Hz.Osman'ın Ebuzeri(rh) sürgün ettiği Doğru mudur?(Araştırma)

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Malumunuzdur ki, bilhassa “bazı çevreler”ce sözkonusu edilen birçok kaynakta, Osman-Muaviye(r.anhuma) ile Ebuzerr(ra) birbirlerine düşman gibi lanse ettirilir. Aralarında anlaşmazlıklar olmuştur, bu zaten gayet normal bir durum. Ancak, Ebu Zerr’e(ra) işkence edilmesi, sürgün edilmesi gibi haberler merduttur. İmam Taberî’nin(rh.a) “Tarihu’t-Taberî” isimli eserinde, sahabeye dil uzatma münkerine bulaşmış çevrelerce rağbet görebilecek birçok rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerin en meşhurlarından birini misal verecek olursak, “Tarihu’t Taberî”de şöyle bir olay anlatılır:

O zamanlar vali olan Muaviye(ra), “Ebuzerr insanları bize karşı ifsad etmektedir” şeklinde, Osman’a(ra) bir mesaj göndermiştir. Osman(ra) da, “Onu bana gönder!” demiş; akabinde Muaviye(ra) Ebu Zerr’i(ra) Osman’a(ra) göndermiş ve Osman(ra) Ebu Zerr’i(ra) Rebze’ye sürgün etmiştir!!! [1]

İmam Taberî(rh.a), mezkur eserinin önsözünde şöyle demektedir:

“…Bu kitabımda geçmişlerden zikretmiş olduğumuz ve herhangi bir sıhhat yönü ve hakikatte manası olmadığından dolayı okuyucu tarafından hoş karşılanmayan, duyan tarafından çirkin bulunan türden haberlerin, bizim tarafımızdan getirilmediği bilinmelidir. Bu husus bize nakil yapanlar tarafından kaynaklanmaktadır. Bu haberler bize hangi amaca binaen ulaştırılmışsa, biz de aynı amaca yönelik bu haberleri sunmak istedik.” [2]

İmam Taberî(rh.a) bu açıklamayla bize şöyle seslenmektedir adeta:

“Bu eserimizde kabul edemediğin rivayet bulduğunda, onu kimden rivayet ettiğimize bak. Ben herhangi bir tahkik yapmadım, sadece tahdis ettim/anlattım. Şayet rivayeti aktardığım ravi, sika/güvenilir ise, o rivayeti kabul et; değilse kabul etme!”

Yani İmam(rh.a), sadece sahih rivayetleri aktardığına dair herhangi bir taahhüdde bulunmamış, kendisine ulaşan haberleri anlatmakla yetinmiştir. O halde biz de onun isteğine uygun hareket ederek, yukarıdaki rivayeti, hangi isnaddan aldığına bakalım.

İmam Taberî(rh.a), yukarıda zikredilen rivayeti “SEYF B. ÖMER”den rivayet etmiştir. Seyf b. Ömer et-Temimî, metruk ve muttehemdir. [3] O halde bu rivayet de, bir yalandan ibarettir. Peki bu olayın doğrusu nedir? Buharî’de bu olayı, “SAHİH” bir isnadla şu şekilde okuyoruz:

“Zeyd b. Vehb şöyle demiştir: “Ben Rebze'ye uğradım. Orada Ebu Zerr ile karşılaştım. Ona; “Seni bu menziline indiren nedir?” dedim. Ebu Zerr (ra) şöyle dedi: “Ben Şam'da bulunuyordum. “…altını, gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar, işte onlara elemli bir azabı muştula...” [4] ayetinin tefsiri hakkında Muaviye ile ihtilaf ettim. Muaviye; “bu ayet Kitab ehli hakkında indi” dedi. Ben de; “bu ayet hem bizim hakkımızda, hem de Kitab ehli hakkında indi” dedim. Bu konuda benimle onun arasında bir niza'/çekişme oldu. Muaviye, Osman'a bir mektup yazıp beni şikayet etti. Bunun üzerine Osman da bana, Medine'ye gelmem için mektup yazdı. Medine'ye geldim. İnsanlar beni bundan evvel hiç görmemişler gibi, yanımda toplanıp çoğaldılar. Ben bu hali Osman'a söyledim. Osman bana; “İstersen buralardan fazla uzak olmayan bir yerlere git” dedi. İşte beni bu menzile indiren hadise budur. Eğer benim üzerime bir Habeşli'yi emir ta'yin etmiş olsaydılar, ben muhakkak onu dinler ve itaat ederdim.” [5]

Yani, Osman(ra) Ebu Zerr’i(ra) sürgün etmemiş, bunu uygun bir dille “RİCA” etmiş ve bunu yine onun “takdirine” bırakmıştır. Ebu Zerr(ra) de bunu kabul edip, halifesine itaat etmiştir.

Ebu Zerr’in(ra) bu konudaki ictihadı da bilinmektedir. O(ra), insanın ihtiyacı dışındaki tüm mallarını, zekatlarını verse dahi yanında tutmayıp dağıtması gerektiği düşüncesindeydi. İctihadı ve fetvaları bu yöndeydi. Ancak kendisine sadece Osman(ra) ve Muaviye(ra) değil, ashabın cumhuru/büyük çoğunluğu muhalefet etmiştir. Yani, zekatı ödendiği takdirde mal biriktirmek caizdir. Allah(cc) hepsinden razı olsun… Hamd, batılı zelil, Hakkı aziz kılan Allah'adır(cc).

Bilal Hattab
16/06/2010

Dipnotlar:

[1]- bkz: Tarihu’t Taberî, 3/335
[2]- bkz: Tarihu’t-Taberî, 1/5(Mukaddime)
[3]- Metruk: Hadiste yalan söylediği veya fıskı ortaya çıktığı için terk edilen ravi demektir. Muttehem de; yalanla itham edilmiş olmayı ifade eder. İmam Zehebî’ye(rh.a) göre muttehem, ikinci derecede “CERH” sebeplerindendir. Seyf b.
Ömer’in biyografisi için, bkz: Zehebi, Mizanu’l İ’tidal, 2/255; İbn Hacer, Tehzibu’t-Tehzib, 4/295
[4]- Tevbe / 34
[5]- Buharî, Sahih, Kitâbu’z-Zekat, 4(11)
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
ali şeriatinin bu husustaki yazısını okudum..çok üzüldüm ..hz.OsmanLa anLaşmazLığı net belli olmamış,Hz.osman zekat verildikten sonra mal biriktirmenin sakıncası yoktur derken,ebuzer Mallarını allah yolunda harcamayanlardan bahsederek Hz.Osman'dan nefret ettiğini söylüyor..Halife bile olsa hata yapabilir insan meleklerin haya ettiği bir namzetti osman rh..ebuzerde rasulun sav övgüsüne mazhar olmuş..ne diyelim üzüldüm..
 

alanyali07

Kıdemli Üye
Katılım
11 May 2008
Mesajlar
6,968
Tepkime puanı
845
Puanları
0
Ebuzer Gıfari (ra)'ın mal biriktirme konusunda kendine has ,nevi şahsına münhasır derlerya, öyle bir ictihadı ve hükmü vardı..
Elbetteki her müctehid kendi ictihadıyla hüküm verir, Ebuzer-i Gıfari hazretleri de öyle yapmıştır, fakat bu ictihadı destek görmemiştir, yalnız kalmıştır bu hüküm konusunda..
Hz.Osman ile anlaşmazlığı da bu ictihad mevzusundadır, zira Hz.Osmanın ictihadı genel kabul görmüş bir hükümdür..Yoksa aralarında kanlı bıçalı bir mesele zaten yoktu..Şii olan Ali şeriatinin yukardaki yazısı sanki meseleyi çok abartmış..Hz. Osman gibi mübarek bir sahabeyi aşağılayıcı ifadeler kullanılmış..Bu yazıyı beğenenler bilmem ki Resulullah(sav)'ın bu mübarek damadını ve cennetle müjdelenen Hz. Osmana bu durumu nasıl yakıştırıyorlar..ilginç..
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Evet o aşağıLayıcı ifaDeLere çok üzüLDüm..Rabbim bizLere mağfiret etsin (amin)ama merak ediyorum bu kitabın bir böLümü beLki şeriati sonraDan günümüze Dair bir yorum yapmıştır.
 

türkü

Kıdemli Üye
Katılım
18 Tem 2007
Mesajlar
4,973
Tepkime puanı
975
Puanları
0
kitabı okudugumda beni de üzmüştü. kalbim parçalandı sandım. yıkım ne kötü bişeydir; enkazın altında kaldıysan eger. seyrettiysen başka tabi. :)

tarihe, geçmişine bakar gibi degil, tarih gibi bakmaya çalışınca, yani dışardan, hakikat mi bilmem ama ucu-budagı bişeylerin görünüyor gibime geliyor. şiilerce sünni, sünnilerce şii ithamı ile ne idügü belirsiz :) ali şeriati' yi, kendini baglayan düşüncelerine kapılmadan/saygı duyarak( buraya takılma) seviyoruz kardeş.. :)
 

veri

Yasaklı
Katılım
8 Kas 2010
Mesajlar
0
Tepkime puanı
661
Puanları
0
Ebû Zerr El-Gıfâri Cündüp Bin Cünade (r.a.)
Taha F. Ünal

Bir gün Sahâbe-i Kiram'dan bir grupla otururlarken, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardı: "İçinizden biri çölde ölür ve yanında müminlerden salih bir bölük bulunup, kendisini defneder."

Hz. Osman'ın (r.a.) hilâfetinin son yıllarıydı. Kûfe ile Mekke arasında, ancak hacıların uğrayıp geçtiği Rebeze adlı, artık o an için canlı hiçbir insanın oturmadığı bir yerde yaşlı bir kadın sürekli yol gözlüyordu. Ölüm döşeğinde yatan kocasının başında sadece bir oğlu vardı. Kocası, gözyaşlarını görünce, "Ağlama! Rasulullah (s.a. v.), bir gün benim de bulunduğum bir mecliste, 'içinizden biri çölde ölür ve yanında müminlerden bir topluluk bulunur' buyurmuştu. O mecliste bulunanların hepsi öldü, tek ben kaldım. Sen yolu gözle, dediğimin doğru olduğunu göreceksin. Ne ben yalan söylüyorum, ne de bana yalan söylendi" demişti.

"Hacılar geçti gitti. Bundan sonra buraya kim uğrar?" diyordu yaşlı kadın. Ümidi kesilmek üzereydi ki, ileride önce bir toz bulutu, sonra da bineklerinin üzerinde kartalı andırır süvariler göründü. "Durun, durun!" dedi onlara. "Burada Müslümanlardan biri var. Rasûlullah'ın sahabîsi Ebû Zerr. Onu kefenleyiverin!" ricasında bulundu.

Gelenler, Kûfeli meşhur Malik Eşter en-Nehâî ve arkadaşlarıydı. Ebû Zerr, kendilerine, "Yanımda bir bez, bir elbise olsaydı, onunla kefenlenirdim. Karımın bir elbisesi olsaydı, onunla kefenlenirdim. Allah ve İslâm adına söylüyorum: İçinizde emir, başkan veya kavmi yanında şerefli biri varsa, o beni kefenlemesin" dedi. İçlerinde, Medine menşeli bir gencin dışındaki herkes Kûfe'nin ileri gelenlerindendi. Dolayısıyla. Medineli genç, "Yanımda iki elbise var, biri üzerimde, biri heybemde" dedi ve elbiselerden biri ile Ebû Zerr'i kefenledi.

Ömründe hiç puta tapmamış. İslâm'ı ilk kucaklayanlardan, Rasûlullahın en çok sevdiği ve Aşere-i Mübeşşere'nin içinde olmasa da, Cennetle müjdelediği sahâbîlerden ve Rasûlullah'ın (s.a.v.) bilhassa "nezîr" vasfını temsil edenlerden Hz. Ebû Zerr Cündüb İbn Cünâde'nin "yalnız vefatıyla noktalanan yalnız yürüyüşü ve yalnız hayatından bazı tabloları hep birlikte takip edelim:

Cahiliye devrinde Ebu Zerr

Gıfar Oğulları kabilesi, Arap yarımadasında eşkıyalıkla ün salmış bir kabileydi. Asıl adı Cündüb bin Cünâde olan Ebû Zerr de, ilk gençlik yıllarında yol keser, eşkıyalık yapardı. Cesur, gözü pek, korkusuz ve heybetli idi. Rasûlullah'ın risaletle görevlendirildiği ilk günlerde Ebû Zerr de eşkıyalığı bırakmış, hatta kendince bir tür ibadete başlamıştı.

Ebû Zerr putlara tapmazdı. Allah'ın varlığına, hatta birliğine de inanıyordu. Cahiliye Araplarının dininde değildi, fakat gerçek Tevhid Dini’ni de bulamamıştı. Bir arayış içindeydi. Müslüman olduktan sonra "Ben Müslüman olmadan önce üç (bazı rivayetlerde iki, bazılarında dört)'yıl namaz kıldım'"demiş, "Kimin için kıldın?" diye sorulduğunda, "Allah için" "Ne yöne dönüyordun?" sorusuna ise. "Allah’ın beni döndürdüğü yöne" cevabını vermişti.2

Hanımının naklettiğine göre, bu devrede Hz. Ebû Zerr zengin ve cömertti. "Atları kişner, develeri böğürür, ekinleri sürülüp daneleri ayrılır, refah ve mutluluk içinde'"bir kabilede tahıl ambarı, eşyasını koyduğu haraları oldukça büyük ve evi genişti. Babası ve anasına itaatli idi.3

Ebû Zerr'in Müslüman oluşu

Rasulullah (s.a.v.)'ın İslâm'ı tebliğe başladığı günlerde Ebû Zerr (r.a.). Mekke'de bir kişinin peygamberlik dava ettiğini haber alır ve durumu araştırması için kardeşi Uneys'i Mekke'ye gönderir. Mekke'den dönen Uneys'in, peygamberlik dava eden kişinin güzel ahlâkı emrettiği ve şiir olmayan bir söz söylediği haberi Ebû Zerr'i tatmin etmez. Sonrasını bizzat Ebû Zerr'in kendi ağzından dinleyelim:

Uneys’e İstediğim konuda bana şifa verecek bir haber getirmedin' dedim ve hemen bir miktar yolluk hazırlayıp elime âsâmı aldım ve Mescid-i Haram’a geldim. Peygamberi tanımıyor ve kimseye sormak da istemiyordum. Zemzem suyu içip, Mescid'de kaldığım günlerin birinde yanıma bir genç geldi ve beni eve buyur etti. Yolda ne o bana bir şey sordu, ne de ben ona bir şey anlattım. Ertesi gün kuşluk vakti yeniden Mescide geldim ve yine aynı genç yanıma uğrayıp, orada ikamet niyetinde olmadığımı anlayınca 'Haydi bize gidelim' dedi. Yolda bana, 'Burada işin nedir? Niye geldin?' diye sordu. Kendisinden maksadımı gizli tutacağına dair söz aldım ve 'Burada peygamberlik dava eden biri çıkmış. Onunla görüşmek istiyorum' cevabını verdim. Genç, 'Arkam sıra gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birini görürsem, ben su döker (veya ayakkabımı düzeltir) gibi yapar, bir duvara yönelir dururum. Sen durmaz, devam edersin" dedi. Bu şekilde beraberce Rasûlullah'ın (s.a.v.) huzuruna vardık. Bana İslâm’ı anlattı ve sonra: "Ya Ebâ Zerr! Bu işi gizli tut ve memleketine dön. Ne zaman sana emrim ve açıkça ortaya çıktığım haberi ulaşırsa, durma gel. Bu arada, kavmine İslâm'ı anlat' dedi."

Ebû Zerr, doğrudan Rebeze'ye dönmek yerine Mescid-i Haram'a gelir ve "Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû"ye haykırır. Sesini duyan müşrikler, "Saldırın şu dininden dönenin üzerine" diyerek Ebû Zerr'e hücum ederler ve Hz. Abbas yetişip de, "Yazıklar olsun! Gıfâr'dan birini öldürüyorsunuz!1 diye ellerinden alıncaya kadar döverler. Fakat Ebû Zerr yılmaz. Ertesi gün aynı şekilde Mescid-i Haram'da şehâdet getirir ve müşrikler kendisini yine döverler.4 Nihayet Ebû Zerr Rebeze'ye döner ve kavmine İslâm'ı anlatır.

Ebû Zerr'in Müslüman oluşuyla ilgili gelen diğer rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Ebû Zerr, bu hadiseden sonra birkaç defa daha Mekke'ye gelmiş olmalıdır. O, "Ben Rasûlullah 'a (s.a. v.) İslâm 'ın selâmıyla selâm veren ilk kişiyim" der.5 Bu gelişlerinden birinde kardeşini ve annesini de ge-tirmiş, onlar da İslâm'la şereflenmişlerdir.

Ebû Zerr'in İslâm'ı kabulü, İslâm'ın tebliğinin ilk günlerinde olsa gerektir. Bu husustaki bütün rivayetlerin tetkikinden çıkan neticeye göre Ebû Zerr, İslâm'ı ilk kabul eden dört veya beş kişiden biridir. En azından, yetişkin erkekler içinde dördüncü veya beşincidir. İbn-i Sa'd'ın rivayetinde Ebû Zerr, "Ben, İslâm'da beşinciyim"der. İbn Abdi'l-Berr ve İbnü'l-Esir'in rivayetleri de aynı yoldadır. Daha başka rivayetlerde ise Ebû Zerr'in "Ben, İslâm’ın dörtte biriyim. Benden önce üç kişi Müslüman oldu; ben onların dördüncüsüydüm" dediği aktarılmaktadır.6

İslâm'ın Medine döneminde Ebû Zerr

İbn İshak, Efendimizin (s.a.v.) Hicret'i müteakip Ensar'la Muhacirler arasında yaptığı kardeşlik akdinde Münzir İbn Amr'la Ebû Zerr'i kardeş yaptığını yazıyorsa da, Vakidi bunu reddederek, Hz. Ebû Zerr'in Hendek Savaşı'ndan sonra Medine'ye döndüğünü ileri sürer. Her hal u kârda, Ebû Zerr, Medine'ye hicretten belli bir süre sonra dönmüş olmalıdır. Bu dönemde onunla daha çok Tebuk Seferi'nde karşı karşıya geliyoruz.

Mekke fetholmuş, şirkin Arabistan'daki merkezi yıkılmış ve İslâm'ın sesi, dönemin iki süperi Bizans ve Sâsânî imparatorlukları topraklarında yankılanmaya başlamıştı Bu sırada, İslâm karşısında istikbalinden endişe eden Bizans imparatorunun büyük bir ordu hazırlayıp, Arabistan'ın kuzeyine doğru sevk ettiği haberi geldi. Yaz sıcaklarının ortalığı kavurduğu ve hurmaların toplanıp, kışlık yiyecek için depolanma zamanıydı. Kur'ân-ı Kerim'de 'Sâatü'l-üsra' (Zorluk vakti) olarak geçen bu zamanda Muhacirler ve Ensar, tarihe Tebuk Seteri diye geçecek seferin hazırlıklarını yapıyorlardı.

Ateşli küller haline gelmiş çöl toprakları üzerinde İslâm ordusu yoluna devam ederken, arkadan tek tük gelip yeni katılmalar oluyor, mü'minle münafığın bir defa daha seçildiği bu sefere katılmak konusunda Kur'ân'ın şiddetli ikazlarını içlerinde hisseden Sahâbe-i Kiram ordudan geri kalmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Biraz gecikenler hemen yola çıkıyor, Ebû Hayseme gibi bazıları, hanımlarının hazırladığı taze hurma ve soğuk su 'ziyafetleri'ni terkederek, "Rasûlullah (s.a.v.) Tebuk yolunda, kardeşlerin ateş gibi kumlar üzerindi aç ve susuz cihad meydanlarına yürürlerken, sen Ebû Hayseme, taze hurmalar, soğuk sular ve güzel kadınlarla safa içindesin. Vallahi bu hâl Müslümana yakışmaz, billahi yakışmaz diyerek, kendilerini çöle bırakıyorlardı. Saadet ordusu yoluna devam ederken kimlerin geride kaldığı konuşuluyor, Rasûlullah (s.a.v.), "Bırakınız onları. Eğer onlarda hayır varsa, Allah arkamızdan yetiştirir; hayır yoksa, Allah'ın haklarındaki hükmüm göreceğiz" diye cevap veriyordu.

Bir ara, "Ebû Zerr de yok" dediler Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) aynı şekilde, "Onda hayır varsa, Allah onu da yetiştirir" buyurdular.

Ebû Zerr, gerçekten gerilerdeydi. Çölde devesi yorulmuş ve bu sebeple devesinden inip, hem onu yedmek, hem de yürümek mecburiyetinde kalmıştı. Bu şekilde, cihad ordusunun önünden değil de ardında yürüdüğüne hayıflanan Ebû Zerr devesiyle orduya yetişemeyeceğini anlayınca devesini bırakıp heybesini yüklenmiş ve arkadan seğirterek, yolda istirahat içir mola vermiş olan orduya yetişmişti. Ufukta birinin belirdiğini ve hızlı hızlı kendilerine doğru geldiğini gören Sahabeler, "Ya

Rasûlallah, bir gelen var" dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in mübarek ağzından 'Ebû Zerr olaydı!"sözleri döküldü. Gelen, gerçekten Ebû Zerr'di. Kan-ter içinde kendilerine ulaşan bu büyük sahabîye Efendimiz {s.a.v.), şöyle buyurdular.

"Allah, Ebû Zerr'e rahmet etsin. Yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız haşrolur."

Ebû Zerr Rebeze'de yalnız vefat ettiğinde Abdullah İbn Mes'ud, Rasûlullah'ın (s.a.v.) bu sözlerini tekrarlamaktan kendisini alamadı. "Allah, Ebû Zerr'e rahmet etsin. Yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız haşrolur."

Rasûl-i Ekrem'in (s.a.v.) vefatından sonra Ebû Zerr

Efendimizin (s.a.v.) vefatı bir hüzün bulutu halinde Medine'nin üzerine çökmüş, bu kritik anda Medine halife seçimi mevzuunda az da olsa bir karışıklık yaşamıştı. Bir yandan değişik yerlerden irtidad haberleri gelirken, bir yandan, Rasûlullah'ın (s.a.v.) vefatını bekleyen münafıklar, yattıkları pusulardan başlarını çıkarmanın yollarını arıyorlardı. Ümmetin birliğe muhtaç olduğu bu esnada Ensar'dan bazıları ile yine birtakım Kureyşliler arasında Sakîfeoğulları Çardağı'nda hilâfet mevzuu görüşülüyordu. Neticede, Hz. Ebû Bekir'e Rasûlullah'ın {s.a.v.) ilk hayru'l-halefi, ilk halifesi olarak biat edilmiş ve bu haber Hz. Peygamberin (s.a.v.) cenazesinin yıkanma ve tekfin işiyle meşgul bulunan Hz. Ali (r.a.)'ye ve Haşimoğullarına ulaştığında, onlar da Hz. Fatıma (r.anha)'nın evinde bir araya geldiler. Tarihlerin tek tek isimlerini verdiği bu kişiler Hz. Ali (r.a.)'nin halife olmasını istiyorlardı. Huzeyfe İbn Yeman, Huzeyme İbn Sabit Zü'ş-Şehadeteyn, Ebû Eyyub el-Ensarî, Sehl İbn Huneyf, Osman İbn Huneyf, Bera İbn Azib, Übeyy İbn Ka'b, Zübeyr İbn Avvam, Halid İbn Said, Ammar İbn Yasir, Mikdad İbn Amr ve Selman-ı Farisî'den müteşekkil bu grubun içinde Ebû Zerr de vardı.8

Sakîfeoğulları Çardağı hadisesiyle baş gösteren anlaşmazlık, bilahare Hz. Ali ve yanındakilerin Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e biat etmeleriyle kapandı. Ardından, mürtedler bertaraf edildi ve İslâm hızla yayılmaya başladı. Hz. Ebû Bekir ve onu müteakip Hz. Ömer'in (Allah ikisinden de razı olsun) toplam oniki yıl süren halifelikleri döneminde, İslâm'ın bugün halkın dini olduğu toprakların çoğu fethedildi. Zalim yönetimler altında inleyen insanlar İslâm'ın adaletine koştular. Hz. Ömer İbnül-Hattab'ın şahsında efsaneleşen İslâm adaleti, Asya'da ve Afrika'da zulüm bulutlarını dağıttı. Bütün bu zamanlarda gerek vali, gerekse komutan olarak Hz. Ebû Zerrin adına rastlamıyoruz. Bir defasında Rasûlullah'tan (s.a.v.) emirlik talep etmişti de, İki Cihan Serveri (s.a.v.) kendisine, "Ebû Zerr, biz bu işi isteyene vermeyiz" buyurmuşlardı. Ebû Zerrin fıtratı idareciliğe çok müsait görünmüyordu. Bu sebeple, Hz. Osman dönemine gelinceye kadar Hz. Ebû Zerr'e fazla rastlamıyorsak da, ihtimal bir nefer sıfatıyla İslâmî fetihlere katılmış olabilir.

Ebû Zerr ve mücadelesi

Ebû Zerr, Hz. Osman zamanında Medine'de ve Şam'da, kendi anlayışı çerçevesinde yaptığı emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i anil-münkerle meşhur olmuş, hattâ, İslâm dünyasındaki komünistler onu ilk müslüman sosyalist olarak takdim etme gibi bir garabet sergilemişlerdir. Ebû Zerrin zaman zaman yanlış değerlendirilen ve istismarlara yol açan bu mücadelesinin genişçe tahlilini bir başka yazıya bırakarak, burada sadece hadiseleri vermekle yetineceğiz.

Hz. Osman zamanında İslâmî fetihler kısmen durma noktasına gelmiş, Şeyheyn dönemindeki hızlı fetihler neticesinde İslâm çok geniş bir sahaya yayıldığı gibi, grup grup Müslüman olanların ve ailelere dağıtılan savaş esirlerinin eğitilmesi ve zenginleşmenin ruhlarda hazmedilmesi problemleri baş göstermişti. Hz, Osman (r.a.), ihtimal iç fitnelere imkân tanımamak ve kan yakınlığından da faydalanarak, yönetimi bozulmaya meydan vermeden elinde tutabilmek için hilâfetinin bilhassa ikinci döneminde çoğu genç ve Mekke'nin fethinde Müslüman olup, "Tulekâ" diye anılan grubun içinde yer alan yakınlarını valiliklere getirmişti. Bu valilerin çoğu tecrübesiz olduğu gibi, kısmen kabile asabiyetine sahiptiler ve bilhassa bazıları itibariyle İslâm içinde fazla erimiş sayılmazlardı. Meselâ, Sa'd İbn Ebî Vakkas’ın yerine Küfe valiliğine tayin olunan Velid İbn Ukbe görevi devralırken, Hz. Sa'd kendisine, "Acaba bizden sonra sen bu memleketi daha mı iyi yöneteceksin, bizden daha akıllı ve daha mı bilgilisin? Yoksa biz mi senden daha bilgisiz ve ahmağız?" demiş, Velidin buna cevabı ise şöyle olmuştu: "Ebû Ishak, üzülme! Bu bir saltanattır; tadını sabahleyin birisi tadar, akşam bir başkası. "9

Mısır'a vali tayin edilen Abdullah İbn Ebî Şerh, Müslümanken irtidad etmiş ve Mekke'ye kaçmıştı. Fetihte kanı heder edilenler arasındaydı. Hz. Osman kendisine şefaatte bulununca Efendimizin (s.a.v.) affına nail olabilmişti.

Hz. Muaviye İbn Ebî Süfyan, Hz. Ömer tarafından Suriye'nin küçük bir bölümüne vali tayin edilmişti. Hz. Osman zamanında Suriye'nin tamamına vali oldu. Şam'da yarı bağımsız bir melik gibi davranıyordu. Daha önce Bizans hâkimiyetinde kalmış olan Şamlılar otoriter bir yönetime alışıktılar. Hz. Mu-aviye burada ciddî bir otorite kurmuş ve zenginleşmişti. Hz. Ömer'in kendisine "Ne bu hal?" diye sorması üzerine, Hz. Muaviye, "Buranın halkı böyle emirler altında yaşamış; bizi de böyle görürlerse itaat ederler" cevabını vermişti.

Mısır'da Ibn Ebî Serhin, Küfe'de önce Velid, sonra da, fıskından, bir gece sabahlara kadar içip, sarhoş sabah namazına çıkarak, namazı dört rekat kıldırması ve bir defasında evinde sarhoş bulunmasından sonra görevden alınması üzerine14 yerine getirilen Said İbn el-Âs'ın, Şam'da Hz. Muaviye'nin ve daha başka vilâyetlerde Emevî valilerinin şahsî hayatları ve idarî uygulamaları gerek Ashab-ı Kiramı, gerekse daha sonra Müslüman olmuş olanları gün geçtikçe ciddî tepkilere itiyordu.

Vilâyetlerde valilerden hoşnutsuzluğa paralel olarak, Medine'de de Hz. Osman'ın birtakım uygulamaları tenkit konusu yapılıyordu. Onun, şüphesiz birtakım endişelerle, yakınlarını valiliklere getirmesi ve 'sıla-i rahm' kaygısından ve merhametinden kaynaklanan bazı faktörlerle Medine'de bazı yakınlarına fey taksiminde öncelik vermesi de tepki çekiyordu. Bu arada, genel sekreterliğine getirdiği Mervan İbn el-Hakem, zaman zaman Hz. Osman'dan habersiz onun adına uygulamalarda bulunuyor ve onun yanlış uygulamaları da Hz. Osman'a mal ediliyordu. Mervan'ın babası Hakem İbn Ebi'l-Âs Hz. Osman'ın amcası idi ve Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olmuştu. Birtakım yakışıksız davranışlarından dolayı Rasûlullah (s.a.v.) kendisini Taife sürgün etmişti. Mervan, o zamanlar 7–8 yaşında idi. Hz. Osman, İbn Ebi'l-Âs'ı affedip, Medine'ye getirmiş ve Mervan'ı genel sekreteri yapmıştı.11

Kanaat-i acizanemce, İslâm, artık Davudi hilâfetten, Bediüzzaman Hazretleri'nin tespitleriyle, hilâfetin saltanatı dönemine geçiyor olmanın sancılarını yaşıyordu. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Davud'la sembolleştirilen hilâfet ve Hz. Süleyman'la sembolleştirilen saltanat veya meliklik, Efendimiz'den sonra şüphesiz İslâm'ı da bekliyordu. Kaçınılmaz görünen bu süreçte Hz. Süleyman gibi bir peygamber olmadığından, hilâfetten hilâfetin saltanatına geçiş, beraberinde bazı sancıları getiriyordu. Emevi valilerinin uygulamaları bu sancılan büyütürken, Hz. Peygamber (s.a.v.} döneminin katıksız safvet, samimiyet ve sadeliğini, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinin sadelik ve adaletini yaşamış bulunan Sahâbe'nin tepkilerine yol açıyordu. İşte, bu tepkileri en açık ve en gür bir şekilde seslendiren Hz. Ebû Zerr oldu.

Hz. Osman, Mervan İbn Hakem, Haris İbn el-Hakem ve Hz. Zeyd İbn Sabit'e i'talarda bulununca, Ebû Zerr sesini yükseltmeye başladı: "Malı yığanlara acıklı bir azapla müjdeler olsun!" (Tevbe: 34) ve ardından şu âyeti okudu: "Altın ve gümüşü yığıp, Allah yolunda infak etmeyenleri acıklı bir azapla müjde/e! (Tevbe: 34). Hz. Osman, Ebû Zerr'den tenkitlerini bu şekilde açıklamaktan vazgeçmesini istediyse de, Ebû Zerr (r.a.), tepkisini açıktan dile getirmeğe devam etti. Hz. Osman sabrediyordu. Bir gün, bir mecliste Hz. Osman, "Devlet başkanının maldan alması ve ihtiyacını kolaylaştırması caiz midir?" diye sordu. Kabü'l-Ahbar, "Beis yoktur" cevabını verince, Ebû Zerr, "Ey Yahudi oğlu! Dinimizi bize sen mi öğreteceksin?" şeklinde çı-kıştı. Hz. Ebû Zerrin çıkışlarından ve tepkilerinden bîzar olan Hz. Osman dayanamayarak, "Senin bana ve arkadaşlarıma ettiğin ezâ nedir? Nereye yazılmışsan, oraya git!" mukabelesinde bulundu. Yazıldığı yer Şam idi. Ebû Zerr Hz. Osman'a müracaat ederek, "Ben, Rasûlullah'tan 'Binalar Sel dağına vardığında Medine'den kaçılır sözünü işittim. Bana izin ver, Şam'a gideyim; orada gaza ederim "şeklinde isti'zanda bulundu. Hz. Osman izin verdi ve Ebû Zerr Şam'a yerleşti.

Muaviye, Şam'da yeşil bir saray yaptırmıştı. Ebû Zerr, bunun üzerine, "Ey Muaviye! Eğer bu Allah'ın malından ise, ihanettir. Kendi malından ise, israftır" ikazında bulundu. Ebû Zerr sık sık, "Allah'a yemin olsun, bilmediğim işler yapılıyor. Allah'a yemin olsun, bunlar ne Allah'ın Kitabı'nda var, ne de Nebisinin sünnetinde. Allah'a yemin olsun, hakkın söndürüldüğünü, bâtılın diriltildiğini, doğrunun yalanlandığını ve salih kulların bir yana bırakıldığını görüyorum''der dururdu. Sabah namazından sonra Şam'ın kapısında durur ve "Ateş yüklenen katarlar geldi. Allah, ma'rufu emredip de yapmayanlara, münkerden nehyedîp de işleyenlere lanet etsin!''derdi. Aynı sözleri her gün Muaviye'nin kapısında da yüksek sesle tekrarlardı. Muaviye ile tartışmaları sık sık cereyan ederdi. Muaviye, kendi çizgisinde gitmekle birlikte Hz. Ebû Zerr'e karşı da sabır gösterirdi. Fakat bir zaman sonra, insanları Ebû Zerrin yanına varmama konusunda uyardı. Ahnef İbn Kays anlatıyor:

'Medine'ye geldim, sonra Şam'a vardım. Namaz kılan birini gördüm. Yanına yaklaşıp, Ey Allah'ın kulu, sen kimsin? diye sordum. 'Ben Ebû Zerr'im' dedi ve bana kim olduğumu sordu. 'Ahnef ibn Kays'ım' diye cevap verdim. Sonra bana, 'Benden uzaklaş, sana şer dokunmasın dedi. Senden bana nasıl şer dokunur?' diye sorduğumda, Bu adam, yani Muaviye benimle kimsenin bir arada oturmaması için ilân verdirtti dedi. "12

Ebû Zerrin tenkit ve tepkileri belli bir sınıra varınca, Muaviye durumu Hz. Osman'a yazdı. Hz. Osman, cevabında Ebû Zerr'i Medine'ye göndermesini emretti. Ebû Zerr bir merkep üzerinde Medine'ye geldi. Fakat Medine'de de ikaz ve tenkitlerine devam etti. Hz. Osman, nihayet kendisini Rebeze'ye sürdü. Rebeze, Ebû Zerrin köyü idi, fakat artık o sıralar boş ve oturulmaz durumdaydı. Ebû Zerr, "Osman beni hicretten sonra tekrar bedevi yaptı "derdi.13

Ehl-i Sünnetin dışında Mu'tezile'den İbn Ebi'l-Hadid de bu hususta şu hükmü verir.

"Osman'ı bu noktada mazur görmek ve yaptıklarına hüsn-ü zanda bulunmak gerekir. Çünkü o, fitneden ve Müslümanların birliğinin parçalanmasından korkmuş, Ebû Zerr'i Rebeze'ye göndermeyi karışıklık çıkmasına tercih etmiştir. Bu da imam hakkında caizdir. Ashabımız Mu'tezile bu konuda böyle der ve bu, güzel ahlâka da en lâyık olandır."14

Ebû Zerrin şahsiyeti ve faziletleri

Ebû Zerr, korku nedir bilmezdi. Uzun boylu ve oldukça heybetliydi. İslâm onu öyle yoğurmuştu ki, Kur'an'ın emrinden ve Rasûlullah'ın (s.a.v.) sünnetinden en ufak bir şekilde sapmamak için elinden geleni yapardı. Bununla birlikte, fıtratında kısmen şiddet vardı. Rasûlullah kendisine sabır tavsiye etmese, Hz. Osman zamanında şiddete başvurabilecek ya-pıdaydı. Fakat İslâm'ın hükmü karşısında her zaman boynu kıldan ince idi.

Bir defasında Hz. Bilâl'e, "Ey kara kadının oğlu!" diye seslenivermişti. Bilâl'in şikâyeti üzerine, Efendimiz (s.a.v.) Ebû Zerre itabda bulunmuş ve "Sende hâlâ cahiliyeden eser var" demişlerdi. Bunun üzerine Ebû Zerr, derhal Hz. Bilâl'in bulunduğu yere koşmuş, geçeceği yere yüzünü koyarak, "Bilâl'in ayağı bu yüzü çiğnemedikçe bu yüz yerden kalkmaz" demişti.15 Hak karşısında Ebû Zerr bu idi.

Hz. Osman zamanındaki davranışlarında devrin ilcaatlarını ve yeni şartları belki gerektiğince dikkate almamış olduğu söylenebilirse de, Rasûlullah'tan işittiği bazı şeyler onu o şekilde davranmaya sevk etmişti. 'Halilim' dediği Rasûlullah'tan (s.a.v.), "Bana Kıyamet günü en yakınınız, benim dünyayı terk ettiğim şekilde bana kavuşanınızdır’’ mübarek sözünü duymuştu. Yine, Ahmed İbn Hanbel'in rivayetine göre, İki Cihan Serveri'nin "Helak olsun altın ve gümüşe köle olan!" ikazında bulundular. Hz. Ömer'in, "O halde ne biriktirelim, neye sahip olalım?" sorusuna ise, "Zikreden dil, şükreden kalp ve ahiretinize yardımcı olacak hanım" cevabını verdiler. Ebû Zerr, şüphesiz bunu da duymuştu. Sonra, Rasûlullah'ın (s.a.v.) kendisine bir ahdi vardı. Bir gün, Efendimiz (s.a.v.) kendisine, "Başında feyi kendilerine alan emirler olduğunda halin nice olur yâ Ebâ Zerr" diye bir hususa kapı aralamış. Ebû Zerr'in "Seni hakla gönderene yemin olsun ki, O’na kavuşuncaya kadar kı-lıcımı bırakmam" cevabına ise şu mukabelede bulunmuşlardı: "Seni daha hayırlısına irşad edeyim mi? Bana kavuşuncaya kadar sabret."17

İbn Sa'd, Hz. Ebû Zerr'in ilmi hakkında Hz. Ali'den şu rivayette bulunur.

"İlmi iyice belledi ve sonra onda acze düştü. Dini üzerinde son derece dikkatli ve hırslı idi. İlme de büyük hırsı vardı.

Çok sorar, bazen cevap alır, bazen almazdı. Ama, kabını iyice doldurmuştu. "

Hılyetü'l-Evliyâ'da şu değerlendirme vardır:

"Abiddi, zahiddi. İtaat ve kullukta tekti; İslâm'ın dörtte biri, Şeriat ve ahkâmın inmesinden önce de putları terk edendi. Davetten aylar önce ibadet ederdi. İslâm'ın selâmıyla Rasûlullah'ı ilk selamlayandı. Hak konusunda kınayanın kınamasından hiç korkmamıştır. Valilerin ve hâkimiyeti elinde tutanların baskısı onu ürkütmemiştir. Zorluklara ve sıkıntılara göğüs gerendi. Ahdleri ve vasiyetleri unutmadı; mihnet ve güçlüklere sabretti. Ebû'ş-Şeyh, onun hakkında şöyle demiştir: "Ebû Zerr (r.a.), Rasûlullah'a usûl ve fürûdan, iman ve ihsandan, Allah'ın sevdiği kelâmdan, Kadir gecesinden, Allah'ı görüp görmemekten, her meseleden sorardı."19

İbn Hacer, Ebû Zerr hakkında, "İlimde İbn Mes'ûd'a denk tutulurdu" der.20

İbn Sa'd, Tirmizî, Hâkim, İbn Mace, Ebû Nuaym, İbn Hanbel ve İbn Abdi'l-Berr'in rivayetinde Rasûlullah (s.a.v.), Ebû Zerr hakkında, "Lehçesi Ebû Zerr'den daha doğru olanı ne yer taşımış, ne de gök gölgelemiştir” buyurmuşlardır.

Rasûlullah'tan (s.a.v.) bu büyük sahâbî hakkında şeref-südur olmuş iki hadîsi daha zikrederek bu bahse son verelim:

'Ebû Zerr, İsa bin Meryem gibidir. İsa bin Meryem’in tevazusuna bakmak isteyen Ebû Zerr'e baksın. Zühdü ve ibadeti İsa bin Meryem'e en çok benzeyen Ebû Zerr'dir. Ebû Zerr, yeryüzünde İsa bin Meryem'in yürüyüşüyle yürür. "

"Allah (azze ve celle) bana dört kişiyi sevmemi emretti ve Kendisinin de onları sevdiğini bildirdi: Ali, Ebû Zerr, Mikdad ve Selman. "
 

veri

Yasaklı
Katılım
8 Kas 2010
Mesajlar
0
Tepkime puanı
661
Puanları
0
Hz. Ebû Zerr El-Gıfârî
Taha F. Ünal

MÜCADELESİ

Giriş

İslâm'ın sadr-ı evvelinin önemli şahsiyetlerinden olan Hz. Ebu Zerr'in bilhassa Hz. Osman (ra) dönemindeki tavır, görüş ve hareketleri birtakım farklı yorumlara konu olmuş, Şiîler bunu gereğinden fazla serrişte ederek Hz. Osman gibi bir büyük sahabeye ta'n ü teşnîde kullanmış, asrımızda bilhassa İslâm dünyasında yetişmiş bazı sosyalistler de Hz. Ebû Zerr'i 'İslâm'da ilk sosyalist' sayma gibi bir garabet sergilemişlerdir.Oysa, Hz. Ebû Zerr (ra) kendi görüş ve içtihadında ısrarlı olmakla birlikte, hiçbir zaman Hz. Osman'a karşı bir itaatsizlikte bulunmadığı gibi, Hz. Osman'ın onun hakkındaki kararları üzerine Medine'den Şam'a, Şam'dan tekrar Medine'ye ve oradan da Rebeze'ye gitmekte tereddüt etmemiştir.

Ashâb-ı Kiram, kıyamete kadar gelecek bütün nesillere muallim olma şerefini haiz bir cemiyet olduğu için, haklarında lisan-ı Nebevî'den şeref-südûr olan, "Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız hidayete erersiniz" (Keşfu'I-Hafa, 1/147; İthaf, 2/223) hadisine tam mâsadak olmuş, aralarındaki ihtilâflarla bile gelecek asırlara ışık tutmuşlardır.

Ashâb-ı Kiram'ın her bir ferdi, mürşidleri, muallimleri Hz. Resul-i Ekrem (sav)'in bir yanını belli derecelerde temsil ediyordu. Meselâ, Bediüzzaman Hazretleri'nin tefsir ve te'villerine göre, o dönemde çok önemli olan, varidatı ölçüsünde riski bulunan ve tam bir sadakat gerektiren 'maiyyet-i Nebeviye' makamını bihakkın temsil etmekle Hz. Ebu Bekir Efendimiz (ra), Ashab içinde zirveyi tutarken, hemen arkasından gelen Hz. Ömer (ra), cehaletin, asabiyetin, inat ve gururun hakim olduğu o devirde ikinci derecede önemli bir makam olan kâfirlere karşı şiddetiyle Efendimiz'in küfre karşı şiddetini Ashab arasında en üst derecede temsil ettiği için ikinci sıraya yerleşiyordu. Kâfirlere karşı şiddetin önemli olduğu bir devirde, hele bir de mü'minler zayıf ise, küfür cephesinin asabiyeti karşısında iman kardeşliği ve dayanışması daha bir önem kazanıyor ve mü'minlere karşı merhamet çok önemli bir mânâ ifade ediyorsa, bunu birinci derecede temsil eden Hz. Osman da merhamet, re'fet, şefkat ve cömertliği ile Ashab arasında üçüncülüğü elde etmişti. Maiyyet-i Nebevî, kâfirlere karşı şiddet ve mü'minlere karşı merhamet o dönemde sahip olunması gereken en önemli üç sıfattı ve bu en önemli üç sıfatta Efendimiz'i Ashab arasında bihakkın temsil eden Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhüm), sahip oldukları bu çok pahalı, çok değerli 'altın'larla, insanlık tarihinde Peygamberlerden sonra en büyük üç insan olma lütuf ve şerefine ulaşmışlardı. Bunların arkasından gelen Hz. Ali (ra) Efendimiz, diğerlerinden daha fazla rükû ve secdesi, Allah'ın fazl ve rızasını talebi, ilim ve takva gibi 'gümüş' mesabesindeki faziletleriyle bütün Sahâbe'ye rüçhaniyet kazanmış olsa da, ilk üç halifenin sahip oldukları az altın, onlardan bir eksik altınıyla birlikte gümüşlerine râcih olduğundan, Ehl-i Sünnet' e göre, fazilet yarışmasında dördüncü sırayı almıştı.

Hz. Ebû Zerr'in Ashab Arasındaki Yeri

Hz. Ebu Zerr (ra) ise, İslâm'da ilklerdendi. Fakat, mizaç ve fıtratında küfre karşı tahammülsüzlük ve -tabir yerinde olacaksa- sabırsızlık ön planda olduğundan, Efendimiz (sav), kendisinin Mekke'de kalmasını münasip görmeyip, köyünde İslâm'ı yaymak vazifesiyle geri göndermiş, o da Medine'de Hendek Savaşı'ndan sonra Efendimiz'e mülâki olabilmişti.

Ebû Zerr, Resulûllah Efendimiz (sav)'in infak, zühd, doğru sözlülük ve vera' yanını temsil eden Sahabîlerin ilklerindendi. Resulûllah (sav)'la münasebetleri daha çok bu noktada cereyan ettiği gibi, kendisinden gelen hadislerin de ekseriya bu konuda olması, onun karakter ve fonksiyonunu ortaya koyar mahiyettedir. Meselâ, hadis âlimlerimiz Ebû Zerr'den şöyle bir hadis rivayet etmektedir: (Müsned,5/173; Heysemi, Mecma', 3/93, nr. 4507 (D. el-fıkr); İbn Sa'd, Tabakat, 4/229; Tergib-Tertıib, 1, 580, nr.l 198)

"Halîlim (Resulûllah sav) bana yedi şeyi tavsiye, etti: Yoksulları sevmek ve onlara yakın olmak; maddî yönden kendimden yukarıdakilere değil, aşağıdakilere bakmak; kimseye bir şey sormamak; bana yüz çevrilse de sıla-i rahimde bulunmak; acı da olsa hakkı söylemek; kınayanın kınamasından korkmamak; Arş'ın altındaki hazinelerden olan ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi'1-Aliyyi'1-Azîm'e çok devam etmek."

Ahmed b. Hanbel ve Müslim, Hz. Ebû Zerr'den rivayet ediyor:

"Ebû Zerr dedi: 'Bir gün Resûlullah (sav)'la beraberken Uhud Dağı'na doğru gittik. Buyurdular ki:

- Yâ Ebâ Zerr!

- 'Efendim, ey Allah'ın Rasûlü!' dedim.

- Bugün mallan çok olanlar, kıyamet gününde az mala sahip olacaklardır. Ancak, -sağından, solundan, önünden ve arkasından- şöyle şöyle yapanlar (infak edenler) müstesnadır. 'Onlar ise ne kadar azdır!'

Sonra, tekrar buyurdular:

- Yâ Ebâ Zerr!

- 'Buyur yâ Resulallah! Anam, babam sana feda olsun', dedim.
Buyurdular ki:

- Uhud Dağı kadar bir malım olsun da, onu Allah yolunda infak edersem ve geriye de ondan iki kırat kadar bir şey kalsa, bu benim hoşuma gitmez.

- 'Veya iki kıntar ey Allah'ın Resulü', dedim.

- Hayır, iki kırat da olsa.. Sonra buyurdular ki:

- Ebû Zerr, sen çoğaltmak istiyorsun, ben ise, azı anlatmak istiyorum (Müslim, Zekât, 34. nr. 992; Müsned, 5/149; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 3/303, nr. 4669.

Mes'elenin bir cephesi bu idi. Ebû Zerr'in bir misyonu vardı ve o, misyonunu yerine getirecekti. Karşı cephede ise, bazı gerçekler, vakıalar kendisini gösteriyordu. Nübüvvet ve Hilâfet dönemlerini yaşamış bulunan İslâm, tam bir devlet ve medeniyet olma yolundaydı. İlk dönemin ruh ve mânâsının yanı sıra, her sahada bir ilim hareketi, servet ve güçlü bir yönetimle takviye edilmeyen ve kendi medeniyetini oluşturamayan bir hareket uzun ömürlü olamazdı. İs-railoğulları'nın parlak dönemi Hz. Süleyman (as)'in hayatıyla sınırlı kalmış, Hz. İsa'nın havarileri ve şakirdleri dünyaya açıldıktan sonra, o muhteşem fe-dakârlık ve kahramanlık döneminin arkasından Roma ile izdivaçları hengâmında artık din, özünden çok şey kaybetmiş bulunuyordu. İslâm'ın tam bir ilim, kültür ve servet birikimi ve hareketiyle dünyaya açılıp, kökleşmesi, anlaşılan o ki, sancısız olmayacaktı. Çünkü, fetihler, ilk dönemin aksiyon ruhu ile çok süratli gerçekleşmiş ve Îslâm, bütün dinleri, kültürleri, medeniyetleri, anlayışları ve yaşayışları ile eski dünyanın merkezine yegâne varis olmuştu. İran'ın, Mısır'ın, Irak ve Suriye gibi ülkelerin Medine'ye akan serveti Ashâb-ı Kiram arasında kısmî zenginleşmelere sebep olduğu gibi, bu ülkelerin kültürleri ve yaşayışları da, şüphesiz genç İslâm toplumu üzerinde küçümsenmeyecek tesirler yapıyordu.

Hz. Osman Döneminin Bir Açıdan Genel Karakteri

Ahmet Cevdet Paşa, bu dönemle ilgili şu değerlendirmede bulunmaktadır.

"Ebû Bekir ve Ömer (ra) hazretlerinin halifelik devirleri ve Osman-ı Zinnûreyn'in (ra) halifeliğinin ilk zamanları aynıyla Zaman-ı Saadet gibi geçti. Ondan sonra güzel yemekler yemek, güzel elbise giymek ve güzel eğerli atlara binmek ve bahçelerde tenezzüh gibi servet ve medeniyete dal budak olmuş âdetler çıktı. Çok kimseler mal biriktirmek davasına düşüp, özellikle Şam Valisi Muaviye İbn Ebî Süfyan servet ve zenginliği çoğaltmakta idi.

"Fakih-i Şam olan Ebû Zerr'il-Gıfârî (ra) altın ve gümüş biriktirenleri ise ayıplar ve "bir günlük nafakanın fazlasını biriktirmek caiz değildir" diye, "Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının çoğu in-sanların mallarını bâtıl yere yerler ve onları Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de, Allah yolunda infak etmeyenleri acıklı bir azapla müjdele!" ayetini okurdu. Ebû Zerr hazretleri bu âyet-i kerîmenin zahiriyle amel eder ve bir günlük nafakadan ziyade mal biriktirmeyi caiz görmeyip, fazlasının Allah yolunda harcanmasını söylerdi..." (Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya Tevârihi Hulefâ, 1/417-422), (Sadeleştiren: A. Arslan).

Bazı âlimler ve tarihçiler, 'ayette sözü edilen mal, biriktirilip de zekâtı verilmeyen maldır. Hz. Ebû Zerr ise, zekâtı verilmiş de olsa mal biriktirmeyi caiz görmezdi" yorumunda bulunmuşlarsa da, Hz. Ebû Zerr, temelde zenginleşmeye ve zekâtı verilsin verilmesin, elde tutulan malın yol açacağı tahribata karşıydı. Onun bilhassa söz konusu ayeti okuması manidardır. Tecrîd-i Sarih'te (8/393) verilen şu bilgi ve açıklama, mevzûyu daha yakından arılamamıza yardımcı olacak mahiyettedir:

"Gerek Peygamberimiz (sav) zamanında, gerekse Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in hilâfetleri devirlerinde Beytü'l-Mâl'in darlığı cihetiyle emvâl-i batıne denilen nakitler ve ticarî eşyanın zekâtlarını zekât sahiplerinin, emvâl-i zahire denilen hayvanlar, ekinler zekâtları gibi getirip Beytü'l-Mal'e teslim etmeleri mecburî idi. (Merhum Prof. Kâmil Miras'ın verdiği bu bilgi tahkike değer mahiyettedir. Çünkü, bahsettiği dönemlerde zekât daha çok âmil denilen zekât memurları tarafından toplanırdı. Fakat, Kâmil Miras'ın devam eden açıklamaları konumuz açısından mühimdir.) Dünyanın en zengin iki devletinin (Bizans ve İran) hazineleri ele geçirilince devlet hazinesi dolup taşmış ve Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında nakit ve uruz zekâtlarının (uruz altın ve gümüş dışında kalan mallar) Beytü'l-Mal'e teslimi yahut zekât sahipleri tarafından doğrudan fakirlere verilmesi, onların seçimine bırakılmıştı. Gazilerin hisselerine düşen mücevherlerle de, Medine zengin bir mücevherler sergisine dönmüştü."

Emvâl-i batine denilen altın, gümüş ve nakit yoluyla meydana gelen kısmî zenginleşmeyi kuşkusuz Hz. Ebû Zerr görüyordu ve bunu hoş karşılamıyordu. Halbuki, Hz. Osman'ın (ra) hilâfetinin ikinci döneminde, bilhassa valiler vasıtasıyla yönetimde bir bürokrasi çarkı oluşuyor, ilk dönemlerdeki gevşek dokulu, tamamen tabana yayılan ve sadece içtimaî bir mukavele ve işbölümü sistemi görüntüsü veren yönetim şekli merkezî ve yerleşik şekil alıyor, vilâyet merkezlerinde, valilerin eli altında biriken servet bu yeni yönetim çarkına güç veriyor ve İslâm, içtimaî ve siyasî planda yeni bir safhaya giriyordu.

Kanaat-i acizanemce, safvet ve samimiyete dayalı her yeni kuruluş döneminin arkasından gelen ve günümüzdeki iman ve Kur'ân hizmetini de çok yakından ilgilendiren bu yerleşme ve merkezîleşme safhası, değişik birkaç açıdan daha irdelenmeğe değer mahiyettedir:

Mutlak Güzellikten İzafî Güzelliğe

Ashâb-ı Kiram, Efendimiz'e (sav) destek verirken, hiç bir dünyevî beklenti taşımıyordu. Onlar için yarın demek 'ölmek ve Ebedî Âlem'e göçmek' demekti. Putları, Allah'a ortak koşmayı reddedip, 'Lâ ilahe illallah' derken, bir gün gelip Bizans'a ve İran'a hâkim olacaklarını ve o günkü dünyanın en büyük gücü haline geleceklerini düşünmüyorlardı. Onlar için, her gün kin ve gayzla bilenmiş kılıçlar, yağlı kırbaçlar, boykotlar, işkenceler vardı. Hicret'e kadar durum bu idi. Hicret'le beraber başlayan yeni dönem, baştan sona 'şehadet' dönemiydi. Bedir, Uhud, Kaynuka ve Nadir Oğulları, Hendek, Kureyza Oğulları, Hayber, Hudeybiye, Mute, Fetih, Huneyn, Tebuk ve onlarca seriyye ile örgülenen ve cepheden cepheye şehadet aramakla geçen hayatın tek hedefi Allah'ın ve Rasulü'nün kendilerinden hoşnut olması idi. îmanın ve ibadetin, Allah'a kulluğun cennete bile değişilmeyecek zevkini tatmışlar, aşkla ve şevkle bu kutlu hedefin peşinde sermest bir hayat sürüyorlardı. Onlar için bu yolda ve İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sav) arkasında bir nefer olmak, bütün dünya bir devlet haline gelse, böyle bir devletin başında hükümdar olmaktan kat kat öte bir makam ifade ediyordu.

Allah Rasulü'nün (sav) bu değerlerüstü değere haiz arkadaşları, devrin iki büyük süper gücünü dize getirirken de çizgilerinden sapmadılar. Dünya yüzlerine gülmüştü; yeryüzünün altını ve gümüşü oluk oluk kendilerine akıyordu. Fakat onlar, büyük ölçüde Rasulullah'la (sav) ahirette buluşacakları günü bekliyorlardı. Bilhassa Hz. Ebû Zerr, hiç mi hiç değişmeyenlerdendi. Ne var ki, artık kıtalara hükmetmeğe başlayan devlet çarkı ortaya yeni zaruretler çıkarıyordu. Meselâ, valileri teftişinde Hz. Ömer (ra) Hz. Muaviye'yi debdebe içinde görünce; "Bu ne hal?" diye sormuş, o ise, "Ben, bir zamanlar Bizans'ın hâkim olduğu bir yerde valilik yapıyorum. Burada halk, idarecilerini böyle görmeğe alışmış ve ancak böyle idarecilere itaat ediyor" cevabını vermişti. Artık; servete, bürokrasiye dayalı bir devlet çarkı gelmek üzereydi. Hz. Osman (ra) devlet çarkının iyi işlemesi ve parçalanmalara meydan verilmemesi için, bu çarkı yakınlarıyla çevirmeyi düşünmüş olmalıydı.

Adeta bir geçiş dönemi yaşanıyordu çünkü. Aynı durum, Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı Devleti'nin başına gelmişti. Yıldırım, Ankara Savaşı'nı beylerinin, Anadolu beylerinin ihaneti sonucunda kaybetmişti. Bu gerçeği iyi gören Fatih, İstanbul'un fet-hinden sonra ilk olarak idareyi merkezîleştirecek ve gevşek yönetim mekanizmasını parçaları birbirine yakın bir bütün haline getirecekti. Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin enfes tesbitleriyle, şartlar, Rasulullah (sav) ve O'nu takip eden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dö-nemlerinin mutlak güzelliğinin yerini izafî güzelliklerinin almasını zorluyordu.

Kuranlar-Yönetenler veya Samimiyet-Kabiliyet Ayrışması

Yeni yönetim çarkı, kendini döndürecek elemanlar istiyordu. Rasulullah Efendimiz (sav)'den önce Haşimoğulları Kureyş'te genellikle Kabe ile ilgili 'dinî ' işlere bakarken, Emevîler ve Mahzumoğulları gibi güçlü kabileler 'dünyevî' işlerde daha çok söz sahibi idiler. Rasulullah (sav) ve O'nu takip eden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde dünya dinin içinde erimiş, hayatta, düşüncede bütünlük sağlanmış ve her şey ahirete endekslenmişti. Fakat, hızlı fetihlerden sonra gelen yeni şartlar, dünyevî ve idarî kabiliyetleri daha ön planda bulunan insanlar istiyordu. Artık bu şartlarda, meselâ Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi mutlak güzelliğin, safvet ve samimiyetin temsilcileri değil de, Hz. Muaviye, Abdülmelik ve Ebû Cafer Mansur gibi, dine bağlılıklarında şüphe olmamakla birlikte, kendine has mekanizmasını kuran yeni siyasî ve içtimaî çarkın dönmesine daha çok ehemmiyet veren kuvvetin temsilcileri iktidarda olabilir ve diğerleri, yine İbn Ömer, İbn Abbas, Ali Zeyne'l-Abidin gibi güneş-misal simalar, Nübüvvet güneşinin şualarını halkı ay-dınlatmada kullanırken, yönetim çarkına gerektiğinde kılavuzluk yapabilir ve en azından izafî güzellikten sapmamalarında bir ölçü olabilirlerdi. Ümmetin parçalanmaması, fitne, fesat ve anarşi ile daha büyük şerlere meydan verilmemesi için, artık ilk dönemin samimiyet ve samîmilerinden çok, yeni dönemin kabiliyetlerinin ön planda olması gerekiyordu. Bu kabiliyetler, ilk dönemin safvet ve samimiyetini temsil edenlerin nasihatlerini baştacı ettikleri takdirde, her şey daha güzel olabilirdi.

Kısaca, Kitap, Arınma ve Mizan-Demir, bir başka ifade ile, İlim, Tasavvuf ve İdare, Akıl, Kalp ve Yumruk, Medrese, Tekye ve Kışla ilk dönemdeki gibi birbirine kaynaşmış ve aynı şahısta birleşmiş kalamıyor ve adeta kuvvetler ayrımına gidiliyordu. Bu noktada, Kışla-Yumruk-İdare-Demir, Kitap ve Mizana, İlim ve Tasavvufa, Tekye ve Medreseye yakın durduğu ve onların nasihatlerini nazara aldığı ölçüde güzelliğin derecesi artardı.

Misyon Çatışması

Hz. Ebû Zerr'in mücadelesine, toplumda bazı önemli şahısların sahip olduğu misyonların çatışması açısından da yaklaşılabilir. Yine Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin tesbitleri üzere, maddî hastalıklar gibi manevî hastalıklar da çeşit çeşittir. Dolayısıyla, aynı anda toplum içinde bu hastalıkları tedavi edecek manevî hekimlerin bulunması zarurîdir. Ayrıca, mizaç ve mezakların farklılığı da aynı anda pek çok yol göstericinin bulunmasını gerektirir; yani, herkesin kalbinin kilidi bir insanın elinde olmayabilir.

Meselâ, bir mürşidde Allah'ın Cevâd ismi hâkimdir ve onun misyonu cimriliğe karşı mücadele etmektir. Bir diğer mürşidde Muksit ismi ön plana çıkar ve onun misyonu da, israfa karşı mücadele olur. Eğer bu iki mürşid sahalarının tam farkında olmaz ve sahip bulundukları sınırlı misyonu umûmîleştirmeğe kalkarlarsa, yani misyonu cimriliğe karşı mücadele ve cimrileri irşad etmek olan mürşid, iktisat sahiplerini de cimri görür ve iktisada çağıran mürşidi ve talebelerini suçlamaya kalkarsa, bu defa çatışma çıkar. Aynı durum, misyonu israfa karşı mücadele ve müsrifleri irşad etmek olan mürşid için de söz konusu olabilir. O da misyonunun sınırlarını bilmeli ve cömertleri müsrif görme, dolayısıyla cimriliğe karşı mücadele veren mürşidi ve taraftarlarını yanlışta görüp, kendine çağırma hatasını işlememelidir. Bu gerçeğe rağmen, zaman zaman sınırların bilinememesi, dolayısıyla birbirinin velayetinden habersiz iki velinin birbirini inkârı Müslümanlar arasında ihtilâflara sebep olabilmektedir. Oysa, herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşayıp, başkalarını tenkit kapısını açmazsa ihtilâflar olmaz. Hattâ, yine Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin tesbitleriyle, Mutezile, kendisini teklif (Dinî emir ve yasaklar) ve gelecekle, Cebriye de geçmişle ve musibetlerle sınırlayabilseydi, yani geçmişe ve musibetlere kader açısından, geleceğe ve mükellefiyetlere irade açısından bakılması gerektiğini idrak edip, birbirlerinin sahasına girmeseler veya yakaladıkları kısmî doğruyu umûmîleştirmeselerdi, İslâm tarihinde kader mücadelesi, Mutezile-Cebriye kutuplaşması olmazdı. Aynı şekilde, Nasıbîler Hz. Osman taraftarlığını Hz. Ali'ye sövmeğe, Şiîler Ehl-i Beyt sevgisini, birkaçı hariç diğer bütün Sahabîler'e buğza kadar götürmeselerdi, tarihte bir Şiî-Sünnî mücadelesi de olmazdı. Önemli olan, herkesin haddini ve sahasını bilmesidir.

İşte, kanaat-i âcizânemce, Hz. Ebû Zerr (ra), israfa, mal biriktirmeğe ve fazla zenginleşmeğe karşı, infak ve cömertliğe tam taraftar biri olarak, İslâm toplumunun zenginleştiği bir dönemde, fazla dünyevîleşme, kaba bir tabir de olsa, kapitalistleşmeğe karşı koyma misyonuna sahipti. O, misyonunu yerine getirirken, hiçbir zaman biat ettiği halifeye itaatsizlik etmemiş, buna karşılık, gerek Hz. Muaviye, gerekse Hz. Osman, kendisine karşı rıfk, sabır ve yumuşaklıkla davranmış, herhangi bir iç fitne çıkmaması için kendisini sürgünle yetinmişlerdir. Bu noktada, siyasî açıdan Hz. Ali'ye daha çok taraftar ve Şiîliğe daha çok meyyal olan Mutezile'ye bağlı İbn Ebi'l-Hadîd'in bile verdiği hüküm, gerçekten yerindedir:

"Osman'ı bu noktada mazur görmek ve yaptıklarına hüsn-ü zanda bulunmak gerekir. Çünkü o, fitneden ve Müslümanlarının kelimesinin parçalanmasından korkmuş, Ebû Zerr'in Rebeze'ye sürgününü karışıklık çıkmasına tercih etmiştir. Bu da İmam hakkında caizdir. Ashabımız Mutezile bu konuda böyle der ve bu güzel ahlâka en lâyık olandır" (Şerhu Nehci'l-Belâğa, 2/ 387).

Son Olarak

Gerek Hz. Ebû Zerr'in mücadelesini, gerekse Hz. Ali'nin hilâfetini zahirî bir değerlendirmeye tabî tutarak, "neye değdi, ne getirdi?" gibi bir sonuca varırsak yanılırız. Hz. Osman dönemi, İslâm'ın ilk dönem tarihinin en sancılı dönemidir. Çünkü bu dönem, bir geçiş dönemi, arzetmeğe çalıştığımız üzere, Nübüvvet' e dayalı hilâfetten hilâfetin saltanatına atlama dönemi idi. Eğer bu atlama dönemi, tamamen devrin yöneticilerinin, Ümeyyeoğulları gençlerinin insiyatifinde yü-rüseydi, bu dönemde bir Ebû Zerr, daha sonra bir Ali Zeyne'l-Abidîn ve emsali zatlar yaşamamış olsa idi, yine Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitleri ile, her şeyin bütün bütün çığırından çıkması ve İslâm'ın daha o gün tarihe gömülmesi muhtemel idi. Bu zatlar sayesindedir ki, yenilerin kabiliyet ve dehâsı, ilklerin safvet, samimiyet ve hüdasının karşısında dalâlete sebep olmaktan korunmuş ve -sebepler planında- İslâm saf haliyle bugünlere gelebilmiştir. O kadar fetihler ve yeni müslüman olmalar neticesinde ilk dönemindeki safvet ve samimiyetin gitmesi de mümkün değildi. Safvet ve samimiyete dayalı hareketler, kendilerine has medeniyet ve kültür atmosferini oluşturmadıkça ömürlü olamazlar. Aksiyon, kendine has ruhu ve mânâyı ilim temelli bir kültür ve medeniyete dönüştürdüğü zamandır ki, toprağa 'hakkolur’ ve hakikat olarak asırlara hükmedebilir. İşte, bir anda Orta Doğu'nun karmakarışık içtimaî ve dinî atmosferiyle karşılaşan İslâm, bu geçiş döneminde birtakım siyasî sancılar yaşamışsa da, Hz. Ali gibi, Hz. Ebû Zerr gibi, Hz. Hasan ve Hüseyin gibi, onları takip eden kadr-i celîl âlimler ve mürşidler gibi devâsâ zatlar sayesindedir ki, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi özünden sapmaktan masun kalmış ve onların bıraktığı mirasla, daha sonra karşılaştığı bütün tehlikeleri ve badireleri atlatmasını bilmiştir. Bilhassa siyasî açıdan, Ömer İbn Abdi'1-Aziz hazretlerinin 2,5 yıllık hilâfeti de bu noktada çok büyük bir öneme haizdir.
 
Üst