Kehf suresi’nin tasavvufi zevkİi

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com
Kehf suresi’nin tasavvufi zevki

KEHF SÛRESİ’NİN TASAVVUFÎ ZEVKİ

(Mürîd - Mürşid ve Nefs - Ruh İlişkisi)

Musa (Aleyhi’s-Selâm), Rıza Rüşdünü arzulayınca:

--- “Bir vakit Musa genç adamına (hizmetçisine) demişti ki: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut senelerce gideceğim.” (Kehf 18/60)

Âyeti celîlesinin tefsiri budur.

Muhammedî Tasavvufi Temâşâsı (sırr-ı seyir) ise hüküm olmayıp anlayış zevki ve hazzıdır.

Sanki Hızır Ruhumuz, Musa (Aleyhi’s-Selâm) Nefsimiz gibi, hizmetçisi aklımız gibi...

Buluşma yeri Kalbimiz gibi...

İki denizin kavuştuğu nokta ve yer ise inkâr ve ikrârın birleştiği Tevhid Noktası, ifrat ve tefrit’in birleştiği i’tidal Sırat-ı Müstakîmi, kısacası Zıdların Zevki olan Zuhûrat Zirvesi gibi...


İki basit noktayı birleştiren en kısa yol, doğrudur.

Kendisi ve hedefi arasındaki dostoğru yolda tercihini hakk ve hayırdan yana yapan nefs:

Senelerce de olsa (ömür boyu) yürüyüp son nefeste bile bulacağım.”buyuruyor.

Çünkü orası SILAsıdır.

Murad edilen ve Emredilen “Vuslat Vâ’di”dir.

Durmadan, sapmadan, yorulmadan ve bıkmadan yürüyüş...

Bakınız ki bu noktaya varıncaya kadar buyurulmuyor...

“Belâga” fiili kullanılıyor ki erişmek, ulaşmak, gelmek, olgunlaşmak, buluğa ermek anlamları taşır.

Bellega: tebliğ etmek, ulaştırmak, yetiştirmektir.

Hizmetçisi ise, hizmetçi kelimesi değil de, “Fetâ”buyuruluyor.

Fetâ: köledir ki gerçekten bir Nefsin ve dolayısıyla nefsin görevini yapabilmesi için şart olan aklın dünyada işleyeceği amellerine karşılık rehin olduğu Kur’ânî hükmü vardır.

Zorlamıyoruz, zevk ediyoruz...

Hükmetmiyoruz, hazz ediyoruz...


Ledûn ilmini öğrenmek için uzun zaman (riyâzât-çile) içinde yaya ve yürüyerek akıl, nakle gidiyor...

“Lâ ilâhe” diyen akıl, naklîn “illa ALLAH”ıyla buluşma noktasına, Tevhid Tepesine kavuşuyor...

Mecmâ’a beynehuma: İkisinin arasını birleştirdiği yere, sırat-ı müstakîm üzere kemâlât kavşağına (kalbe) ulaşmaya azmediyoruz ki:

--- “Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitmişti” (Kehf 18/61)

Azıkları olan kızartılmış (dirilmesi imkansız gibi) balık; Nefs ve Aklın Bezmi Elest Emânetleri olup, elektriksiz bir ampul gibi ölüden de ölü iken;

Muhammedî Pirizle tevhid fişi buluşunca emânet özünden nur fışkırıyor ve imân lambası ilâhî sisteme bağlanıyor...

Zâten kulun üzerindeki emânet Ahdullahdır.

Balığın asıl yurdu derya, deniz olduğu gibi; buz gibi donmuş olan emânet, İlâhî Güneşe (Muhammedî Rahmete) kavuşunca eridi ve derunî denize kavuştu.

--- “(Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde Musa genç adamına: “Kuşluk yemeğimizi getir bize. Hakikaten şu yolculuğumuzda yorulduk (başımıza epeyce sıkıntı geldi) ” dedi” (Kehf 18/62)

Emredilen buluşma yerini aşıp, gidip (ifrat) tecavüz edip, haddi aşınca sıkıntıya düşüp yoruluyorlar.

Kahvaltılarını (azığı, işin aslı olan emâneti) isteyince ayıkıyorlar...

--- “(Genç adam): Gördün mü ! dedi. Kayaya (sıla yurdu, Hıra Mağarası, kalb) sığındımız vakit doğrusu ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı muhakkak şeytân unutturdu. O (balık), şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti!” (Kehf 18/63)

Tekrar tekrar ricâ ediyorum ki biz âyete yorum yapmıyoruz.

Kendi anlayışımızı kolaylaştırmak için zevk edip, hisse çıkarıp ibret almaya çabalıyoruz.

Emredilen yer olan hayat sahrasında tuzlu pişmiş balığın olmayasıya (olağandışı) dirilip ilim denizine şaşılacak bir şekilde yol bulup gark olması aklı hayrete düşürüyor.

Ama efendisi ve sahibi olan nefse, balığın dirilip gidişini haber vermesini şeytân unutturunca akıl, özür beyân edip Şeytândan dolayı ve benim yüzümden yol uzadı, vakit geçti, yorgunluk oldu diye üzülüyor...

Burada günümüzde sevgili Peygamberimizin İ’TİDAL YOLUnu hâşâ yetersiz bulup uçmaya, kaçmaya, haddi aşmaya ve tecavüze yeltenip bir de insanları boşuna yoranlara “Kulaklarınız çınlasın ve ALLAH (celle celâluhu) şuûr versin!”diyelim...

--- “Musa dedi ki: “İşte aradığımız oydu!” Bunun üzerine (hemen) izleri üzerine (takib ederek) gerisin geri döndüler.” (Kehf 18/64)

İlginç olan, akıl aranan yerin orası olduğunu (nakle ulaşmadığı, kâmil hâle gelmediği için) hâliyle bilemiyor.

Akıl; kendince imkansız olan, ölünün dirilmesine (hayâl zannettiğinin bu âlemde hakikata dönüşmesine) hayret ediyor.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in buyurduğu “Ölmeden önce ölünüz.” sırrına eremiyor.

--- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in: “Mütü kable en temutü: Ölmeden önce ölünüz!...” buyurmuştur.
(Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669
)

Hedefe, şaşmadan, sırat-ı müstakîm üzere gittikleri için yine sırat-ı müstakîm üzere emredilen yerde, murad edileni arıyorlar...

Emredilen yer, Muhammedî Merkez olan Şerîatı Garra Kaynağıdır.

Murad edilen; Mürşid-i Muhtar Muhammed Mustafa (Aleyhi’s-Selâm)’a teslim ve tâbi’ olup tevhidi tekemmüldür.

--- “Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf 18/65)

“Kullarımızdan bir kul” buyurularak;

Emr Âleminden olup görevli gönderilen Kudsî Nefha olan Ruh ve ancak ehlinin tanıyabileceği, takıp takıştırmamış Muhammedî bir Mütevâzi Mürşid ne güzel ifâde edilmiştir.

Devrimizde ise bazar kurup davul dövüyorlar...

--- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “O (Hızır), kuru bir yere oturdu. Sonra, peşinden oradaki otlar yeşerdi.” buyurmuştur.

Kasas 28/86 âyeti celîlesinde rahmetin vahy olduğu, yine Kehf 18/82 âyeti celîlesinde ise “kendi reyimle yapmadım”buyurularak vahye (nass) işaret edilmekte ki Hızır (Aleyhi’s-Selâm)’ı peygamber sayanlar olmuştur.

-- “Musa ona: sana öğretilenden (İlâhî nass, Muradullah), bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tabî olayım mı? dedi.” (Kehf 18/66)

Tasavvuf: Tevhidî Tefekkürün; Tasavvurdan (zihni şekillendirme, hayâl kurma) Tahkike ve Tasdike geçişi için izlenen İlim Yoludur.

Hızır (Aleyhi’s-Selâm) Mürşid, Musa (Aleyhi’s-Selâm) Murid...

Mürşidin (Hızır Aleyhi’s-Selâm) nezdî rahmet ve ledûnî ilim sahibi kılınışına ve Mürîdin (Musa Aleyhi’s-Selâm); gayretkeşlikle ömür pahasına da olsa canla başla arayışına, emredilene sadakatına, mütevâziliğine, kayıdsız şartsız ve tam teslim olma niyetiyle bilinçli olarak yola çıkıp kendisini rüşde (ebedî erginliğe) erdirecek ilâhî ilmi izinle istemesine, ilmin dışında istekte bulunmayışına ve tâbi’ olacağını peşin peşin bildirmesine ve kısacası edebine hayrân kalıyoruz.

--- “Dedi ki: Doğrusu sen benimle beraberliğe (bileliğe) sabredemezsin. (iç yüzünü) kavra-yamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?” (Kehf 18/67-68)

Aklın alışkanlıklarıyla, naklîn nazargâhını seyir ve anlamanın zorluğu...

Eşyânın (şeylerin) hakikatına, ham akılla değil de nakl ile eğitilip öğretilip ve ilâhî aşka dönüşmüşüyle bakılabileceği anlaşılıyor.

Bu ise tasavvuftur.

Akılla ihata olunamayacak, tam kavranıp anlaşılamayacak şekilde haber verilen şeye, ledûn ilmine, müdahale ve mücadeleye kalkışacağı için, işin zorluğu başında bildiriliyor!

Musa (Aleyhi’s-Selâm) söz verip:

--- “Musa: “ALLAH dilerse (İnşâallah), beni sabreder bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.”dedi.” (Kehf 18/69)

Samimîyyet ve ciddîyetle İnşâallah gayret göstereceğim buyuruyor.

--- “(Hızır da) Eğer bana tâbi’ olacaksan (uyacaksan), sana o konuda bilgi verinceye (anlatıncaya) kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma! dedi.” (Kehf 18/70)

Kemâlâtın peyder pey ve zamanı gelince olacağı ve sabır...

Öyle ya anasından yeni doğan bebeğe en iyisi ve faydalısı ana sütüdür.

Akıl: “bal pek iyidir”dese bile henüz çok erken, geçersiz ve zararlıdır...

--- “Bunun üzerine yürüyüp gittiler. Nihâyet gemiye bindikleri zaman o (Hızır), gemiyi deldi (yırttı, yaraladı). Musa: “Halkını (içindekileri) boğmak için mi onu deldin? Gerçekten (andolsun) sen (ziyânı) büyük bir iş yaptın!” dedi.” (Kehf 18/71)

--- “(Hızır): Ben sana, benimle beraberliğe sabredermezsin demedim mi?” dedi. (Kehf 18/72)

--- Musa: “Unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme (yakalayıverip suçlama). Şu işimden dolayı bana zorluk çıkarma (güçlük yükleme) dedi.” (Kehf 18/73)

Bâtına vakıf olmayan mürîd zâhire hükmettiğinden dolayı özür diliyor.
Seyr-ü sülûke devâmını istiyor.

Yolun ve bileliğin şartı olan karışmayıp seyretmeyi ve sözünü unuttuğunu bildiriyor.

--- “Yine yürüdüler. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladıklarına (Hızır) hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (kimseyi öldürmediği, kısası hak etmediği halde) katlettin haa... Gerçekten sen fena bir şey yaptın!” (Kehf 18/74)

Mürşid ve mürîd; seyr-ü sülûkle bir başka makama intikal ettiklerinde,mürşidin bâtını tasarrufuna (kötü ahlâkı öldürmesine) mürîd yine zâhiri görüşüyle itiraz etti.

Ve şiddetle şerîata karşı iş yapmakla suçladı.

Dikkat ediniz ki akıl (fetâ, köle) orada olduğu hâlde hiçbir şeye karışmıyor.

Yolda yardımcı olan akıl nakle kavuşunca susuyor.

--- “(Hızır): Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin demedim mi? dedi.” (Kehf 18/75)

Bu âlemi sadece yiyip, içip, gezip dolaşmak sanan ve esas Muradullahı anlayamayan, Emrullahın nedenini çözemeyen mürîdin meselenin özüne ârif olmadan sırra ve bileliğe sabredemeyeceğini mürşid tekrar hatırlatınca:

--- “Musa: Eğer, dedi, bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten benim tarafımdan (ileri sürülebilecek) mazeretin sonuna ulaştın.” (Kehf 18/76)

Mürîd; elinde olmadan ve kendi oturduğu yerden gördüklerini hak ve hayr sanmasından dolayı yaptığı ağır suçlama ve i’tirazın farkına varıp bir daha bir şey sorup bir şey istemeyeceğini, özür sınırını aştığını, bunun açıkça ortaya çıktığını ve tekrarlar ise mürşidinin kendisine sahib çıkma hakkını kaybedeceğini anladığını bildiriyor.

Dikkat ediniz ki refik (yol arkadaşı) kelimesi değil de:

Tusahibni: senin bana sahibliğin, benim sana sahabeliğim” son bulacaktır diyerek bunu anladığını (tebellüg ettiğini) beyân ediyor...

--- “Yine yürüdüler. Nihâyet bir karye (köy) halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak, köy halkı onları misâfir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrultu. Musa: Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın, dedi...” (Kehf 18/77)

Mürşid ve mürîd ilâhî yolculuklarında bir beldede bir köye (kalb) intikal ettiler.

Bu köy ve halkı perişandı.

Kendilerinde tâam (yiyecek-rızık) istediklerinde misâfir etmekten kaçındılar.

Mürşid buna rağmen gördüğü yıkılıp enkaz haline gelen ve ancak temeli yerinde duran bir duvarı (kişinin tevhidi) ayağa kaldırdı.

Mürîd; Mürşidinin bu işe ücret almamasına yine i’tiraz etti.

--- “(Hızır) Şöyle dedi: “İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.” (Kehf 18/78)

Rıza yolu olan tasavvuf seyr-ü sülûkünde üçüncü i’tiraz ipi kopardı.

Mürîd üç kere sözünden cayınca, ilk sözünü unutunca ve sabredemeyince araya ayrılık girdi.

Artık mürşid; mürîdine aynanın arkasını (sırrın gerisini, bâtını) anlatıyor:

İyi dinleyip, iyi anlayıp ve iyi faydalanmak lâzım.

Bir masal sanma sakın...

Bizler şu anda bu hayatın içinde, bunları yaşayıp duruyoruz ve her nefes kayda alınıyor ve imtihan oluyoruz...

Bilsek de bilmesek de istesek de istemesek de gerçek budur...

Bu filmimizi mahşer meydanında hesab sahasında abir defa daha izleyeceğiz.

Te’vil:
iş ona vardı dayandıysa işin iç yüzünü anlatmak. O şeyi aslına döndürüp sonucu açıklamak

--- “Gemi var ya; O, denizde çalışan yoksul kimselerindi, Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında (ya da önünde), her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı.” (Kehf 18/79)

Âyeti celîledeki;

Verâ:
zıd anlamlı kullanılabilen bir kelime olup arka ve ön demektir. Ötede olan (kolay görülemeyen).

Şu âyet-i celîlede de geçmektedir:

--- “Önlerindeki o çetin günü bırakırlar.” (İnsan 76/27)

Mesâkin: zavallı miskinler. Ancak, çalışırsa ve emek verirse ekmek bulabilen yoksullar.

Hatırlarsan mürîd, mürşidine; yaşamın maksadı olan Muradullah’a ulaşabilmek için Emrullah’ın işlenmesindeki yolda, neler yapıp yapmaması hususunda ledûn ilmini (bâtını) öğretmesini istemiş, mürşid de şartlı olarak kabul edip ondan söz almıştı.

İlk makamda: İnsanoğlunun imtihana çekildiği binbir fırtınaların koptuğu Hayat Denizindeki “BEDEN GEMİSİ”ne biniyorlar.

Beden, basit bir madde ve mânâ topluluğu gibi görülse de; dünya, din ve âhiret bu gemide yaşanır, elde edilir veya kaybedilir. Muazzam ve mübârek bir imtihandır, kulluk imtihanı.

Beden gemisinin miskinleri (organları olan el, ayak, göz, mide, kalb, hücre, akıl, zihin v.s) kendileri kendi ihtiyaçlarını kendi içlerinde temin edemeyip hayat denizinden temin etmeye mecbur ve me’mur olan yoksullardırlar.

Bir uçtan bir uca bu hayat denizinde maddî-mânevî rızık peşindedirler. Vasıfları açık ve kulluğun Acziyet, Fakriyet, Zillet ve İlletiyle mevsufturlar (sıfatlanmışlar).

Âcizdirler ki canı çekerseniz, muhteşem vücûd leş yığınına dönüp; dirilik ve hârikalığını kokuşmuşluğa bırakır. 3 gün bir şey yemese ne akıl kalır ne de sabır.

İnsan leşini dahi yiyebilir.

Zillet içindedir ki bir grip virüsü bile yere serip, yerle bir edebilir. Hülasa herşeye muhtaçtır.

Bir lokma ekmeğe, bir yudum suya, bir kıvılcım enerjiye ve bir nefes havaya...

Bu Beden Gemisinin yürümesi Yaratanın şartıyla mümkündür.

Ruhun, kalbin ve nefsin, emredilen yerdeki muradedilen Rızaullah hedefine olan yolculuğunda önlerinde, kendisine (imtihan gereği) izin ve imkanlar verilmiş azılı, azgın ve merhametsizliğin ta kendisi olan bir yol kesici, soyucu, saptırıcı ve ebedî olarak mahvedici amansız düşman iblis’in ordusu olan şeytânlar beklemektedirler.

Bunu ledün (öz) ilmiyle bilen mürşid; Beden Gemisini şeytânın şerrinden korumak için ona ait işlerde kullanamaz hale getirip Tevhidi Terbiye ile şeytân için kusurlu ve mahsurlu, Rabbü’l-âlemin için ise mükemmel hale getiriyor.

Her birisi insanoğluna ilâhî emânet ve ni’met olan gemi ve içindekileri, Şerîat-ı Garra olan Şerîat-ı Muhammedîye metoduyla koruyor.

Hakkı ve hayrı gören, bâtılı ve şerri görmeyen bir göz, şeytânın ne işine yarayacak...

Çünkü bu âlemde insanoğlu için iki hizib (bölüm) var...

Hizbullah ve Hizbuşşeytân
!

Mürşid; Mürîdine: “Bu geminin kullanım şartnamesi, Şerîat-ı Muhammedîyye olan Akvâli Muhammedîyyedir. O ise Kur’ân-ı Kerîm ve sahih hadislerdir” diyor.

Sıbgatullahla (ALLAH (celle celâluhu) boyası) boyanmış ve gönderine:

“Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammede’r Resûlullah” sancağı çekilmiş bir gemi selâh ve felâhtadır.

Yoksa; yedi renkli “Benlik Bayrağı” ile yola çıkıp, yalan rüzgarlarıyla yol olan ve haram enerjisiyle işleyen bir bedeni, eşkiyâların başı, her nefes başında beklemektedir.

Çünkü işi budur. İzinlidir ve yeminlidir...

Rabbü’l-âlemin ile restleşmişler ve karşılıklı restlerini görmüşlerdir...

İş, bizlere, Rabbü’l-âlemin’in kullarına, ezel sözümüzü tutmaya ve bu beden ve içindekileri şeytânlara yem ve av yapmamaya kalmıştır...

--- “Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mü’min kimselerdi bunun için çocuğun onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.” (Kehf 18/80)

Rehika: sefih, ahmak ve câhil olmak. Günâha dalıp boğulmak. Küçük küçük câhilliklerle sonunda zıvanadan çıkarmak...

Gülâm’a gelince: İkinci Letâif olan NEFS...

Bu erkek çocuğun (nefsin) aslı-astarı ve babası-anası, ebeveyni mü’minler idi.
Baba gibi olan Ruhun, ana gibi olan Kalbin asl ve temel özellikleri ezelden imânî oluşlarıdır.

Gülâm:
Bülûğa eren genç delikanlıdır.

Su gibi hayra da akar, şerre de.

Ne varki hayat imkanında meyli alçaklığadır, tıpkı su gibi...

Fıtrî yapısı gereği NEFSin;

Hududullahı aşıp azgınlık yapmaya meyilli hevâ-hevesinin, bâtıl ve şerre giden cehâlet dallarının kesilip, öldürülüp; Hududullah içinde Muradullah’a ulaştırıcı kemâlât dallarının dirilmesi...

Önce tuğyan ki Emrullah’ı tanımama, keyfî ve hevâî bir yaşayış ve sonunda şeytânî küfür, yâni inkâr...

Mürşid; Muhammedî Merhametiyle endişe edip bir ağaç budarcasına; sapık, azgın ve küfür tohumu üretecek dalları öldürüyor ki ashab-ı şimâl olmasın...

Bunu yapmasına sebeb ise, şeytânî dalları kesilen kişilik ağacının rahmânî dalları Muhammedî Neş’e ile dirilip yeşersin ve ashab-ı yemin ağacı, tevhid tohumları versin...

Yoksa nefs, muhterem ana-babasının fıtrî evlâd sevgilerini istismar ederek onları da küfre çekip götürecekti.

Zirâ onların geleceği, nesli idi...

Âyeti celîlede kullanılan kelimeler hâşâ rastgeleye değildir.

Gülâm: Kanı kaynayan delikanlıdır.

Fıtraten var olan taşkınlık, keyfilik, egoistlik, şehvet perestlik haliyle mevcûddur.

İgtilâm da gülamdan türer ve cimâya (cinsî temasa) çok düşkün demektir.

Nefsin yasaklanan pis huylardan tezkiyesi (temizlenmesi) tasavvufun hedefidir.

Çünkü nefs imtihan oyununun başrol oyuncusudur.

Kazanırsa herkes kazanır, kaybederse herkes kaybeder.

İnsan ruhunun ve kalbinin aslen bildikleri; hak ve hayırda merhamet edileceği, bâtıla ve şerre merhametin edilmeyeceği bilinen bir gerçektir.

Akl-ı selim sahibi bir ana-baba, karnında öldürücü bir ur olan çocuklarını hakkıyla hâzik ve saîd bir hekime; karnını yarıp içindeki küfür urunu çıkarsın diye rızaları ve elleriyle teslim ederken, azgın ve şâki birisinin toplu iğne bile batırmasına rıza göstermeyip canlarıyla siper olurlar...

Hep söylüyoruz, yine de söyleriz...

Mürşid, Muhammedî bir hekim olmalıdır. Nalbant değil...

Yetkisini Rabbü’l-âlemin (celle celâluhu) ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den almalı ki yetkisi,etkisi ve faydası olsun. Yoksa dededen, babadan pederşahî intikal eden yarım yamalak, saçma sapan nefsî ve içi boş sözlerle, bizlere ancak nalbantlık yapar...

Ve mâalesef âhir zamanda böylesi pek çok... ALLAH korusun!.. Kader, Kaderullah...

Hidâyet Hidâyetullah için dua ederiz.


İşte mürşid; şimâl (uğursuz) dallarını kökünden kazıyınca, bâtıl ve şer kökünden kuruyunca, insan ağacı yemin (sağ, uğur, baht) dallarını arşa uzatıyor.

Usta bir bahçivan gibi, İlâhî emânet olan Ümmet-i Muhammedî tertemiz kılıyor, buduyor ve hayat veriyor.

Çünkü Muhammedîdir.

Muhabbete ve Merhamete me’mur ve mecburdur.

Nefsî, keyfî ve ücretle değildir.

Hedefinde, Rızaullah ve Cemâlullah vardır. Ve bilir ki bu hedefe Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kalbine girmekle ulaşılır.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e tüm letâifleriyle teslim ve tâbi’ olarak ALLAHÜ ZÜ’l-CELÂL’e istikâmet bulup tâbi’ olabilir...

Dünya şakşukasına ve şaşkınlığına sapanlar ise musalla taşına düşmeden göreceğini görür.

Ancak ALLAH Korusun; şeytânı sevindirmiş, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i üzmüş ve kendisini ise hüsrana düşürüp kârı bırak anadan iflas ettirmiş olur...

Şuûr, şuûr, şuûr!...



--- “(Devâm ederek): böylece diledik (istedik) ki RABB’leri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin!” (Kehf 18/81)

Öldürülene bedel olarak, sistemin sahibi Rabbü’l-âlemin; onlara, ondan daha hayırlısını ve temizini versin.

Hayr ma’lûm.

Zekâ’ ise, saflık, duruluk, hâl düzgünlüğü ve kötü ahlâktan arıtılmışlık...

Hayr, hemen görülen iken; zekâ’,ilerde görülür.

Diken tohumunun diken vereceğini önceden bilmek gibi...

Kansere sebeb bir sivilcenin ehlince önceden keşfi ile temizlenme gereği gibi...

ve akrebe ruhmâ: ve şefkâte, merhamete, rahmete daha yakın ve lâyıkını versin...

Göz süruru nesil olsun...

Endişe etmesine sebeb ise; naklle, akla bildirlen ilâhî ölçülerdir, emir ve yasaklardır.

--- “Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi. RABB’in istedi ki o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve RABB’inden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben, bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.” (Kehf 18/82)

Cedere fiili: lâyık ve ehil kılmaktır.

Dikkat et ki köşk buyurulmayıp cidar buyuruluyor.

Önceki âyet-i celîlede harab olmaya yüz tutan kalb kariyesi (köyü), bu âyeti celîlede Medine (Hakkın ve hayrın üstün kılındığı medenî makam ki, Resûllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Medine’si gibi) buyuruluyor.

Nefs, ruhun önderliğinde bu makamlara ulaşırsa karye Medine’ye dönüşüyor.
Aynı yerde Muhammedî güneş doğunca gece, gündüz oluyor.

Bu iki yetim gibi henüz kemâlât, cehâlet ayırımını tam yapamayan, büluğa ve rüşde ermemiş olan kişinin âhirete ve ezele dönük yüzü gibi olan ruhu ile dünyaya ve ebede dönük yüzü gibi olan nefsi; kendi ayakları üzerinde durup, akıllarını başlarına toplayıp, el ele ve sırt sırta verip, tahkik tevhidle el birliğiyle canla başla yaşayış işinin şuûruna erip, hakkın ve hayrın şâhidi olduklarında; celâl ve cemâl cem’i olan cidarın temelindeki kendileri için lâzım ve lâyık olan tevhid hazinesine ulaşıp, ahret ve dünya arasındaki berzah olan kalb kariyesini Muhammedî ve Medenî Medine Şehri haline her yönüyle getirip mâ’mur kılsınlar.

Sâlihlerin bırakacağı hazine İLİM VE İRFÂNDIR.

Edeb ve erkândır...

Kırk katlı apartman değil...

Sâlih: Hakkta isâl eden (akan) sulh ehlidir. İslâh edicidir...

Muradullah, açık ve net olarak kullarının kendi dilemeleriyle, akıllarının rüşde erip (hidâyetle) kendi kaderlerinde olan Ni’metullahı kendi emekleriyle günü gelince kendi mülklerinden çıkarmaları yönündedir.

Onlar rüşde ermeden ve güçlenmeden hazine ortaya çıkıp yağmalanmasın diye camdan köşk olan kalbin iç yüzü (bâtını) sırla kaplanıp dışardan içi gözükmüyor...

Bakan ise değil içerdeki hazineyi sadece kendini görüyor...

Mürîdin hazinesini ve sırrını mürşid, sebeb olarak, koruyor...

Çocuklar ilerde nerden bilecek hazineyi dersen, Tevhid Tebliğcisi Muhammed (Aleyhi’s-Selâm) günde yedi kez ilânât yapıyor (Teheccüd-Sabah-Duhâ-Öğle-İkindi- Akşam-Yatsı), o gündür bugündür...

Dağlar taşlar inliyor ve her zerre dinliyor da; âhir zaman yorgunu, keyfinin tiryâkisi, ve nefsinin insafsız zulümkârı insanoğlu (yâni, bendeniz) ya duymuyor ya da umursamıyor...

Veya ALLAH (celle celâluhu)’nun izni ile duyuyor ve derhal uyuyor. Teslim ve tâbi’ oluyor ve Muhammedî Meşhere (teşhir yeri,sergi) katılıyor...

Bu duyuş ve uyuş özelliği ve güzelliği ise, her canda fıtraten mevcûddur.

ALLAH Teâlâ âdildir.

Ancak; kul, kullanır veya kullanmaz.

Bakınız:

“Rahmeten mi’r Rabbike: bu, RABB’inden bir rahmet olarak!”

Mürşid: olanları, sonuçlarını, sırlarını, derunî ve ledûnî ilmi, hepsini “Senin
RABB’inden (senin için) bir rahmet olarak!” buyurarak kendisi,
Rahmetenli’l-âlemin olan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bir hizmetçisi olarak kenara çekiliyor...

Emrullah ve SIRRı olan Muradullahın rahmetten ibâret olduğunu vurguluyor...
Rahmetullah görülsün diye var edilen sistemde, bu maksada hizmeti beyân ediyor.

Böyle buyurması da yetmiyor ve mürîdini kesin kanâatını mutmaînneye ulaştırmak için:

“Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” buyuruyor.

“Bunlar benim nefsimin emriyle olan işler değil.

Emir, vahiyle Rabbü’l-âlemin’dendir.

Fiiliyatı benden sanma.

Beni, fiilimi hatta düşünebilmemi bile takdir edenin emriyle işledim...

Yoksa kendi işimden, kendiliğimden değil...”


Bir başka zevk tarzı olarak da:

Kulluk İmtihanı gereği halkedilen Nefs-i Emmâre ahlâkı tek kelime ile Şerîattullahta da reddedilen ve şeytana arkadaş kabul edildiğinden Nefs-i Emmareyi biz kendini kral ilân eden gasbçı olarak düşünebiliriz.

Öldürülen çocuğu Nefs-i Levvâme, hazinelerin sahibi iki yetimi Nefs-i mülhime ve Nefs-i Mutmaînne olarak zevk edebiliriz.

Hazineleri ise Hakikat-ı Muhammedîyye ’dir.

İşte Hakka (emânete), hayr (ni’met) ile yapılan seyr-ü sülûk seferinde:

Şerîatta Beden Gemisinin Terbiyesi;


Tarikatta Nefs Çocuğunun Tezkiyesi
;

Mârifette Kalb Kariyesinin Tasfiyesi
ve

Hakikatta Ruhî Sırrın Te’vili olan Tecliyesine (tecellî edişine)


Sabretmekte zorlandığın, yalnız başına güç getiremediğin hususların, varıp dayandığı sonucun zevkî izâhı budur...

Neticede herkes kendi hazinesi olan alın yazısı levhasına ulaşır, dilini öğrenir ve okursa, gereğini yapar...

Bu dili ise, baş öğretmeni Muhammedü’l-Emin Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm öğretmektedir.

Kader, Kaderullahtır ve değişmez.

Ancak kula emredilen, hakkı ve hayrı tercih edip, irade-i cüz’iyesiyle azmedip ve gerisini El VELÎYYÜ’l-VEKÎL (celle celâluhu) olan Rabbü’l-âlemin’e bırakıp vekil kılmaktır...

Ve unutma ki kullar için;

Mürşid-i Muhteşem ve Mübârek TEKtir ve Muhammed (Aleyhi’s-Selâm)’dır.

Dar kafalı, dünya ile arası iyi olan ve âhirette de tuzum kuru olsun diye çabalayan kardeşlerimden bize kızanlar ve öfkelenenler olacaktır.

Hep arz ediyorum ki:

Biz, Kur’ân’ın içindekileri; gözlerimiz, kalbimiz gibi, hakka ve hayra, maddî ve mânevî kullanalım diye inzâl buyurulmuş Ni’metullah biliyoruz.

Bilmek, bulmak ve olmak için şifâlı ve şerefli Nurullah olduğuna inanıyoruz.

Ellerimden de öte, bizim olduğuna inanıyoruz.

Her harfinin hükmünü anlayıp yerine getirmeye can atıyoruz...

Etrafı surlarla çevrili, kapalı ve girilemez olan kişisel kaleler olarak kabul etmiyoruz...

Kur’ân-ı Kerîm; kâfirlere de açık, kâinât gibi...

Herkes için ortadadır ve giriş ücretsiz ve serbesttir.

Çünkü, giren;

İhânet, Dâlalet, Cehâlet Ve Gaflet Ehli, en azından müslim çıkar!

Müslim giren isi, Mü’min-i Billah çıkar...

Herkes aklı kadar anlar ve zâten o kadardan da sorumludur...

ALLAH (celle celâluhu) rahmet eyleyip razı olsun nice Muhammedî Âlimlerimiz, nice kıymetli eserler bırakmışlar...

Kendi mîrâsımız ve malımız gibi kullanıp faydalanıyoruz.

“Benim, senin, onun” da demiyoruz.

Çünkü biz, bir bütünüz ve Muhammedîyiz...

Herkesin de fıtraten ve zâten Muhammedî oluşunun şuûruna ulaşmasına maddî-mânevî, ücret düşünmeden, sırf Livechillah ve Rıza-i Resûlullah için İnşâallah son nefese ve Cennet-i Naim ‘ e kadar hasbî hizmetçi ve hademeyiz...


Arz ettiğim gibi irticâlen yazıyorum.

Bu satırlar bu nefeslerin, ilhâmı, anlayış ve arz edilişidir!

Biraz sonra ise, biraz sonra doğanlar gelir...

Eksik-fazla olabilir...

RABB’imiz; i’tidalde, hakta, hayırda ve rızasında kılsın.

22 âyette zevk ettiğimiz âyeti celîlelerin meâllerini tefsir âlimlerimizin tefsirinden özellikle arz ettim.

Sözün zâhiri ve aslı budur.

Ancak Tasavvuf Bâtın İlmidir.

Hikmet İlmidir.

Anlayış ve Yaşayış İlmidir...

Mürîd sensin, benim veya bir başka kuldur ve BİZ-İZ...

BİZ ise mutlâk Muhammedîyiz hamd olsun...

Mürşidimiz ise Muhammedü’l-Muhtar (Aleyhi’s-Selâm)’dır...

Hâşâ, Hızır (Aleyhi’s-Selâm)’ın yerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i,
Musa (Aleyhi’s-Selâm)’in yerine seni, beni koymak değil!...

Mürşid-Mürîd anlatılıyor!...


Bu âyeti celîleler, çocuklara masal anlatılır gibi bir maksadla hâşâ inzal buyurulmadı...

Uyan ve iyi bak...

Bu kâinâtta maddî olarak maksadsız bir zerre ve zerresiz bir boşluk bulabildin mi?

Uyan ve iyi bak!

Bu yüceKur’ân-ı Kerîm’ de maksadsız nokta ve noktasız (asl) bir harf var mı araştır?

Her harfin, noktanın yürümesinden doğan sır küpleri olduğunu unutma...

En iyisi Sûre-i Mülk’ü, alıcı gözle bir daha oku azîz dostum!..

Link: .: Muhammedinur :. - KEHF SÛRESİ ’NİN TASAVVUFÎ ZEVKİ

 
Üst