dedekorkut1
Doçent
İNSAN HAKLARI VE İSLÂM
SELİM GÜRBÜZER
Hele bilhassa sosyoloji okuyanlar insan hakları kavramından söz edildiğinde hemen akıllarına John Locke ve J.J. Rousseau düşmekte, oysa bu kavramın kaynağına inildiğinde vahiy olduğu görülecektir. Nasıl mı? İşte Kur’an-ı Muciz’ül Beyanda “Ey İnsanlar!” çağrısıyla başlayan ayetlerle tüm insanlığı doğrudan muhatap alması bunun bariz bir delilidir zaten. Yeter ki bu çağrıya icabet edilsin, bak o zaman ilahi ferman karşısında muhataplığımız ezelden ebede büyük bir anlam kazanır da. Nitekim bu öyle bir anlam kazanmadır ki, tüm ideologlar, tüm feylesoflar, tüm yazarçizer zevatlar bir araya gelip devasa bir metin ya da devasa ansiklopedik bir külliyatta ortaya koysalar Kur’an’ın tek bir kelamına güç yetiremeyecekleri muhakkak. Hem nasıl güç yetirebilsinler ki, bikere biri beşerin elinden çıkan kelam, diğeri ise tüm mahlûkatı yoktan var eden Yüce Yaradan’ın ilahi sıfatlarının tecellisinden zuhur eden ilahi kelamdır bu. Dolayısıyla Kur’an’ın tüm çağlara ferman okuyan ilahi kitab olarak insanlığın gönül dünyasında taht kurması son derece gayet tabii bir durumdur. Her ne kadar bir takım aklı evvel sözde aydın geçinen çevreler ilahi olan her kaynağa dogma gözüyle baksalar da bu bakış açısı Kur’an’a asla gölge düşüremeyecektir. Kaldı ki ne yaparsalar yapsınlar güneş asla balçıkla sıvanamaz.
Peki, bu tip çevrelerin cemaziye’l evvellerini anladıkta, ya gelinen noktada yine aynı tip çevrelerin ikide bir insan haklarından dem vurmalarına ne demeli? İnsan hakları hususunda o kadar riyakâr, o kadar ikilem içerisinde oldukları her hallerinden belli ki bir bakıyorsun bu kavramı öz itibariyle değil söz olarak dillerine doladıklarını görürüz. Üstüne üstük dillerine doladıkları bu kavramın içini boşaltıp bir süs bitkisi, bir çini işlemeli saksı, bir cam vazo olarak sunmakta pekte mahirlerdir. Ancak mahir olsalar ne yazar, bu güne dek müzelik insan haklarından dem vurdular da ne oldu, halen bugün olmuş insan hakları ihlalleri tüm insanlığın kanayan yarasıdır. Allah korusun şayet bizde bu tip müzelik ve vitrinlik kafalar gibi özde değil sözde insan haklarından dem vurursak biliniz ki bizimde onlardan hiç farkımız kalmaz. Bırakalım onlar kendilerine yakışanı yapsın, bizse kendimize yakışanı yapalım ki içini boşalttıkları bu kavram günü geldiğinde kendi kendilerini vurmuş olsun. Bak o zaman mazlumlara insanlık dramı yaşatmak neymiş bir görmüş olsunlar. Hani ateş düştüğü yere yakar derler ya, aynen öylede bir insanın canı yanmayınca can çekişenin de halini anlamak pek mümkün olmuyor. Madem öyle insan hakları savunuculuğu sözde değil özde yaşayarak savunmak gerekir ki, insan hakları kavramı havada asılı kalmasın. Ki, sözde insan hakları savunuculuğuna soyunanlar kitleler üzerinde geçici tesir etki bırakırken özde insan hakları savunuculuğunu misyon edinenler ise tam aksine kitleler üzerinde kalıcı tesir etkisi bırakmakta. Malum birincisinde göz boyamacılık vardır diğerinde vicdanın sesi vardır. Bu gerçeğe rağmen ilginçtir insan hakları konusunda sicili bozuk pek çok ülke hiç sanki bugüne dek insanlık zulmü işlememişlercesine bu güzelim kavramı anayasalarına vitrinlik malzeme olarak koymaktan imtina etmeyebiliyorlar da.
Peki, bu sözde savunucular anayasalarına insan haklarıyla ilgili maddeleri vitrinlik süs malzemesi olarak koydular da ne oldu, tüm dünyada insan hakları ihlalleri her geçen gün daha da kat be kat artarak kırmızı alarm vermeye devam etmektedir. Şimdi ortada böylesi bir vahim tablo dururken, bugün olmuş halen insan haklarından söz edebiliyorlar. Dedik ya, bu tutum tamamen insan aklıyla dalga geçip göz boyamaktan başka bir şey değildir. Baksanıza içine düştüğümüz şu vahim tabloya:
-Gün olmuyor ki; her sabah uyandığımızda insan hakları ve özgürlüklerinin çiğnenmediği bir gün olmasın.
-Gün olmuyor ki; içimizi sızlatan kan ve gözyaşı manzaraları yaşanmasın.
-Gün olmuyor ki; insan hakları ve özgürlüklerinin yerleyeksan olmadığı bir gün olmasın.
Tabii bu sıraladığımız dramatik elem verici manzaralar bilhassa ulus devletlerin çoğalmasıyla başlayan bir sürecin ortaya koyduğu bir vahşet tablosudur. Evet, derin adamlar, derin devletler, derin uluslararası istihbarat ağları, derin neoconlar ve daha nice derin klikler bu güzel kavramı dün olduğu gibi bu günde kendi çirkin emellerine alet edip habire insanlık cinayeti işlemekteler. Maalesef insan hakları kavramının adı var kendisi yoktur. Yani ortada işin edebiyatı var icraatı ise hak getire, yok hükmündedir. Gerçektende 21. asra geldiğimiz şu noktada onca insanlık cinayetlerinin işlendiğine şahit olduktan sonra hala insan haklarından dem vuruluyorsa bu kadarına da doğrusu pes diyesi geliyor insanın. Düşünsenize bu noktada kimin samimi, kimin dalkavuk olduğunu öyle ayırt edemez haldeyiz ki icabında havada uçan kuştan bile nem kapar olduk. Baksanıza şu dünyanın haline neredeyse dörtte üçü kan gölüne çevrilmiş durumda, elbette ki nem kapmamız son derece gayet tabiidir. Adamlar öyle hinler ki, şimdiye kadar işledikleri insanlık cinayetlerini ört bas etmek için bu güzel kavramı kılıf olarak kullanmaktalar. Ve rozetleri cüsselerinden büyük bu adamlar ne zaman ki bu güzel kavramı dillerine dolasalar bir bakmışsın bir yerlere bombalar yağdırılmış görürsün. Şimdi sormak gerekir insan hakları bunun neresinde? Yoksa ‘Yenidünya düzeni’ denilen şey dünyayı kana bulamak demek mi? Hiç yalandan kem küm etmeye gerek yoktur, cevabı gayet net açık ortada; ‘Yenidünya düzeni’ dedikleri gözyaşı ve kan akıtmaktan başka bir şey değildir elbet.
SELİM GÜRBÜZER
Hele bilhassa sosyoloji okuyanlar insan hakları kavramından söz edildiğinde hemen akıllarına John Locke ve J.J. Rousseau düşmekte, oysa bu kavramın kaynağına inildiğinde vahiy olduğu görülecektir. Nasıl mı? İşte Kur’an-ı Muciz’ül Beyanda “Ey İnsanlar!” çağrısıyla başlayan ayetlerle tüm insanlığı doğrudan muhatap alması bunun bariz bir delilidir zaten. Yeter ki bu çağrıya icabet edilsin, bak o zaman ilahi ferman karşısında muhataplığımız ezelden ebede büyük bir anlam kazanır da. Nitekim bu öyle bir anlam kazanmadır ki, tüm ideologlar, tüm feylesoflar, tüm yazarçizer zevatlar bir araya gelip devasa bir metin ya da devasa ansiklopedik bir külliyatta ortaya koysalar Kur’an’ın tek bir kelamına güç yetiremeyecekleri muhakkak. Hem nasıl güç yetirebilsinler ki, bikere biri beşerin elinden çıkan kelam, diğeri ise tüm mahlûkatı yoktan var eden Yüce Yaradan’ın ilahi sıfatlarının tecellisinden zuhur eden ilahi kelamdır bu. Dolayısıyla Kur’an’ın tüm çağlara ferman okuyan ilahi kitab olarak insanlığın gönül dünyasında taht kurması son derece gayet tabii bir durumdur. Her ne kadar bir takım aklı evvel sözde aydın geçinen çevreler ilahi olan her kaynağa dogma gözüyle baksalar da bu bakış açısı Kur’an’a asla gölge düşüremeyecektir. Kaldı ki ne yaparsalar yapsınlar güneş asla balçıkla sıvanamaz.
Peki, bu tip çevrelerin cemaziye’l evvellerini anladıkta, ya gelinen noktada yine aynı tip çevrelerin ikide bir insan haklarından dem vurmalarına ne demeli? İnsan hakları hususunda o kadar riyakâr, o kadar ikilem içerisinde oldukları her hallerinden belli ki bir bakıyorsun bu kavramı öz itibariyle değil söz olarak dillerine doladıklarını görürüz. Üstüne üstük dillerine doladıkları bu kavramın içini boşaltıp bir süs bitkisi, bir çini işlemeli saksı, bir cam vazo olarak sunmakta pekte mahirlerdir. Ancak mahir olsalar ne yazar, bu güne dek müzelik insan haklarından dem vurdular da ne oldu, halen bugün olmuş insan hakları ihlalleri tüm insanlığın kanayan yarasıdır. Allah korusun şayet bizde bu tip müzelik ve vitrinlik kafalar gibi özde değil sözde insan haklarından dem vurursak biliniz ki bizimde onlardan hiç farkımız kalmaz. Bırakalım onlar kendilerine yakışanı yapsın, bizse kendimize yakışanı yapalım ki içini boşalttıkları bu kavram günü geldiğinde kendi kendilerini vurmuş olsun. Bak o zaman mazlumlara insanlık dramı yaşatmak neymiş bir görmüş olsunlar. Hani ateş düştüğü yere yakar derler ya, aynen öylede bir insanın canı yanmayınca can çekişenin de halini anlamak pek mümkün olmuyor. Madem öyle insan hakları savunuculuğu sözde değil özde yaşayarak savunmak gerekir ki, insan hakları kavramı havada asılı kalmasın. Ki, sözde insan hakları savunuculuğuna soyunanlar kitleler üzerinde geçici tesir etki bırakırken özde insan hakları savunuculuğunu misyon edinenler ise tam aksine kitleler üzerinde kalıcı tesir etkisi bırakmakta. Malum birincisinde göz boyamacılık vardır diğerinde vicdanın sesi vardır. Bu gerçeğe rağmen ilginçtir insan hakları konusunda sicili bozuk pek çok ülke hiç sanki bugüne dek insanlık zulmü işlememişlercesine bu güzelim kavramı anayasalarına vitrinlik malzeme olarak koymaktan imtina etmeyebiliyorlar da.
Peki, bu sözde savunucular anayasalarına insan haklarıyla ilgili maddeleri vitrinlik süs malzemesi olarak koydular da ne oldu, tüm dünyada insan hakları ihlalleri her geçen gün daha da kat be kat artarak kırmızı alarm vermeye devam etmektedir. Şimdi ortada böylesi bir vahim tablo dururken, bugün olmuş halen insan haklarından söz edebiliyorlar. Dedik ya, bu tutum tamamen insan aklıyla dalga geçip göz boyamaktan başka bir şey değildir. Baksanıza içine düştüğümüz şu vahim tabloya:
-Gün olmuyor ki; her sabah uyandığımızda insan hakları ve özgürlüklerinin çiğnenmediği bir gün olmasın.
-Gün olmuyor ki; içimizi sızlatan kan ve gözyaşı manzaraları yaşanmasın.
-Gün olmuyor ki; insan hakları ve özgürlüklerinin yerleyeksan olmadığı bir gün olmasın.
Tabii bu sıraladığımız dramatik elem verici manzaralar bilhassa ulus devletlerin çoğalmasıyla başlayan bir sürecin ortaya koyduğu bir vahşet tablosudur. Evet, derin adamlar, derin devletler, derin uluslararası istihbarat ağları, derin neoconlar ve daha nice derin klikler bu güzel kavramı dün olduğu gibi bu günde kendi çirkin emellerine alet edip habire insanlık cinayeti işlemekteler. Maalesef insan hakları kavramının adı var kendisi yoktur. Yani ortada işin edebiyatı var icraatı ise hak getire, yok hükmündedir. Gerçektende 21. asra geldiğimiz şu noktada onca insanlık cinayetlerinin işlendiğine şahit olduktan sonra hala insan haklarından dem vuruluyorsa bu kadarına da doğrusu pes diyesi geliyor insanın. Düşünsenize bu noktada kimin samimi, kimin dalkavuk olduğunu öyle ayırt edemez haldeyiz ki icabında havada uçan kuştan bile nem kapar olduk. Baksanıza şu dünyanın haline neredeyse dörtte üçü kan gölüne çevrilmiş durumda, elbette ki nem kapmamız son derece gayet tabiidir. Adamlar öyle hinler ki, şimdiye kadar işledikleri insanlık cinayetlerini ört bas etmek için bu güzel kavramı kılıf olarak kullanmaktalar. Ve rozetleri cüsselerinden büyük bu adamlar ne zaman ki bu güzel kavramı dillerine dolasalar bir bakmışsın bir yerlere bombalar yağdırılmış görürsün. Şimdi sormak gerekir insan hakları bunun neresinde? Yoksa ‘Yenidünya düzeni’ denilen şey dünyayı kana bulamak demek mi? Hiç yalandan kem küm etmeye gerek yoktur, cevabı gayet net açık ortada; ‘Yenidünya düzeni’ dedikleri gözyaşı ve kan akıtmaktan başka bir şey değildir elbet.