemesi görenleri şaşkına çevirmektedir. Hatta suya her dalışlarında kafasını su yüzeyine çıkarttıklarında şarıl şarıl su sesleri eşliğinde etrafa su püskürtebiliyor. Bu arada baş tepesinde ki fırlak gözlerinin olması etrafı kolaçan etmesini kolaylaştırabiliyor. Timsahla su aygırını kıyasladığımızda; timsaha nazaran su aygırı daha güçlü olduğu gözlemlenmiştir. Nitekim beraberce bulundukları göllerde timsahlar su aygırı karşısında “burada kral sensin” dercesine son derece tazim içerisinde yüzmekteler. Çünkü su aygırının bir timsahı delip deşik edecek kadar uzunluğu 60 santimetreyi bulan köpek dişleri vardır. İşte söz konusu bu dişler sayesinde su altındaki bitkileri kökleriyle birlikte koparıp beslenebiliyorlar. Böylece nehir ve göller su aygırlarınca hem temizlenmekte, hem de su yataklarının tıkanmasının önüne geçilmektedir. Dolayısıyla onlara iyi bir çevreci hayvan gözüyle bakabiliriz. Ağız yapısı derseniz dillere destan. Zira kara hayvanları içerisinde ağız büyüklüğü bakımdan onun rekorunu kıran hayvan şimdiye kadar pek rastlanılmamıştır. Suda yaşayan memeli hayvan bakımdan ise balinadan sonra ikinci sırada yer alır. Belli ki devasa dudakları ot ve yaprakları ağzına almak için vazife görür. Hele bir su içerisinde yüzüşleri var ki usul usul ve aheste aheste ilerlemeleriyle dikkat çekerler. Karada ise bir insan kadar hız kat ederler. Yine de onlar zorunlu kalmadıkça sudan dışarıya çıkmayı pek sevmezler. Karaya daha çok geceleyin düz çimenlerde otlamak için, ya da doğum zamanı çıkmaktalar. Hatta seyahat etmekten de haz etmezler, genelde bulunduğu yerde kalmayı yeğlerler. Hele bir esnemesi var ki, gören uykusuz sanır. Oysa dişlerini diğer su aygırlarına göstererek her an kavgaya hazır olduğu mesajını verir. Döllenmesi ise su içerisinde gerçekleşip, hamilelik süresi insanda olduğu gibi dokuz aydır. İlginçtir yavrusunu karada kamış yatağının içerisinde doğurmaktadır. Derken yavru su aygırı hiçbir eğitim almadığı halde sanki daha önce öğrenmiş iyi bir yüzücü edasıyla annesiyle birlikte su altına dalabiliyor.

TİMSAHLAR

Timsah gerek su üzerinde gerekse karada hızla hareket edebilen Afrika nehirlerinin bir diğer pullu sürüngen dev hayvanı olup, aynı zamanda su aygırlarının da düşmanıdırlar. Gerçi bu hayvanlar büyük olanlarına dokunmaktan çekinirler, ama yavru olanları afiyetle yemekten geri durmazlar. Hele ceylan ve benzeri kara hayvanlar akarsu kenarına su içmek için gelmeye dursun, bir anda timsahın kuyruk darbesine maruz kalıp kendini hem suda bulmakta, hem de avlanıp yem olmaktadır. Böylece timsah avını avlayıp afiyetle beslenmenin ardından güneş altında “gel keyfim gel” dercesine güneşlenmeyi de ihmal etmez. Yani ehli keyf hayvanlardır.

Ayrıca timsahlar ekinlere zarar vermekle dikkat çekmektedir. Dolayısıyla çiftçiler ekinlerden timsahları arındırsalar bile bu sefer de bir başka kriz baş gösterip su aygırların çoğaldığı gözlemlenmiştir. Demek ki ekolojik dengeyle pek oynanmaya gelinmiyor.

Bu arada timsahların en çok muzdarıp olduğu şey diş etleri arasına dolanan sülüklerdir. Neyse ki Gergedan ve manda olayında olduğu gibi onların da imdadına yağmur kuşları koşmaktadır. Zira timsah ağzını gören dehşete kapılsa da bu kuşlar hiçbir endişeye kapılmaksızın ağzının içerisine kadar girip timsahın muzdarip olduğu sülükleri hem temizlemekte hem de kendisine ziyafet çekmektedir. Derken karşılıklı jest diyebileceğimiz bu durumdan her iki hayvanda kazançlı çıkıp, karşılıklı hoşça vedalaşırlar. İşte hayvanlar arasında karşılıklı iş bölümünün tipik misali bu olay olsa gerektir. Keza bu iş bölümü bazı balıkların üzerinde parazit yaşayan canlıları temizleyen küçük balıklar içinde geçerli bir kuraldır. Bu arada timsah üremesinin yumurta yoluyla olduğunu da unutmamak gerekir.

Bakmayın siz timsahın canavar görünümlü olmasına. Gerektiğinde onlar şike varı da olsa gözyaşı dökebiliyor. Belli ki halk arasında “Timsah gözyaşları dökmeyin” sözü boşuna söylenilmemiş.

RAKUN

Rakun için su yolu, göl ve batak çevresi gibi yerler vatan sayılmakla beraber aynı zamanda Amerika’da yaşayan iyi bir yüzücü hayvan olarak adından söz ettirir.. Tabiî onun iyi bir yüzücü olması deniz hayvanı olduğu anlamına gelmez. Bilakis o, ya bir ağaç kovuğu, ya da mağarada hayatını geçirmeye çalışan küçük ayıgil diye isimlendirilen bir hayvandır. Bu isimle bilinmenin ötesinde ara sıra suya daldığında iyi bir yüzücü olmanın gereğini yapıp, bu arada balık, tatlı su kerevidesi, kurbağa, semender ve midye her ne tür av varsa avlamayı da ihmal etmez. Hakeza karada yumurta, kuş, böcek, fare ve yerde sürünen her tür canlı içinde aynı akıbet söz konusudur. Ayrıca onun etabor özelliğinin yanı sıra ceviz, çilek, böğürtlen ve başka çeşit meyvelere düşkünlüğü de gözden kaçmayan bir husus olarak karşımıza çıkar. Hatta mısırlar olgunlaştığında mısır tarlaları da bu kemali ziyafetten nasibini alır. İlginçtir Rakun et yemeden önce temizlik kurallarının bir gereği mutlaka suya batırıp çıkarıp yıkadıktan sonra yemeği yeğler. İşte bu özelliğine binaen kendisine yıkayıcı anlamına gelen lotor denilmiştir. O halde temizlik hususunda Rakun’un bu örnek davranışını rehber almamız gerekir.

Rakun geceleri yiyecek aramakla gündüzleri ise dinlenmekle geçirdiği yaz mevsiminin ardından ta ki ilkbaharda uyanmak üzere kış uykusuna yatar. Fakat ara sıra da olsa çiftleşmek veya karnını doyurmak için uyandığı olur. Nitekim erkek rakun kış ortasında çiftleştikten sonra izdivacına son verir. Belli ki o tıpkı ayı gibi aile sorumluluğundan uzak bir hayat tarzı tercih etmektedir.

YILANLAR

Yılan ismi duyunca yediden yetmişe herkes ister istemez ürpermek durumunda kalır. Onların görünüşü avını korkutmaya yetiyor zaten. Tabiî o görünüşüyle değil bizzat avının üzerine yıldırımca atlayıp zehrini şırınga etmekle avlar. Öyle ki zehri avını felce uğrattığı gibi birkaç saate kalmadan zehrin etkisiyle ölümüne neden olur. Öncelikle bu işi yaparken dişlerini avının derisine saplamakta, tabii saplayınca da zehir kaslarının otomatik harekete geçip küçücük bir kanal yoluyla zehir dişe aktığında, oradan avının derisine geçmektedir. Mesela engerek yılanı bunun tipik misalidir. Şurası muhakkak zehirli yılanların tek silahı zehir bezidir. Neyse ki insanoğlu yılan zehirlenmelerine karşı özel serum imal etmeyi ihmal etmemişler.

Bazı yılanlar avının etrafına dolanmasıyla birlikte kaburgalarını abluka altına alıp boğması bir olmaktadır. Bazıları ise avını sıkıp bir bütün olarak yutma başarısı sergiler. Mesela boğa yılanı bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta 8 metre boyunda domuzu yutabilecek kabiliyette yılanlar olduğu gibi dev bir fili bile alt edecek yılanlar da mevcut. Nitekim bir piton düşünün; birkaç saat içerisinde domuzu yutabiliyor. Fakat böyle bir büyük lokmanın sindirimi kolay olmasa gerek ki birkaç günü bulabiliyor. Peki, üreme nasıl oluyor derseniz, malum yılanların üremesi yumurta yoluyla gerçekleşir.

Hâsılı kelam dünya üzerinde her halükarda üç bin türü bulunan yılanlarla ilgili daha çok söylenecek söz var, ama şimdilik bu kadarı yeter diye düşünüyorum.

SOLUCAN

Onları bazen bir bahçede gezinirken, bazen bir yol üzerinde, bazen kırda bayırda gezinirken her an görmek mümkün. Kimimiz gördüğümüzde dehşete kapılıp ürpeririz, kimimiz de büyük bir şefkatle yanına sokuluruz. Yani kişinin ruh haline bağlı olarak solucana karşı da tavrımız değişebiliyor. Şayet onu tehlikeli bir yaratık algılayan bir ruh halimiz varsa hiç gözümüzü kırpmadan ortadan ikiye bölmekten çekinmeyiz de. Olsun önemi yok. Onu parçalasalar bile onu yaratan irade vücut donanımını yenileyecek hücreler yerleştirdiğinden dolayı baş kısmı kuyruk olarak tamamlanmakta, derken kopan kuyruk baş eksikliğini giderebiliyor. Bu durumda solucanlar sanki bize; “Madem her şey aynı kalmamakta, o halde her daim gelişin ve kendinizi yenileyin” mesajı verirler. Bundan öte sakın ola ki statükonun kollarında hayatınızı karartmayın uyarısını yapar gibiler. Onlar sadece mesaj mı verirler, bunun ötesinde toprak altı faaliyetleriyle toprağı havalandırıp iyi bir çevre dostu olduklarını ispatlarlar. Böylece havalanan toprak tüm canlı âlemine gıda olur.

KERTENKELE (İGUANA)

Adı:
Kertenkele.

Cinsi: İguana

Yiyecekleri: Çiçekler, kiraz, çilek gibi kabuksuz meyveler ile birtakım böcekler.

Yaşadıkları bölgeler: Güney ve Kuzey Amerika’nın sıcak bölgeleri.

Evet, İguanalar bir değişik tür kertenkele olup, görünüş bakımdan insan ürperse de aslında zararsız ve çekingen yaratıklardır. Belki de insanların bu hayvanın çekingen olduğunu bilselerdi ona “Cin ejderi” demeyeceklerdi. Kendisi hakkında kim ne düşünürse düşünsün, o tüm bunlara aldırış etmeksizin güneş altında güneşlenmenin mutluluğunu yaşamaktan geri durmayacaktır. Çünkü güneş onlar için hem iyi bir ısıtıcı, hem de iyi bir aydınlık kaynağıdır. İguanaların boyunlarında sarkmış derilerinden gerdanlık ve sırtlarından kuyruğuna kadar tarakları olması ona özgü bir çehre kazandırıp, aynı zamanda bukalemun gibi kendilerini korumak adına renk değiştiren türleri vardır. Her şeyden öte İbrahim (a.s)’ın kıssasına bile konu olabilmişlerdir. Şöyle ki;

Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe attıkları zaman kertenkelenin iki çeşidi var; birisi su döktü, birisi de üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) o su dökene dedi ki :

“- O koca dağ gibi ateşe senin o damlacık suyun neye yarar ki ? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”

Öbür üfürene de dedi ki ;

“- Ya, zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki ? Ben de senin düşmanın oldum.”

Bu misalden hareketle bizim burda katkımız:

Hak ve hakikat yolunu bilip, sevmek olacaktır.

Şüphesiz bu yolu seviyoruz, bu yolu biliyoruz diyebilmeyi muhakkak istemişizdir. Zaten bizim katkımız bundan başka ne olabilir ki?

Kertenkeleler ilginçtir avcısı tarafından yakalanacağı sırada nazik kuyruğunu bırakıp kaçmaktadır. Olsun önemi yok, o kuyruksuz kısım bir zaman sonra yenilenerek yerine bir yenisi eklenecektir.

SÜLÜK

Adı:
Sülük

Konakladığı mekân: Kendi tabiî sulak ortamı.

İnsanoğlu belki de sülükten esinlenerek kan aldırma tekniklerini öğrenmiş gözüküyor. Fakat sülükten bir farkı kolumuzdan kan aldırdığımızda iğnenin acısını yüreğimizde hissederiz. Ama sülük öyle değil, o damara vantuzlarıyla yapıştığında uyuşturmayı da ihmal etmez. Böylece kan emdiği canlının incinmemesini sağlayan bir teknik uygular. Ayrıca kanın pıhtılaşmamasına yönelikte hirudun adında bir madde üretmeyi de vazife bilir. Derken konakladığı canlı üzerinde yarım saat içerisinde kan emip karnı tulum gibi olduğunda yapıştığı bölgeden ayrılarak sindirim işlemine koyulur. İşte bu yarım saatlik işlem sonucu beslendiği kan gıdası onun altı ay kadar ihtiyacını gidermeye yeter artar da. Hatta bu altı ay içerisinde kanın bozulmamasına yönelik faaliyet gösteren bağırsaklarında yer alan Pseudomonas hirudinus bakterileri yardımcı olur. Böylece söz konusu bakteri sayesinde gıdasını muhafaza altına almış olur. Şayet altı ay sonunda kan kalmazsa bir süre daha yaşaması için kendi vücut dokularını parçalamayı bile göze alıp bir şekilde canlılığını koruyabiliyor. Günümüzde sülük vasıtasıyla Tıbbi tedavilerin uygulandığı artık bir sır değil. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in hacamat yaptırdığı, keza bu konuda; “ Şifa üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti içmek, hacamat aleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (başka çare kalmadıkça) ateşle dağlamaktan men ederim” (Sahih-i Buhari;12.cilt, S. 79) diye beyan buyurup, kan almanın sıhhat açısından iyi geldiğine işaret etmiştir. Çünkü kan aldırmakla hem kanımız tazelenir, hem de kan akışımız hızlanır. Dolayısıyla akışkan hale gelen kan beyne daha rahat ulaşıp, bu sayede beyin kendisine gerekli olan oksijenle buluşmuş olur.

SALYANGOZ

Görünüş itibariyle helezoni halkalardan ibaret tek kabuklu hayvan olarak dikkat çeker. Üstelik onun helezonik olması bize zikir halkalarını hatırlatır hep. Belli ki karın kısmı kaslarla kaplı olması ona hareket manevrası sağlıyor. Öyle ki kaslar sayesinde ön uçtan start alan dalga manevrası son kısımda tamamlanacak şekilde ilerleyip yolunu yol bilmektedir. Yani karın bir noktada ona ayak olur. Dahası var; ayağının ön kısmında bulunan bezlerden salgılanan sümüksü mukus sıvı madde her ortama yapışıp sürünerek ilerlemesini sağlar. Nitekim söz konusu sümüksü sıvı yardımıyla gerek toprak üstünde, gerek denizin dibinde, gerek duvar yüzeyinde, gerekse ağaca tırmandıysa ağaç yüzeyinde kayabiliyor. Hatta yolunun üzerinde tırmanıcı veya kesici bir şeyler olsa bile hiç fark etmez, mukus salgısı onu her halükarda incinmesini önleyip seyahatini huzur içerisinde geçirmesine vesile olur. Gerektiğinde söz konusu yapışkan maddeyi kurutulmuş halde barındığı yuvanın deliğini tıkamakta kullanıp kendini korumaya alabiliyor. Kabuğu böyle ise kim bilir kendisi nasıl. İşte bu güzel hayvanı gezindiğimiz yerlerde ilk anda fark etmezsek bile başını ancak kabuğundan çıkardığı zaman görme şansı yakalayabiliyoruz. Ayrıca salyangoz için talihsizlik diyebileceğimiz, kendisini çepeçevre saran kabuk kısım bir şekilde kırılmaya dursun, artık o hayvanda yaşama ümidinden eser kalmayacağı malum. Çünkü kabuk onun için bir koruyucu zırh olmaktadır.

MARMOTLAR

Marmotlar yeraltı ve kayalar arasında yaşayan en büyük sincaplar olup, Birleşik Amerika’da adına yer domuzu denir. Marmotlar kış uykusuna ilaveten geceleri de uyurlar. Onları ilginç kılan hem düşman karşısında alarm sistemine sahip olmaları, hem de kendi aralarında son derece candan dayanışma bağının olmasıdır. Öyle ki koloni halinde koyun sürüsü misali topluca gezinip bitkiler içerisinde en lezzetli olanıyla adeta piknik yapabiliyorlar. Hatta bu arada marmotlar cümbür cemaat zevki sefa içerisinde çiçek ve ot gibi gıdalarla beslenirken başlarına herhangi bir halel gelmemesi açısından içlerinden biri bir tepeye çıkıp arkadaşlarına gözetmenlik yapmayı da ihmal etmezler. Olur ya en büyük düşmanı kartal veya bir başka canlının hücumuna uğrama riski doğabilir, dolayısıyla böyle bir tedbiri ihmal etmemekte fayda var. Nitekim gözetleme kulesinde bekleyen nöbetçi marmot, havada uçuşan kartalı görür görmez ta 3 kilometre uzaklıkta duyulacak ıslığımsı bir alarm sesle arkadaşlarını haberdar etmiş olur. Böylece marmotlar bu haber sayesinde önceden kazmış oldukları yuvalara sığınıp kendilerini korumuş olurlar. Ta ki bu sığınma ikinci alarm sesi gelene kadar devam eder. Zaten ikinci alarm kartalların gittiği anlamına gelen mesajdan başkası olmayacaktır.

Keza dağ sıçanları da sincap cinsinden hayvanlar olup, bunlar da yeraltında birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin tıpkı insanların inşa ettikleri şehirleri andırır bölümler (semt, sokak, mahalle) inşa etmekle meşhurdurlar. Fakat bizler inşa edilen şehirleri ancak yeryüzünde tümseklerin varlığıyla fark ederiz. Bu tümseklerin altı ise son derece karmaşık tünellerin bulunduğu metro hatları olarak karşımıza çıkar. Ayrıca bu tümseklerin her biri düşmana karşı iyi bir gözetleme kulesi olmanın yanı sıra herhangi bir tehlike anında iyi bir siper olabiliyor. Anlaşılan Allah’ın marmot ve dağ sıçanına ilham olarak ihsan eylediği bu alarm tertibatı olmasaydı her biri avlanmaya müsait kurbanlık koyun olacaklardı.

PORCUPİNE

Çok nadirde olsa mutlaka üzeri seyrek bir şekilde iğnemsi oklarla kaplı bu hayvancağızı görmüşsünüzdür. Bu bildiğimiz porcupine adlı oklu kirpiden başkası değildir. Onların zayıf görünmesi güçsüz oldukları anlamına gelmez. Zira aç kurt veya aslan saldırdığında bu zavallı sandığımız hayvan önce dikensiz bir şekilde kabına çekilir. Tabiî bu arada kurt kolay lokma sandığı bu hayvanın başına üşüşür. Evde ki hesap çarşıya uymaz derler ya, aynen onun gibi kurt'ta oklu kirpi’nin dikenleri ağız ve boğazına batmasıyla birlikte neye uğradığının şaşkınlığı içerisinde acılar içerisinde sonunu hazırlar. Diken batsa yine iyi, buna ilaveten dikenlerin üzerindeki öldürücü mikropların istilasına uğrayıp sonu ölümle sonuçlanır. Hakeza gelincikler de kirpiye yaklaştıklarında onlar da aynı akıbete uğrayacaklardır.

BUKALEMUN

Kertenkeleye benzer, ama asla kertenkele değildir. Özellikle ayak, dil ve gözlerinin renk değiştirmesi bir kere onu kertenkeleden farklı kılan bir husus. Keza vücudunun basık olması ona apayrı bir ayırıcı özellik katar. Bu arada dili boyundan 1–1,5 kat uzun olması ise bir başka avantaj sağlar. Öyle ki, uzun dil avını yakalayacak yeteneğe sahip olup, hareketli ve yapışkan yaratılmıştır. Hele bir gözleri var ki; insanın gözlerinden katbe kat üstün maharet sergiler. Nitekim insanoğlu sadece gözlerinin her ikisiyle bir yere odaklanabilirken, bukalemun ise gözün biriyle bir yere bakarken diğer gözüyle de aşağıya doğru bakabiliyor. Yani bakarken her tarafa dönecek şekilde bir taşta iki kuş vurur. Derileri deseniz, zaten dillere destan, onun sayesinde toplum içerisinden çıkabilecek bukalemun tipleri tasvir edebiliyoruz. İnsanların bir kısmı nabza göre şerbet verir ya, aynen onun gibi bu hayvanda derilerinin birkaç tabaka sıra halde dizili olması dolayısıyla tabakalar arası boya hücreleri renkten renge dönüşebiliyor. Mesela tabakalara kodlanmış sarı, yeşil, kırmızı renkler usul usul kestane veya siyah renge çevirebiliyor. Böylece sinek türü avlanacak hayvanlar onun sakince duruşunu fark edemeyeceklerdir. Derken avını şimşek hızıyla diliyle ısırıp ansızın kaptıktan sonra tekrar eski sakin haline dönüş yapacaktır. Belli ki renklerin kontrolü otomatiğe bağlanmış sinirler vasıtasıyla vuku buluyor. Hatta onun böylesine renkten renge girmesi düşmanlarına karşı iyi bir koruyucu silah olur. Üremeleri ise genellikle yumurtlayarak gerçekleşir. Neslin devamı içinse dişi bukalemunlar yumurtalarını daha önceden kazdığı çukura bırakarak sürdürür.

KAPLUMBAĞA

Kaplumbağa halk arasında tosbağa olarak tanımlansa da, aslında o dört ayaklı sert ve kemiksi kabuklu bir sürüngen hayvan olarak dikkat çeker. Dikkat edin sürüngen dedik, niye? Çünkü aheste aheste yürüyen gözde bir hayvan. Onun bu halini gören gamdan kederden tasadan azat sanır. Belki de böyle değerlendirenler haklıdırlar. Baksanıza 200 milyon yıldan beri vücut yapılarında herhangi bir değişikliğe uğramadan nesli tükenmeksizin bugünlere gelebilmiştir. Aynı zamanda bunlar rızk endişesi taşımadıkları gibi açlığa bile son derece dayanıklıdırlar. O halde siz siz olun her şeyi kafaya takmadan Allah’a tevekkül edin ki hayatınız güzel olsun. Bakın kaplumbağanın bu özelliğinden olsa gerek 100–150 yıl yaşayabiliyorlar. Zaten istatistik rakamları günümüzde 250’ye yakın kaplumbağa türünün varlığından bahsetmektedir.

Kaplumbağaların karada yaşayanları olduğu gibi denizde yaşayanları da mevcut. Karada yaşayanlar genellikle bataklıkları tercih edip, ayak tırnakları hem kıvrık, hem de oldukça sert yapılıdır. İşte bu sertlik sayesinde kuru toprakları kazıp kış uykusuna geçebiliyorlar. Keza dişleri de sert olduğundan aldıkları besinleri rahatlıkla öğütebiliyorlar. Deniz kaplumbağaları ise parmaklarının bitişik olmasıyla dikkat çekip, böylece parmak aralarında ki perdeler vasıtasıyla yüzmüş olurlar. Yani parmaklar karada yaşayanlar gibi kıvrık değildir. Peki ya ağırlıkları, malumunuz karadakiler 250 kg, sudakiler ise 50 kilogramı bulur. Keza üremeleri yumurtlamayla gerçekleşip yılda bir kez olmaktadır. İlginçtir yumurtalarını kazdığı çukura bıraktıktan sonra üzerini toprakla örtmesiyle birlikte doğacak yavrularını Allah’a havale edip oradan uzaklaşmaktadır. Kendini düşmanlarına karşı savunurken de ayaklarını ve kuyruğunu anında sert yapılı kabuğunun içerisine çekerek yapmaktadır.

KESELİ FARE (Jerboa)

Adı gibi kendisi de ilginç sahip olmasıdır. Kabiliyetsiz oluşu şuradan belli ki girdiği tavuk kümeslerinde parçaladığı tavukların kanını emdiği halde etini olduğu gibi orada bırakmasıdır. Onu kan kokusu mu sersem hale getiriyor bilinmez amma, tembel olduğu her halinden belli oluyor zaten. Ayrıca onu ilginç kılan bir hususta yılda bir kez doğum yapmakla beraber bir batında yirmi yavru dünyaya getirmesidir. Fakat yavruları öylesine minicikler ki hepsini toplasan bir opossum yapmaz, yani tümü birkaç gram ağırlığa denk düşer. Neyse ki gelişme çağında gelişimi bir kedi kadar büyüklükte olabiliyor.

CÜCE SİVRİ FARE

Bakmayın siz onun öyle cüce fare olmasına. Baksanıza ortalama 7–8 santimlik boyuna rağmen gece gündüz demeden vahşice tavır sergileyebiliyor. Genel itibariyle kemirgen olmayıp, gözleri minik, pençeli, üzeri kısa kıllarla kaplı, renk bakımdan koyu tonda bir hayvan. Keza ince bacaklı oluşuyla da dikkat çekip, aynı zamanda tırnaklı ve ayak parmaklı cüce bir memeli hayvandır. Üstelik çok oburdurlar. Fakat bir hayvan görmeye dursun karnı tok olsa bile büyük bir iştahla üzerine atılmasıyla minicik dişlerini geçirmesi bir olmaktadır. Böylece avladığı hayvan irice olsa dahi kalp atışlarını yavaşlatıp solunumunu durdurabiliyor. Bundan öte tükürüğü zehirli olduğundan etkisini anında gösterebiliyor. Hatta zehir etkisi 20 sıçanı öldürmeye yeter artar da. Neyse ki bu zehir insana o kadar tesir yapmamaktadır. Belki de tarlalarda zararlı haşereleri öldürmeseler, pekte çekilecek cinsten hayvan sayılmayacaklardı. Anlaşılan çiftçiler sadece bu yönüyle onu sevmekteler.

KIR FARELERİ

Norveç fareleri ile yakın akraba olup, genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan kahve renkli görünümlü hayvanlar olarak dikkat çeker.. Öyle ki iri bacaklarının üzerinde sıçrama hünerine sahip çöl gezgini bir yaratıktır. Onunda bizim gibi bıyıkları var. Genellikle Avustralya’da delikler içerisinde mesken tutarlar. Temel gıdası böcekler olsa da rakibi olan sıçanı bile avlayıp öldürebiliyor. Garip bir görünümlü bu hayvan geceleyin avcılık yapmasına rağmen bu arada güneşlenmeyi de ihmal etmez. Hele kendi aralarında kavgaları var ki görülmeye değer bir olay. Sanki ringde dövüşen iki boksör havası verirler. En önemli özellikleri ise su içmeden yaşamalarıdır. Belli ki su ihtiyacını sıçradığı ağaç dalı veya köklerin neminden temin etmekteler. Zaten suya ihtiyaç hissetseydiler çöllerde yaşayamazlardı. Kelimenin tam anlamıyla hayvanlar âleminde su içmeden yaşayabilme rekoru onlara ait bir zişan. Onların en çok iştiyak duyduğu şey cinsel birleşme eğiliminde olmalarıdır. Bu yüzden erkek keseli fareler çok sayıda dişi ile çiftleşme içerisinde bulunurlar.

OPOSSUM ( Keseli Sıçangiller)

Hem etçil, hem de otçul huysuz bir keseli hayvandır. Yurdumuzda pek rastlanmamakla beraber asıl vatanı kuzey ve güney Amerika’dır. Aynı zamanda ahmak bir hayvan olarak bilinir. Çünkü görünüş itibariyle ölü gibi durup, herhangi bir tehlike karşısında hemen paniklediğinden akıllıca tavır ortaya koyamaz. Bu yüzden hırlamakla işi geçiştirmeyi yeğler. Belki de tek mahareti maymunumsu kuyruğu sayesinde daldan dala kavrama kabiliyetine

Norveç fareleri ile yakın akraba olup, genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan kahve renkli görünümlü hayvanlar olarak dikkat çeker. Belli başlı geçim kaynağı ot ve yosunlar olmaktadır. Bu arada bitki kökleri arasında tüneller açmakla meşhurdurlar. Üremeleri yaz kış demeden aşırı boyutlara ulaşıp gıdalandığı alanlarda kendileri açısından kıtlık sebebi olmanın yanı sıra bu durum kır farelerinin serseri mayın misali bilinçsizce etrafa üşüşmesine neden olur. Hatta açlık başlarına vurduğunda önüne deniz çıksa bile farkına varmaksızın suya dalabiliyorlar. Tabii akıbetleri malum; topluluklar halinde boğulup ölmek olacaktır. Bu arada dağa sığınanları gıda bulamadığı için hayat süreci son bulacaktır. Arta kalanlar ise tilki ve atmaca gibi hayvanlar tarafından avlanacaklardır. Sadece hayatta kalabilen ancak bulunduğu ininden ayrılmayanlar olacaktır. Böylece bir yandan aşırı nüfus patlamasına paralel fare dengesi sağlanırken, diğer yandan yuvalarından ayrılmayan fareler sayesinde neslini devam ettirebilen bir hayvan toplulukları olarak adından söz ettirecektir.

LEMMİNGLER

Adı:
Yumuşacık kürklü fare.

Konakladığı mekân: Özellikle kuzey ülkeleri, Norveç, İskandinav ülkeleri.

Yiyecekleri: Başta bitkiler olmak üzere hemen hemen bütün yiyecekler.

Bu hayvanlar bir doğumda 5–6 yavru doğurabiliyor. Özellikle nisan ve eylül ayları arka arkaya üredikleri dönemlerdir. Hızla üredikleri için nüfusları her üç veya dört yılda bir olağan üstü artış kaydedebiliyor. Bu yüzden artan nüfusunu beslemek adına göç etmek zorunda kalırlar. Tabii kolay değil yaşadığı mekândan bir anda meşakkatli yolculuğa çıkmak. Her ne kadar bu yürüyüşün adı yeni yurtlar edinmek olsa da aslında başlarına ne geleceklerini bilmeden gizli bir güç onlara nüfus dengesi yürüyüşü yaptırmaktadır. Yani bu yürüyüş sıradan bir yürüyüş gibi gözükmüyor. Belli ki bu yolculuk bir takım sıkıntılara gebe olacak, ama bir kere yola çıkmaya dursunlar, hiçbir güç onları yollarından alıkoyamayıp kör kütük ilerleyebiliyorlar. Neyse ki ayakları kar ve buza karşı dayanıklı olsun diye tabanları kürkle donatılmış, yoksa yolculuk yarıda kesilecekti. Bu arada göç esnasında karşılarına deniz bile çıksa boğulmak pahasına da olsa dalabiliyorlar. Tabiî ki sayıları binleri bulan topluluk halinde göç ettikleri için önlerine çıkan martı, atmaca, tilki, gelincik gibi memeli hayvanlara ziyafet sofrası olurlar. Bundan nehir, göl ve denizlerde yaşayan balıklar da kendi hissesine düşen payı alır. Hatta buna Ren geyikleri de dâhildir. Lemmingler iyi ki de göç ediyorlar, aksi takdirde aşırı nüfus patlamasıyla birlikte kendi popülasyon dengesini yitirmekte var. Belli ki bu hayvanları yaratan Allah böyle murad etmiş.

KÖSTEBEK

Gözleri görmemesine rağmen toprağı altına üstüne getirip kendince tünel kazma becerisi sergileyen bir memeli hayvan olarak karşımıza çıkar. Hani “İnsanı gam yıkar, duvarı nem yıkar” derler ya, aynen onun gibi toprağın nemi hiçbir zaman onu etkilemez. Çünkü derisi adeta kalın bir kürkle donatılmıştır. Fakat bahçe ve tarla işleriyle uğraşanlar köstebeğin kazdığı tünellere binaen pek hoşnut olmazlar. Zira toprak yüzeyleri öbek öbek toprak yığınlarından geçilmez hale gelebiliyor. Hele bir yağmur yağmaya dursun, fırsatı ganimet bilip toprağın dışına çıkan solucanlar ve böcekler bir anda iştahını kabartacak ziyafet sofrası olur.

KOKARCA (mephitis)

Adı üzerinde kokarca. Yani etçil, sincapgillerden, siyah tüylü ve sayıca 10’dan fazla türü olan, sürüngen veya yılan, kurbağa, sıçan benzeri hayvanlardır. Belli ki onun savunması diğer benzeri hayvanlardan farklı olarak gizlenmeye gerek kalmaksızın etrafa pis koku yaymak suretiyle olmaktadır. Şöyle ki; tehlike sezdiği an önce homurdanarak ön ayaklarıyla eşelenip düşmanına uyarı mesajı gönderir, sonrasında sırtını dönüp ateşleme pozisyonu alarak savunmasını yapar. Şayet hala rahatsız edilmeye devam ediliyorsa bu sefer “Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” misali genişçe kuyruğunu kaldırıp sarımtırak yakıcı ve pis koku salmak zorunda kalır. Böylece pis kokulara dayanamayan düşmanını hevesini kursağında bırakıp uzaklaştırmış olur. Öyle ki; saldığı koku 800 metre uzaklıkta bile hissedilebiliyor. Kokuyu pek umursamayan hayvan ise sadece boynuzlu baykuştur. Kokunun yakıcılığına gelince sanki göz yaşartıcı bomba gibi püsküren düşmanını şaşkına çeviren cinsten bir salgı özelliği taşır. Daha da ilginç olanı koku içeren sıvı iyi rafine edilip değişik türden koku maddelerle karıştırıldığında bayanların gözde lavanta kokulu esans haline dönüşebiliyor.

Genellikle yaşadıkları yerler Orta Asya, Avrupa, Kuzey Afrika, Orta ve Kuzey Amerika ormanlarıdır. Hatta onu bozkırlarda, çalılıklarda görmekte mümkündür.

Üreme faaliyeti evlerinde bekleyen dişi kokarcalarla buluşmak için ininden çıkan erkek kokarcaların yola koyulmasıyla başlar. Bu büyük buluşma adına erkek kokarcalar arasında kavga bile çıkabiliyor. Hatta kavga bir yana dişi kokarcanın dikkatini çekmek adına bir takım romantik davranışlar sergiledikleri gözden kaçmaz da. Derken en nihayet şubat veya martın sonlarını bulan bir çiftleşme olayı gerçekleşir. Malum, doğum sonrası ise anne kürksüz yavrularını 2 aylık bir emzirmenin ardından kendi hallerine bırakıp, böylece neslin devamını sağlar. Şurası muhakkak ekseriyetle bu hayvanları gündüzün dinlenerek geçirip, geceleri ise mesaisine devam ettiğinden onu pek sık göremeyiz. Üstelik bu hayvanın kış uykusu diye bir derdi de yoktur. Baksanıza içi oyulmuş kütük veya toprağın altında delikten oluşan sığınağı kendisine çoktan ev yapmış bile, bu durumda onu nasıl görelim ki.

TAVŞAN

Tavşanlar bir doğumda 4–12 yavru doğuran hayvanlardır. Hayata göz kırpan yavrular gözü kapalı ve tüysüz olarak dünyaya gelirler. Tabii böyle kalmayacaktır, zaman içerisinde vücudu kısa tüye bürünüp, kuyrukları ise uzun kıllı hale gelir. Bir başka dikkat çeken husus; tavşanlar doğurgan olmasına doğurganda yavrusunu ancak bir hafta himayesinde barındırıp sonra salıveren bir karaktere sahipler. Neyse ki aralarında hemen ayrılmayıp 20 gün sütle besleyenler de var. Keza bir kısım tavşanlar var ki toprak altında açtığı tünel veya yuvalarda yaşamaktalar, bir kısmı ise çalılık veya uzun otlar arasında hayatını otçul olarak geçirirler. Elbette ki yeryüzünde birçok tavşan türü var olacaktır, olması gayet tabiidir, ama birbirlerinden ayırt etmede sıkıntılar yaşayabiliriz. Zaten bu konuda tecrübe sahibi olanlar onları küçük kuyruklu, uzun kulaklı ve arka ayaklarının yapısına göre birbirinden ayırt ediyorlar veya sınıflandırıyorlar. O halde bize bilge insanların tecrübelerinden faydalanmak düşer. Tavşanların belki de en ilgi çekeni beyaz tüylü olanıdır. Bazıları ise çok iyi işitme kabiliyetine sahip olduklarından her türlü sese anormal bir şekilde tepki vermekle dikkat çeker. Böylece bu şaşkınca tepki karşısında yabani tavşanlar bile ürkebiliyor. Yine de Lepus hariç tüm tavşan cinsleri ada tavşanı kategorisinde değerlendirilir. Bilindiği üzere yabani tavşanlar olduğu gibi evcil yaşayanlar da mevcut. Dolayısıyla evcil olanlar insana yabancılık çekmezler. Bu arada soğuk bölgede yaşayan bazı tavşanlar renk değiştirip, kürkleri kürkçülükte önemli bir sektör oluşturur. Türkiye’dekilerin ise tıpkı Ankara keçisinde olduğu gibi beyaz olanı çok makbuldür.

Tavşanların ağırlıkları 1–3 kilogram olup genellikle kış uykusuna yatmazlar. Ömür süresi 5–12 yıl arasında değişebiliyor. Hemen hepsinde diş olup, dişlerinin arasında boşluk bulunması hasebiyle kemirici olarak sınıflandırılırlar. Yedikleri besinleri tek celsede değil en az iki kez sindirme yoluyla hazmederler. Hatta dışarı çıkardığı dışkısını bile yutmaktan imtina etmezler. Böylece otlandıkları besinler kalın bağırsakta bakterilerce sindirilmesi sonucunda açığa çıkan B vitamininin zayi olmasının önüne geçilir. Birilerinin çıkıp dışkılarının yemesine engel olduğunda ise hastalanıp bitap düştükleri ve zayıfladıkları görülmüştür. İlginçtir rızkı uğruna ilerledikleri yol güzergâhı yokuş bile olsa cambazlamasına çok iyi sıçrayıp 33 kilometrelik bir hızla koşabiliyorlar.

Tavşan eti iyi bir idrar söktürücü olmanın yanı sıra fazla yendiğinde uykusuzluk yapmaktadır. Tavşan beyni titremelere çare olduğu gibi çocukların diş etlerine sürülünce dişin çıkmasına büyük katkı da sağlar. Hatta tavşan eti sara hastalığına ve zehirlenmelere karşı da etkilidir. Sirke ile karıştırıldığında gebeliği önleyici durumu bile söz konusudur.

KAR KUNDURALI TAVŞAN

Adı:
Kar kunduralı tavşan, diğer adı değişken tavşan.

Konakladığı mekân: Çalı ve ot aralarıdır.

Yiyecekleri: Ot ve körpe sürgünlerdir.

Düşmanları: Kokarca, yılan gibi hayvanlardır.

Onun hakkında birkaç söz edeceksek, en tipik özelliği ismi ile müsemma kışın beyaz yazın ise kahverengi renge bürünmesidir. Tıpkı yılan derisini değiştiği gibi o da mevsime uygun kürkünü değiştirebiliyor. Gerçi mevsimin değişmediği bir ortama götürülse de yine sanki renk saati kurulmuşçasına kendiliğinden altı ayda bir değişecektir. Anlaşılan renk değişimi genetik yapısıyla alakalı bir husus. Hatta kürk renkleri gezegen ve bir takım gök seyyarelerinin hareketleriyle de uyumluluk gösterir. Dolayısıyla kışın karlar içerisinde beyaz renge bürüneceğinden düşmanlarınca fark edilmeyecektir. Hakeza yazın da toprak rengine büründüğü için yine korunmayı bilecektir. İlginçtir herhangi bir tehlike karşısında kaçmaktan ziyade yere çakılı kalmayı tercih etmekte. Böylece bulunduğu yerin rengine uygun bir davranış sergileyip onu fark etmek hiç kolay olmayacaktır. Neslini devam ettirebilmek adına ise yılda ortalama 3–5 kez yavrulamaktadır. Bu arada zindeliğini sağlamak adına spor yapmayı da ihmal etmez. Baksanıza yürüyüp hoplarken nice atletik sporculara taş çıkartacak şekilde ayak parmaklarının arasını açaraktan zıplayıp adeta buzun üzerinde kaymadan rahatlıkla hedefine doğru ilerleyebiliyor. Yani o kar kunduralı tavşan olmayı çoktan hak etti bile.

KANGURU

Bunlar sıçan kangurusugilleri ile karışmasın diye artık tek çatı altında değerlendirilip, kendilerine asıl kangurugiller denilen iki ön dişli keseli hayvan olarak bakılmaktadır. Yaşadığı alanlar çalılıklar olabileceği gibi dağlık alanlarda olabiliyor, hatta ağaçlarda yaşayanlara bile rastlamak mümkün. Ön ayakları arka ayaklarından büyük yaratılmıştır. Dolayısıyla hızlı koşarken ön ayaklarını kaldırıp kuyruk havada kalacak şekilde arka bacaklarıyla zıplayarak yol alırlar. Dört ayağı üzerine yürüdüklerinde ise kuyruk havada kalmayıp aksine yerde iz bırakacak şekilde dört ayaklarını kullanarak ilerlemekteler.

Dişi kanguruların en ilginç yönü karınlarının alt kısımlarında dört memeli torba şeklinde keselerinin olmasıdır. Belli ki keseler doğacak yavrularını taşımak ve barındırmak için iç organlarıyla ilişik yaratılmıştır. Zira yavrular bir ayı geçmeden doğup buraya konuk edilir. Öyle ki; yeni doğmuş iki kanguru yavrusu ancak bir çay kaşığını doldurabilecek alan kaplamaktadır. Fakat doğduklarında direk keseye düşmezler. Geçici bir süreyle dışarıdan annesinin tüyüne yapışmak suretiyle birkaç dakika içerisinde süründükten sonra kendisini keseye atabiliyor. Dolayısıyla bundan sonraki gelişimini tamamlayacağı en iyi ortam annesinin vücuduyla özleşmiş kese olacaktır. Artık yavru kanguru için burası sığınacak en güvenli liman olmaktadır. Beslenmesi içinde süt çeşmeleri hizmetine sunulmuş durumdadır. İlk başta cılız olmaları hasebiyle emecek güçte değil, bu bakımdan annenin güçlü meme kasları sürekli yavrusuna süt pompalamak zorundadır. Derken yavru kanguru 8 ay olunca keseden ayrılarak dışarıda dolaşacak hale gelip, sadece annenin yanına ara sıra süt emmek için gelmektedir. Anne o kadar yavrusuna son derece şefkatlidir ki; mesela bir köpek sürüsü tehlikesiyle karşılaştığında hızla uzaklaşmakta. Hatta koşma esnasında kesesinde taşıdığı yavrunun ağırlığından yorulduğunu hissettiğinde yavrusunu korumak pahasına emniyetli bir yere bıraktıktan sonra başka bir yola sapıp düşmanından kurtulmayı bilecektir. Bu arada kanguru bir köşeye sıkıştırılsa bile bir değil birkaç köpeği tekmeleyip haklarından gelebilme gücü sergileyebiliyor. Kanguruların ömrü takriben 15 yıl sürmektedir.

SLOTH (Tembel hayvan)

Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında yaşayan tembelliği ile meşhur bir memeli hayvan. Tembel insan olduğu gibi tembel hayvanda varmış meğer. Zaten tembelliğin özelliğidir yavaş hareket etmek ya da bolca uyuklamak. Nitekim Sloth bir tembel hayvan olarak günde 15–18 saat uyumakla gününü gün etmekte. Hatta çiğneme zahmetine katlanmamak adına ne pek fazla yemek yedikleri, ne de su içtikleri görülmüştür. Zira Sloth tembelce tutunduğu ağaç dallarının üzerinde tersine doğru asılı kalarak yaşamaktadır. Zemine zorunlu kalmadıkça ya ağaç değiştirmek için ya da boşaltım ihtiyacını gidermek için iner, bunun dışında pek faaliyette bulunduğu görülmemiştir. Bu yüzden adına uygun davranıp insanlar ona tembel hayvan diye anmışlardır. Her ne kadar Slothların vücut ısılarının düşük olması dolayısıyla hareketsiz oldukları söylense de sonuçta tabiatta nice aç hayvanlar karınlarını doyurmak için bin bir türlü gayretle sağa sola koşuşurken, o tam tersi “Yan gel yat Osman” misali tutunduğu ağaç yapraklarından gıdasını temin ederek tembelliğini adeta ilan iş durumdadır. Tembel hayvan olmanın ötesinde, aynı zamanda “Armut piş ağzıma düş” içgüdüsüyle hareket ettiğinden hepçil olup, yanı başında ne bulursa onu yemeye razı bir hali vardır hep.

DEVE

Adı:
Deve

Yaşadığı mekân: Arabistan, Çin ve Türkistan arası tüm Ortaasya.

Yiyecekleri: Değişik türden ot, hububat, kaktüs ve hurma yiyecekleri vs.

Deveye sormuşlar neren eğri, cevap vermiş; Nerem doğru ki. İşte biz onu bu veciz sözle anarız hep. Fakat eğri olan hörgücün yağ depo ettiğini fark ettiğimizde böylesine eğri boyna can kurban diyesi geliyor içimizden. İşte hörgücünün şişkin gözükmesindeki ince sırrı bu şekilde anlarız. Nitekim seyahate çıktığımızda her türlü erzakımızı hazırlar çıkarız. Madem öyle deve niye hazırlık yapmasın ki. Bu yüzden deve seyahat öncesi Allah ne verdiyse onu yiyip içtikten sonra kendi vücut ikliminde yedikleri yağa çevrilip “Yolcu yolunda gerek” tarzında tavır sergileyen bir hayvandır. Zaten çıktığı seyahatlerde uzun zaman su içmeden yolculuğuna devam etmesindeki ince püf nokta hörgücüne depo ettiği yağ ve midesinin bir bölümüne depo ettiği su sayesindedir. Öyle ki; 34 gün hiç su içmeden yol alabiliyor. Üstelik develer su ihtiyacını yapraklardan bile temin edebiliyorlar. Dolayısıyla beslenme gıdası ot olup geviş getirerek hazmederler. Midesi ise üç bölümden ibaret olup, burnunu su deposu olarak kullanır. Aksi takdirde uçsuz bucaksız çöllerde ötelere uzanması zor olacaktı. Oldu ya besin deposu tükendi, bu durumda sahibinin çadırını bile yemekten çekinmeyen bir hayvan olarak dikkat çeker. Bu arada kendilerine yapılan haksız muameleyi unutmadığı gibi ilk fırsatını bulduğunda intikam almayı da ihmal etmez.

Onlar uçsuz bucaksız çöllerde üşenmeden seyahat edebilecek kadar dayanıklıdırlar. Zira yorgunluğunu alacak kalın ve yastıklı tabanları ve iki adet toynaklı parmakları vardır. Hatta bu sayede aç susuz dinlenmeksizin 10 saat seyahat edebiliyorlar. Ya endamlı yürüyüşlerine ne demeli, baksanıza yürüyüşünde ki zarafet izleyenleri kendisine hayran bırakacak niteliktedir. Yani deniz dalgasını andırır vaziyette menzile varmaktalar. Bu yüzden ona “Çöl gemisi” yakıştırması yapanlar pekte haksız sayılmazlar. Bundan öte saatte 5–6 kilometre hızla ilerleyebiliyorlar. Bu arada çölde ansızın rüzgâr çıktığında savrulan kumlardan hiçbir zaman etkilenmezler. Çünkü rüzgâr tarafından savrulan kumların gözünü rahatsız etmemesi için iki sıra halde kirpikler yerleştirilmiş. Keza burun delikleri kumla tıkanmasın diye burun boşlukları kıllarla donatılmıştır. Yürümesi içinse bacakları uzun ve ayakları ise genişçe yaratılmıştır.

İlginçtir develerin görünüşleri heybetli görülmesine rağmen son derece mütevazı mübarek bir hayvan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mübarekliğini şu kıssayla hatırlarız hep. Şöyle ki;

Allah Resulü (s.a.v) ve arkadaşları Medine sınırlarına yaklaşmışlardı. Bu arada Medine halkı pür dikkat bir şekilde ufka yönelip onu bağırlarına basacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Dahası yürekler büyük bir iştiyakla 'Az sonra Ahmet gelecek' diye çarpıyordu. Zira Medine’ye rahmet gelecekti. Toprak bile yalvarıyordu gel diye. İşte o an gelmişti ki o heyecan içerisinde bir Yahudi’nin:

-Ey Yesrib halkı! Müjde, müjde, geliyor, nidası yüreklere su serpmişti bile. Üç yolcu yaklaştıkça aşk ve vecd içinde yolunu gözleyen beş yüze yakın insan tekbir getirerek Allah-ü Ekber eşliğinde karşıladılar konuklarını. Öyle ki; Kuba toprakları böyle bir anı şimdiye kadar hiç tatmamıştı.

Kuba’da ilk iş mescit yapımı. İlk taşı Allah Resulü koymuştu, sonra sırasıyla Ebubekir, Osman ve diğerleri takip etti. Kuba’ya konakladıktan üç gün sonra da Hz. Ali gelmişti, ama ayakları ağrıdan şişmişti. Neyse ki canı yandığını fark eden Allah Resulü ayağını mübarek elleriyle sıvazlayınca ağrısı kesiliverdi. Bu arada Kuba mescidinin yapımı da tamamlanmış oldu, ilk mescit, ilk imam ise Peygamberimizdi.

Habib-i Kibriya on dört günlük Kuba konaklamasının ardından Medine’ye Kasva adında devesiyle hareket etti. Yaşlısı, genci, çoluk çocuk hep yollara düşmüş, damlara ve ağaç dalları üzerine çıkmış onu gözlüyorlardı. Nihayet bekledikleri ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ görünüverdi. Çocuklar bile “İşte Allah’ın Habibi geldi” diye heyecan varı haykırıyorlardı.

Hakeza genç kızlar:

“-Taleal bedri aleyna minseniyyetül veda” ilahisiyle şeref verdin beldemize diyerek övgü yağdırıyorlardı. Yediden yetmişe herkes sevinç naraları arasında kendinden geçmişçesine coşmuşlardı. Aynı zamanda Yüce sevgiliyi kendi aralarında paylaşamıyorlardı.

Ensar söz birliği yapmışçasına: Ya Rasulullah buyurun bizim evimize diyerekten her biri davet etmekte yarışıyorlardı.

Habib-i Ekrem (s.a.v) Kasva adlı devesiyle bu meseleyi halletmeyi tercih etti. Nitekim devenin yularını bırakıp: O nereye çökerse o evde konaklayacağım dedi.

Nihayet deve bugünkü Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu yer olan boş arsaya çöküverdi. Çöktüğü yere en yakın ev ise Ebu Eyyub Halid b. Zeyd’in eviydi. Gözleri dolmuştu sevinçten. Sevinen sadece Ebu Eyyub El Ensari değil, bütün Medine halkı idi.

O mübarek bir hayvan olmanın ötesinde insanlar için gerektiğinde iyi bir binek taşı, gerektiğinde etinden, sütünden, gübresinden vs. faydalanılan bir seyyah hayvandır. Tabiî ki zaman zaman sert tavırlar sergiledikleri durumlarda vardı. Mesela hoşlanmadığı bir insana küsebildiği gibi nefretle tükürdüğü de oluyordu.

LAMA

Lamalar develerle akraba topluluklar olup, dere tepe, ova bayır demeden insanların hizmetine amade olmuş binek taşı olarak dikkat çeker. Öyle ki Lamalar Güney Amerika’da yaşayıp, yaklaşık 100 kilogram ağırlığında yük taşımanın yanı sıra etinden, yününden ve sütünden yararlanılan insanların gözde iri cüsseye sahip hayvanlardır. Fakat gereğinden fazla yük yüklendiğinde veya kızdırıldıklarında homurdanıp tepkisini ortaya koyabiliyor. Hatta çok bunalırsa sahibinin yüzüne bile tükürük savurmaktan geri durmazlar. Sonuçta “Bende bir canım, bu kadarı da pes doğrusu” dercesine kendince mesaj vermektedir. Bu yönüyle deve mizaçlı olduğunu göstermektedir. Dile kolay en zor coğrafi şartlarda 20–25 kilometre mesafeyi bulan bir taşımacılık görevi üstlenmişlerdir. Dolayısıyla yaptığı hizmetin karşısında kıymetini bilenlere Yunusça, aşırıya kaçanlara karşı da Yavuzca davranış sergiler.

İnsanlar bazen deve ile lamayı birbirine karıştırabiliyor. Oysa develerin hörgüçleri var, lamalar ise hörgüçsüz yaratılmışlardır.

SIĞIRLAR

Sığırlar; sütünden, derisinden ve etinden faydalandığımız hayvanlardır. Peki ya yavrusu? Elbette ki yavrusu da annesinin prolaktin (ön hipofiz bezinin salgıladığı hormon) denen hormonun ürettiği sütle beslenir. Malum sığırlar geviş getirerek sindirim yaparlar. Fakat onların sindirim işlemi bizimkinden farklıdır, yani aşama aşama gerçekleşiyor. Besbelli ki her memeli yiyecekleri bir şekilde mideye gönderebiliyor, burada bir sıkıntı yok zaten. Ancak bir istisna var ki yiyecekler arasından selüloz ihtiva eden otları hiçbir hayvan sığır gibi kolay kolay sindirememekte. Madem öyle, inek bunu midesinde nasıl sindiriyor diye düşünmekte fayda var. Sığırı yaratan elbet ona göre donanım hazırlamıştır. Şöyle ki; inek tarafından yenilen otlar ilk evvela doğrudan işkembeye gönderilir. Sonra otlar mide tarafından salgılanan kimyasal maddeler veya birtakım faydalı bir hücreli mikroorganizmalar tarafından kolayca yumuşatılır hale getirilir. Böylece sindirimin birinci ayağında yumuşayan besinlerle birlikte hayvancağız hemen geviş getirme konuma geçer. Zira otlar işkembenin kasılma hareketleriyle ağza gönderilir. Hayvancağız çiğnedikçe sindirilmiş otlar midenin ikinci bölümüne aktarılır. Midenin ikinci bölümü adeta bir meyvenin suyunun çıkarılmasına yönelik sıkma işleminin uygulandığı bölüm olarak dikkat çeker. Derken şiraze halde çıkan ürünler en nihayet üçüncü bölüm olan mideye havale edilir. Burada ayrıştırma işlemleri tamamlandıktan sonra hazmedilmek üzere bağırsaklara nakledilirler. İşte tüm bu işlemlerin ardından otlar değim yerindeyse sığır için kimya olur, altın olur, protein olur, yağ olur karbon hidrat vs. olur. Bir başka gerçek şu ki; ot yiyen hayvanlar yırtıcı hayvanlar gibi pençeli, azı dişli yaratılmamışlar. Anlaşılan böyle yaratılsalardı geviş getiremeyeceklerdi. Üstelik yaratılış hikmet gereği ne avlanılıyorlar ne de et yiyorlar. Onlar gerektiğinde insanların yaptığı ahırlarda en iyi şekilde bakıma alınıp gözde hayvanlar olarak ağırlanırlar. Niye ağırlanmasın ki, zira sütü iyi bir besleyici kaynaktır. Malum süt içerisinde diş ve kemiklerin ihtiyacı olan kalsiyum ve fosfor olduğu gibi A, C ve D vitaminler de mevcuttur. Yine sığır cinsinden bir öküz sahibi tarafından çift sürmek için boynuna boyunduruk takınca itiraz etmeksizin emrine amade olabiliyor. Belki de itaat nedir sorusunun cevabı bir çift öküzün sergilediği davranışında gizlidir.

Ayrıca dünyamızda evcil sığırların dışında yabani sığırlarda vardır. Bunlar adı üzerinde yabani olduklarından özgür hayvanlardır. İnsanlar yabani sığırları evcilleştirmek için hayvanat bahçesinde tutmaya çalışsalar da maalesef fazla yaşamaya fırsat bulmaksızın hayata veda etmekteler. Bunların evcil sığırlardan en belirgin farkı ensesinden sırtına uzanan bir hörgüç benzeri bir çıkıntılarının olmasıdır. Ağırlıkları ise 1 tonu bulabiliyor. Mesela yine dağda yaşayan Tibet sığırı var ki; adından yak diye söz ettirir. Öyle ki; kışın bile aşağılara inme ihtiyacı hissetmez de. Hele postunun tüylü olması onu soğuktan koruduğu gibi dağın tepesi karla kaplı olsa da bir şekilde toprağı eşeleyip rızkını temin edebiliyor. Bilindiği üzere yükseklere çıkıldıkça oksijende azalmaktadır. Olsun, önemi yok. Çünkü Rabbül âlemin bu tür yerlerde yaşayan hayvanların kalbini ve akciğerini normalden daha büyük yaratmıştır.

Birde yabani öküz var ki; görünüş itibariyle öküzden ziyade daha çok koyuna benzemektedir. Çünkü tıpkı koyun gibi yünleri ve boynuzları vardır. Hele kendi aralarında boynuzlarıyla tokuşmaya dursunlar sanırsınız ki inşaatlarda çalışan kalıpçıların keser seslerin yansıması. Derken bu büyük kavganın ardından artık yoruldum deyip meydanı terk eden yenilmiş sayılır. Ayrıca yünlü olması onu kışın soğuktan korur. Bu arada kış şartlarında yiyecek bulmak zordur. Bu yüzden vücudunda depo edilen yağ kışı geçirmeye yetiyor, ama bu süre zarfında zayıfladığı gözlerden kaçmaz. Neyse ki baharın gelmesiyle birlikte toparlanıp eski zinde haline kavuşabiliyor. Zira temel gıda kaynağı otlar ona güç katmaktadır.

GERGEDAN VE MANDA

Gergedan ve manda gibi hayvanlar filden sonra iri cüsseli olarak dikkat çekerler. Buna rağmen onlarda kendi dışında küçük hayvanlara muhtaçlar. Şöyle ki; üzerlerine musallat olan kene ve pireler kanlarını emmekteler. Dolayısıyla kene ve pirelerin defi için yardımcı kuvvetlere gerek vardır. Bunun için bazı küçük yapılı kuşlar adeta imdadına yetişirler. Onların bu yardımını derinden hisseden gergedan ve manda üzerine konmasından zevk alırlar. Hatta zevk almak bir yana onlara binek taşı olurlar.

Manda ve inek gibi hayvanların kolu olmadıklarından üzerlerine üşüşen sinekleri kuyruklarıyla uzaklaştırırlar. Demek ki kuyruk deyip geçmemek gerekirmiş. Aksi takdirde hayvancağız rahatsızlıktan huzursuz olacaktı.

Gergedanın bir diğer tipik özelliği serseri mayın misali bir yerlere toslamasıdır. Toslaması huysuz olduğundan değil, gözlerinin küçük olmasından dolayıdır. Öyle ki; toslarken küçük ağaçları köklerinden bile koparabiliyorlar. Tabiî bu arada olan boynuza olmaktadır. Neyse ki kırılan boynuzun yerine bir yenisi gelebiliyor. Boynuzlar aynı zamanda yırtıcı hayvanlara karşı kalkan görevi yapar. İlginçtir koca gövdelerini kısa ve kalın yapılı bacaklar sayesinde taşıyabiliyorlar. Onların en büyük zevklerinden biri de hiç kuşkusuz su içerisinde boylu boyunca uzanmalarıdır. Belli ki hem serinliyorlar, hem de korunuyorlar. Yani, üzerindeki çamurların kurumasıyla birlikte güneşin o kavurucu sıcaklığından korunmuş olurlar. Derisi deseniz seyrek kıllı, kalın ve kırışık yapıdadır. Bu arada kat be kat katmerli derisine musallat olan parazitlerden kurtulmak için de çamura yatarlar. Bu da yetmez, ikinci bir takviye güce ihtiyaç vardır. Şöyle ki; yukarıda bahsettiğimiz üzere üzerilerine konan minicik kuşlar gagalarıyla asalakları bir bir temizleyerek gereken takviye yardımını fazlasıyla yapmaktalar zaten. Hatta ağzını açıp dişlerini bile onlara temizletmekten yüksünmezler. Temizliğe öylesine önem verir ki; dışkısını bile rast gele yere bırakmaktan imtina edip, tam bir çevre bilinci edasıyla bir ağacın veya çalılığın altını eşeleyerek üzerini örtmektedir. Her şeyden öte tuvalet adabı nedir bilmeyen insanlara bu davranışıyla örnek olur. Bir başka önemli özelliği de kalabalık halde yaşamayı sevmemesidir. Daha çok yalnızlığı tercih etmektedir. Bu arada ürkek hayvan olması hasebiyle pek rahatsız edilmeye gelmez. Çünkü parladıklarında tehlikeli olabiliyorlar. Keza insanı gördüğünde ise kaçmayı yeğler.

BOĞA ANTİLOP (Taurotragus derbianus)

Boynuzgiller familyasından olup yeryüzünün en büyük antilop türü, otçul ve ceylan benzeri bir hayvandır. Ayrıca ağaçların yapraklarını kemirmeyi de ihmal etmezler. Otu keskin dişleriyle kesip ağzına aldıktan sonra çiğnemeksizin direk olarak dört bölümden oluşan midesine gönderip geviş getirmektedir. Bu arada kendi türleri arasında postunun kahverengi ve beyaz çizgili olmasıyla fark edilir. Oldukça iri ve boğa görünümlü olmasına rağmen saatte 70 kilometre hızla koşan, aynı zamanda 1,5 yüksekliğe bir atlet misali sıçrayabilme kabiliyetiyle dikkat çeker. Hatta arkadaşlarının üzerinden atlayarak adeta 'birdirbir' oyunu oynamaktalar. En büyük düşmanları ise tabiî ki aslan ve sırtlan olmaktadır. Çok darda kalırlarsa kendini en yakın nehrin sularına atmayı göze alacak kadarda cesaretlidirler. Gerektiğinde düşmanına korku salmak için havlama narası bile atar. Bir köşeye sıkıştırılsa da kesici ve sivri toynakları sayesinde düşmanı karşısında hemen pes etmez. Yani boynuzları bir noktada düşmanını saldırma fikrinden caydırabiliyor. Böylece öküz varı başlı boynuzuyla yavrularını koruma becerisi sergiler.

Antilopların bazı türleri var ki; sadece erkeklerinde boynuz vardır, bazılarında ise hem erkeğinde hem dişisinde vardır. Hatta türler arasında boynuz tasarım farklılıkları da söz konusudur. Yine de genel itibariyle boynuz ağırlıkça uzunca helezoni borazan şeklindedir. Bu yüzden Afrikalılar boynuzundan borazan yapıp müzik enstrümanı olarak kullanmaktalar. Hele bir kızmaya dursun derhal yönünü rüzgâra doğru çevirerek koşup insana bile karşı koyabiliyor.

Mesela Adaks iri cüsseli hayvan su ihtiyacının çimenlerin neminden temin edebilen bir antiloptur. Zaten böyle olmasaydı kuru olan yerlerde gezinmesi mümkün olmayacaktı. Onlar için nemli bir rüzgâr bile su ihtiyacını karşılamak demektir. Hakeza Arap ceylanı türü de öyledir. Bunlarda su ihtiyacını geceleri bitkilerin üzerinde ki çiy damlalarından giderir.

BİZON

Bunlarda boynuzgiller familyasında olup kıvırcık bir yele ve kamburumsu omuzları ile dikkat çeken otçul iri yapılı bir hayvandır. Tabir caizse bir tür yeleli yaban öküzüdür. Şu bir gerçek; Kızıl derililer bir zevk uğruna çok sayıda bizon tükettiler. Tüketmekle kalmayıp tüyünden mont yapıp güya kendilerince soğuktan korunmaya çalıştılar. Hatta etlerini kurutup gıda olarak yemeklerine katık yaptılar. Bu arada yağını da almayı ihmal etmeyip muhafaza altına aldılar. Bir anlamda bu hayvanlar bilinçsiz avlanmanın kurbanı oldular. Şöyle ki; yıllar yılı kovalarken dünyamız cihan savaşların eşiğine geldi. Böylece bizonlar ikinci dünya savaşının acımasız tahribatı sonucu bu sefer beyazların ihtirasıyla birlikte gittikçe nesli azalan canlı durumuna düşmüşlerdir. Günümüzde kala kala Amerika bizonu ile Avrupa bizonu kalmıştır. Abdurrahman Karakoç’un bu konuda öylesine mükemmel bir şiiri var ki, Hasan Sağındık bu güzel şiiri siyah ağıt klibin de;

Önce ellerinde İncil

Sonra tüfekle geldiler,

Evleri ekinleri bizim olan topraklara

Uzak ülkelerin uğursuz insanları

Ne hakla geldiler anam, ne hakla geldiler

Misafir olmak, dost olmak dururken

Şart mıydı ellerinde silah olması.

Bizimde yüreğimiz vardı

Sevmesini bilirdik.

Suç muydu derilerimizin siyah olması.

Dövdüler, vurdular, sürdüler

Öz çocuklarımızı öpüp koklayamadık

Bize ait olan her şeyimizi

Yeni efendilerimiz aldılar

Namusumuzu bile saklayamadık.

Ve işte onlardan geriye kalan:

Boş bir klise,

Taş bir kule

Bronz bir çan!’


Gel bunları da götür, gideceğin yere

Adaletsiz medeniyetin babası,

Ölçüsü menfaat olan, beyaz insan”
diye seslendirip bir dramı güzel sesiyle zaten yorumlamış ta.

Neyse olanlar olmuş, biz yine de beyaz adamın hışmına uğrayan bizonlar konusuna devam edebiliriz pekâlâ. Bilindiği üzere bu hayvanlar her türlü tedbiri elden bırakmayan yönüyle dikkat çekmekteler. Öyle ki; 800–1500 kilogramlık vücudunu ağaçsız düz otlak yerlerde gıdasını temin ettikten sonra bulunduğu yeri değiştirip kurak kalmasının önüne geçebiliyorlar.

Gebelik süresi 9,5 ay olup dünyaya tek yavru gelmekte. Aynı zamanda yavrusuna karşı son derece şefkat sahibidir. Üstelik yavrusu doğar doğmaz bedenini yalayarak hayata tertemiz girmesini de ihmal etmez. Ayrıca sürüler halinde yaşamaktalar. Bu arada kendi aralarında ki kavgada kim galip gelirse sürünün reisi o olur.

CEYLAN

Ceylanın iri gözü birçok insanı cezp etmiş olsa gerek ki sevenler âşık olduklarında genelde sevdiğine ceylan gözlüm derler. Sevilen sevenden kaçar ya, ceylanda hele kaçmaya dursun yakalayana aşk olsun. Öyle bir kaçışı var ki; hızı saatte yaklaşık 100 kilometreyi bulmakta. Hatta ani refleksle uzun kuyruğu sayesinde dönüş bile yapabiliyor. Şayet avcılar tarafından yakalanabilirse bir zaman sonra evcil hayvan hale gelebiliyor da. Onun hızlı koşma kabiliyetini bilen avcılar yakalamak istediği hayvanı onun vasıtasıyla abluka altına alabiliyor. Böylece ceylan abluka altına aldığı hayvanı sahipleri gelinceye kadar bekletip emaneti teslim etmeyi de ihmal etmez.

Ceylanlar çift toynaklı hayvanlar olup, Afrika ve Batı Asya’nın çöl bozkırlarında mesken tutarlar. Derisi kahverengi tonda, üzeri yer yer beyaz beneklerle serpiştirilmiş, alt karnı tamamen beyaz olup ince ve zarif görünümlü yay boynuzlu bir hayvandır. Boynuzları yaşadığı sürece bir ağaç misali boy verip adeta o boynuzlar onun tacı olur. Aynı zamanda çiftleşmeleri eylül ve kasım aylarında denk gelip altı aylık bir gebelik sonunda tek yavru doğurur. Emzirme süresi ise üç ayı bulmakta. Böylece ceylan yavrusu 1 yıl annesinin bağrında yaşadıktan sonra rüştünü ispatlayacak konuma gelir. Ceylanlar otçul olması hasebiyle çiçek ve meyve bile yiyebiliyorlar. Onların en büyük düşmanları aslan, tilki, kurt, kartal, çita ve çakallar olup, tehlikeyi sezdiklerinde kendilerine özgü kısa aralıklı sesler çıkartarak birbirlerine haber salarlar. Böylece kurda kuş yem olmadan kaçış zamanını önceden ayarlamış olurlar. Düşmanları arasında ona yetişebilecek tek memeli hayvan çıta olsa da hızlı koşmak açısından yine de bu rekor ceylana ait bir rekor olarak kalır. Her şeyden öte onların hızlı koşmalarının yanı sıra zıplamaları da bir hoştur.

GEYİK

Geyiklerin en dikkat çeken yönleri hiç kuşkusuz boynuzlarıdır. Bilindiği üzere boynuzları dal budak salmış hilal şeklindedir. Öyle ki kocaman boynuzlarından leoparlar bile çekinmekteler. İlginçtir boynuzların büyümesi bir noktadan sonra durmaktadır. Demek ki boynuz bir programın, bir hesabın veya bir ölçünün gereği; ne normalden fazlasına, ne de kısa kalmasına izin verilir. Takriben 30 kilogram ağırlığında ki boynuzları besleyen kan damarları belli bir süre sonra hizmet dışı kalıp, estetiği her halükarda muhafaza edilir. Tabiî ki boynuzsuz olanları da var. Bunlar malum dişilere has kılınmış bir durumdur. Böylece dünya üzerinde 60 çeşit geyikten sadece Karibu geyiğinin dışında kalan erkek ve dişi geyikler arasında ki farkı fark etmiş oluruz. Dolayısıyla savunma mekanizması boynuz sayesinde gerçekleşir. Yani boynuz onlar için en büyük kalkandır. Onların bir başka özelliği hiç kuşkusuz dişi geyikler uğruna hem cinsleri arasında cereyan eden amansız kavgalarıdır. Bu kavgada boynuzlarıyla rakibini alt edip, ancak galip gelebilen dişi geyiğe sahip olabiliyor. Er meydanında yenilenler ya açlıktan, ya da bu kavganın sonucunda kükremiş aslana yem olmaktadır.

Boynuzlar her kış kopmakta olup baharda yeniden boy verebiliyor. Hatta zaman zaman boynuzunun bakımını da ihmal etmezler. Ağaçlar adeta boynuzlarını parlatmak için sürttükleri bir araç olmakta.

Vücutları ise kambur görünümünde olup ayakları koşmaya uygun bir şekilde yaratılmıştır. Vücutlarının rengi çevreye uygun yaratıldığı için kendini düşmanlarından gizlemesine vesile olabiliyor. Onların en belirgin özelliklerinden biri de hiç kuşkusuz özgürlüğe tutkun olmasıdır. Şayet evcil olarak hayvanat bahçesine alınırlarsa bir iki yıla kalmadan hayatını yitirmektedir. Çünkü tutsak kalmak fıtratına uygun değildir. Ayrıca yavrularına karşı son derece düşkün yaratıklardır. Tıpkı bir anne gibi yavrusunu bağrına basıp koklamaktadır. En sevdiği gıdası ise göllerde ki sazlık ve su bitkisi nilüfer olmaktadır. Hakeza sarkık dudakları ağaç yapraklarını yemeye elverişli haldedir.

Geyiklerin birde yabani türü var ki; vücutları yünlüdür. Mesela Ren geyiği bunun tipik misalidir. Keza tüylü olmasının yanı sıra kalın postu onu sıcak tutmaktadır. Yine geniş tırnakları kışın otların üzerini kaplayan kar tanelerini ayıklamaya yaramaktadır. Aynı zamanda Ren geyikleri yük taşımakta da kullanılır. Öyle ki kışın kar tipi demeden pusulasız yol bulabilecek ferasete sahipler, niye kullanılmasınlar ki.

ZÜRAFA

Hayvanat bahçesine gittiğimizde aramaksızın rahatlıkla görebileceğimiz en uzun ve derilerinin üzeri yer yer siyah beneklerle süslenmiş bir memeli hayvan olarak bizleri büyülemektedir. Bu yüzden karaların en uzun hayvan rekorunu çoktan hak ettiler bile. Bu arada boylarının uzun olmasına bakarak kan dolaşımı nasıl sağlanıyor diye şaşmayın. Nasıl ki en yüksek ağaçların tepesine iletim borularıyla suyu gönderen Allah, elbet zürafanın da kalbini diğer hayvanlara göre büyük yaratarak kan pompalamasını bütün vücuduna yayılacak şekilde tanzim etmiştir. Aynı zamanda onlar sessizlikleriyle dikkat çekmektedir. Aslında onun sessiz olması ses tellerinin ve dilsiz olduğu anlamına gelmez. Ses telleri boyunlarının uzun olması hasebiyle diğer hayvanlara göre etkisiz gelişmiş olup varlığı ile yokluğu bir gibi gözükmektedir. Dilleri ağzın epey uzağında 45–50 cm uzunluğunda olmasına rağmen daha çok sükût lehçesini tercih etmektedir. Bu sükût lehçesi ile sanki bizlere mesaj vermekte. Belki de sükûtumuzdan alamayan sohbetimizden bir şey alamazsınız dercesine hareket etmekteler. Ya da “Söz gümüşse sükût altındır” atasözünü hatırlatmaktalar. Ayrıca uzun siyahımsı kirpiği ve koyu kahverengi gözleriyle bir bakışı var ki; her an insanın âşık olduğu sevgilisini hatırlatacak cinstendir. Yani gözleri yediden yetmişe herkesi kendisine hayran bırakmaktadır. Uyurken de ayakta uyumaktalar. Pek nadiren yatarak gözlerini kapayanlarda vardır. Keza bir yürüyüşleri var ki; alımlıdır, son derece zarifçe koşmaktadır. Hatta yürürken yürüyüş biçimini bile değiştirebiliyor. Hele sürüler halinde dolandıklarında sanırsın ki askeri birliklerin gösterisi. Zaman zaman ormanlarda tıpkı bir at gibi süzülerek dörtnala koştukları da görülmüştür.

Zürafalar malum ağaçlık, çalılık ve yüksek yaylalarda yaratıldığından ister istemez gıdası ağaçlar olacaktır. Hatta derisindeki benekler araziye uyumluluk sağlamak için donatılmıştır. Böylece düşmanlarınca kolayca fark edilmeyeceklerdir. Boyunları ise uzun yaratılmış olup ağaç yaprakları ve filizlerle beslensin diyedir. Dahası yediği gıdaları geviş getirerek hazmeden bir hayvan olarak bilinecektir. Hatta uzun boylu hayvan olması hasebiyle doğum yaparken yavrusu yüksekten düştüğünde ölebilir de. Olsun yine de bir daha ki doğumda “Kalan sağlar bizimdir” anlayışıyla bir şekilde neslini devam ettirebiliyor. Yavrusu ise anne karnında 14–15 ay yaşayıp doğduktan 20 dakika sonra ancak ayağa kalkabilmektedir. Genç zürafalar kendi aralarında çocuklar gibi oyun oynarken sürekli ebeveynlerince gözetlenirler.

Belki de zürafaların en zaaf noktası suya düştüklerinde yüzememeleridir. Kaldı ki su onlar için her an boğulma tehlikesi demektir. Bir su içişleri var ki; görülmeye değer. Zira esnek yaratılmış bacaklarını iki yana bükerek içmekteler. Fakat su içerken mutlaka dikkat etmelidir. Her ne kadar su içene yılan değmez denilse de aslanlar genelde onu bu durumdayken saldırmaktadır. Tabiî ki amansız kavgada bazen zürafa galip çıkmakta, bazen aslan. Aslında uysal hayvanlardır, ama tehlike anında ister istemez kendini savunmak adına saldırgan olabiliyorlar. Ömürleri ise 25–30 yıl süre ile sınırlıdır.

ZEBRA

Zebra aslan gibi yırtıcı hayvanların tehdidi altındadır. Dolayısıyla her halükarda kendini korumasını bilmeli, ama nasıl. Bir kere onu yaratan Allah düşmanından koruyacak şekilde derisini çizgili post ile donatmış ki ot ve dallar arasında kamuflaj olabilsin. Nitekim ot ve dalların arasında gölgeleriyle birlikte gizlenebiliyorlar da. Bununla da kalmayıp başlarını ağaç yapraklarıyla örterek işi garantiye almaktadır.

İlginçtir zebralar tamamen birbirlerine benzememekte. Ancak üzerindeki siyah ve beyaz çizgi desenleriyle akrabalarından ayırt edilebiliyorlar. Bunların da tıpkı atlarda olduğu gibi yeleli saçları var olup, genelde sürüler halinde Afrika’da yaşarlar. Beslenecekleri besin kaynağı ise su ve ottan ibarettir. Bu arada zebralar atla birleştiklerinde doğacak yavrusuna zebrat denmektedir.

FİL

Fil deyince ilk evvela hortumu akla gelir. Hortum onunla anlam kazanır zaten. Hortum gerektiğinde iyi bir koku ve nefes alma aracı, gerektiğinde yerden bir şey almak için ağzına götüreceği bir alet, gerektiğinde sırtına yük yüklemek için bir kol, gerektiğinde duş alma aygıtıdır. Sanılanın aksine hortum su içme borusu değildir, daha çok kap su içme vazifesi görür. Yani suyu çekip ağzına püskürtmek için kullanır. Derken hortumunda biriktirdiği suyu yutuverir. Aynı zamanda yazın o kavurucu sıcaklarda biriktirmiş olduğu o yaklaşık 6–7 litrelik suyu vücudunun serinlemesi için kendince yağmurlama sistemine dönüştürebiliyor. Demek ki hortumu sadece basit boru gibi görenler yanılmaktadır. Oysa borunun ötesinde en hassas kokulara bile duyarlı yaratılmış bir donanım olduğu otaya çıkıyor. Hatta bu mükemmel donanım sayesinde insan kokusunu bile alabiliyor. Tabiî sadece koku almak bir yana kavga sırasında avını hortumla çepeçevre sarıp avlayabiliyor da. Nitekim öylesine güçlü bir hortumu var ki; ağacı kökünden bile sökebiliyor.

Filler bir başka açıdan incelendiğinde geniş yelpaze şeklinde kepçe kulakları ve sürekli uzayan iki üst kesici dişleriyle dikkat çeker. Öyle ki; ağzında ki diş paha biçilmez değerde olduğundan fildişi uğruna gereksiz yere hayvan telef edilmektedir. Maalesef insanoğlunun tarak, baston ve şemsiye sapı, kolye, satranç taşı, bilardo topu ve tespih gibi süs eşyalarına merakı bu hayvanı avlamaya yönlendiriyor. Neyse ki avlanmaları hususunda birtakım yasaklamaların ortaya konulmasıyla birlikte hayvancağız bir nebze olsun soluk alabilir duruma gelmiştir.

Üremeleri tıpkı insanlar gibi çiftleşerek neslin devamı gerçekleşir. Hamilelik süresi ise 21 aydır. Ayrıca 3 yılda bir 90–100 kg ağırlığında bir yavru doğurmaktadır. Üstelik erkek filler dişilerden ayrı olarak sürüler halinde yaşamaktalar. Öyle ki sürü içerisindeki arkadaşlarının başına bir şey gelse hemen yardımına yetişirler. Asıl vatanı ise Asya’dır. Yazın sıcaklarda üzerine üşüşen sinekleri yelpaze şeklindeki kulaklarıyla uzaklaştırmaktadır. Bu arada fırsat buldukça göllere girip temizlenmeyi de ihmal etmeyecek kadar narin ve nazik hayvanlardır. Hatta yıkanmakla kalmayıp gövdesini ağaca da sürtmektedir. Böylece tüylerini parlatıp güzel görünmeye çalışır. Bu arada erkeklerin testisleri karın içerisine sarktığından dolayı dışarıdan bakılınca torba halinde görünmemektedir. Dişilerin üreme organı ise döllenmeye uygun bir şekilde arka kısımda yaratılmıştır. Bu arada filler yavrularına karşı son derece şefkatlidir. Hatta onları yalnız bırakıp bir yere gitmezler, gidecekse de beraberinde götürmeyi yeğlerler.

Beslenmesine gelince, gövdesinin kaba olması veya karada yaşayan memelilerin en güçlüsü olması dolayısıyla onun 225 kg ot yiyebileceğini ve 200 litre su içebileceğini tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Dolayısıyla koca vücutlarını beslemek için bütün gün yiyecek peşinde koşmaktalar. Özellikle ot, meyve ve ağaç yaprakları vazgeçilmez gıdası olmaktadır. Fiziki ağırlığı ise 5–6 tonu bulur. Bu kadar ağırlıktaki yükü elbette ki geniş tabanlı şekilde yaratılan ayakları sayesinde taşımaktadır. Ayrıca görme ve işitme duyusu zayıf bir yaratıktır. Zaten görme duyusu olmasa bile güçlü koku alma duyusu sayesinde rahatlıkla yön tayini yapabiliyor.

Vücut derisi gri renkte olup, aynı zamanda sert deri ile kaplıdır. Onlar dev bir cüsseye sahip olmalarına rağmen son derece itaatkâr hayvanlardır. Zaman zaman halka tepeden bakan bazı entel tayfa için “fildişi kuleden bakan tipler” deriz ya, aslında bu tabiri kullansak ta, filler insanlara tepeden bakmazlar. Kaldı ki kundaktaki bir bebeği bile yanına koysanız kesinlikle zarar vermezler. Sirk gösterilerinde kullanılması bunu teyit ediyor zaten.

Bir zamanlar mamut isimli fil varmış. Her ne kadar nesli kesilmiş bir hayvan olsa bile Kuzey Sibirya'da, Kutup dairesi yöresinin tundra bölgesinde cesedinin bulunması onun hakkında fikir vermeye yetmiştir. Hatta bir takım bulgular ışığında boyunun 4 metre civarında, hortumunun yukarı kıvrılabilir özellikte olduğu, derisinin kalın ve kürklü olduğu, dişlerinin 4 metreyi bulduğu anlaşılmıştır.

Fili bir başka açıdan da yâd ederiz. Şöyle ki; Ebrehe bir zamanlar Arapların o taş binaya bağlayan gücün sırrını çözememenin derin düşüncesiyle meşguldü. Öyle ki; o taş bina ayakta kaldığı sürece kendi yaptırdığı kiliseyi sevdiremeyeceğini düşünüyordu. Derken Habeşistan’dan gelen takviye kuvvet niteliğindeki Mahmud adlı Fil öncülüğündeki orduya hücum emri verir de. Fakat emir vermekle iş bitmiyordu. Çünkü bütün uğraşılara rağmen fil bir türlü yerinden kalkmıyordu. Fil yere mıhlanmıştı sanki. Sonunda hayvana mızrak darbeleriyle vurmaya başladılar. Onlar acımasızca vura dursunlar, o derisinden kan fışkırmasına rağmen tınmıyordu hala. Belli ki hayvanda olsa gizli bir ilahi kaynaktan emir almış görevini yapıyordu. Aslında Fil’in kalkmaması ikinci ibret varı ihtardı, ama anlayana. En nihayet fille uğraşmaktan vazgeçip pes ettiler. Zira fil’i de orada bırakıp yola devam ettiler.

Mekke’ye tam yaklaşacakları sırada bu sefer ansızın gökte beliren kuş ordusu gözükmeye başladı. Semadaki kuş ordusu Fil vakasını hafızalardan silmişti, ama şimdi bambaşka bir tufanla karşı karşıya kalmanın heyecanı sarmıştı. Nefesler tutuldu o an, fırtınadan önce sessizliği andırıyordu etraf adeta, gözler pür dikkat kuşlarda idi, acaba ne yapacaklar diye merak sardı herkesi. Nihayet üçüncü uyarı, hatta son vuruş diyebileceğimiz son ibret varı ikaz fırtınadan önceki sessizliği bozacak türdendi. Nitekim gökten sağanak sağanak inen nohuttan küçük taşlar kocaman orduyu hezimete uğratmaya yetti arttı da. Ebreh’e Ebabil kuş sürülerinin akınıyla yenilgisinin tatmanın yanı sıra, vücuduna isabet alan ağır darbelerin yol açtığı sancıların izdirabı ile her geçen gün ölüme yaklaştığını derinden hisseder gibiydi. Niye hissetmesin ki, baksanıza çürüyen bedenin akıbetinin fiyaskoyla sonuçlandığını görmesi onun için ölümden bile beter vaziyetti. Son nefesini vermeye yakın demlerde vücudu öyle bir hale geldi ki kendisi kendisinden iğrenir hale gelmişti. Hatta etrafındaki insanların bile ondan hızla kaçtıkları gözlerden kaçmıyordu. Nihayet terk edilmiş bir adam olarak pisipisine bu dünyadan göç eyledi. Zira Allah-ü Teala; “De ki, O size üstünüzden veya altınızdan bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıştırıp bazınıza bazınızın hıncını tattırmaya da kadirdir. Bak, onlar anlasınlar diye, ayetleri nasıl açıklıyoruz”(En’am,65) diye beyan buyurmakta.

Her şeyden öte tarihe Fil vakası olarak geçen bu olay aslında Habib-i Kibriya’nın artık yeryüzüne şeref vereceğinin bir alametiydi. Velhasıl; bu olay olduğu zaman Âmine annemizin doğumunun yaklaştığı günlerdi.

ARSLAN

Hiçbir hayvan onun kadar vakur değildir. Bu yüzden edebiyat konusu bile olabiliyor. Baksanıza şairin “Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi” mısraları sanırım bu hayvan hakkında fikir vermeye yetiyor artıyor da. Yani o kükremiş coşkun bir sel gibi nice bentleri çiğneyip aşan ormanların reisi bir büyük kedi cinsi hayvandır. Korku nedir bilmeyen, rakibini tir tir titren bir vücut yapısı söz konusudur. Sadece vücudu değil elbet, ses tonu da dehşet saçmaktadır. Şu da bir gerçek avını iş olsun diye avlamamakta, yani ihtiyacı için avlar.

Aslanlar aynı zamanda gruplar halinde yaşayıp, avları genellikle zebra, antilop ve manda gibi iri cüsseli hayvanlardan oluşur. Hele iri bir hayvan onun eline düşmeyi versin, derhal güçlü pençeleriyle yediği darbe ile yere yığılmaları bir olmaktadır. Hatta güçlü dişleriyle hayvancağızı paramparça hale getirirler. Kaldı ki hem cinsleriyle izdivaç uğruna amansız kavgalara girmeyi bile göze alabiliyorlar. Özellikle çiftleşme zamanında gözüne kestirdiği eşini elde etmek için kendi aralarında kıyasıya mücadelelere girişmekten çekinmezler. Bundan da en önemlisi rakibini yenen arslanlar eşiyle tenha yerlere konaklayana kadar kilometrelerce yürüyüşe çıkarlar. Derken iki haftalık bu romantik yürüyüşün ardından vuslat gerçekleşir. Böylece kendi çaplarında neslini devam ettirmiş olurlar.

KAPLAN

Vahşi hayvanlar denilince aslan ve kaplan akla gelmektedir. Gerçekten de kaplan yırtıcı ve bir o kadar da vahşi, etçil büyük kedili bir memeli hayvan olarak biliriz. Genellikle kamuflaj olabileceği ortamı da iyi seçip orman ve otlaklarda mesken tutarlar. Zaten derilerinde kahverengiden saf siyaha kadar değişen çizgilerin bulunması avlayacağı hayvanlar nezdinde çalıların gölgesi diye algılanıp ona kamuflaj özelliği katmaktadır. Hatta onları su birikintilerinde, göllerde ve nehirlerde yıkanırken görmekte mümkün olup, iyi bir yüzücü izlenimi verirler.

Kaplanın diğer tüm kedilerde olduğu gibi sivri tırnaklara sahip olmanın yanı sıra güçlü çene yapısı ve sivri dişleriyle tüm dikkatleri üzerine çekmektedir. Öyle ki pusuda pür dikkat bekleyen kaplan, gözüne kestirdiği hayvanın üzerine atılır atılmaz bir anda omuriliğini kopartmasıyla nefes borusunu delmesi bir olmaktadır. Hatta bununla da yetinmeyip apar topar atardamarlarını paramparça yaparak avının hıncı hamurunu çıkarmaktadır. Onun eline düşmeye dur, kurtulmak ne mümkün, tek bir darbesi öldürmeye yetiyor zaten.

Çiftleşmeleri kedilerde olduğu gibi büyük gürültü eşliğinde gerçekleşmekte ve bir doğumda 3- 4 yavru yavrulamaktadır. Üstelik hayat boyunca erkek ve dişi kaplan sayısı eşit sayıda üremektedir.

Ormanların taçsız kralı diyebileceğimiz kaplanların müthiş güzellikte ki çizgi çizgi efkârımsı derisi insanoğlunun iştahını kabartmış olsa gerek ki tuzağa düşürülerek habire kurban verrler. Dolayısıyla avcıların bilinçsizce avlamaları yüzünden kaplan neslinin tükenme riski söz konusudur.

LİGER VE TİGON

Babası aslan annesi kaplansa biliniz ki; bu ligerdir, tam tersi babası kaplan annesi aslan ise bu da tigon bir melez hayvandır. Zaten İngilizce lion aslan, tiger kaplan demek. İşte İngilizce kökenli bu kelimelere istinaden bu iki hayvana liger ve tigon denilmiş. Kalıtsal olarak ta hem anneden hem de babadan aldıkları özellikleri ile fiziki görünüm kazanırlar. Dışarıdan bakıldığında genelde baş kısmı aslana, vücut kısmı da kaplana ait bir fiziki görünüm arz eder. Nasıl ki at ile eşeğin birleşmesinden katır meydana geliyorsa, aynen öylede aslan ve kaplanın çiftleşmeleri sonucunda her iki türden melez hayvanın meydana gelmesi gayet tabiidir. Fakat bunlar katırda olduğu gibi kısır kalmayıp, üreyebiliyorlar.

Bir kere bu iki melez hayvan tabiatta beraber bulunmazlar. Zira aslanla kaplanın tabiatta mesken tuttukları alanlar farklıdır. Dolayısıyla insanlar bu iki hayvanı sirklerde kullanmak üzere bir araya getirip bir şekilde çiftleşmelerini sağlayarak adına liger ve tigon demişler. Tıpkı bu olay birçok çeşit minik köpek veya kedigillerin üretilmesinde olduğu gibi bir kedi ile köpeği birleşmesi şeklinde cereyan etmektedir. Ancak birçok melez türlerin hayat evreleri belli bir sınıra kadar devam edip o noktada durabilirken liger ve tigonlar bir ömür boyu gelişmeye devam edebiliyor. Bu yüzden her ikisi de devasa yapılı ve ortalama 600–750 kg. ağırlığında, hatta bazıları 1 ton ağırlığında iri görünümlü bir melez hayvanlar olarak karşımıza çıkar.



KURT (Canis Lupus)

Kurt ismini duyduğumuzda her nedense irkiliriz. Oysa aç olduklarında tehlikelidirler. Yaşamak için elbette ki ister tavşan olsun, ister geyik fark etmez avlamak hakkıdır. Çünkü hayat yardımlaşmadır, her yaratılan bir şekilde diğerine muhtaçtır. Yavrusuna karşı da son derece şefkatlidir. Hatta doğum öncesi aç kalma ihtimalini göz önünde bulundurarak stok ettiği avlarını onun için hazırlamaktadır. Böylece doğum zamanı gelip çattığında avlamayı da bırakıp tüm gücünü yavrusunu beslemek için seferber olur. Bu arada kendince açtığı tünellerde veya mağaralarda 2 ay boyunca yavrusunu karnında taşımayı da ihmal etmez. İlginçtir yeni doğan kurt yavrusu sindirimi güç olduğundan etleri doğrudan ona uzatmaz, ancak önce kendisi etleri yedikten sonra kusmuk vaziyette ona sunmaktadır. Aralarında ki dayanışma desen dillere destan. Zira “Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için” düsturundan hareketle mensup olduğu kurt ailesinin başı darda kaldığı zaman anında yardımına koşmaktadır. Genellikle sürüler halde katılımcı bir anlayışla avlarını avlamayı yeğlerler. Birlikte dolaştıklarında arka arkaya kafileler misali ilerlediklerinde öndekinin ayak izine basarak tek bir kurt izlenimi vermektedirler. Hatta “Birlikten kuvvet doğar” sözünün tatbikatını onlar üzerinde an be an görmek mümkün. Öyle ki erkek kurt istirahata çekildiğinde, ya da uyukladığı yerde aile fertleri için nöbet tutup gövdesini siper bile edebiliyor. Eşine bağlılığı ise insanın ki gibidir. Onları ancak ölüm ayırabilmektedir. Sadece eşlerden birinin ölmesi durumunda yuvasız kalmamak adına başka bir eşle izdivaç kurmak zorunda kalır.

Kurdun ayrıca Türk kültüründe ayrı bir önemi vardır. Bu yüzden dişisine Asena, erkeğine Bozkurt demişiz. Tarihte on altı Türk devleti temsil eden bayraklara baktığımızda sembol olarak yer aldığını görebiliriz pekâlâ. Dolayısıyla Orhun abidelerinde yer alan Ergenekon veya bozkurt destanımızın baş tacıdır.

KOYUN

Belki de geviş getiren hayvanların en uysalı bu hayvanlardır. Onlar uysal olmanın yanı sıra yününden, etinden ve sütünden faydalandığımız biricik dostlarımızdır. Hatta gübresinden bile faydalanmayı ihmal etmeyiz. Hatta bazı yörelerde kışın soğuğuna karşı tezek bile kullanılır. Böylece koyun sayesinde ısınmış oluruz. Bir melemeleri var ki; yürekleri yakmakta adeta. Belli ki melemeleri bile bir anlam yüklü. Seher vakti bizler yatağımızda gafletle uyurken onlar asla uyumazlar. Sanki bu vakitte Allah’ın rahmetinden gafil kalmamak için uyanık olmayı tercih etmekteler. Abdurrahman Karakoç bir şiirinde bu gerçeklerden hareketle; “Koç burcuna, yay burcuna Hak yol İslam yazacağız” demesi bu durumu teyit ediyor zaten.

Koyun yavrusuna ise kuzu deriz. Dahası kuzu demekle kalmayız çocuğunu seven bir anne bile yavrusuna kuzum diye sarılmaktadır. Böylece sevgimizi kuzuyu vesile kılarak ifade ederiz. Ayrıca ahırlarımıza renk katan bu hayvanlar ailemizin bir parçası olarak görülmektedirler. Bu arada erkek olanlarına da koç deriz. Genellikle dişilerden en belirgin ayırt edici özelliği çift boynuzlarının olmasıdır. Boynuzlar güzellik katmanın yanı sıra aynı zamanda üzerinde ki boğumlar hayvanın yaşını belirlemektedir. İstisna kabilden olsa bile bazı dişi koyunlarda boynuz vardır.

Koyunlar aynı zamanda keçilerle akraba olduklarından aynı familya içerisinde değerlendirilirler. Koyunların gebelik süresi 5–11 ay süre olup bir doğumda 1–3 yavru doğurabiliyor. Ömürleri ise 10–12 yıl arasında değişmektedir.

Koyunların yabani olanları da vardır. Öyle ki; Yabani dev cüsseli koyunlara Argali denmektedir. Bu tip koyunlar hayatının büyük bir bölümünü dağlarda tırmanmakla geçirdiğinden olsa gerek toynakları tırmanmaya uygun bir şekilde yaratılmıştır. Hatta tırmanmak yönünden yaban keçisinden hiçte altta kalmadıklarını söyleyebiliriz.

KEÇİ

Belki duymuşsunuzdur, patika yollara keçi yolu denmektedir. Çünkü keçiler coğrafi şartların en zor geçitlerinde, hatta uçurum, sarp, yamaç ve kaya demeden tırmanabildiklerinden bu ismi almışlardır. Bu yüzden yaramaz ve afacan hayvan olarak dikkat çekerler. En büyük zevkleri ise ağaç yapraklarını yemektir. Her ne kadar zürafa boyu kadar boyu olmasa da bu tür beslenmeyi bir şekilde kendince ömür boyu devam ettirebiliyorlar. Bu arada Evrimciler zürafanın boyunun ağaç yapraklarına uzanmak sayesinde uzandığını iddia ededursunlar, keçinin boyun kısmının uzamaması ileri sürdükleri fikirleri yerle bir etmeye yetiyor artıyor da. Tabiî keçilerin evcil olanları insanlar için hep kıymet ifade etmektedir. Zira onu kıymetli kılan sütü ve tiftiğinin olmasıdır. Mesela Ankara keçisi ve Hindistan’da ki Keşmir keçisi tiftik bakımdan bunun tipik misalini teşkil eder. Zaten keçi ismi Keşmir’e nispeten verilmiştir. Bu arada keçinin yavrusuna oğlak, erkeğine teke, her iki cinsine de çebiç denmiştir. Süt yönünden ise Malta keçisi ve Saanen keçisi meşhurdur. Hakeza keçilerin derisi çanta, ayakkabı, deri eldiven imalatında kullanılıp, kılları ve yapağıları ise dokuma sektörünün göz bebeği olmuştur.

Keçilerin üremesi çiftleşme yoluyla olup bir batında 1–2 yavru vermektedir. Gebelik süresi 23 haftayı bulmaktadır. Ömürleri ise 12–15 yıl süre ile sınırlıdır.

AYI

Çocukluğumuzda boynunda zincirle birlikte sokak aralarında oynatılan bir ayıyı seyretmekten çok büyük bir keyif alırdık. Fakat yinede yanına yanaşmaktan çekinirdik. Çünkü kısa bacaklı olmalarına rağmen oldukça iri hayvanlardır. Hatta erkek olanları dişilerden daha iridirler. Üstelik her ayağında beş parmak ve bu parmaklarının ucunda sivri tırnaklarının olması bizleri her zaman yanına sokulmaktan alıkoyan unsurlardır. Dolayısıyla uzağından seyretmeyi yeğlerdik.

Genellikle ayılar hem etçil, hem de otçuldurlar. Yani beslenme biçimi hangi cins ayı olduğunu belirlemeye yardımcı olur. Zira söz konusu ayı türü eğer bir kutup ayısı ise ister istemez yiyeceği foklar olacaktır. Yok, eğer söz konusu gözlüklü bir ayı ise bu sefer gıdası bitki olacağı muhakkak. Her şeyden öte tüm ayıların ortak gıda da buluşturan taam bal olsa gerektir. Çünkü baldan çok hoşlandıkları gözlemlenmiştir. Barındıkları yerler ise inler olup kış uykusunu buralarda geçirirler.

Her ne kadar halk arasında “Rus’tan dost, ayıdan post olmaz” dense de, maalesef insanlar bilinçsizce postu uğruna bu hayvanları avlamaya devam etmektedir. Hatta eti ve yağı için avlayanlarda var. Ayılar içerisinde en devasa türü hiç kuşkusuz boz ayıdır. Öyle ki; bizim bildiğimiz ayı onun yanında fare kadar küçücük kalır dersek yeğdir. Ağırlıkları ise neredeyse 800 kilogramı bulmaktadır. Fakat ayakları üzerine dikildiklerinde boyu yerden 3 metreyi bulabiliyor. Bu kadar heybetli görünüme sahip olmalarına rağmen aslında son derece uysal hayvanlardır. Yeter ki rahatsız edilmesinler, aksi takdirde saldırganlaşabiliyorlar. Yiyeceği ise genellikle kök, böcek ve sıçan olmaktadır. Tabii yiyeceğini sadece karada aramaz, aynı zamanda usta bir balık avcısıdır. Nehre girdiğinde pusuya yatmış bir kedi misali som balığını yakalar yakalamaz karaya fırlatıp kendisine ziyafet çekebiliyor. İlginçtir som balıkları nehir boylarına yumurtlamaya çıktıklarında, yumurtlamanın ardından ölmektedirler. Böylece milyonlarca som balığının leşlerinin temizliği boz ayılara düşmektedir. Ki; zaten canına minnet, gereğini yaparlar da. Bu hayvanlar aynı zamanda yavrularına da düşkündürler, öyle ki; 7 yıl anne gözetiminde yaşarlar. Dahası uyku düzenlerinin gece saat 9, sabah 6 arasına endeksli olması onları bir başka açıdan değerli kılmaktadır. Oysa bazı insanların ne gecesi belli ne gündüzü bellidir. Bu yüzden hayatına çeki düzen vermeyenlere karşı boz ayılar iyi bir örnek teşkil etmektedir. Bu hayvanların ömürleri ise 25 yıl kadardır.

Kutup ayıları malum, yeryüzünün en korku salan hayvanlarıdır. Hele tahrik edilmeye dursunlar, anında karşılık verebiliyorlar. Fakat karşılık verip de tek baş edemediği hayvan su aygırıdır. Bu arada dikkat çeken bir husus var ki; Yüce Yaratıcı kutup ayısını Kuzey Denizinin her tarafı beyazlarla kaplı olması hasebiyle çevreye uygun bir şekilde postunu beyaz yaratmış olmasıdır. Ayaklarının altında ise uzun tüyler vardır. Belli ki karlar buzlar ülkesinde üşümesin diye böyle uygun görülmüştür. Aynı zamanda iyi bir yüzücüdürler. Fakat kendisinden daha üstün yüzücü olan bir fok balığı var ki; zaten onun hızına yetişmek ne mümkün. Dolayısıyla onu avlayacağı zaman boşuna su içerisinde vakit tüketmek yerine karada pusuya yatıp öyle avlamaktadır. Bunun dışında diğer balıkları avlamak içinse ilginç bir yöntem uygulamaktadır. Şöyle ki; önce buz altında kalan balıkların nefes almak için açtığı solunum deliklerini güçlü koku alma duyusu sayesinde tespitini yapar, sonrası malum deliklerden başını çıkaran her bir balığı büyük bir ustalıkla avlayıp beslenmenin keyfini çıkarır. Kutup ayısı yazında boş durmaz. Yani, yazın daha çok kendini kara hayatına adayıp, ot, çalı her ne varsa iaşesini temin edebiliyor. Doğumları ise genellikle ikiz olarak gerçekleşmekte olup, yavru ayılar annelerinin kazdığı kar yığınları arasında inde beslenmeye alınırlar. Bu arada şunu belirtmekte fayda var. Maalesef bu hayvanın kürkü Eskimolar tarafından değerli bulunduğundan değim yerindeyse sürekli hedef tahtası olur. Böylece derisi kürk, eti de yiyecek olarak tüketilir.

PUMA(Dağ Aslanı)

Panter gibi iri vücutlarıyla dağlarda yalnız dolaşmayı tercih eden en büyük kedi cinsi olarak dikkat çeken bir dağ aslanıdır. Tabii onun dağ aslanı olması büsbütün düz ovalarlarla alakasız olması anlamına gelmez. Yani canı istediğinde aşağılara da zaman zaman inebiliyor. Hatta inmişken ağaca tırmanmayı da ihmal etmez. Bu demektir ki ağaca tırmanmakta mahir bir hayvan. Peki, madem aşağılara iniyor, gezinmek için veya öylesine mi inmiş oluyor? Elbette hayır. Baksanıza dağdan aşağıya indiğinde koruluklarda veya çayırlarda buldukları bir ölü geyiği bile sırtına yüklenmekten üşenmeyip dağa çekebiliyor. Derken asıl mekânında kemal-ı afiyetle kendine ziyafet çekmektedir. Arta kalanı da toprağa gömüp acıktığında gömdüğü yerden çıkarıp tekrar yemektedir. Aslında puma Kuzey ve Güney Amerikanın dağlarında son derece çekingen yaşayan sakin bir hayvandır. Dahası insanlara nadiren saldırmaktadır. Aynı zamanda son derece atılgan ve bir atılımda 10 metre sıçrayabilen bir özelliğe de sahiptir. Bir gözleri var ki doğduklarında mavi gözlü olup büyüdükçe göz rengi sarı-yeşile dönüşür. Ayrıca yavruları doğduklarında derileri lekeli olup zamanla bu lekeler kaybolmaktadır. Sesi ise bildiğimiz kedinin sesinden farklı olup, daha çok ağlayan bir kadının sesini andırır. Başlıca avları ise evcil kedi, köpek, böcek, fare, tavşan, yaban domuzu gibi irice hayvanlardır. Avladığı hayvanı da büyük bir ustalıkla halletmektedir. Yani sırtına atladığı avını kuvvetlice ısırmasıyla birlikte alt etmesi bir olmaktadır. İlginçtir bu hayvanlar kesinlikle leş yememektedirler.

GORİL

Maymunların en irileri olarak dikkat çekmekteler. Görünüşlerine bakıp ta çekinmeye gerek yoktur. Yeter ki rahatsız edilmesinler. Zira onlar son derece nazik ve bir o kadar da centilmen Afrika hayvanlarıdır. Aynı zamanda grup halinde yaşarlar. Üstelik gruplar halinde dolaşırken kendi başına buyruk değildirler. Nitekim erkek goriller arasından biri onlara başkanlık yapmaktadır. Başkana kesinlikle en ufak itaatsizlik yapılmamaktadır. Zaten yapan olsa derhal uyarılıp dışlanır da. Dolayısıyla yönetim anlayışı son derece üst seviyededir. Malum olduğu üzere en temel yiyecekleri yaprak ve meyvelerden oluşur. Anlaşılan düzenli bir hayatları söz konusudur. Hakeza uyku düzeni de öyledir. Nerede konaklarsa konaklasınlar geceleri uyumayı ihmal etmezler. Yatakları ise kıvırdıkları çalı altı veya ağaç dallarıdır.

BÜYÜK GALADO (Çalı Bebeği)

Büyük Galado gözü baş kısmına göre çok daha büyük bir Afrika hayvanıdır. Belli ki karanlıkta ormanda hızlı hareket etmesi için böyle yaratılmış. Üstelik iri gözleri sayesinde 5 metreye varan çalı ve ağaçlar arasında sıçrayabildiği gibi atlayacağı alanların mesafesini de belirleyebiliyor. Bu arada kuyruğu da dümen vazifesi görür. Akrabası sayılan Potto da gözleriyle etrafı bir radar gibi taramanın ardından çalılara sıkıca tutunup, göz bu noktada mesafe kat etmesine yaramaktadır. Başlıca gıdası ise meyve ve kuş yumurtasıdır.

Her ikisinin de sadece gözleri değil, kulakları da iridir. Kulaklarının iri olması etrafında uçuşan böceklerden haberdar olmalarını sağlamak içindir. Hakeza mis kedileri de öyledir. Fakat bunların gözleri çalı bebeğininkinden küçüktür. Küçük olması aslında bir avantajdır. Çünkü en zayıf bir ışık kaynağını topladığından ona karanlığı delebilen bir özellik katmaktadır.
 
Üst