dedekorkut1
Doçent
KUTSAL TUZAK
SELİM GÜRBÜZERNoel’le girdiler dünyamıza, yetmedi ardından anneler günü, babalar günü ve sevgililer günü gibi bir dizi günler ilave edildi. Tabii elden bir şey gelmez. Batı bikere inanmıştı, güya Tanrının evreni altı günde yarattığına, hâşâ geri kalan 1 (bir) gününde ise istirahata çekildiğine. Bu nasıl bir inançsa haftanın altı günü dünyevi işlere ayrılırken haftanın diğer tek kalan Pazar günü ise inanca yönelik işler için ayrılmıştır. İnanç noktasında malum yaptıkları kilisede ya vaftiz yapıp günah çıkarmak ya da ayin yapmak vs. şeklinde gerçekleşmektedir. En son kâmil mükemmel İslam dinin de her şey bir güne sıkıştırılmaz, bilakis insanın bir ömür boyunca her ayını, her yılını her haftasını, her gününü, her anını ve her saliseni Allah'ı anmak esastır. Zaten bizi Batıdan farklı kılan yanımızda budur, yani ibadeti belli bir gün ve bir zaman dilimine hapsetmemektir.
Her neyse Batı dünyası inancını tek pazar gününe indirgeye dursun, biz bu arada şu altı gün meselesi neymiş onu bir irdelemeye çalışalım. Bakınız Yüce Rabbimiz Kur’an’da “Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı” (Yunus, 3) beyan buyurmakta. Aslında ayette geçen ‘altı gün’ rakamı bizim anladığımız manada dünya takvimi cinsinden bir rakam değildir. Dahası altı gün rakamı izaha muhtaç bir konudur. Bikere insanoğlunun bir takvim gün olarak hesapladığı 24 saatlik zaman dilimi dünyanın kendi ekseni etrafında bir turlayışına denk düşen bir zaman dilimidir. Hakeza diğer gezegenlerinde kendi ekseni etrafında kat ettiği bir turlayışına göre zaman dilimi belirlenmekte. Öyle anlaşılıyor ki, her bir gezegenin yörüngede güneşle arasındaki bulunduğu uzaklık konumu ve yörüngede ki kendi ekseni etrafındaki kat ettiği bir turlayış zaman dilimi ne ise takvim günüde o olmaktadır. Nitekim Dünyanın kendi ekseninde kat ettiği bir günlük mesafe 24 saat iken Venüs gezegeninin kat ettiği bir günlük takvim yaprağı da 5400 saate karşılık gelen bir mesafesidir. İşte bu örnekten hareketle ayette geçen göklerin ve yerlerin 6 günde yaratılışının dünya döngüsü hesabına göre mi, yoksa bir başka gezegenin döngü hesabına göre mi altı gün olduğu, ya da idrak edemediğimiz bir altı gün hesabımı olduğu bizi aşan bir durumdur bu. Fakat yine de bu demek değildir ki, bizim idrak algımızın fevkinde diye altı gün ibaresinin sırrı ve hikmeti üzerinde durulmasın. Bilakis Kur’an’da zikredilen pek çok ayet insanoğlunun araştırmasına açık kapı bırakılacak şekilde nüzul olmuştur. Müberra dinimizde armut piş ağzıma düş anlayışı asla kabul görmez. Hatta Müslümanlar olarak yaratılış kanunlarının ezelde tayin edilmiş olduğunu bilmemize rağmen bu bilinçlenmemiz bizim yan gelip yatmamızı ve hazıra konmamızı gerektirmez. Bilakis yaratılış gayemizin gereği olarak ezelde belirlenmiş her ne kanun varsa üzerinde beyin fırtınası yapıp ortaya çıkarmak yaraşır bize. Kaldı ki yaratılış kanunlarının açığa çıkarmakla hâşâ kanunu biz yaratmış olmuyoruz, sadece kâinatta var olan kanunları keşfetmiş oluyoruz. İsmi üzerinde keşif, yani yaratılış gerçeğini idrak edip öğrenme faaliyetidir bu. Derken bu keşfetme ve öğrenme faaliyetiyle birlikte Kur’an ayetlerinin her asrın insanının idrakine göre anlam kazanması gayet tabii bir durumdur. Düşünsenize Kur’an ayetleri ilk nüzul olduğu çağın idrakiyle açıklık kazanmış olsaydı o çağın insanları nerden bilecekti saat diliminin nasıl işlediğini, gezegenlerin yörüngelerinde nasıl seyr-i âlem eylediklerini, yeryüzünü oluşturan jeolojik katmanların nasıl oluştuğunu, canlılarda biyogenez ve abiyogenez evrelerinin nasıl gerçekleştiğini… Hadi diyelim ki o asrın insanları nüzul olan ayetleri bugünün idrakiyle anladıklarını varsayalım, ister istemez böyle bir durumda “bu açıklık ve izahat bize yeter” deyip hiçbir şeyi araştırmaya koyulmayacaklardı.
Evet, geçmiş asır insanlarının teleskop, mikroskop ve daha nice teknolojik donanımlardan bihaber oluşlarını göz önünde bulundurduğumuzda Kur’an ayetlerinin neden her asrın idrak seviyesine göre tefsir edildiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Nitekim modern Arapçada kullanılan ‘zerre’ ibaresinin günümüz Kuantum Fiziğinde ‘atom’ karşılığında kullanıldığı artık bir sır değil, herkesin malumu bir bilgidir bu zaten. Dolayısıyla Kur’an’da Fen bilimleriyle alakalı ayetler o günün şartlarında ‘zerre’ ibaresiyle değil de ‘atom’ ibaresi olarak nüzul olsaydı şaşkın ördek misali bu da ne denilip ayetlere kuşku gözüyle bakılacaktı. Hoş, insanoğlu bu gün gelinen noktada zerrenin atom olabileceğin farkına vardı da ne oldu, vahye teslim olacak yerde bu kez bilim kılıfı altında makinenin ve teknolojinin kölesi oluverdi. Oysa vahyin soluğuyla soluklanmayan bilim kutsallaştırılmış kuru gürültüden başka bir şey değildir. İnsan hangi çağın gelişmişlik dönemlerinde bulunursa bulunsun vahiyle taçlanmayan hiçbir gelişim evresi hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Buna ister avcılık ve toprağa bağlı dönemler olsun, ister sanayi ve bilgi teknolojileri çağı dönemleri olsun hiç fark etmez her ahval ve durumda imanda sebat etmek şarttır. Bakınız, Batı insanı gelinen noktada bilgi teknolojilerini keşfetti keşfetmesine ama halen bugün olmuş insanın iç dünyasını doyuracak teknikleri keşfedememişlerdir. Keşfedemezler elbet, bir bakıyorsun maneviyatla alakalı her ne kutsi değer varsa hep kendi sığ mantıklarınca hemen her şeyi maddeye indirgemekteler. Baksanıza adamlar kendi semavi dinlerini tahrip ettikleri yetmemiş gibi birde üstüne üstük kendi kafalarına göre hemen her şeyi dünyevileştirmişler de. Nasıl mı? İşte miladi yılın ilk gününü Noel baba mitolojisiyle kutsallaştırıp dünyevileştirmelerinde olduğu gibi ya da güya pazar günü ayin günüymüşçesine kilisede toplanmalarında olduğu gibi elbet. Hadi onların huyudur anladıkta, bu arada bize ne oluyor ki batı dünyasının kutsallarını çağdaşlık kılıfı altında kendi iklimimize taşımakta hiçbir beis görmüyoruz. Aslında bilerek ya da bilmeyerek bu düpedüz önümüze konmuş kutsal tuzaklığından başka bir şey değildir. Gayri Batının kutsal tuzaklarıyla oyalanacağımıza kendi ehlisünnet dairemizde var olan kutsallarımızla hemhal olsaydık hiç şüphesiz böylesi vahim tablolarla yüz göz olmayacaktık. Oysa biz biliyoruz ki İslamiyet ne yılın bir gününe, ne haftanın bir gününe, ne de aylardan her hangi bir ay’a sığacak kadar dar kapsamlı bir din değildir. Bilakis ezelden ebede akan tüm zaman ve mekânları kuşatan Derya-i umman Müberra bir dindir. Mesela Ramazan ayı geldiğinde ibadetimizi sırf oruçla, sırf teravih namazıyla sınırlı tutmayız yine beş vakit namazımız devam ettiği gibi bayram namazıyla da taçlandırırız da. Dahası tüm ibadetlerimizi son nefesimizi verene kadar devam ettirmek durumundayız. Hele bilhassa farz ibadetler yılla, ayla ve günle asla sonlandırılamaz, illa ki son nefese kadar eda etmekle mükellefiz. Hiç boşa heveslenmesinler böylesi sorumluluk yüklendiğimiz bir dini reform safsatalarıyla askıya almak kimin haddine, kul olarak herkes emr olunduğu üzere hareket etmek zorundadır, kaldı ki Allah’a kul olmak mümin kulun şanındadır. Hayvan ruhu hayvani aşkla, insan ruhu ilahi aşkla dirilir. Allah aşkı var oluş sebebidir. İnsan kendi egosunda boğulmak için yaratılmamıştır, Allah’a “abd” olmak için var olmuştur. Ki, gerçek anlamda hür olmak Mevla’ya abd olmaktan geçer. Elbet dinde reform heveslilerinin sinsi bir hesabı varsa, Yüce Allah'ında değişmez hesabı vardır. Zira Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır, bu yüzden beşeri tuzaklar er geç yıkılmaya mahkûmdurlar. Şayet iç ve dış karanlık mihraklar Müberra Dinimizi kendi kıt akıllarınca dünyevileştireceklerini sanıyorlarsa hiç boşa heves etmesinler, bikere bu hususta Yüce Allah'ın ‘Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var. Ki, Allah vaadinde hulf etmez, bu böyle biline.