Latif Erdoğan - Cemaat nasıl kurtulur

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Talut kim olacak?

“Musa’dan sonra İsrail oğullarının aristokratlarına dikkat ettin mi? O vakit onlar aralarındaki Peygambere: “Bize bir melik tayin et de biz de Allah yolunda cihat edelim” demişlerdi. O cevaben: “Ya savaşma size farz kılınır, siz de savaşmazsanız” deyince de “Ne diye Allah yolunda cihat etmeyelim ki, yurtlarından çıkarılan biz, çoluk çocuğundan ayrı düşen yine biziz” dediler. Fakat savaşma kendilerine farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, hepsi dönüverdiler. Allah o zalimleri çok iyi bilmektedir.”(2/ 246) Direnişten mahrum ve rehavetle malul bir uyanışın büyük bedeller isteyen bir davayı gerçekleştirme imkan ve ihtimali yok denecek kadar azdır. Ayrıca, böylesi zorlu bir talebe gerekçe olarak öncesinde “fisebilillah/ Allah yolunda” denilmesine rağmen daha sonraki safhada başka gerekçeler ileri sürülmesi, birinci gerekçenin gereken ölçüde içselleştirilememiş bulunduğunun bir işaretidir. Bu durum ise ciddi bir arıza ve büyük bir boşluk demektir. “Fisebilillah”ın gerekli kıldığı ihlas ve samimiyetin, başka hiçbir gerekçe ile istenilen ölçüde oluşması ve korunması mümkün değildir. Halbuki, her yüce davayı ikame eden yüksek başarı, ancak derin bir ihlas ve ödünsüz bir samimiyetin eseridir..
Birincide merkeze alınan gerekçenin, daha sonra ihmali ve diğer gerekçelerin merkeze çekilmesi de gösteriyor ki, söz konusu toplumda henüz yerleşik bir ideal ve zihni birliktelik oluşmamıştır. Bu durum ise çözülmeyi hızlandıran en önemli ana etkenlerden biri hatta birincisidir. Nitekim de öyle olmuş, daha ilk emirde daha önce ileri sürülen gerekçeler tümüyle unutulmuş ve çoğunluğun çözüldüğü büyük bir bozgun yaşanmıştır. Bu durum, zihni birliktelikten mahrumiyetin acı; fakat tabii bir sonucudur.
“Fisebilillah” seviyesini tutturmuş bir cihat, mücadele ve kavganın asıl amacında ıslah vardır ve böylesi bir aksiyonda yapıcılık şuuru ön plandadır. İstirdat denilen kayıpları telafi ve geri alma hamleleri de yine bu gayeye yöneliktir. Allah yolunda olma özelliği taşımayan mücadeleler ise ancak bir ifsat ve kaos sebebidir. Birinci hal masum bir ülkünün semeresi ve süresizdir; ikinci hal ise zalim bir öfkenin neticesi ve sürelidir. Bu sebepledir ki, öfke ve intikam duygusunun galebesiyle istenildiği anlaşılan savaş talebi, kısa sürede cazibesini ve motive gücünü yitirmiş, hararetle savaş talebinde bulunan bu insanlar, talepleriyle gelen cevap arasında geçen kısa süre içinde bütün metafizik gerilimlerini kaybetmişler ve daha işin başında döneklik ederek önceki taleplerini geri çekmişlerdir.
Bir düşüncenin aristokrat/ elit sınıfın kabulüne mazhariyeti genel kabulü hızlandırıcı işlev görse de tek ölçüt değildir. Genel kabul görmenin yanında, bu düşüncenin bir ülkü, bir ideale dönüşmesinde ise aristokrat/ elit sınıfın kabullerinin etkisi zannedildiğinden çok daha azdır. İfsada öncülüğün tahrip gücüyle ıslaha öncülüğün tesir gücünü de bu meyanda birbiriyle karıştırmamak gerekir. İfsat bazen terk ile de halledilir. Islah ise daim amelle, değer üretmekle gerçekleşir.
Peygamberlerinden Allah yolunda savaşmak üzere kendilerine bir melik tayin etmesini talep eden toplumun, savaş emriyle birlikte başlayan ayrışma noktalarının ikinci durağı, tayin edilen melike/ komutana olan itirazlarıdır:
“Peygamberleri onlara dedi ki: Allah size melik olarak Talut’u tayin etti. Onlar ise: Biz melikliğe ondan daha liyakatli iken o nasıl bize melik olabilir ki? Hem fazla bir serveti de yok, dediler..” (2/247)
(Ayetteki nebi kelimesinin izdüşümüne, ilahi takdirin tensibi ile toplumun tercihini haber veren olayları; Talut kelimesinin karşılığına da seçilmiş meşru Başbakan Tayyip Erdoğan’ı koyabilirsiniz. İkisinin baş harflerinin aynı olması da güzel bir tevafuktur.)
Devam edelim: “Meliklik bizim hakkımız iken, nasıl olur da bu işe bir başkası tercih edilir?” manasına gelen bu tepkiyi insiyaki bir refleks olarak değerlendirmemiz mümkün. Liyakat gerekçesinin ayrıca tasrih edilerek açıklanmaması, dillendirilen hususun katı ve yaygın bir sınıf (mele) kanaati olduğu izlemini veriyor. Bu yerleşik kanaatin sebebi ise, geleneksel bir sosyal kabulleniş olabileceği gibi, genetik/ biyolojik üstünlük telakkisi de olabilir. Hangi saikle olursa olsun neticede, onlar kendi içlerinden birinin melik tayin edileceğini umuyor, böylesi bir netice bekliyorlardı. Ne ki, bildikleri; fakat asla düşünmedikleri bir sürpriz isim tayin edildi ve bu durum onları itiraz ve infiale sevk etti.
Diğer taraftan aynı itirazda bir başka gerekçeye de atıfta bulunuluyor ve sınıf ayırımında sermayenin gücüne dikkat çekilerek çıkarsamalı bir hükümle hükümranlığın öncelikle zengin sınıfa ait bir hak olduğu vurgusu yapılıyor.
Maddi- manevi pek çok donanım ve özellik isteyen “meliklik” konumunu, yalnızca “biz” içeriğine sığdırılmış sınıfsal yapının varlık şartına indirgeyen bir anlayış ve zihniyetle, kolektif açılım ve hamlelerin gerçekleştirilmesi şansı yok denecek kadar azdır. Hele bu yanlış telakki, toplumsal bir megalomanlığa dönüşmüşse söz konusu şansın yitikliği kesindir. Çünkü, toplumsal megalomanlık kişisel megalomanlıkların toplamından ibaret bir zaaf durumudur. Kişisel megalomanlıklar, harici bir uyarı olmadıkça kendilerini toplumsal megalomanlığın içinde gizleyebilirler; fakat en küçük dürtülerle bile bazen kendilerini deşifre ederler. Meseleyi söz konusu “itiraz olayı” ile ilişkilendirdiğimizde karşımıza şöyle bir tablonun çıkması bu bakımdan hiç de ihtimal dışı değildir: Eğer Peygamberleri onlara kendi içlerinden birinin dahi ismini verseydi aynı oranda olmasa, aynı gerekçeler ileri sürülmese de yine itiraz gerçekleşecekti. Çünkü onlardan her biri, kişisel megalomanın doğal gereği, melikliğe kendisinin layık olduğu düşüncesindeydi..
Böylesi bir megalomanlık ortamını ortadan kaldırmadan “itiraz” yırtılmalarını önlemek imkansızdır. Megalomanlık ortamını ortadan kaldırmak ise, ancak bireyleri ciddi bir nefis terbiyesinden geçirerek, onları “makamda, mansıpta, teveccüh-ü nasta” başkalarını kendisine tercih eder duruma getirmekle kabildir.
Ortalığın savaş alanına döndüğü şu günlerde, ayetlerin aydınlatıcı tayfları altında, her türlü toplumsal ayrışma ve yırtılmaları, gerçek sebeplere inerek tekrar gözden geçirmekte fayda var.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Hasbihal

Büyük felaketler öncesi fert ve toplumlarda zaaf çözülmeleri baş gösterir. Vücuttaki ağrı ve sızılar, hastalık ve arızaların habercisi olduğu gibi, zaaf çözülmeleri de bela ve musibetlerin habercisidirler. Her kıyamet yakındır ve her kıyamet sadece bir sayhadan, kısa süreli bir çığlıktan ibarettir. Kaptanın gerçek niyeti, kendisiyle birlikte gemiyi batırmaksa, tayfaların gayreti anlamsızdır. Gemi battıktan sonra kaptanı değiştirmeye kalkmak ise abesle iştigalden başka yorumu olmayan şaşkın haldir.
En büyük aldanma, insanın kendini aldatabileceğine aldanmasıdır. Müflis tüccar teselli arar. Azığı hayal olanın suyu seraptır.
Evet, şimdilerde, Grubun gurubu objektife böyle yansıyor; görüntü değiştiğinde sözlerimiz de kuşkusuz değişecektir..
Bizim davamızın ana ekseni ve besleyici damarı Risale-i Nurdur. Risale-i Nur ise her biri diğerinde akseden 130 parçadan oluşan nurani bütünlüğün adıdır. Bu bütünlük ve birbirinde aksediş sebebiyledir ki, Risalelerin her bir parçası, bütüne ait feyiz ve bereketin hepsini taşır. Hangi risale okunsa, bütünü okunmuş gibi istifadeli olur. Bu mazhariyet, Kur’an-ı Mucizülbeyandan, onun muhteşem ve mümtaz tefsirine intikal ile gerçekleşmiş çok özel bir mevhibedir; Risaleleri referans göstererek kaleme alınmışlar da dahil, günümüze ait hiçbir eserde bu özellik yoktur; dolayısıyla onlardan istifade de konuyla ve okunan kısımla sınırlı kalmak durumundadır.
İmdi, bu Risalelerin hocası da yine kendisidir. Araya koyacağınız her hoca, ondan istifadenizi azaltmaktan öte bir mana ifade etmeyen perdelerdir; Risale-i Nur’un saf, duru, berrak ışık huzmelerinin kalbinizde, ruhunuzda, vicdanınızda, aklınızda, nefsinizde ve nihayet maddi manevi bütün mahiyetinizde yerleşmesine engeldir. Bu tür engellere maruz kalmanın keyfiyete verdiği ve vereceği zarar ise her türlü izahtan varestedir.
Benim yaptığım, bu hakikati görüş ve bu asla dönüştür. Çağrımın mahiyeti de budur. Yoksa ne bir toplulukla ne de o topluluğun kanaat önderi kişilerle olumsuz anlamda hiçbir münasebetim, hiçbir alışverişim yoktur.
Ne yaptım ve ne yapıyorum: Kur’an tilavetim ve diğer evrad ü ezkarım dışında sürekli Risale-i Nur okuma ve müzakeresiyle meşgul oluyorum. Haftada en az dört gün Risale-i Nur derslerine hayati bir engel olmazsa, iştirak ediyorum. Bu halin bana verdiği manevi haz ve zevki, dünyevi hiçbir şeye değişmem, değişemem. Bu hal üzere yaşayıp bu hal üzere ölmeyi de Rabbimin sonsuz kerem ve lütfünden diliyor, dileniyorum.
Geçmişte, düşüncelerini önemsediğim bir muhterem zat, “Ben zıplasam, zıplasam, yine zıplasam, Bediüzzaman’ın topuğuna yetişemem” derdi. Bediüzzamanı da görmüş bir başka muhterem zata bu denilenleri aktarıp mukayese yollu düşüncelerini sorunca, bahsettiğim muhterem kişiye fevkalade hüsnü zannı olmasına rağmen, hakperestliğin verdiği tazyikle birden sarardı, soldu, dudakları ve elleri titreyerek, mukayese edilmez kardeşim, mukayese edilmez, dedi ve bu sözünü o kadar çok tekrar etti ki, içimden keşke sormamış olaydım, dedim. Gerçek sevgiyi, hakiki dostluğu ben bahsettiğim bu hakperest insanda gördüm. Yakın komşumuz da olan bu rahmetli ağabeyimi her zaman hayırla yâd ettim, etmekteyim. Dokuz- on yaşlarından itibaren onun Üstada ve Risale-i Nur’a olan bağlılık ve muhabbeti, benim şuur altımın en sağlam blokajıdır. Bediüzzaman’ın yerine ikame anlamına gelecek her türlü davranış ve algılama öteden beri menfurumdur. Zaten bu şuur eksenini istenen ölçüde koruyamadığım yıllar benim kayıp yıllarımdır.
Ne dedim, ne diyorum: Yirmi senedir, cemaat yapısının harekete dönüştürülmesi gerektiğini söylüyorum. Yani, hantal ve hiyerarşik, bol statülü yapıdan vazgeçilerek zihni birlikteliği baz alan; düşüncesinin cazibe gücüyle ve bütün topluma mal olmuş keyfiyetiyle varlığını sürdüren bir yapıdan söz ediyorum. Fakat “yönetenleri yönet” felsefesiyle toplum mühendisliği yapanlarca benim tekliflerim oyun bozanlık kabul ediliyor. Neticede yirmi senedir ben dediklerimin bedelini ödüyorum. Altı yedi senedir, yoğun bir şekilde Risale-i Nurları ve Bediüzzaman’ı hatırlatmalarım birilerinin hiç hoşuna gitmiyor, nitekim o sıralarda yazdığım gazete ile ilişkim kesilerek yazılarıma son veriliyor..
Fakat ben yine dediklerimde ısrar ediyorum. Bu sefer de cemaatle ilişkim sonlandırılıyor. (Bunu gerçekleştirenler, bana ne büyük iyilikte bulunduklarını bilselerdi, şüphesiz bu iyiliklerini benden esirgerlerdi.) Ne ki, fitneyi uyarır düşüncesiyle, hiçbir ortamda bu konulara girmiyor; kendimi tamamen inzivaya çekiyorum. Gezi olayları patlak verdiğinde ilk uyarılarımı yapmaya başlıyorum. Dış güçlerin ihalesi Cemaate yıkılıp hükümete ve devlete karşı huruç ve kıyam anlamına gelen hareketler başlayınca da, konuyla ilgili görüşlerimi, entelektüel çerçeve içinde kalmak şartıyla, ifade ediyorum.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Türkiye’yi gözden çıkarmak

Önce, değişmez, sabit bir iki temel düşüncemi aktarayım; ardından varmak istediğim netice ile yazımı sonlandırayım. Aradaki ince irtibatı ise siz değerli okuyucularımın dikkatlerine emanet edeyim.

İslam’ın, maddi-manevi yükselişi hak eden dinamiklerini nazara almadan, başarıları topluluklara ya da şahıslara yüklemek; hem İslam’ın ana esası olan tevhide hem de ontolojik gerçeklere ters bir yanılgıdır.
Her İslami hizmet, vücut, nur, hidayet ve rahmet gibi, sebeplere dayalı olmayan, doğrudan Cenab-ı Hakk’ın perdesiz yarattığı olguların halitasıdır. Bu olguların hiç birine beşer elinin ya da bir başka vesilenin müdahalesi söz konusu değildir. Bu noktada, bizim gayretlerimize atfedebileceğimiz değer sadece “iktiran” denilen yakınlıktan ibarettir. Yani Rabbimizin lütfüyle, bizim istihdam yoluyla hasıl olan gayretlerimiz birbirine çok yakın alanlarda vücut bulmakta; bu yakınlık sebebiyle de, bunlar birbirine sebep- netice gibi görünmektedir.
İslam, bütün hükümlerini akla tasdik ettiren bir dindir. Peygamber Efendimiz: “Allah, insana akıldan daha üstün bir nimet vermemiştir” buyurur. Akıl, vahye muhatap olmanın ilk şartıdır. Akıl sorumluluk sebebidir. Akıl, insanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir. Aklın olmadığı yerde ne ilimden, ne irfandan ne de hikmetten söz edilebilir.
Biz Müslümanlar, burhana tabi oluruz. Diğer dinlerin saliklerinde olduğu gibi aklımızı ruhbanların emrine vermeyiz. Alim, hoca, mürşit ne demiş, ne söylemiş olursa olsun, dedikleri, söyledikleri birbiriyle ebedi barışık olan akl-ı selim ve nakl-i sahih ölçülerine, endazesine uygun düşmüyorsa reddedilir, nazara alınmaz, hükmü geçersiz kılınır.
İslam, insanın maddi-manevi bütün mahiyetini, yükselişe, mükemmelliğe sevk eden bir din olmakla da, hem diğer dinlerden farklıdır; hem de evrensel kabulü hak eden seçkinliğe sahiptir. Kur’an’ın kıyamete kadar gerçekleşecek bütün keşif ve bulgulara işaretlerde bulunması; ayrıca kendilerine itaat edilmesini emrettiği peygamberlerin ellerinde tezahür eden mucizelere sarmalayarak ileride keşfedilecek teknolojik gelişmelere göndermelerde bulunması söz konusu ettiğimiz hükümlerin en açık delilleridir.
Bu deliller perspektifinden bakıldığında, hiç kimsenin İslam’ın geleceği adına endişe duymasına mahal ve hiç kimsenin İslam’a ait yükselişi kendine mal etme gibi bir hakkı ve salahiyeti yoktur. Biz olmasaydık bu başarılar olmazdı; ya da biz olmazsak bütün olanlar olmaza döner zihniyeti, vehimden öte hiçbir gerçek karşılığı bulunmayan ümniyeler, hevesten başka temeli bulunmayan boş kuruntulardır.
Gelin, Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği bütün imkanları bir de böylesi bir tevhit anlayışıyla değerlendirelim. O imkanların var edilişini Allah’a; eksilişini, bitişini, tükenişini nefsimize, hatalarımıza, liyakat kayıplarımıza verelim. Böylesi bir değerlendirişle, kendimizle yüzleşelim, hatalarımızdan, kusurlarımızdan arınmaya, vazgeçmeye çalışalım; nefs-i emarenin, şeytan-ı lainin avukatlığını yapma yanlışına saparak, hatalarımızı, kusurlarımızı katlanır hale getirmeyelim.
İslam’ın en temel öğretilerinden birisi, Allah’a isyan söz konusu olduğunda kula itaat yoktur, prensibidir. Nitekim, bir seriyenin komutanı, emri altındaki askerlere kendilerini yakmalarını emreder. Onlar da, Allah Resulüne soralım, eğer bu konuda da emre itaat etmemiz gerekiyorsa, o taktirde denileni yapalım, derler. Konuyu Efendiler Efendisine açtıklarında: “Eğer kendinizi ateşe atsaydınız, ebedi ateşte kalırdınız” buyurur.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Amerika’ya gidişinin ilk yılındaydı. Kendisini ziyarete gitmiştim. Sabah kahvaltısı için arkadaşlarla masalara oturduk, Hocaefendinin gelmesini bekliyoruz. O sırada arkadaşlardan birisi akşam gerçekleşmiş sohbetten söz etti. Kendisine, artık Türkiye Hizmet adına ne ifade ediyor, Medine’yi mi, Mekke’yi mi andırıyor, diye sorulmuş. O da bir celal haliyle, Türkiye artık Taif bile değildir, cevabını vermiş. Çok üzüldüm. Arkadaşlara, böylesi yanlış yönlendirici sorular sormayın, dedim ve ilave ettim: Kesinlikle Hocaefendi bu cevaptan sonra üzüntüsünden sabaha kadar uyuyamamıştır.
Beş on dakika sonra Hocaefendi geldi. Buyur etmesi üzerine hemen sağındaki sandalyeye iliştim. Daha kahvaltıya bile başlamamıştık. Üzüntülüydü. Eliyle arkadaşları göstererek, bana hitaben şunları söyledi: Akşam sohbette, bunlar bana Türkiye’nin hizmetteki yeni yeri ve konumunu sordular, ben de öfkeme kapılarak Taif benzetmesi yaptım. Sabaha kadar da üzüntümden uyuyamadım..
Kesinlikle ihtimal vermiyorum; fakat farzı muhal, söylenildiği gibi, Hocaefendi, hizmet adına Türkiye’yi gözden çıkarma çağrısını gerçekten de yapmış bulunsa, çağrıya muhatap olanlar mümin aklıyla, mümin basiretiyle, mümin ferasetiyle hareket etmek zorundadır. Aksi davranış, ne sadakattir, ne vefadır, ne de itaattir. Sadece, pişmanlığı sonsuza dek sürecek sefil bir bönlük, sinsi bir kahpelik ve de alçak bir ihanettir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Cemaat nasıl kurtulur

Dost meclislerinde, şimdilerde bana en çok sorulan soru bu. Hazin ama hakikat. Kırk senedir kendisinden kurtuluş beklenen topluluğun, nasıl kurtarılacağını konuşur olmak, gerçekten üzüntü verici bir sonuç.

Cemaat, yangın yeri. Kimileri bir şeyleri kurtarma, kimileri de bu kargaşadan kendince nasiplenme peşinde. Samimi “ah” çekenler, yine masum Anadolu’nun saf, temiz evlatları. Ne ki kısa vadeli kurtuluş çok zor görünüyor. Asla dönüş şart. İmana dayalı ahlakı yeniden yaşanır kılmak öncelikli vazife. İlki doğruluk.
Doğruluk, özün söze, sözün öze uygunluğu. Karşıtları olan düalizm, kısır döngü; sunilik, ahlaki sefalet; abartı, illüzyon; iftira, yıkım; nankörlük, en kötü illet. Yalanı tekzip, doğruyu tasdik ile doğruya yönelmedikçe, doğru olmanın yanında doğrucu da olmadıkça sonuç hep hüsran, hep kayıp. Bütün versiyonlarıyla yalana dayalı hayat felsefesinin, gayeye ulaşmak adına her yolu meşru gören çıkarcı, istismarcı zihniyetle uzun süreli flörtünden doğan nesepsiz sentez, şimdi geldiği nokta itibariyle herkesin korkulu rüyası.
Hadiste şöyle buyruluyor: Doğruya sarılın. Çünkü doğru hayra, hayır cennete ulaştırır. Kişi doğru olur, doğruyu araştırır ve sürekli doğrunun peşinde iz sürerse, adı doğrular kütüğüne kaydedilir. Yalandan da şiddetle uzak durun. Çünkü yalan sapıklığa, sapıklık cehenneme sürükler. Kişi yalan söyler, yalan araştırır, yalanın ardına düşerse günün birinde adı yalancılar listesine geçer.
Doğruyu araştırmak ve doğrunun peşinde iz sürmek, hakikati bulmanın ve hakikatle bütünleşmenin en gerçekçi yolu. Böylesi ceht ve gayretle doğruya sarılan insan, neticede ikinci bir fıtrat kazanır; sözüyle, haliyle, davranışlarıyla, niyetleriyle, meyilleriyle ve bütün duygularını yerinde kullanma keyfiyetiyle şekillenmiş bir doğru haline gelir.
Doğrulukta ideal çizgi “istikamet”. İstikamet, var oluş hikmetini ve varlık müddetini işaretlemesi bakımından, dini tarafı kadar psikolojik, sosyolojik ve ekonomik yanları da ağır basan önemli konsept, önemli olgu. Yalanın mumu baştan sönük. Doğru, velut ışık. İstikamet bu ışığı ebedileştirmenin adı. Doğrunun özünde var olan kuvveti harekete geçirmek ve bu hareketi sürekli ve dengeli kılmak ancak istikametle mümkün.
Kazanılması şart olan ikinci ahlaki değer ise “dürüstlük”. Dürüstlük, iyi niyetin söze, sözün hale, halin davranışlara, davranışların mizaç ve karaktere delaletini olduğu gibi yansıtan mükemmellik kıvamı.
Laubali, yılışık, kaypak davranış ve sözlere geçit yok. Yalan, gıybet, kovuculuk, laf getirip götürme, kötü zan, iftira gibi karakter zaafını, kişilik laçkalığını ele veren olumsuzluklardan uzak durmak elzem. Başkasını küçümseyen, hafife alan deforme reflekslere karşı sürekli dikkatli, müteyakkız, uyanık olmak vecibe.
Dürüst insanın tepki ve reaksiyonları, önceden tespit edilebilecek ölçüde belirgin. O, kopuk “an”ları değil, yekpare zamanı yaşayan, hayata yorumlayan basiretli vakit kuramcısı. Müddeti hayatında sahibi bulunduğu, yaptığı, gerçekleştirdiği her şeyden, öte alemde inceden inceye hesaba çekileceğinin şuurunda, imandan kaynaklanan akıbet endişeli yekûn ürperti. Her yeri “huzuru ilahi” bilme bilinci ile sürekli hallenme nasiplisi. Kişiliği kendine kefil seçkin ruh. Hakkı ve haklıyı savunmada mazeret kabul etmeyen gözü pek yiğit. İlkeleri sabit. Olumlu olana katılımda aktif, olumsuza karşı direnmede dinamik hamle insanı..
Yalan söyleyen dürüst olamaz. Başkasını aldatan düzenbaz, onun semtine adım atamaz. Korkak yürekte dürüstlükten pay bulunmaz. Nifak, ikilem, arkadan vurma, ihanet gibi karanlık düşünce ve zihniyetlere onun ışık tayfları altında hayat hakkı tanınmaz. Doyma bilmeyen aç gözlü onu da bilemez. Çıkar düşkünü, onu uzaktan bile göremez. Ve onun endazeli, adil coğrafyasında zulme yer verilmez.
Kazanılması gereken üçüncü ahlaki değer ise sadakat, yani doğruya, hak ve hakikate iflah olmaz tutkunluk. Sadakat, basiretle özdeşleşmenin adı. Körü körüne bağlılık ise, bağnazlık. Mantık ve realite boşluklarıyla malul zafiyet. Sadakatle bağnazlığın aynı ortamı paylaşması imkânsız.
Bütün ahlaki değerlerin hayata yorumlanması, nüvelerinde sadakatin bulunması şartına bağlı. Ahde vefa olgusunun bireysel ve toplumsal tezahürleri, ancak onun mevcudiyet garantisiyle ihtimalden imkâna, imkândan mümkün ve vakie sıçrama şansına sahip. Döneklik nedir bilmeme yiğitliği, mizaç ve karakter haline gelmiş sadakatin sermedi eseri. Ahlak kitabının dibacesi sadakat. O yitirildiğinde yol ve yön gösterici en bereketli muhteva da yitirilmiş olur.
Kuyuya nerden düşüldüyse çıkış yeri de orasıdır. Kaybedilen değerler tekrar kazanılmadıkça, kurtuluş imkânsız. Kayıpların ahlaki boyutuna bu yazımızda olduğu gibi, önceki yazılarımızda da kısmen işaret ettik. İtikadi ve ameli boyutları ise bir başka yazının konusu...
 
Üst