dedekorkut1
Doçent
İSLÂM’DA FİKİR BİRLİĞİ VE İCTİHAD
SELİM GÜRBÜZER
İcmâ denildiğinde bilgi üretimine yönelik fikir birliği faaliyeti akla gelir elbet. Gerçekten de bilge insanların kendi aralarında fikir yürütüp görüş birliğine varması önemli bir hadisedir. Hatta müctehid topluluğundan bir iki kişi aksi görüş bildirse de fikir birlikteliğine (icmâ’ya) gölge düşürmez, bu noktada çoğunluğun ortak fikri kayda değerdir. Bakınız Resul-i Ekrem (s.a.v) bu hususta; “En büyük topluluğa tabii olunuz” buyurmakta. Hakeza âlimlerin sosyal hayatta ne olup bittiğini sorgulayıp ortaya net hüküm koyma çabalarının halkın kabulüne mazhar olması da icmâ olarak değerlendirilir. Nitekim ‘Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir’ hadis-i şerifi bunu teyit ediyor zaten. Yeter ki, paylaşılan fikirler müçtehitlerin ittifakıyla delil özelliği kazansın güzel görülmesi gayet tabiidir. Dikkat edin bilge insanların ittifakı diyoruz, niye? Sebebi gayet açık ve net; bir kere adı üzerinde bilge insan, yani havas ehli olmalarına binaen icmâ ehli olarak addedilmelerine ziyadesiyle kâfidir. Halkın ise avam olması hasebiyle herhangi bir konuda ittifak etmiş olsa da bu ittifak icmâ olarak karşılık bulmaz.
Şurası muhakkak icmâ’nın gücü etkisinde gizlidir. Ki, bu fikir birliği gücüdür. Her ne kadar bazı konularda yüzde yüz fikir birlikteliği sağlanmasa da icmâ’nın o birleştirici gücüne gölge düşürmez. Topluluk içerisinde birkaç farklı görüş çıktı diye asla yadırganmaz. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in ‘Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır’ diye beyan buyurması yeterince meseleyi vuzuha kavuşturmaya yetmiştir. Gerçektende mucizevî bir hadis-i şerif olduğu şundan belli ki, görünürde ihtilaf gibi görünen fikirler zaman içerisinde kuvve-i icmâ’ya dönüşeceğini müjdeliyor. Burada önemli olan farklı görüşlerin bir takım kişisel menfaat ve bir takım çıkar hesaplarına kurban verilmemesi çok mühimdir. Asl olan fikirlerin kuvve-i icmâ ekseninde ivme kazanıp kuvve-i fiille neticelenmesidir. Aksi halde iş icmâ faaliyeti olmaktan çıkıp ‘ben haklıyım, sen haklısın’ denen benlik davasına dönüşür iş. Oysa icma benlik yarışması ya da egoların ön plana çıktığı bir fikir göstericiliği çabası değildir, bilakis farklı fikirlerin ayrı kanallardan süzülerek hak ve hakikatte buluşularaktan hem fikir olma çabasıdır. Nasıl ki derelerin birleşmesiyle nehir, nehirlerin birleşmesiyle deniz, denizlerin birleşmesiyle okyanus oluşuyorsa, ehl-i sünnet istikametinde dal budak salan tüm fikirlerin birleşmesiyle de hakikat doğacağı muhakkak. Hatta hakikatte buluşma adresi için fikir birliğinin neticesi doğan bir güneş dersek yeridir. Bundan daha da öte “Hak geldi batıl zail oldu” ifadesinin tâ kendisi bir adrestir.
Malumunuz fıkıh âlimlerimizin kahir ekseriyeti icmâ’nın oluşması için üzerinden bir asrın geçmesinin şart olmadığı hususunda hem fikirdirler. Yine fıkıh âlimlerimizin kahir ekseriyetinin görüşüne göre herhangi bir asırda ki müctehidlerin usulüne uygun ortaya koydukları her bir hüküm de icmâ kapsamında kabul görür. Ancak bunun kabulü şarta bağlanmıştır. O şart ta malum geçmiş asırlarda müçtehitlerin hemfikir olmadıkları (ittifak etmedikleri) hususlara bir sonraki asrın müctehidlerinin itiraz edip şerh düşmemeleri gerektiğidir. Hatta bu şartın tersi durumu da aynıdır, yani geçmiş asırlardaki müctehid âlimlerin hemfikir oldukları (ittifak ettikleri) görüşlerinin tam aksine görüş belirtilmemesi gerektiğidir. Aksi halde icmâ olarak kabul görmez. Fakat şu da var ki, şayet geçmiş müçtehitlerin ittifak ettiği bir meselede ne bir itiraz ne de kabul noktasında bir görüş belirtilmeyip sükût ediliyorsa işte o bu durumda sükût icmâ olarak karşılık bulur. Derken bu arada “sükût ikrardandır” atasözümüz rızalık, razılık ve kabullük cihetiyle de anlam kazanmış olur. Madem öyle, siz siz olun sakın ola ki; ilmi ile amil olan âlimleri ve onların görüşlerini hafife alıp itiraz edenlerden olmayasınız. Ki, elfaz-ı küfür (küfür lafızları) konusuna giren bir husustur bu. Nitekim bu konu kapsamında icmânın delil olduğunu inkâr etmek tercih edilen görüş gereği küfürdür. Fakat sükûtu icmâ’yı inkâr etmek bundan istisnadır. Tevatür yoluyla haberdar olunun icmâyı kabul etmemek bidat olarak karşılık bulurken haberi olmaksızın sadece âlimlerin bildiği icmayı inkâr etmek ise küfrü gerektirmese de sonuçta o kişinin sapıklığına hükmedilir.
Anlaşılarn o ki, icmânın şer’i delil olarak addedilmesi Allah’ın kullarına bir ikramı olmanın yanı sıra aynı zamanda Ümmet-i Muhammed için büyük bir kolaylık vesilesi de. Ki; bu konuda Resul-i Ekrem (s.a.v) “Ümmetim delalet üzerine birleşmez” beyan buyurmak suretiyle hem fikir olmanın önemine dikkat çekmiştir. Gerçektende müçtehitlerin içtihadı çalışmaları sayesinde günümüze kadar gelen pek çok meseleler çözüm bulmuş da. Hatta ulemamızın çabaları sonucunda neredeyse yeni içtihada gerek kalmayacak derecede tüm meselelerin çözümü hazır önümüze konulmuştur dersek yeridir. Madem ulemamız gecesini gündüzüne katıp böylesi mühim bir iş başarmışlar o halde hazır önümüze koydukları icmânın delil olduğunu gösteren hangi ayet-i celilerden birkaçı neymiş bir görelim:
-“Her kim kendisine hak açıkça belli olduktan sonra Peygambere karşı bir tutum takınır ve müminlerin yollarından başkasına girerse biz onun kendi haline bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü gidiştir” (Nisa/115).
İşte bu ayette geçen ‘Müminlerin yollarından başkasına girerse’ ibaresi icmânın apaçık bariz delilidir.
-“Sizler insanlar için çıkarılmış doğruluğu emreden kötülükten sakındıran en hayırlı ümmetsiniz” (Al-i imran/110).
İşte bu ayette geçen ‘Kötülükten sakındıran’ ifadesi icmânın kendisi bir delildir.
-“Sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlar üzerine şahitler olasınız.” (Bakara/143)
İşte bu ayette geçen ‘Şahitler’ ibaresi de keza öyledir. Ancak bunun bir istisnai bir hükmü vardır ki, o da hiç kuşkusuz Rasulullah (s.a.v)’in; “Huzeyme her kime şahitlik ederse yeterlidir” hadis-i şerif hükmüdür. Zira bu hadis-i şerifte şahitlik ifadesi hükmünden maksat genele şamil olmayıp Huzeyme’ye has ayrıcalık bir hükümdür. Yani bu demektir ki; İslam’da bu hadiste ki istisnai durum hariç tek kişinin şahitliği asla kabul görmez.
SELİM GÜRBÜZER
İcmâ denildiğinde bilgi üretimine yönelik fikir birliği faaliyeti akla gelir elbet. Gerçekten de bilge insanların kendi aralarında fikir yürütüp görüş birliğine varması önemli bir hadisedir. Hatta müctehid topluluğundan bir iki kişi aksi görüş bildirse de fikir birlikteliğine (icmâ’ya) gölge düşürmez, bu noktada çoğunluğun ortak fikri kayda değerdir. Bakınız Resul-i Ekrem (s.a.v) bu hususta; “En büyük topluluğa tabii olunuz” buyurmakta. Hakeza âlimlerin sosyal hayatta ne olup bittiğini sorgulayıp ortaya net hüküm koyma çabalarının halkın kabulüne mazhar olması da icmâ olarak değerlendirilir. Nitekim ‘Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir’ hadis-i şerifi bunu teyit ediyor zaten. Yeter ki, paylaşılan fikirler müçtehitlerin ittifakıyla delil özelliği kazansın güzel görülmesi gayet tabiidir. Dikkat edin bilge insanların ittifakı diyoruz, niye? Sebebi gayet açık ve net; bir kere adı üzerinde bilge insan, yani havas ehli olmalarına binaen icmâ ehli olarak addedilmelerine ziyadesiyle kâfidir. Halkın ise avam olması hasebiyle herhangi bir konuda ittifak etmiş olsa da bu ittifak icmâ olarak karşılık bulmaz.
Şurası muhakkak icmâ’nın gücü etkisinde gizlidir. Ki, bu fikir birliği gücüdür. Her ne kadar bazı konularda yüzde yüz fikir birlikteliği sağlanmasa da icmâ’nın o birleştirici gücüne gölge düşürmez. Topluluk içerisinde birkaç farklı görüş çıktı diye asla yadırganmaz. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in ‘Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır’ diye beyan buyurması yeterince meseleyi vuzuha kavuşturmaya yetmiştir. Gerçektende mucizevî bir hadis-i şerif olduğu şundan belli ki, görünürde ihtilaf gibi görünen fikirler zaman içerisinde kuvve-i icmâ’ya dönüşeceğini müjdeliyor. Burada önemli olan farklı görüşlerin bir takım kişisel menfaat ve bir takım çıkar hesaplarına kurban verilmemesi çok mühimdir. Asl olan fikirlerin kuvve-i icmâ ekseninde ivme kazanıp kuvve-i fiille neticelenmesidir. Aksi halde iş icmâ faaliyeti olmaktan çıkıp ‘ben haklıyım, sen haklısın’ denen benlik davasına dönüşür iş. Oysa icma benlik yarışması ya da egoların ön plana çıktığı bir fikir göstericiliği çabası değildir, bilakis farklı fikirlerin ayrı kanallardan süzülerek hak ve hakikatte buluşularaktan hem fikir olma çabasıdır. Nasıl ki derelerin birleşmesiyle nehir, nehirlerin birleşmesiyle deniz, denizlerin birleşmesiyle okyanus oluşuyorsa, ehl-i sünnet istikametinde dal budak salan tüm fikirlerin birleşmesiyle de hakikat doğacağı muhakkak. Hatta hakikatte buluşma adresi için fikir birliğinin neticesi doğan bir güneş dersek yeridir. Bundan daha da öte “Hak geldi batıl zail oldu” ifadesinin tâ kendisi bir adrestir.
Malumunuz fıkıh âlimlerimizin kahir ekseriyeti icmâ’nın oluşması için üzerinden bir asrın geçmesinin şart olmadığı hususunda hem fikirdirler. Yine fıkıh âlimlerimizin kahir ekseriyetinin görüşüne göre herhangi bir asırda ki müctehidlerin usulüne uygun ortaya koydukları her bir hüküm de icmâ kapsamında kabul görür. Ancak bunun kabulü şarta bağlanmıştır. O şart ta malum geçmiş asırlarda müçtehitlerin hemfikir olmadıkları (ittifak etmedikleri) hususlara bir sonraki asrın müctehidlerinin itiraz edip şerh düşmemeleri gerektiğidir. Hatta bu şartın tersi durumu da aynıdır, yani geçmiş asırlardaki müctehid âlimlerin hemfikir oldukları (ittifak ettikleri) görüşlerinin tam aksine görüş belirtilmemesi gerektiğidir. Aksi halde icmâ olarak kabul görmez. Fakat şu da var ki, şayet geçmiş müçtehitlerin ittifak ettiği bir meselede ne bir itiraz ne de kabul noktasında bir görüş belirtilmeyip sükût ediliyorsa işte o bu durumda sükût icmâ olarak karşılık bulur. Derken bu arada “sükût ikrardandır” atasözümüz rızalık, razılık ve kabullük cihetiyle de anlam kazanmış olur. Madem öyle, siz siz olun sakın ola ki; ilmi ile amil olan âlimleri ve onların görüşlerini hafife alıp itiraz edenlerden olmayasınız. Ki, elfaz-ı küfür (küfür lafızları) konusuna giren bir husustur bu. Nitekim bu konu kapsamında icmânın delil olduğunu inkâr etmek tercih edilen görüş gereği küfürdür. Fakat sükûtu icmâ’yı inkâr etmek bundan istisnadır. Tevatür yoluyla haberdar olunun icmâyı kabul etmemek bidat olarak karşılık bulurken haberi olmaksızın sadece âlimlerin bildiği icmayı inkâr etmek ise küfrü gerektirmese de sonuçta o kişinin sapıklığına hükmedilir.
Anlaşılarn o ki, icmânın şer’i delil olarak addedilmesi Allah’ın kullarına bir ikramı olmanın yanı sıra aynı zamanda Ümmet-i Muhammed için büyük bir kolaylık vesilesi de. Ki; bu konuda Resul-i Ekrem (s.a.v) “Ümmetim delalet üzerine birleşmez” beyan buyurmak suretiyle hem fikir olmanın önemine dikkat çekmiştir. Gerçektende müçtehitlerin içtihadı çalışmaları sayesinde günümüze kadar gelen pek çok meseleler çözüm bulmuş da. Hatta ulemamızın çabaları sonucunda neredeyse yeni içtihada gerek kalmayacak derecede tüm meselelerin çözümü hazır önümüze konulmuştur dersek yeridir. Madem ulemamız gecesini gündüzüne katıp böylesi mühim bir iş başarmışlar o halde hazır önümüze koydukları icmânın delil olduğunu gösteren hangi ayet-i celilerden birkaçı neymiş bir görelim:
-“Her kim kendisine hak açıkça belli olduktan sonra Peygambere karşı bir tutum takınır ve müminlerin yollarından başkasına girerse biz onun kendi haline bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü gidiştir” (Nisa/115).
İşte bu ayette geçen ‘Müminlerin yollarından başkasına girerse’ ibaresi icmânın apaçık bariz delilidir.
-“Sizler insanlar için çıkarılmış doğruluğu emreden kötülükten sakındıran en hayırlı ümmetsiniz” (Al-i imran/110).
İşte bu ayette geçen ‘Kötülükten sakındıran’ ifadesi icmânın kendisi bir delildir.
-“Sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlar üzerine şahitler olasınız.” (Bakara/143)
İşte bu ayette geçen ‘Şahitler’ ibaresi de keza öyledir. Ancak bunun bir istisnai bir hükmü vardır ki, o da hiç kuşkusuz Rasulullah (s.a.v)’in; “Huzeyme her kime şahitlik ederse yeterlidir” hadis-i şerif hükmüdür. Zira bu hadis-i şerifte şahitlik ifadesi hükmünden maksat genele şamil olmayıp Huzeyme’ye has ayrıcalık bir hükümdür. Yani bu demektir ki; İslam’da bu hadiste ki istisnai durum hariç tek kişinin şahitliği asla kabul görmez.